Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Türk Töresi»

Shrift:

TÜRK TÖRESİNE DAİR TAHARRİLER
BAŞLANGIÇ

1. TÖRE NE DEMEKTİR?

Selçukilerle ilk Osmanlılar devrelerinden kalma teamüllere “Oğuz töresi” derlerdi. Lütfi Paşa Tarihi Osman Gazi’nin Oğuz beyleri tarafından hanlığa intihabını şu suretle anlatıyor: “Siz ‘Kayı’ neslindensiniz! Bu, Oğuz Han’dan sonra Oğuz beylerinin ağaları ve hanları idi. ‘Gün Han’ vasiyeti, Oğuz töresi mucibince Oğuz neslinden kimse olmayınca hanlık ve padişahlık ‘Kayı’ soyu var iken özge boy soyuna düşmez.”1

Her ne kadar kulaklarımız “töre” kelimesini, “Oğuz” ismiyle beraber işitmeye alışmışsa da töre” yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Orhun Kitabesi’nde de bu kelimeyi görüyoruz: “İkin ara idi oksuz Kök-Türk anca olurur ermiş. Bilge Kağan ermiş, alp kağan ermiş. Buyrukı yime bilge ermiş erinç, alp ermiş erinç. Begleri yime budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. İlig tutup törüg itmiş.”2

Şu ibareyi bugünkü Türkçeye çevirirsek şu şekli alır: “İkisi arasında Gök Türkler efendisiz (yani hür ve müstakil olarak) oturuyordu. Bilici hakanlar idiler, kahraman hakanlar idiler. Bütün buyrukları bilici idiler, alp idiler. Bütün beyleri, bütün halkları doğru idiler. Bunun içindir ki bu kadar büyük bir devleti idare edebiliyorlardı ve devleti idare ederken kanunlar yapıyorlardı.”

Thomsen buradaki “törüg” kelimesini “kanun” diye tercüme etmiş. Hâlbuki başka bir yerde “müesseseler” (les institutions) manasını almış: “Türk Oğuz beyleri, budun eşidin. Üze Tengri basmasar, asra yir telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı?”3

Şimdiki Türkçeye nakli: “Türk Oğuz beyleri ve halkları işitiniz! Yukarıdan gök basmadıysa, aşağıdan yer delinmediyse sizin devletinizi ve müesseselerinizi kim yıktı?”

“Törü” ve il” kelimelerini bu misallerin birincisinde, “törüg” ve “ilig” şekillerinde kaf’lı (g’li), ikincisinde “törün” ve “ilin” şekillerinde nun’lu (n’li) görüyoruz. Bunlardaki g ve n harfleri, lahikalardan ibarettir.

“Töre” kelimesinin Şark Türkçesinde “törü” şeklinde olduğunu bize Dîvânu Lugâti’t-Türk de gösteriyor: Bu kitabın üçüncü cildinin 167. sayfasında “törü” maddesini şu tariflerle görüyoruz:

Törü – Resm (kaide). Şu darb-ı mesel bu manayı [ifade] eder: “El bırakılır, törü bırakılmaz.” Bu mesel ataların âdetine riayetin lüzumu mevkinde darp olunur. Manası, “Devlet yahut ülke terk edilebilir, hars terk edilemez.” Türklerin düşman eline geçen yerlerden millî töresinin hâkim olduğu yere göçmesi, bu meselin hâlâ ifade edilmeksizin ruhlarda yaşadığına delalet eder.

Yukarıki misaller, bize “töre” kelimesiyle il” kelimesinin ekseriya beraber kullanıldığını da gösteriyor. İl “devlet” manasında, töre “kanun” manasında olunca bu ikili kelimenin ekseriya beraber zikredilmesi tabii olur. Bununla beraber, töre kelimesinin medlulü “kanun” kelimesi gibi mahdut değildir. Yazılmış yasalardan başka yazılmamış teamüller de törenin içindedir. Hatta hukuki töreden başka, dinî ve ahlaki töreler de vardır. O hâlde Türk töresi, eski Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin mecmusu demektir. Töre kelimesinin, Türk kelimesiyle bir cevherden olması da hatıra gelebilir. Başka yerlerde de yazdığım veçhile, “Soğdak” kelimesi “Soğdlu” manasında olduğu gibi “Türk” kelimesi de “töreli” manasında olabilir. Kaf “ka” harfi gibi kef “ke” harfi de nispet ve vasfiyet edatıdır. Bu faraziyeye göre, Türk kelimesi töre kelimesinden çıkmıştır. Mamafih bu faraziye henüz Türkiyatçılar tarafından kabul edilmediği için şahsi bir fikirden ibarettir.

2. TÜRK, KENDİSİNİ BAŞKALARINDAN NASIL AYIRIYORDU?

İslamiyetten evvel, Türk, kendisini iki nokta-i nazardan sair halklardan ayırıyordu:

1) Lisan nokta-i nazarından,

2) Din nokta-i nazarından.

Türk, lisan nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere yani Türkçeden ayrı bir dil konuşanlara “sumlım” adını veriyordu. Dîvânu Lugâti’t-Türk’te bu kelimenin manası, şu veçhile gösteriliyor:

Sumlım Tat: Asla Türkçe bilmeyen İranlı. Bundan başka, Türkçe bilmeyen her ferde de “sumlım” adı verilir.4

O hâlde, Arap’ın nazarında Acem ne ise Türk’ün nazarında da sumlım odur: Türkçe konuşmayan bütün kavimler sumlımdırlar.

Türk, din nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere de “tat” adını veriyordu. Divan’da bu kelimeye şöyle mana veriliyor:

Tat: Bütün Türklere göre Farsî yani İranlı. Şöyle bir darb-ı mesel vardır: “Tatın gözüne vur, dikeni kökünden çıkar.” Bu mesel tatların vefasızlığını gösterir. Dikenin hakkı kökünün çıkarılması olduğu gibi, tatın hakkı da gözüne vurulmasıdır. Başka bir meselde de şöyle deniyor: “Tatsız Türk olmaz, başsız börk olmaz.” Yani Fars Türksüz olamaz.

Tat: Yağma ve Tuhsi kabilelerine nazaran, “Uygur kâfirleri” demektir. Onların diyarında bunu işittim. Bu hususta birçok söz vardır. “Tat tawgaç” tabirleri beraber kullanıldığı zaman manası, “Uygur ve Çinli” demektir.5

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Farsîlere “tat denildiği gibi, o zaman Buda dininde olan Uygurlara da “tat” deniliyordu. Demek ki Türk olanlar da başka dinde bulununca, “tat” tabirine layık görülebiliyordu. O hâlde, tat olanlar, Türk’ten lisanca farklı olanlar değil, belki dince ve törece ayrı olanlardı. Arap nazarında kâfir ne manaya idiyse Türk nazarında da “tat” o manaya idi.

“Tat ve tawgaç” terkibinden de Çinlilere “tat” nazarıyla bakılmadığı anlaşılıyor. Demek ki eski Türklerle Çinliler arasında, dinî ve medeni bir müşareket vardı. Çinli, harsça Türk’ten ayrı olduğu için ona Türk denilemezdi. Medeniyetçe Türk’le müşterek olduğu için ona, Farsiler gibi “tat” da denilemezdi. Bundan dolayıdır ki Çinliler, tawgaç adıyla ikisinden de ayırt ediliyordu. Tawgaç kelimesi Dîvânu Lugât’e göre Çinli manasına geldiği gibi, kadimden kalma azim masnuat manasına da gelir. Bundan başka, mülkü azim ve kadim olan hükümdara da “Tawgaç Han” denildiğini söylüyor.

O zaman Türkistan’daki telakki bundan ibaretmiş. Fakat İslam diyarında tat ve tawgaç tabirini, Farsî ve Türk manasına telakki ederlermiş. “Divan-i Lügat”, birinci telakkinin doğru olduğunu, fakat ikisinin de güzel olduğunu söylüyor.6

Tawgaç kelimesi tew cevheriyle gaç vasfiyet edatından mürekkeptir. Tew kelimesi Dîvânu Lugât’e göre “mekr ü hile” manasındadır.7

Bu suretle tawgaç kelimesi “fendli” manasına gelir. Orhun Kitabesinde, Çinlilerin fendiyle Türklerin birbirine geçtiği anlatılırken “fend” manasına teb kelimesi kullanılmıştır; Thomsen bu kelimeyi “cazibe ve füsun” (aménité et charme) suretinde tercüme etmiştir.8

İslamiyetten evvel, Türkler, Çinlileri yegâne olarak “ayık ve bilgili” tanıyorlardı. Orhun Kitabesi, Çinlilerin Türklere kendi “ayık” ve “bilig”lerini verdiğini söylüyor. Thomsen, ayık kelimesini “medeniyet”, bilig kelimesini “bilgi” suretinde tercüme etmiştir.9

Orhun Kitabesi’nde Göktürklerin Çinlilerle siyasi münasebetlerden başka medeni rabıtaları da olduğu anlaşılıyor. Çin İmparatoru’nun kitabelerin yazılması ve barkların yapılması için sanatkârlar ve yuğlara mümessiller göndermesi de bunu gösterir. Uygurlar ise Çin medeniyetine daha büyük kıymet verilerdi. Kitabü İlm-in-Nâfi’, bu ciheti güzelce aydınlatıyor:

“Uygurların eski edebiyatından pek az şey kalmıştır. Avrupa âlimlerince malum olan Uygur lehçesinde yazılmış bu az miktarda el yazılarının hepsi, İslamiyetin kabulünden sonra yazılmıştır. Ve malik bulunduğumuz en eski el yazısı birinci miladi asra kadar çıkabilir. MaTuan-Lin adlı bir Çin müellifinin, alakadar bir velayetin (autorité), miladi 1200 tarihine doğru yazdığı bir takriri evvelce görmüştük. Bu takrir bize diyor ki Uygurlar da Çinlilerin Şi – Kingler, Lokaylidler (Lokaylidler?), Hiyao – Kingler namındaki kitaplarıyla sülalelerin, şairleri ve müverrihleri mevcuttu. Uygur gençliği ve reislerin oğulları terbiyelerini mektepte alırlardı. Bunlar yalnız okumayı öğretmekle kalmazlardı. Beyitler ve şiirler ibdasına da muktedir olurlardı.”10

Türklerin Çinlilerle münasebeti milattan iki yüz sene evvel hüküm süren Hiung-Nu yani Hun namındaki Türk devleti zamanında da mevcuttu. Milattan 174 sene evvel, Çin’den Türk hükümdarına bir prenses getirmek üzere Türk sarayına gelen Chung-hang Yüeh ismindeki Çinli sefir, Türklerin Çin medeniyetine karşı gösterdikleri taklit temayülünü Türk hayatı için muzır gördü. Bu zat, Türkleri sevdiği için Türk sarayında kaldı, bir daha Çin’e dönmedi. Bu zamanda Türkler muzafferiyet ve millî ittihat neticesi olarak zenginleşmişlerdi. Önlerinde Çin harsı gibi alayişe, debdebeye dalmış yeni bir dünya görüyorlardı. Bu harsın yiyecekleri, giyecekleri, modaları yavaş yavaş Türklerin arasına girmeye başlamıştı. Çinli vezir, bu hâlin tehlikelerini gösteriyor, onları uyanmaya davet ediyordu. Türk’ün bütün işi gücü ya sık ağaçlı ormanlarda ava gitmek yahut ovalarda sayısız sürülerini otlatmaktı. Böyle bir hayat yaşayanlara, Çin’de dokunulan ipekli kumaşlar değil, kendilerinin yaptıkları deriden ve kürkten elbiseler elverişli idi. Yoğurt, kımız, peynir, tereyağı, kaymak gibi sütten yapılan yiyecekler, leziz av etleriyle sürülerinin besili hayvanları Çin yemeklerinden daha faydalı ve güzeldi. Eğer Türkler, Çinlilerin âdetlerine uyarlarsa onların hububat ve zahirelerine, ipekli elbiselerine alışacaklarından, bir gün Çin devletinin hâkimiyeti altına girmeyi o kadar fena görmeyeceklerdi.

Çinli sefir daima hükümdara, Türk elinin atalardan kalma törelerden ayrılmamasını öğüt veriyordu. Çünkü bu törelerdir ki o şanlı ataları yenilmez kahramanlar derecesine çıkarmıştı. Bu öğütlere başka nasihatler de ilave ediyordu. Hükümdar, tebaasının ne kadar nüfustan ibaret olduğunu, muhtelif boyların, obaların ne kadar sürüleri bulunduğunu bilmeli idi. Çünkü nüfus ve emvalin miktarı malum bulunursa bir gün Çin aleyhine sefer açıldığı zaman, büyük ve mühimmatlı ordular toplanması mümkün olacaktı.

Çinli sefir, Çinlilerin gururunu kırmak için Çin elçilerine fazla azamet göstermesini de Tan-ju’ya (Türk hükümdarına) tavsiye ediyordu. Çin imparatoru, Tan-ju’ya mektup yazdığı zaman böyle başlardı: “İmparator, Hiung-Nuların Tan-ju’sundan ihtiramla rica eder ki…” Varakanın büyüklüğü muayyen bir kıtada olurdu. Çinli sefir, Tan-ju’ya, mektup yazarken, bundan daha büyük kıtada varakalar kullanmasını ve mektubun başına: “Gök ile Yer’in doğurduğu, Güneş’le Ay’ın tahta geçirdiği Hiung-Nuların büyük Tan-ju’su, Çin İmparatoru’ndan rica eder ki…” diye yazmasını tavsiye etti. Chung-hang Yüeh, her fırsatta, Tan-ju’nun sarayında bulunan ve bilhassa Çin İmparatoru tarafından bir memuriyetle gönderilmiş olan Çinlilere karşı, Türklerin faziletini övüyordu, Türklerin harsça Çinlilerden daha yüksek olduğunu söylüyordu. Çinliler ona itiraz olarak, “Türklerin ihtiyarları hakir gördüklerini” beyan ediyorlardı. Sefir cevaben, “Çin’de birçok hizmetlerden sonra geçinecekten mahrum bırakılmış nice ihtiyarlar bulunduğunu” söylüyordu. “Eğer, Türkler yalnız muharebe ile meşgul iseler bu, milletin selamet ve saadeti içindir. İhtiyarlar ve zayıflıktan dolayı harbe gidemeyenler yaşamak levazımına malik bulunurlar ve düşmana karşı emin bir vaziyettedirler. Baba ile evlatlar karşılıklı olarak birbirini tutarlar. Binaenaleyh, Türkleri ihtiyarlara hakaret etmekle itham etmek haksızdır.”

Çinliler, Türklerde babalarla oğulların aynı otağda utanmaksızın beraber yattıklarını, babanın vefatında oğlunun üvey annesini alabilmesini, biraderin vefatında kardeşinin, yengesini alabilmesini zikrederek Türkleri zemmediyorlardı. Chung-hang Yüeh ise daima Türklerin Çinlilerden üstün olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Diyordu ki: “Türkler hayvan etlerinden başka bir şey yemezler, sütten başka bir şey içmezler. Deriden başka bir şey giymezler. Sayısız sürülerini otlaklarda, ırmak kıyılarında gezdirirler. Mevsimler değiştikçe onlar da yerlerini değiştirirler. Yiyecekleri kalmadı mı derhâl ata binerek ava giderler. Bolluk içinde iseler keyiflerine bakarlar; hiçbir şeyin kaygısını çekmezler. Kaidelerini değiştirmekten hoşlanmazlar. Bir oğlun, üvey annesiyle, kardeşinin, yengesiyle evlenebilmesi, ocakların zürriyetsiz kalarak sönmemesi içindir. Şimdiye kadar Hiung-Nular arasında, bu kadar karışıklıklar çıktığı hâlde, hiçbir zaman, eski sülale yerine, başka bir aileden bir beyin tahta geçirildiği işitilmemiştir. Çin’de ise bilakis, öteden beri sülaleler birbirini boğazlamakla uğraşmışlardır. Daima yeni bir mütegallip çıkarak, eski sülaleyi kaldırmış, kendisi yeniden bir imparatorluk hanedanı kurmuştur.

Bundan dolayıdır ki Çin’de, daima bütün eski kaidelerin yıkıldığını görüyoruz. Çinliler halkı düşman tehlikesinden emin bir hâle koymak için, surlarla tahkim edilmiş şehirler yapıyorlar; fakat halk hücuma uğradığı zaman, yine surlar yüzünden kendisini müdafaa edemeyerek teslim bayrağı çekmeye mecbur oluyor.11

Bu ifadeler bize Türklerin, Çin’den medeniyet almaya tehalük gösterdiklerini; fakat Türk harsının yerine Çin harsını ikame etmekten sakındıklarını gösteriyor. Orhun Kitabesi’nde Bilge Kağan, kendi milletine bu gayeyi ne güzel anlatıyor:

“Ey Türk milleti, eğer o ülkeye gidersen öleceksin. Fakat içinde ne zenginlik ne de keder bulunan Ötüken ülkesinde kalarak kervanlar ve kafileler gönderirsen ebedî bir saltanatı muhafazada devam edeceksin!”12

Şüphesiz, Türklerin Çin’e gitmeleri, Çin harsı içinde bel’ olunmaları demekti. Hâlbuki Ötüken’de kalarak kervanlar, kafileler göndermeleri, millî Türk harsını kaybetmeden, Çin medeniyetinden faydalanmayı temin ederdi.

Türklerin millî hars hakkındaki bu endişeleri, menkıbelerde, efsanelerde bile görülür. Bogu Han menkıbesinin nihayetinde Yulun Tigin adlı bir Türk hakanının Kut Dağı’nı, oğluna verilen Çin Prensesi’ne mukabil, Çin İmparatoru’na hediye ettiğini ve bundan dolayı üzerinde oturdukları toprağın, hükümdarla beraber milletini üzerinde oturmaktan men ederek göçe icbar ettiğini ifade ediyor.13 O zaman Türk Devleti’nin zafer tılsımı tanılan bu Kut Dağı’nı, millî harsın bir timsali sayarsak haksızlık mı etmiş oluruz?

LAHİKA

“Tatar” kelimesi, “tat eri” tabirinden murahhas olsa gerek. Dede Korkut Kitabı’nda “tat eri” tabiri var. Türkler tatar sıfatını, cahil yani töresiz olan Moğollarla Tunguzlara isnat ederlerdi. “Tat” ile “tatar” arasındaki fark, Arap lisanında “kâfir” ile “cahil” arasındaki gibidir. Tatarlarda kan davası, gazve gibi aşiret âdetleri henüz yaşıyordu. Türk’ün cahiline, Tatar denilip denilmediğini bilmiyorum.

3. İÇTİMAİ TASNİFLER

Geçen fasıldaki sözlerden anlaşıldı ki İslamiyetten evvel, Türkler, Farsi-lere kâfir nazarıyla baktıklarından, İran Medeniyeti’ne kıymet vermiyorlardı. Çinlilere karşı ise bir nevi ihtirazkâr hürmetleri vardı. Türklerin Çinlilere gösterdikleri bu temayül, Çin harsı ile Türk harsı arasında müşterek bazı müesseselerin bulunduğunu ima eder. Milletler arasında müşterek müesseseler ve başka tabirle müşterek bir medeniyet var mıydı? Böyle bir medeniyet varsa başka milletler de buna dâhil olmamışlar mıydı?

Durkheim ile Mauss’un L’Année Sociologique’in altıncı cildinde neşrettikleri “Tasnifin Bazı İptidai Şekilleri” unvanlı makale, bize Çinliler, Moğollar, Tibetliler, Kamboçlular, Siyamlılar arasında müşterek olan birtakım iptidai tasnifler bulunduğunu göstermektedir. Vaktiyle Millî Tetebbular Mecmuası’nın üçüncü sayısında neşrettiğim bir tetkiknamede, Türklerde de bu tasnifin bulunduğunu ve hatta Sibirya’nın Koyaklar ve Şukşalar gibi iptidai kavimlerinde bunun izlerine rast gelindiğini göstermiştim.

Bu iptidai tasnifler, ilk nazarda ehemmiyetsiz görünür. Bir medeniyetin temelini böyle esatire merbut tasniflerin teşkil edemeyeceğini itiraz olarak ileri sürenler bulunabilir. Fakat Durkheim ile Mauss, bu tasniflerin yalnız mevcudiyetini haber vermekle kalmadılar, bunların bir taraftan o zamanki içtimai mantığa esas olduklarını, diğer cihetten de içinde teşekkül ettikleri zamandaki içtimai teşkilatların doğru bir makesleri bulunduklarını meydana koydular. Bilahare, Durkheim, Dinî Hissiyatın İptidai Şekilleri adlı kitabında, Mauss da Hubert’le müştereken neşrettikleri Din Tarihine Dair Tetkikler namındaki eserde bu meseleyi tamik ettiler. Levy-Bruhl de İptidai Cemiyetlerde Ruhi Üfûleler adlı kitabında bu tasniflerin vücuda gösterdiği iptidai mantığı tahlile ve bundan ilmî mantığa nasıl geçildiğini göstermeye çalıştı.

Bu iptidai tasnifler, Çin’de halk Taoizminin esasını ve Yi-King adlı mukaddes bir kitabın da mevzusunu teşkil eder. Çinliler eski zamandan beri teknikler yani fenniyeler itibarıyla çok ilerlemiş bir millet olduğu hâlde, bilgi nokta-i nazarından bugün bile iptidai bir seviyededir. Çünkü Çin bilgisi, hâlâ bu iptidai tasniflerin çerçevelerinden kurtulamamıştır. İleride görüleceği veçhile, bir bina yapılacağı, bir mezar yeri intihap edileceği, bir yolculuğa çıkılacağı zaman hangi hareketin uğurlu yahut uğursuz olduğunu ancak bu tasnifler gösterir. Çinliler bu falnameye müracaat etmeden hiçbir işe başlamazlar.

Türklerin eski kitapları kaybolduğu için bunlarda da bir falnamenin bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Fakat Türklerde içtimai teşkilat tamamıyla bu tasniflere uygun olduğu gibi Türklerin dinî, hukuki, ahlaki töreleri de bu tasniflerden müteessirdir. Ben bu kitapta, İslamiyetten evvelki Türklerin: 1) Dinî töresini, 2) Hukuki töresini tetkik edeceğim. Bu töreleri tetkik ederken, Aksa-yı Şarka (Uzak Şark’a) mahsus olan bu müşterek tasniflere tesadüf ettikçe, medeniyet taş olan kavimlerin tasnifleriyle mukayeseler yapacağım. Türklerin vaktiyle dâhil bulunduğu bu müşterek medeniyete Uzak Şark Medeniyeti denilebilir. Türkler, İslamiyetten sonra bu medeniyeti bırakarak, Şark Medeniyeti’ne girdiler. Tanzimat’tan beri de Garp Medeniyeti’ne girmeye çalışıyorlar. Demek ki Türk harsının tarihini yapabilmek için evvela onun bu üç medeniyetle ayrı ayrı teşkil ettiği mütekabil intibakları tetkik etmek lazım!

1.Ahmet Rasim, “Osmanlı Tarihi”, c. I, s. 41.
2.Thomsen, “Inscriptions de l’Orkhan”, s. 98.
3.Age., s. 105
4.C. I, s. 403 (I, 486).
5.C. II s. 224 (II, 280)
6.C. I, s. 378 (I, 454)
7.C. I, s. 278 (I, 332)
8.Orhun Kitabeleri, s. 99.
9.Age., s. 116.
10.Sahife XVIII.
11.De Guignes, c. I, Kısım: 2, s. 37.
12.Thomsen, Orhun Kitabeleri, s. 117.
13.Kitab-ü İlm-in – Nâfi

Bepul matn qismi tugad.

9 954,25 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
Hajm:
11 Sahifa 19 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6865-48-8
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi