Kitobni o'qish: «Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi»
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Yazarın İfadesi
İlk yazdığım roman, Letâif-i Rivâyât genel başlığı altında topladığım ve kısa hikâyelerin birinci bölümündeki “Sû-i Zan” adındaki hikâyedir. 1288 senesinde basılmış olduğuna göre demek oluyor ki on sekiz senedir okuyucularıma roman yazıyorum. Ama nimete şükür sırası geldiği için şunu da izah etmeliyim ki bu tarih, bu hizmete başladığım ilk tarih değildir. Bence pek mukaddes olan ilk çalışmam 1282 senesindeki Tuna gazetesi yazarlığıdır. Bu hesaba göre yirmi dört, yirmi beş senedir din ve devletime -kaldı ki pek naçizane olsun- kalemimle hizmette bulunuyorum.
Roman yazmaya başladığımdan beri sevgili okuyucularımı, fikren de olsa, birer arkadaş olarak acaba ne kadar seyahat ettirdim? Kâh vatanın kutsal ve hilafet merkezi olan İstanbul’da okuyucularımı birçok köşelere, bucaklara götürüp, kendilerine birtakım garip hâller seyrettirdim ki benimle refakatten evvel o köşeler, o bucaklar, zihinlerinin uğradığı yerler değildi. Kendilerini alaturka âlemlerde de gezdirdim, alafranga âlemlerde de eğlendirdim. Kâh beşeriyetin hiçbir zaman hiçbir yerde göremedikleri bazı felaketleri gösterip okuyucularımın kalbî inceliklerini davetle gözlerinden yaşlar akıttım. Kâh beşeriyetin yine hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendisini kurtaramadığı günlük garipliklerini gösterip kahkahalarla güldürdüm.
Fikrî seyahatimiz, başkente de sınırlı kalmadı. Zaman oldu ki sevgili okuyucularımı diğer şahane olan vilayetlerde de dolaştırdım. Osmanlı’nın kutsal sınırının dışına bile çıkarttım. Hazır olan asrımızla yetinmeyerek bazen onları geçmiş tarihin dehlizlerinde de gezdirdim. Okuyucularımı kâh Süleyman Muslî’ye arkadaş ederek Mezopotamya çöllerinde, Filistin vadilerinde gezdirip, İstanbul’un şark âlemlerinde bulundurdum. Kâh Hüseyin Fellah ile beraber Cezayir dayıları içine gönderdim. Kâh oldu ki Hasan Mellah’ın karadan ve denizde olan seyahatlerine arkadaş ederek Akdeniz’in gerek içinde ve gerek sahillerinde gezintiler yaptırdım. Bir aralık Paris’e gönderdiğim Nasuh’a kendilerini arkadaş ederek bir Osmanlı’nın kendi noktainazarı hikmetinden onlara Paris’in gerçek hayatını seyrettirdim. Kâh seyahat düşkünü bir Suphi Bey eşliğiyle kuzey memleketlerine kadar gönderip âlemin acayipliklerini hikmetli bakışlarına sundum.
Kısacası birçok memleketleri okuyucularıma seyrettirdikten başka “Lü’lü’-i Asfer”1 namıyla şöhretini Avrupalılara tanıttıran hayali bir seyahatle okuyucularımı Hindistan’a kadar bile sevk ettim. Sair tercüme romanlarımla, kendilerine şu eski medeniyetlerin oluştuğu Asya, Afrika ve Avrupa gibi kıtalarında birçok acayip ve gariplikleri seyrettirdim. Hele romanlarımın hiçbirisinde öyle kupkuru masalcılıkta da bulunmadım. Her roman zemininin geçtiği yerlerde oturan insanlara dair gerçek bilgiler verdiğim gibi tarihe, fenlere, sanayiye ve filozoflara ait noktaların hiçbirisini de ihmal etmedim. Böylece okuyucularımın zihinlerini her konuda açmaya çalışarak ciddi bilgilerle onlara hizmet etmeye çalıştım.
Bu âcizane hizmetimden dolayı sevgili okuyucularımın o kadar çok şükranına da nail oldum. Yine bu hizmetimden dolayı sevgili okuyucularımdan başka (çünkü mutlaka eserlerimi okumuşlardır) bazı kişiler tarafından uğradığım küçümsenmelerin, kötü sözlerin ve iftiraların hiçbirisinden de zerre kadar müteessir olmadım.
Böylece okuyucularıma eski medeniyetlerin her tarafını gezdirdiğim hâlde yeni olan Amerika kıtasına doğru henüz layıkıyla bir sefer açmamış bulunmam, benim gibi zihnî seyahate önem veren ve hizmet etmeye çalışan birisi için bir noksanlık addedilmez mi?
Amerika’ya “Yeni Dünya” tabirinin bir başka türlüsü olmak üzere “Cihân-ı Cedîd” dedimse de malumdur ki oranın yeni bir sınıf ahalisi bulunduğu gibi daha önce orada yaşamını sürdüren eski ve kadim ahalisi vardır. Veyahut böyle bir ahalisi vardı ki bunlar bizim nazarımızda insanların ilk medeniyetini oluşturan insanlar olarak kitapta yerlerini almışlardır. İnsanlığın ilk ve sonraki medeniyetlerini oluşturan insanlar bir kıta üzerinde birleşirler de o kıta seyahate şayan görülmez mi?
Gerçi Amerika Doktorları adlı romanımda iki rekabetli aşktan bahsederek gazetelerde her gün acayip bir meseleyi yazarak okuyucularımın nazarlarını bu yeni kıtaya çekmiştim. Her ne kadar bu yeni kıtada meydana gelen ve tıbbi konularda yeni olan bazı hadiseler yaşanmışsa da bunların daha ileri seviyede olanları zaten hemen hemen her gün Avrupa’da yaşanmaktadır.
Gönlüm arzu etti ki okuyucularıma Amerika kıtasında eski ve kadim vahşetler ile yeni medeniyetin pençe pençeye gelmiş oldukları bir hâli seyrettireyim. Böyle bir seyirdeki zevkin, ondan husule gelecek faydaya ve faydanın zevke nöbet nöbet galebe edeceğini düşündükçe gönlümün bu arzusu da büyümeye başladı. Hatta zikredilen arzuyu gecikmiş olduğunu düşünerek bir an önce yerine getirmek istedim. Zira Amerika kıtasında yeni medeniyetin oraya yayılmasıyla, bahsettikleri o vahşi insanlar kısa bir süre içinde o medeniyetin içinde eriyip yok olacaklardır. Bu sebepledir ki yukarıda bir fıkrada “Amerika’nın bir sınıf eski ve kadim ahalisi vardır.” dedikten sonra bir de “vardı” kaydıyla zikredilen bu ahalinin şimdilerde yok olmaya yaklaştığını ima etmiştim.
İşte bu düşünce ve arzu üzerine Rikalda namıyla şu romanı yazmaya başladım. Aslında bunun planı çok önceden yapılmıştı. Önce güzel bir opera olmak üzere tertip edilmişken sonradan romana dönüşmüştür. Ümit ediyorum ki okuyucularım bu romanda da kendilerini şimdiye kadar hiç görmemiş oldukları yeni bir âlem içinde bulacaklar. Daha önce hayal ve hatırlarından bile geçirmemiş oldukları birçok acayip hâller görerek bu okuma zahmetine girdiklerine pişman olmayacaklar. Hem yeni ve acayip hâller görüp eğlenecekler hem de yeni olan birçok konuda bilgi sahibi olduklarını itiraf edeceklerdir.
BİRİNCİ KİTAP
“Missouri Nehri Sahilinde Bir Aztek Mabedi”
1
Okuyucularımız bu başlığa bakıp da kendilerini Tuna yahut Nil Nehri gibi, içinden aktığı memleketlere çok güzellikler katan ve bu memleketlerin en büyük saadetleri olan bir nehir kenarında veya sanat ve mimarice de nefis ve güzel mabetlerin bulunduğu bir yerde bulmazlar ya?
Missouri dediğimiz nehir, birçok cumhuriyetin bir araya gelmesinden oluşan Amerika’nın güneybatısında bulunmaktadır. Güneybatıdan çıkan su, kuzeybatıdan kuzeydoğuya doğru yılankavi mecralarla akan bir nehirdir. Bu sular, binlerce kilometre mesafeyi dolaştıktan sonra Mississippi Nehri’yle birleşerek büyük bir nehir vücuda getirirler.
Gerçi şimdilerde Missouri Nehri’nin sahilleri Avrupa’nın Loire ve Rhin sahili gibi muntazam çiftliklerle, köylerle, kasabalarla güzelleşmiş ve büyük maharetlerle işlenir tarlalar, çayırlar, bahçeler ve bağlarla zenginleşmiş bir yer ise de hikâyemizin geçtiği miladi on sekizinci asrın öncesinde, şimdi gördüğümüz şeylerin hayali bile yoktu. O dönemlerde çok geri kalmışlardı. Şimdiki medeni ahali yerine Aztek denilen eski ve kadim bir kavim yaşamaktaydı. Bunlar âdeta bir “vahşet-âbâd”2 hâli yaşıyorlardı.
Lakin malum sahilin durumunu tasvir için “vahşet-âbâd” diye tarif etmiş bulunduğumuz tabir acaba yeterli midir? Acaba okuyucularımız bu tabir üzerine gözlerini yumarak şu Missouri Nehri sahillerinin vahşet hâli neden ibaret bulunduğunu hayalleri önünde canlandırmak istedikleri zaman bunda ne dereceye kadar başarılı olabilirler?
Şüphe yok ki oralarda beşerin kudret eliyle yapılabilecek şeylerin tamamını yok farz ederek yalnız tabiatın vücuda getirdiği hâllerin mevcudiyetini hayal ederler. Lakin âcizane olan inancımıza göre hayalin asıl ve en güç kısmı da bundan ibarettir.
Bizim bu taraflarda bazı doğal yerleri izlemek için deniz veya nehir sahillerine, sahra veya dağların içine giderek: “İşte burası doğal hâliyle süslenmiş güzel bir yerdir.” diye seçeceğimiz yerlerin bu hâllerini hayalimizde tutacak olursak Missouri Nehri’nin sahillerini asla zihnimizde bulamayacağımıza emin oluvermeliyiz. “Berr-i Atîk”3 olarak vasıflandırdığımız eski dünyamızın hangi tarafı vardır ki o kadim ve eski olan doğal hâllerini koruyabilmiş olsun? Acaba bir karış yer bulmak mümkün mü? Hayır, bulmak değil, hayal bile etmek imkânsızdır. Eski dünyada hiçbir yer yoktur ki orada insanoğlunun baltası, kazması ve küreği işlememiş olsun.
Eski dünyanın şimdiki hâlinde bize kalan dağlık, ovalık, sahra, çöl ve ormanlık görünen yerlerinde birtakım kale, hisar, mabet ve mezar harabeleriyle birtakım da cetveller, lağımlar ve maden ocakları harabeleri buluyoruz. Bunlar vaktiyle o yerlerin karınca yuvası gibi kalabalık birer insan yuvası olduklarına delalet etmez mi?
Şuradan, Gelibolu boğazından dışarıya çıkıp da gemimizi güney tarafına çevirecek olsak sol tarafımızda bir sahil görürüz ki, kara ile denizin birleştiği yerde bir silsile hâlinde belli bir güzellikte inciler gibi deryaya dizilmiş bulunan çakıl taşları bir nazlı sevgilinin inci dişlerini çağrıştırırlar. Sahilin iç kısımları dümdüz bir ovadır ki yalnız bahar mevsiminde bir miktar çimenle güzelleşerek buraya yaz mevsiminde bakacak olsak gözümüz önünde bir çölden ve tozlu bir düzlükten başka bir şey görünmez. İşte size doğal bir sahra, öyle değil mi? Hâlbuki o sahranın altında kim bilir kaç metre derinliğinde koca bir Truva şehri bulunmaktadır ki Kadim Yunan’ın en güçlü beldesi olarak birçok savaşa şahitlik yapmakla meşhurdur.
Bundan önce Musul şehrinin karşısındaki geniş çölde çadırını kuran Arap, hiç hatırlar mı ki, çadırının altında yirmi metre kadar derinliğinde Ninova namıyla kadim bir başkent defnedilmiştir.
Bir ara Mezopotamya çöllerinde gezerken intizamla açılmış kanallar ve bunların kapılarının harabesini görmekteyiz. Eğer onları görmeyecek olsak, vaktiyle o çölün yekpare bir çiftlik hâlinde bulunduğunu, Dicle ve Fırat nehirlerinin suları bu çölü sulamaya harcandıktan sonra senenin bir kısmında meyve, sebze bahçelerini seyretmeye kabiliyetini kaybettiklerini hayal edebilir miyiz?
Pirene, Alp ve Kafkas gibi sıradağlar içine girerseniz, kendinizi henüz cinler ve insanlar geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş vahşi bir yerde zannedersiniz. Burada etrafı tetkik ederseniz karşımıza bir hisar harabesi, bir sur kalıntısı, bazı acayip mağaralar, içlerinde çizilmiş acayip resimler, iki ayaktan oluşan ve üstlerine de büyük bir taş konulmuş ve musalla taşına benzeyen birer mabet görürsünüz. Bunları gördüğümüz anda oradan insan geçmemiş olması ihtimali nerelerde kalır ki? Bu gibi eski kadim eserleri Ural bölgesinde, Sibirya dağlarında bile görmekteyiz ki, şimdiki hâlde tamamıyla vahşi olduğuna kanaat edilmek lazım gelen bu yerlerin de vaktiyle ne derecelerde önemli medeniyetleri barındırdıklarını görürsünüz.
Bayındır ve tenha olan yerler sanki dünyanın her tarafında yekdiğerine halef selef gibidirler. Buralar sanki ilahî bir iradeyle zamanına göre bazen insanlığın merkezleri olmuşlar bazen de tenhalaşmışlar. Hz. Nuh’un evlatlarının çoğaldığı yerler Cudi Dağı civarı olduğu hâlde şimdi oralar en tenha mahallerden sayılmaktadır. Hazar Denizi civarındaki Asya kavimleri Amû Nehri’nden Çin’e kadar o geniş sahraya sığamayarak, birbiriyle savaşarak birbirlerini kovalamışlardır. Bunlardan yorgun düştükleri zamanlarda Avrupa kıtası bomboş olduğu için bir kısım kavimler bu taraflara yönelmişler. Asya kavimleri Avrupa’ya doğru yönelince bu defa da oralar tenha yerlere dönüşmüştür. Öyle bir hâle gelmişler ki bu defa da Avrupa ahalisi âdeta kendi memleketlerine sığamamışlar ve soğuk olan memleketlerinden bu memleketlere doğru yönelip oraları sömürge devletleri hâline getirmişlerdir.
Hoş Amerika kıtasının durumu, bu kadim milletler için Asya’dan geri değildir ya! Bizce meselenin bu tarafı hiç olmazsa şimdilik kalsın. Biz sadece bazı şeyleri daha iyi anlamak ve kıyaslamak için hayalen bu memleketlere ve orada yaşayan ahaliye bir göz gezdirdik. Asıl emelimiz ise Missouri Nehri sahilinde vücudunu okuyucularımıza haber verdiğimiz mabedin nasıl bir şey olacağını zihinlerine iyice yerleştirmeleri için bu taraflarda tesadüf ettiğimiz bazı şeyleri anlatmaktan ibaretti.
Hakikaten Missouri Nehri sahilinde geçen ve miladi on sekizinci asrın öncesindeki hâlini şimdiki zihnimizde canlandırabilmek için seyahatnamelerde, resimli coğrafya kitaplarında bulunan yüzlerce resimleri, seyyahların ve coğrafyacıların yazdıkları yüzlerce sayfaları büyük bir dikkat ve itina ile okumak lazım gelmektedir. Bu okumalar neticesinde o yerlerdeki doğal ve vahşi hâllerin, insanı hayrete düşürmemesi mümkün olamaz.
Amerika ahalisinin de vaktiyle Asya’dan göçmüş oldukları, onlar üzerinde yapılan lisan çalışmaları vesaire işaretlerden hareketle bazı teoriler konusunda görüşler bulunmaktadır. Yine bu bilgiler doğru kabul edilirse bu göçün ne zaman gerçekleştiği konusunda da kesin bilgiler henüz yoktur.
İşte bu hikmete dayalıdır ki Amerika kıtasının beşeri medeniyette pek de bir katkılarının olmadığı anlaşılır. Ahalisinin çok eski kavimler gibi ilkel bir hayat yaşadıkları görülmektedir.
Bu hayalimizin bir örneğini okuyucularımıza arz için Avrupalıların “foret vierge” yani bakir orman dedikleri bir ormanı gözümüzün önüne getirelim ki bizde bu ormanı “balta girmedik orman” diye tabir etmek mümkündür. Farz edelim ki ormanımız, bizim ilk seyrettiğimiz ve bu taraflarda da örneklerini gördüğümüz bazı ormanlardan olsun. Hatta mevsim de yaz olduğundan ormanımız yeşil ve yapraklı olsun. Güz mevsiminin gelişi ile bu yapraklar hazana uğrayarak döküldüler. Ormanlarda ağaçlar altına dökülen yapraklar ne olur? Çürür! Öyle değil mi? Hatta bu çürüyen yapraklar ormanın zemini üzerinde az çok kalın bir kabuk oluşturur ki bu tam da saf ve bitkisel bir gübredir. Ya bir ormanda böyle sonbahar mevsimlerinin beş altı bini yekdiğerini takip etmiş olursa ormanın zemininde peyda olması lazım gelen kabuğun kalınlığı ne dereceleri bulmuş olması gerekir?
Hayalimiz bundan da ibaret değildir. Bu henüz bir başlangıçtır. Ağaçların da doğal bir ömrü vardır. Ecelleri geldiğinde vefat ederler. Yani kururlar. Kuruyan ağaçlar biraz zaman yerlerinde dimdik durabilirlerse de bu devam, vefat eden insanların vücutları çürüyünceye kadar tabii şekillerini koruyabilmeleri gibi gayet geçicidirler. Doğan diğer ağaçlar dahi olduğu yerde çürümeye başlar. Nihayet kendi ağırlığına tahammülü kalmayarak devrilir. Hatta insan vesaire hayvanlar gibi ağaçlar için de ecel-i kaza vardır. Yıldırım düşer, devirir. Bora çıkar, devirir. Devrilen ağaçlar diğer birkaçının da devrilmesine sebep olur. Keza insan ve hayvanlarda olduğu gibi ağaçların da yalnız bazı uzuvları kazaya uğrayabilirler. Yaprağının veyahut meyvelerinin ağırlığına ve bazı kış mevsimlerinde dalları üzerinde biriken karların tazyikine tahammül edemeyerek koca koca ağaçların büyük büyük dalları çatır çutur kırılıp indiği nadiren görülen hâllerden değildir.
İşte görüyoruz ki düşen şeyler yalnız yapraklardan ibaret değil. Ona nispetle daha pek çok ve pek mühim diğer bitkiler de ormanların zeminine dökülüp yığılıyor, dolduruyor. Bunlar ise bir yandan çürüyüp gübre oluyor. O gübreler yeryüzünün verimini arttırmakla ağaçların büyüdükçe büyümelerine yardım ediyor. Ağaçlardan başka ormanın zemininde de diken ve sarmaşık cinsinden nice sair bitkiler çıkıyor.
Şimdi zihinlerimiz bu delaletten uyanmış olursa orada kolayca bulabiliriz ki Amerika’nın balta girmedik ormanı denilen şeyler, insanın yaratılışından beri birbiri üzerine dökülüp yığılan ve bir yandan çürüyen farklı farklı ağaçlar ve diğer bitkilerden oluşuyor. Buralara insan girmediği için fıtri hâliyle çıkan ağaçlar o kadar büyüyorlar ki bazen boyları üç yüz metreye kadar olabiliyor. Bir de bunlar arasında çıkıp büyüyen diğer tür bitki ve ağaçları düşününce ve bu ağaçların büyük dallarının birbirine girerek girift olmalarıyla âdeta yekpare şekline yakın bir görüntü oluşturuyorlar. Bu sebeple böyle bakir ormanlardan oluşan yerlerle ilgili meraklı olan seyyahlar, oralara vardıklarında bu ormanların içinden yürüyememektedirler. Ancak buralarda yerden yürümek imkânı kalmayınca onlar da büyük ağaçlar üzerinde daldan dala geçerek büyük mesafeler katetmektedirler.
“Tabii” tabirine şayan olan bir memleketin işte size yalnız ormanını ve hem de gayet kısa bir surette tasvir ettik. Bu ormanda üç yüz metreye kadar olan uzunluklarından haber verdiğimiz ağaçlardan bazıları kısmen kırılıp diğerlerinin üzerine devrilmesinden ve bunların da bir yandan büyüyüp yükselmesinden dolayı o büyük kırıntıları yukarıya doğru kaldırıp yükselttiklerini ve ağaçların diplerinde biten yaban asması ve sarmaşık cinsinden bitkilerin ta ağaçlar tepesine kadar tırmanarak onları boğduklarını ve tilki, tavşan, kurt, ayı vesaire vahşi hayvanların da kâh bu ağaçların altında, kâh üstlerinde birbirini yemek için koşuştuklarını, kâh bir ağacın geniş kovuğunu kendilerine vatan edindiklerini, vesaireyi ve bu yolda bin türlü olan diğer ahvali de bahsimize katmadık.
Hem dikkat etmelidir ki okuyucularımızın hayallerine havale ettiğimiz şey yalnız ormandan ibarettir. Bu ormanın Missouri Nehri gibi genişliği iki bin metreye yakındır. Uzunluğu da bu genişliğe uygundur. Bu ormanın bir nehir kenarında olması da başkaca bir önem kazanır. Kendi başına kalan bir nehrin acayip ve gariplikleri kendi başına kalan bir ormandan az mıdır? Bu nehir iki sahilinden istediği yerleri oyup, kaldırdığı toprağı diğer istediği yerlere yığmak suretiyle kâh karayı nehir ve kâh nehri kara hâline dönüştürür. Buralarda insan kudreti yok ki kanallarla, rıhtımlarla, setlerle buna belli yön versin. Kâh olur ki ormanın bir tarafından söktüğü birkaç yüz milyon çekilik ahşabı götürüp mecrasının bir tarafına tıkayarak sularını taşırmakla hangi taraftan bir girizgâh bulursa o tarafa doğru yön alır. Bu hâlde birkaç bin dönümlük yerlerde göllerin oluşmasıyla bir yandan dahi kendisine uygun bir güzergâh bulmak için bir taraflara yönelip gider. Nihayet aradığı mecraları bulur ki, böyle doğal nehirlerin ne gibi şekiller oluşturacağı da tefekküre muhtaç kalır.
Ümit ederiz ki buraya kadar yürüttüğümüz tasvirler bize gösterdi ki, insan elinin çok karıştığı ve işlettiği eski dünya ile insanlığın yaratılmasından beri tabii hâlde bırakılmış olan ve insan elinin pek değmediği Amerika kıtası arasında nasıl bir fark aranmak lazım geleceğini okuyucularımız az çok tahmin etmişlerdir.
Bu tasvirimiz beyhude bir şeydir diye eleştirilmesin. İddia ederiz ki Osmanlı yazarları şimdiye kadar kendi okuyucularının nazarıdikkatlerini bu fark üzerine asla celp etmemiştir. İlk defa olmak üzere bu hizmeti yine bu aciz ifa ediyor. Tarih olsun, roman olsun, bir vakadan bahsedileceği zaman onun vuku bulduğu mekân tayin ve tarif edilmezse eksik kalmış olur.