Kitobni o'qish: «Felatun Bey ile Rakım Efendi»
Birinci Bölüm
Felatun Bey’i tanır mısınız? Hani şu Mustafa Meraki Efendi’nin oğlu Felatun Bey… Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak bir çocuktur.
Mustafa Meraki Efendi, Tophane’nin Beyoğlu civarındaki bir mahallesinde oturur. Mahallesinin semtini haber vermek olmaz. Semtini anladınız ya? Bu kadarıyla yetininiz.
Kendisi kırk beşlik bir adamdır. Fakat babası, bir çocuğun, genç yaşta evlendirilirse yüzü gözü açılmadan dünyaevine girmiş olacağından ırz ve edebini güzel muhafaza edeceğini düşünerek Mustafa Meraki Efendi’yi henüz on altı yaşında iken evlendirmişti. Bu sebeple Mustafa Meraki Efendi kırk beş yaşında olduğu hâlde yirmi yedi yaşında bir oğlu bulunup o da Felatun Bey’dir. Fakat Mustafa Meraki Efendi’nin evladı yalnız Felatun Bey’den ibaret değildir. Bir de kızı vardır ki ismi Mihriban Hanım’dır. Mustafa Meraki Efendi kırk beş yaşında iken bu kız da on beş yaşındadır.
İnsanın kırk beş yaşındayken böyle yirmi yedi yaşında bir oğul ile on beş yaşında bir kıza sahip olması büyük bir saadettir. Ancak size derhâl şunu da hatırlatalım ki böyle bir saadet genellikle babalara mahsus olup valideler için bu durum çoğunlukla musibet kabul edilir. Nasıl ki Mustafa Meraki Efendi’nin zevcesi için dahi öyle olmuştu. Zira Mustafa Meraki Efendi on altı yaşındayken babası tarafından evlendirildiğinde, eşi henüz on iki yaşındaydı. Öyle ya! Kadının, kocasından dört beş yaş küçük olması lazım gelmez mi?.. Gerçi on iki yaşındaki bu kızcağız, on beş yaşında dünyaya çocuk getirdi ancak sonradan kaç defa gebe kaldıysa da çocuğunu rahminde barındıramayıp düşürdü. Hekimler işin aslını tetkik edemediklerinden hanımın rahminde tedavisi mümkün olmayan bir hastalık teşhisiyle el çektiler. İş ebelere kaldı. Onlar sargılar ile Mihriban Hanım’ı düşük yaptırtmayıp muhafaza edebildilerse de biçare validesi bu kızı doğurduktan sonra, henüz lohusa yatağındayken şehiden vefat etmişti…
Mevla rahmet eylesin! Böyle şeyler olağandır… Başka ne diyelim ki? Mustafa Meraki Efendi, eşini kaybettikten sonra, elinde on üç yaşında bir oğul ile kundakta bir kız bulunduğundan bir müddet zorunlu olarak evlenemedi. Son zamanların en medeni şehri olan İstanbul’da bekâr yaşayabilmek mümkün olduğundan bir müddet daha bekâr yaşadı. Daha sonraları da pek ihtiyaç duymadığı için evlenmedi. Kızına bakması zorlaşınca ona dadılık etmesi için eve yaşlıca bir cariye aldı. Aldığı bir Rum kadın da ev hizmetini görür, Ermeni bir kadın ise yemekleri pişirirdi.
Nasıl? Mustafa Meraki’nin evinin içindeki bu durumu garip mi gördünüz? Bizim Mustafa Meraki Efendi alafranga meşrep bir adamdı. Hem de alafranga yaşam tarzını nasıl seven bir adam olduğunu biliyor musunuz? Hani bundan on beş yirmi sene evvel İstanbul’da alafranga geçinenler yok muydu? İşte onlardan!.. Maddi durumu fazlasıyla iyi olduğundan Üsküdar’da bulunan konağı, bağı ve bahçesini ucuz pahalı demeden alafranga yaşama hevesiyle satmıştı. Tophane’nin Beyoğlu civarındaki bir mahallesinde yeni, güzel bir ev inşa ettirip yerleşmiş ve böylece rahatlamıştı. Alafrangaya olan merakının derecesini şundan anlayınız ki yaptırdığı ev, mutlaka alafranga olması için kâgir olarak yaptırılmıştı. Şimdi böyle bir semtte, böyle bir evde bu kadar alafranga bir adam artık hanesine Arap çorap doldurur mu? Bahusus arada bir gelen alafranga dostlarına hizmet etmek için Rum ve Ermeni hizmetçilere olan ihtiyacı ortadaydı.
Bizim asıl maksadımız Felatun Bey’i okuyucuya tanıtmak olduğundan, pederi Mustafa Meraki Efendi hakkında, böyle geçmişe dair verdiğimiz geniş bilgileri lüzumsuz görmeyiniz. Felatun Bey’i iyi tanımak için elbette ailesinin geçmişini bilmek lazım gelir çünkü böyle bir aileden doğan bir zatın hâl ve tavrı bu sayede daha kolay anlaşılabilir.
Felatun Bey’in çocukluk dönemini nasıl geçirmiş olduğunu anlatmak için daha geniş malumata ihtiyacımız yoktur. Mustafa Meraki Efendi, abartılı bir alaturka yaşantıdan; birdenbire yine aşırı derecedeki alafranga yaşantıya geçtiğinden, küçük yaşta öksüz kalan evladı Felatun Bey’in hem yaşantı hem de ahlaken nasıl bir çocuk olacağını hemen hemen herkes tahmin edebilir. Bakınız, çocuk mekteb-i rüştiyeye1 verilmişti, her gün çantası elinde gider gelirdi. Bundan başka bir de Fransız hocası vardı ki haftada iki defa gelirdi. Ancak Mustafa Meraki Efendi öyle tahsil görmüş bir adam olmadığı gibi çocuğunun eğitim ve öğretimine ayıracak zamanı da yoktu. Böylece oğlunun mektebe gidip gelmesini ve Fransız hocasının da eve gelip gitmesini bir çocuğun terbiyesi için yeterli görmüştü.
Oğlunun terbiyesine bu kadar zaman ayıran baba için, kızının terbiyesinin nasıl olacağını tahmin etmek zor değildi.
Fakat şunu da hatırlatmaktan geri durmayalım ki bu çocukların giyim kuşamı gerçekten söz götürmezdi. Beyoğlu’nda çocuk giysisi olarak o dönemde her ne moda ise Meraki Efendi hemen hepsinden alıp çocuklarına giydirmek için kendisini mecbur hissederdi.
Ha! Bak biz şunu hatırlatmayı unuttuk. Bizim Mustafa Meraki Efendi’nin ismi yalnız Mustafa Efendi’dir. Meraki lakabı kendisine sonradan verilmiştir. Zira bu adamın bazı garip hâlleri vardır. Mesela kendi evinde mükemmel bir yemek dururken bazı akşamlar gidip Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânında, çiroz ve zeytin gibi şeylerle karnını doyururdu. Akşam yemeğine bazı ahbapları itiraz ettikçe, “Ne yapalım merakımdır!” diye cevap verirdi. Yine bazı geceler Naum’un tiyatrosuna gitmektense Elmadağ’da balıkçı ve kuşbaz takımının gittikleri yerleri tercih etmesine bir mana veremeyenlere ise “Merak bu ya!”, “Merakımdır.”, “Merakıma dokundu.”, “Merakım elvermez.” gibi sözlerle karşılık vermesi, kendisine “Meraki” lakabının takılmasına sebep olmuştu.
Buraya kadar verdiğimiz malumatlar, bizim Felatun Bey’in önceki yaşantısına bakılıp bundan sonraki yaşantısı hakkında yapacağımız tahminler için kâfidir. Şimdi yine Mustafa Meraki Efendi’nin kırk beş, oğlu Felatun Bey’in yirmi yedi, kızı Mihriban Hanım’ın ise on beş yaşlarında oldukları zamanlara gidelim.
Bu esnada Felatun Bey büyük kalemlerin2 birisinde memurdu. Hani ya kalemlerde bazı efendiler vardır ki ileride devletin en büyük makamlarına geçebilmek için kâtiplik zamanlarını iyi değerlendirip bütün güçlerini kullanırlar. Böyle gayretli insanları tanırsınız ya!.. Ancak bizim Felatun Beyefendi bunlardan değildi. Nesine lazım? Ayda en az yirmi bin kuruş geliri olan bir babanın biricik oğludur. Kendi zekâsını Eflatun gibi filozoflardan daha üstün gören bu adamın hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Bu gücüne dayanarak cuma günü mutlaka bir mesire yerine gidip eğlenirdi. Cumartesi ise önceki günün yorgunluğunu çıkarırdı. Pazar günü piknik alanları daha alafranga olduğundan oralara gezmeye gitmeyi de ihmal etmezdi. Pazarın yorgunluğunu ise pazartesi çıkarırdı. Salı günü çalıştığı iş yerine gitmeye hazırlanıyorsa da havayı uygun görünce Beyoğlu’nun bazı gezi mahallerini, baba dostlarını, ahbabı vesaireyi ziyaret arzusu o günü dahi tatil ettirirdi. Şayet çarşamba günü çalıştığı kuruma gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vaktini ancak o haftanın olaylarını anlatmaya ayırırdı. Akşam eğlencesi için mutlaka kendisi gibi iki dalkavukla eve gelirdi. Bunlar da kendi gibi genç olduklarından ve bahusus Felatun Beyefendi Beyoğlu’nda oturduğundan bu dostlarını alafranga bir şekilde eğlendirmek için perşembe gecesini bu gibi eğlence yerlerinde geçirirdi. O gece sabahlandığı cihetle perşembe günü akşama kadar uyunurdu. Nihayet yine cuma gelir ve işte bu bir haftalık eğlencede olduğu gibi sonraki haftalarda da hemen hemen aynı şeyler yaşanırdı.
Böyle haftada üç saat kaleme giderek, onu da başından geçenleri arkadaşlarına anlatarak geçiren bir delikanlı ne öğrenebilir ki?
Nasıl ne öğrenebilir? İşte Felatun Bey öğrenmiş ya!.. Yazısı var, okuması var, Fransızcası var!.. Zeki, anlayışlı ve becerikli!.. Bahusus babasının ayda yirmi bin kuruşluk geliri var!.. Dünyada bir adamın öğreneceği daha ne kaldı?
Bak Allah için söyleyelim!.. Felatun Bey’in yeni çıkan eserlere de merakı pek fazladır. “Canım, böyle bir hikâye basılmış.” dediler mi? Felatun Bey için “Onu görmedim.” demek söz konusu olamazdı. Hangi kitap çıkarsa çıksın satıcılardan alıp kendisine götürmeye alışmış olan postacı ilk önce Felatun Bey’in kitabını götürüp Beyoğlu’nda kitap cildi yapan Gulam’a teslim ederdi. Bu usta ise tam alafranga bir cilt yapar ve arkasına altın yaldız ile “A. P.” harflerini dahi bastıktan sonra götürüp Felatun Bey’in uşağına verirdi. Felatun Bey akşam eve gelip kitabı gördükten sonra uşak, kitabı götürüp gayet düzenli bir şekilde kütüphanesine yerleştirirdi.
Fransızcadaki bu iki harfi tanırsınız ya? Birisi uzatmalı “elif”, birisi de “p” harfidir. İlki Ahmet Felatun Bey’in isminin ilk harfi; ikincisi ise Felatun sözcüğünün Fransızcası olan Platon kelimesinin ilk harfidir. Alafrangada bir adamın isminin yahut isimlerinin böyle ilk harfini yahut harflerini kullanmak gibi bir gelenek vardır ki buna o adamın “markası” denilir.
Burada amacımız Felatun Bey’i eleştirip küçük düşürmek değildir. Tam tersine bütün yaşantısını olduğu gibi okuyucuya sunup tanıtmaktır. Ancak şunu da ilave edelim ki bizim Felatun Bey bu kadar zengin ve kendine güveni tam olduğuna göre, acaba kendisini büyük görüp kibirlenir miydi? Hayır! Felatun Bey’in yaşantısı bunun tam tersiydi. Alafranga yaşantısı malum ya! Herkese tevazu göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan mecburdur. Hatta bazı zamanlar Felatun Bey’in yanında bulunan uşağı, kendi beyini, bir adam ile gayet tatlı ve nazikâne ve hürmetkârane konuşuyor gördüğünde, “Bu efendi bizim beyin pek yakın dostu olmalıdır.” inancına kapılırdı. Fakat o adamdan ayrıldıktan sonra beyefendinin hiddetinden çıldırma derecesine geldiğini hatta ona sövüp saydığını görünce ve işitince uşak şaşkınlığından ne diyeceğini dahi bilemezdi. Aslında eskiler arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne karşı böyle nezaket göstermeyi kendilerinin inandıkları mertliğe uygun bulmazlardı. Ancak alafranga olanlar, “mertlik âdeta ahmaklıktır” inancını taşırlardı.
Burada Felatun Bey’in uşağından bahsettik ancak onun hakkında pek fazla bilgi vermedik. Bu Mehmetçik, Gastangalı’dan yeni gelmiş, henüz dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşun meftunu, ensesine muhabbet ve aferin makamında bir tokat vurulmasının mecburu bir adam olup; hizmet ettiği efendisinin bir oğlu ile bir kızı bulunduğunu öğrenmeye muvaffak olmuş ve hatta oğlunun isminin “Pantolon Bey”, kızının isminin de “Merdüvan Hanım” olduğunu bellemişti.
Ne zannettiniz ya?.. Felatun isminden “Pantolon”, Mihriban isminden de “Merdüvan” kelimesini çıkartmayı öyle kolay mı zannediyorsunuz? Mehmetçik, asıl büyük efendiye dahi “Meraklı Efendi!” der idiyse de efendisinin isminde “lâm” harfi olmadığı için bunu doğru söyleyemediğini anlayarak mahcup olurdu. Hem bizim Mehmet, memleketindeyken “gam” cüzüne kadar okumaya az da olsa muvaffak olmuştu.
Meraki Efendi’nin alafrangalığıyla beraber böyle bir Mehmetçiği konağına kabul etmiş olmasına şaşmayınız. Onu terbiye edecekti hatta terbiye etmeye başladı bile… Bir gün “Mehmet, beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten, “Çorba içiyor.” cevabını alınca; “Oğlan, öyle söyleme! Ona alafrangada ‘supe yiyor’, derler.” hatırlatmasına karşılık Mehmet, “Hayır efendim! Allah göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor.” dediği hâlde dahi Meraki Efendi meraklanmayıp, “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi ‘supe’dir, bunları birer birer öğrenmelisin.” diye bir nasihat vermişti. İşte anlayınız ki Mehmet dahi yavaş yavaş alafranga olacaktır.
Nasıl olmasın ki!.. Olmamak mümkün mü? Büyük efendi neyse de küçük bey Fransızcadan başka söz söylemiyor ki!.. Sütlü kahve isteyeceği zaman “kefe ole” diyor. Mehmet ise bunu “kavala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar tatbik ede ede ister istemez belliyor.
Felatun Bey’in kıyafetini sorarsanız onu tariften aciz kalırız. Şu kadar diyelim ki hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkânlarında modayı göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resim vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felatun Bey’de mevcut olup elinde resim, endam aynasının karşısına geçer ve kendini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Ancak kendisini iki gün bile aynı kıyafet içerisinde gören olmazdı ki “Felatun Bey’in kıyafeti şudur.” demek mümkün olsun.
Simasını kısaca tarif edebiliriz: Orta boylu, nahif endamlı, sarıca benizli bir delikanlı olup; kaşları gözleri siyah, saçları, ağzı, burnu falan bir kadın kadar latif ve güzeldi.
Mademki Felatun Bey hakkında bu kadar malumat verdik, biraz da Mihriban Hanım hakkında bilgi verelim.
Bu kız, huyu ve siması ile Felatun Bey’in kardeşi olduğunu belli ederdi. Ancak bir bayan olarak Mihriban ondan daha zarif ve güzeldi.
Sair kızlar gibi Mihriban Hanım da oya yapmayı bilmez zira alafrangalarda oya diye bir şey yoktur. Kese, çorap vesaire örmesini dahi bilmez çünkü onları modacı kızları örer. Nakışı dahi onlar işler. Yapma çiçekler ise Beyoğlu’nda çok! Bunları yapmak için niye zahmete girsin? Çamaşır yıkamak, ütülemek hizmetkârların ve yemek pişirmek ise aşçının işidir. Hatta kendi saçını taramak bile alafrangada söz konusu değildi, özellikle saç tarayıcı kadınlar gelip tarardı.
Alafrangada kızlar için okuma yazma tahsili lazım idiyse de biçare kızcağız öksüz büyüdüğünden buna imkân bulamadı. Babası müzik öğrenmesi için iyi bir piyanist madam getirmişti. Ancak bu bayan kendisi çalıp babası dinlediğinden, Mihriban Hanım, “Taş altında bir yılan, kaşları durur divan” şarkısından başka bir şey öğrenemedi.
Bununla beraber kızcağız hoppa mı hoppa, şen mi şen idi. Zıp zıp sıçrar! Ter ter tepinir!
Kendisi artık yetişkin bir kız olduğundan birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Özellikle pederinin serveti bu konuda birçok insanı heveslendirirdi. Ancak gelen görücülere Mihriban Hanım, oğullarının ne iş yaptıklarını sormadan edemezdi. “Kâtip” cevabını alınca “Ah! Cebi delik!”; “asker” cevabını alınca “Yarım kunduralı!” ve “hoca” cevabını alınca da “Sarımsak başlı!” derdi. Velhasıl her biri için bir kulp uydurup, Allah göstermesin, eğer görücüler, “A hanım kızım niçin böyle söylüyorsun? Oğlumuz şöyledir böyledir…” diyecek olursa bir püsküllü kahkaha koyverip, “Oh, kalmış kalmışım da sizin oğlunuza mı kalmışım. Hanım, oğlunuza başka yerden kız arayınız!” diye kalkar oradan ayrılırdı.
Nasıl! Mihriban Hanım’ın bu kadar serbestliğine hayret mi ediyorsunuz? Hayır, buna şaşırmayınız. Zira kızcağız bir evin hanımı olarak büyümüş olduğundan gelen görücüleri gelin makamında kendisi karşıladığı gibi, görücü hanımlara bir kayınvalide sıfatıyla yine kendisi cevap verirdi. İşte hayret edecekseniz, serbestçe davranan bu kayınvalideye hayret ediniz!..
Eğer Felatun Bey, Mustafa Meraki Efendi ve Mihriban Hanım’ın yaşantılarının tasvirinden size usanç geldiyse affınıza sığınarak son olarak şunu da arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim:
İşte, bu baba, oğul ve kız yahut kız kardeş üçü bir yerde bulundukları zaman baba oğul şayet Mihriban Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olsalar, kızcağızın üç gün üç gece ağlayacağını bildikleri için başına bir çiçek değil saksıyı geçirmiş olsa bile pek ziyade yakıştığına dair yemin etmeye mecburdurlar. Felatun Bey ise bir fikrini babası beğenmediği zaman herifin cehalet hâlini ortaya koymaktan çekinmezdi. Onun için biçare adamcağız, oğlu Felatun’un yanında mahcup kalmamak uğruna, beyefendi oğlu her ne fikir beyan ederse etsin onun doğru olduğunu tasdiklemek zorundaydı. Hatta bir gün baba ile oğul arasında günlerin uzayıp kısalmasının hikmetine dair bir bahis açılmıştı. Mustafa Meraki Efendi bu konuda kendi görüşünü söylemekten kaçınarak, yanlış olduğunu bildiği hâlde oğlunun söylediklerini kabule mecbur olmuştu. Hatta çocuk “Kış mevsiminde havalar kapalı olduğu için bulutlar güneşin ışınlarının bize ulaşmasını engelliyor.” dediği zaman babası, “Maşallah maşallah!.. Gerçekten Eflatunlar bile bu fikir karşısında âciz kalır. Vallahi ben de öyle düşünüyordum ama bir kere de sizin fikrinizi almak istemiştim.” demişti.
Ama inanınız ki herifçioğlunun bu fikrini çok orijinal bulmuştu. Oğluna rica ederek bu söylediklerini kaleme almasını istedi. Hatta yazılanları o zaman çıkan fenni dergilerden birisinde yayımlatmak üzere matbaya götürdüyse de kabul ettiremediğinden kızgınlıkla eve döndü.
İkinci Bölüm
Bundan önceki bölüm, hikâyemizi kendi ismine nispet ettiğimiz iki kişiden birinin hususi hayatını bize epeyce öğretti. Burada, yine böyle kısaca da olsa Rakım Efendi’nin hayatını kısmen öğrenmeye muhtacız.
Rakım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kavaslarından3 birisinin oğlu olup, bundan yirmi dört sene evvel pederi vefat edince validesinin elinde, bir yaşında yetim kalmıştı. Bir kavas, evladına ne bırakabilir? Bizim Rakım Efendi’nin babası ise Salıpazarı tarafında üç odalı, çürük, kümes gibi bir ev ile Arap bir cariyeden başka geride hiçbir şey bırakmamıştı.
Validesi gayet kadın ve Fedayi adlı Arap cariye ise belki validesinden de daha kadın olduğundan; kocasını yıllar önce kaybeden validesi, acılarını bir tarafa bırakarak, “Fedayi! Artık aramızda hanımlık halayıklık kalmadı! İkimizin de çalışıp kendimizi ve şu yavrucağı beslemekten başka çaremiz yoktur.” dediğinde sadık Arap, “Ah hanımcığım! Sen niye çalışacaksın? Ben çalışırım hem seni hem de küçük beyimi, evladımı beslerim.” diye bütün idareyi kendi üzerine almayı dahi göze almıştı. Gerçi validesi bütün işleri Fedayi’nin üzerine bırakmadı. Kendisi de el işi, oya, çevre, uçkur işleri yapar ve bunları Salıpazarı’nda Fedayi’ye sattırırdı. Sair günler ise Fedayi’yi büyük yerlere, çamaşıra, tahtaya gönderir, arada bir kendisi de giderdi. Kısacası aile, kendi el emekleriyle kimseye muhtaç olmadan geçinirdi.
Rakım büyüdü. Beş yaşındayken Salıpazarı’ndaki Taş Mektepe verildi. On bir yaşındayken İstanbul tarafında bulunan Valide Rüşdiye Mektebine alındı. On altısında oradan çıkıp Hariciye Kaleminde kendisine bir iş buldu.
Aman bu çocuk ne kadar çalışıyordu! Hani ya “Gece gündüz çalışıyor.” derler ya! İşte gece gündüz gerçekten çalışan buydu. Validesi, tam oğlunu bu boya getirdikten sonra vefat etmesin mi!..
Ama bu durum bile onun için şükretmeyi gerektiren bir nimet sayılırdı. “Ah! Rakımcığım, bir kere insan içine karıştığını görsem hiç gözüm arkada kalmazdı.” derdi ve işte arzu ettiği bu nimete kavuştuktan sonra vefat etti.
Rakım’ın henüz maaşı yok. Sadık Fedayi hâlâ dikiş işleriyle uğraşır, mendil, çevre işler; kahve torbası diker; çamaşıra, tahta silmeye gider. Aldığı paradan evinin zaruri ihtiyaçlarını az da olsa karşılardı. Bir de “Delikanlıdır parasız kalmasın.” diye kalan parasının tamamını Rakım’a verirdi. Fakat Rakım’ın cep harçlığına o kadar da ihtiyacı yoktu. Sabahleyin Süleymaniye’deki medreseye gidip saat dörtte oradan çıktıktan sonra iş yerine geçerdi. Sonra iş yerinde aldığı Fransızca dersini geliştirmekle beraber bu konuda bir kat daha ileriye gitmek için Galata’daki bir hekime uğrardı. Bunlarla birlikte akşam saat birde evine gelen ve yemekten sonra Kazancılar Mahallesi’nden Beyoğlu’na çıkıp, Hariciye Kaleminden arkadaşı olan bir Ermeni’ye Türkçe okutmak ve bu hizmete mukabil onun birçok Fransızca kitaplarını karıştırmak ile vakit geçiren bir çocuğa paranın ne lüzumu kalır ki?
Hatta Rakım cumaları bile zikrettiğimiz Ermeni arkadaşının kütüphanesinden çıkmazdı. O kadar ki ev halkınca ve ailece Rakım’a tam güvendiklerinden, pazar günleri Hariciye Kalemi tatil olunca Rakım yine dostunun evine giderdi. O gün eğer ailece bir yere gidilecek ise Rakım’ı kütüphane odasında bırakıp giderlerdi. Rakım için böyle bir gün ne mesut gündü…
Bizim Rakım Efendi bu şekilde tam dört yıl daha tahsiline devam etti. Koca Fedayi ise halk mutfaklarında çalışarak, hanımın kendisine emanet bırakmış olduğu göz nuru Rakım’ı hor ve hakir bırakmak şöyle dursun, âdeta hâli vakti yerinde olan bir aile gibi onun bütün ihtiyaçlarını giderdi. Gerçi Rakım Efendi’nin aldığı terbiye ve gördüğü tahsil de öyle her hâli vakti yerinde olan aileye nasip olmaz. Kendi gayreti ve bir de dadısının sevk ve teşviki neticesinde Arapçadan, sarf ve nahiv ilminden başka, “Risale-i Erbaa”yı şerhleriyle beraber layıkıyla gördü. Hele mantık yönünü sonuna kadar pek kuvvetli bir şekilde tahsil etti. Hadis ilmi ile tefsir konusunda oldukça başarı kazandı. Fıkıh ilmini de gözden geçirdi. Farsça eserlerden “Gülistan”, “Baharistan”, “Bostan”, “Pend-i Attâr” ile “Hafız” ve “Sâib” divanlarının tamamını okumakla birlikte en seçme beyitlerini de ezberledi. Fransızcaya gelince, bir kere bu lisanda büyük başarı kazandı. Sonra Galata’daki dostundan fizik, kimya ve tıp bilgisini iyice geliştirdi. Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesinde de coğrafya, tarih, hukuk ve devletler arasındaki antlaşmalara dair önemli bilgiler topladı. Hele okuduğu Fransızca roman, tiyatro ve şiirlerin haddi hesabı yok gibiydi. İki gece kendisinde kalmak üzere bir kitabı evine götürmek için müsaade alabilecek olsa onu yalnız okumakla yetinmeyerek en güzel parçalarını, kendinde kalmak üzere kopya bile ederdi. İşte Rakım Efendi’nin önceki hâli bundan ibaretti. Parasızlık ise neredeyse yirmi yaşına kadar devam etmişti. O zamana kadar çalıştığı iş yerinden aldığı maaş yüz elliye kadar varmış idiyse de yirmi yaşında olan bir hariciye memuru için bu paranın pek de fazla bir şey olmadığı herkesçe bilinir.
Bir gün Rakım Efendi’nin dostlarından bir matbaacı, kendisine Fransızca bir kitap getirdi. Bunu Türkçeye tercüme ederse yirmi altın kadar verebileceğini arz etti. Kitap yüz elli, iki yüz sayfalı olduğundan Rakım bunu bir haftada çevirme cesaretiyle kabul etti. Gerçi bir hafta değil, on iki günde kitabı bitirip götürdü. Matbaacı da buna karşılık bir seferde yirmi lirayı verdi.
Haydi bakalım, bu parayı aldığı zaman şu Rakım Efendi’nin ne kadar sevinmiş olduğunu kim hesap edebilir?
Boşuna kimse hesap etmeye kalkmasın. Biçare Rakım o zamana kadar bu kadar parayı Galata’da sarraf kutularından başka bir yerde görmemişti. Hele bir gün kendi el emeği olarak bu kadar paraya sahip olabileceği ihtimalini -gerçi arzu eder idiyse de- hiç düşünmemişti. Şimdi bu serveti, bu hazineyi avcunun içinde görünce hâlâ kendisinin olduğuna inanamamıştı. Bir hayli düşündükten sonra bu hazineye gerçekten sahip olduğunu anlayınca sevincinden gözlerinden dolu taneleri gibi akan gözyaşlarını tutamamıştı.
Ne o? Şaşırdınız mı? Hey kardeşim hey! İçinizde Rakım gibi büyümüş adam varsa düşünsün baksın. El emeği olarak ilk kazandığı paraya ne kadar sevinmiştir, bir hatırlasın. Bir adamın yirmi lirası olamaz mı? diye düşünmek boşunadır. İşte ömründe yirmi lirayı görmemiş, yaşamak için ne lazımsa yerine getirmiş ve ömründe çalışmaktan hiç geri durmadığı hâlde ilk defa olarak bu parayı kazanmış olan kişi, bizim Rakım Efendi’dir.
Biçare oğlan paraları alınca hemen evine koşup sadık dadısının önüne koydu. Ne dersiniz? Dadı kalfa bunları görünce çok bozuldu ve “Aman beyim! Bunları nereden buldun? Sakın!..” diye âdeta onun bunları bir yerden çalmış olabileceği zannına düştü. Ancak Rakım paranın kaynağını ve nereden aldığını dadı kalfaya anlatarak onu kendisinden daha ziyade memnun etmişti. Bunun ardından dadı kalfa, “Ah! Validen sağ olsaydı da senin böyle dört kese parayı birden kazandığını görseydi! Mevla rahmet eylesin!” dediği zaman kendini tutamayıp ağlamaya başladığı gibi, Rakım dahi yine ağlamıştır.
Sonra şu ilk servetin nasıl harcanacağını düşünmeye başladılar. Zira biz Rakım’ın bu kadar paraya ilk defa olarak malik olduğunu söylediysek de kendisini açgözlülük gibi bir şeyle itham etmemiştik. Bilakis Rakım fakirliği içinde tok gözlü olarak büyüdüğünden eline para geçtiği zaman onu kısmayarak yerinde harcardı. Parayı bir saadet kaynağı olarak bilir ve böylece mutlu olma yolunda sarf etmek için kazanmayı da severdi. Kendi dadısı, “Beyim! Bana kalsa bu para ile birkaç kat elbise alırdık da halk içinde temiz temiz gezerdik.” dediyse de Rakım, “Hayır dadıcığım! Benim üstüm başım bana yeter, birinci iş seni artık halka hizmet etmekten kurtarmaktır. Zira sen artık ihtiyarladın.” diye paranın yarısıyla ayda iki yüz elli kuruş vermek üzere dört aylık taksitle onun borcunu ödemişti. Diğer yarısıyla da pek ziyade haraplaşmaya başlamış olan evlerini tamir ettirdiler.
Her başlangıçta, her siftahta bir bereket olduğu erbabı tarafından bilinir. Bu inanç bizim Rakım Efendi’de gecikmeden kendini gösterdi. Kendisi Babıali’ye gelen yabancı gazeteleri baştan aşağı inceleyerek aldığı malumat üzerine -diplomatlık konusunda fırsat buldukça- arada bir bazı gazetelere makale yazmaya başladı. Bu hizmeti bir aralık parasız yaptıysa da matbaacılar kendisini bu hizmeti yapmaya mecbur bırakmak için haftada veya on beş günde bir Rakım’ın eline birer ikişer lira kıstırmaya başladılar. Hatta bu gelire sonraları daha ziyade rağbet edildi. Bu durum o kadar ileri seviyelere vardı ki Rakım haftada iki lira kadar paranın sürekli geldiğini görünce kalemdeki memuriyetini dahi terke mecbur oldu.
Biz bu ayrılışa üzüldük. Zira koca Rakım memuriyette kalmış olsaydı feyz alacağına şüphe edilemezdi.
Rakım bir aralık yabancı dostlarını çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine alafranga dilekçe yazma ve tercümanlık yolunu açtı. Yabancılardan Türkçe bir nota, şikâyet, protesto ve arzuhâl falan yazdırmak isteyenler işlerini Rakım’a havale ederlerdi.
Sözü uzatmaya neden mecbur olalım? Rakım birkaç sene bu işe devam ettikten sonra ayda yirmi otuz liraya kadar kazanmaya başladı fakat biçare çocuk bu parayı kazanabilmek için günün yalnız yedi saatini uyku, istirahat ve yeme içmeye ayırıp günün on yedi saatini tamamen çalışmakla geçirirdi.
Salıpazarı’ndaki evini tadilattan geçirdi. Pek güzel ve rahat bir şekilde dayadı döşedi. Kendisine bir kütüphane yaptı. Burada Türkçe ve Fransızca olmak üzere en güzel eserleri topladı. Bu kadar masrafla beraber yine de Rakım’ın kesesinde para eksik olmazdı.
Dadısı birkaç defa Rakım’ı evlendirmeye kalkıştı. Rakım kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını söyledi. Sadık Fedayi ev içine bir gelin gelmesini yalnız Rakım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisine can yoldaşı olabilecek bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu arz edince Rakım işin bu cihetini münasip görerek bir cariye alınmasına karar verdi.
Dadısının, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu cihetle öteden beriden birkaç Arap cariye gelirdi. Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe eder, beğenmez, yine iade ederdi. Bir gün Rakım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçer. Bu dere üzerinde ihtiyar, ak sakallı bir Çerkez’in, yanında bir kızla birlikte bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza tutulduysa da Neme lazım! Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor, bu bizim işimize gelmez, diye geçip yürüyüvermişti. Zira ak sakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz tenli ve güzel bir Çerkez’di.
Rakım yürüyüverdi ama bir türlü ayakları ileri gitmez ki! Niçin böyle olduğunu kendisi de bilmez. Canım bir kere görür sorarım, almaya borçlu olacak değilim ya? diye geriye döndüğünde ihtiyar ve genç kız çoktan kapıyı kapatmışlardı. Sonra kapıyı çalmak zorunda kaldı.
Açtılar. Rakım ihtiyarı çağırdı. Kızın cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, hasılı münasip idiyse de gayet zayıf ve hastalıklıydı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir tip değildi fakat neydi bu kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzunane tebessümler?
Rakım kızın elini kendisine yakın bulup ani bir şaşkınlıkla elini tutuvermiş ve onu bırakmak da o anda aklına gelmemişti. Herife fiyatını sordu. Yüz altın, demesin mi?
Herif kızın değerinden bahseder. Ya Rakım ne yapar? Rakım çocuk gibi ağlar! Ay, kıza ne oldu? Zira o da Rakım’a karşı ağlamaya başladı!
İhtiyar olanlara bir anlam veremez. Bir yakınına benzetip benzetmediğini Rakım’a sorar, bir cevap alamaz.
Hayır! Rakım kızı kimseye benzetmemişti. Size biz haber verelim. Rakım, Cenabıhakk’ın, kendisi gibi bir öksüze böyle beyaz bir cariye satın almayı nasip ettiği için sevinçle ağlamıştı. Evet! Rakım bu kadar hassas ve ince düşünen bir çocuktu. İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Asıl satılan şey bunun hürriyetidir. Özgürlüğünün dünyalara değeceğini biliyorum lakin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya mukabil kızı verirsen alayım.” sözüne karşı ihtiyar, söylediği fiyattan bile pişmanlık duyduğunu, bu fiyatın bir kuruş aşağısına dahi veremeyeceğini belirtir. Rakım, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım.” der. İhtiyar da zaten kızda ince hastalık sezdiğinden onu bir an önce elinden çıkarmak için bu teklifi uygun gördü. Böylece alışveriş usulünce tamamlanmış oldu.
Ne dersiniz? Rakım kızın elini tutmamış mıydı? Ta kız teslim edilinceye kadar elini elinden bırakmadı!
Sonra Beyoğlu seferinden vazgeçerek ihtiyar ile beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı içeriye bırakıp kendisi dadısından parasını istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın için bir senet yazıp Tophane’de kendisini tanıyanlardan dört beş adamı şahit göstererek esirciyi evine gönderdi.
Bu işleri görüp de evine dönerken, “Acaba dadım bu işe ne diyecek? Gördün mü, çocukluk ettim! Anam makamında bulunan dadıcığıma danışmalıydım!” diye masum bir şüphe ve pişmanlık duymuştu. Evine geldiğinde dadısı kendisini karşılayarak, “Aman beyim! Ne kadar isabet ettin ne de can sevecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun.” diye hoşnutluğunu gösterince biçare Rakım her şeyden ziyade dadısını memnun edebilmiş olduğuna sevinerek ismi de kabul etti.
Şurasını bilmek lazım gelir ki Rakım beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün Beyoğlu’nda iki mühim işi olduğu için bu işleri bir an önce görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı. İki mühim işinden biri Ermeni G. Bey’i görmekti. Zira daha bir akşam evvel adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini mutlaka görmek istemişti. Evi Ağa Hamamı’nda bulunan beye gitti ve kendisini evinde buldu. Silistre eyaletinin işleriyle ilgili olarak oranın valisine gönderilmek üzere bir dilekçe yazdıracakmış. Rakım bu dilekçeyi on beş dakika içinde karalayıp temize çekerek mühürletti ve çekmecesinin üzerine koydu. Daha başka bir emri olup olmadığını sorduktan sonra bey, yazıcısını çağırıp Rakım’ın görülecek hesabı varsa halledilmesini emretti. Bu emri verince Rakım mahcup olarak, “Ben başka bir emriniz var mı diye beklemiştim.” dediyse de bey, Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin de yerine getirilmesi lazım gelir!” diye bir latife yaptı. Biraz sonra yazıcı elinde bazı belgelerle içeri girdi. Bunlar Rakım’ın üç aydan beri yapmış olduğu işlerle ilgili belgelerdi.