Kitobni o'qish: «Budizm Efsaneleri»
Önsöz
Farklı düşüncelerle dolu Doğu zihninde yeşeren çeşitli dini öğretilerden biri olarak Budizm, Batılı insanın ilgisini gittikçe daha fazla çekiyor. Fedakârlık ya da merhamet aracılığıyla hafifletilmiş ödül-ceza sisteminden hoşnut olmayan modern Batı aklı, iyiliğin kaçınılmaz olarak iyilik, kötülüğün de kötülük getireceğini öğreten bir inancı desteklemeye meylediyor.
Yirmi dört yüzyıllık varlığı süresince en saygın inanç türlerinden biri olarak görülen Budizm, yaygınlığı ve takipçi sayısı göz önüne alındığında diğer inançların hepsini geride bırakıyor.
Budizmin özünde herhangi bir tanrı inancı yer almıyor, sonsuz bir ruhun varlığı da aynı şekilde yok sayılıyor; bu açıdan bir dine kıyasla, daha çok bir ahlak sistemini andırıyor. Budizm ve çok daha eski bir din olan Hinduizm arasındaki ilişki, Hıristiyanlık ve Musevilik arasındaki ilişkiyle karşılaştırılabilir. Hıristiyanlar, nasıl kendi dinleriyle Museviliğin tamamlandığını düşünüyorsa, Budistler de kendi inançlarını Hinduizmin doğal bir evrimi olarak görüyorlar. İleri sürülen görüşlerden birine göre1 Budizm, kendisinden çok daha eski dine dikkat çekici yenilikler getirmesine rağmen, Hinduizmle mutlak bir ayrılık yaşamadı. İsa, nasıl bir Musevi olarak doğduysa ve öyle yetiştiyse, Budizmin önderi Gautama2 da bir Hindu olarak doğup öyle yetişmişti. Pagan mitlerinden ve bayramlarından bazıları, zamanla nasıl Hıristiyanlığa geçtiyse, Hindu mitolojisindeki öğeler de – çok daha büyük bir derecede – Budist efsaneleriyle birleşti. Öyle ki bize anlatılana göre Gautama, yalnızca insanlara değil, aynı zamanda Hinduizmdeki tanrılara (veya Hinduizm-deki adıyla Devalara) da kutsal öğretilerini tebliğ etmek için gelmişti. Yazıtlarda da “kurtuluş şehrine giden yolda binlerce insana ve tanrıya yol gösterdiği” ya da “seksen bin ilaha gerçeği açıkladığı” yazıyor.
Homeros’un dünyasında olduğu gibi Budizmde de tanrılar ve insanlar yan yana yaşıyorlardı. Yine iki dünyanın ilahları da insanlara kıyasla çok daha iyi şartlara sahiplerdi.
Anlaşılan o ki Gautama, yalnızca Hindu mitolojisini değil, Hinduizmin evren teorisini de benimsemişti. En azından bu konuda, kendi teorisini geliştirmeye yeltenmediğini biliyoruz. Lakin takipçileri, onun ölümünden çok sonra çeşitli düşünce ekollerine3 göre evreni konu alan teoriler geliştirdiler ve bu teorileri ona atfettiler. Bu teorilerden bir tanesi, Gautama ve takipçisi Kasyapa arasındaki şu diyalogda görülebilir:4
“‘Ey Gautama! Yeryüzü neyin üstünde duruyor?’ diye sordu Kasyapa.
‘Yeryüzü, su çemberlerinin üstünde duruyor, ey Brahman.’
‘Peki ya su çemberleri, onlar neyin üstünde duruyor?’
‘Onlar da rüzgârın üstünde duruyor.’
‘Ey Gautama, peki rüzgâr neyin üstünde duruyor?’
‘Havanın üstünde duruyor.’
‘Peki, ey Gautama, hava neyin üstünde duruyor?’
‘Sen çok derini eşelersin, ey yüce Brahman, çok derini eşelersin. Hava hiçbir şeyin üstünde durmaz, ey Brahman; onun bir dayanağı yoktur.’”
Gelgelelim, batılılar olarak herhangi bir fiziksel ya da metafiziksel sistem için Budizmi kaynak alma ihtimalimiz olduğu pek söylenemez. Gautama’nın öğretisinin Batı dünyası için ilgi çekiciliği, iyi ve kötüye dair düşünceleriyle tesis ettiği davranış kurallarında yatıyor. Nitekim öğretilerinin, yaşadığı ve çalıştığı yer5 olan Hindistan’ın kuzeydoğusu başta olmak üzere, tüm Hindistan yarımadası ve sonrasında da çevre diyarlarda uygarlaştırma ve insanileştirme açısından müthiş bir etkisi olduğu yadsınamaz.
Gautama tarafından tebliğ edilen kurtuluş yolu, entelektüel ve ahlaki bir kültür sisteminden geçiyor. Bu sistem, herhangi bir tanrıya ya da dini figüre dua etmeye, herhangi bir kurban ya da çile geleneğine dayanmıyor; dışsal bir eylemin gerçekleştirilmesine değil, irade ve gayret yoluyla ulaşılan içsel dünyanın gelişimine odaklanıyor. Öğretilerinde, her insanın “kendi içini aydınlatacak bir ışık olması, yüzünü yalnızca hakikate çevirmesi ve kendinden başka kimseye sığınmaması” öğütleniyor.
Gautama’nın reforme edilmiş inanç sistemi, eski Hindu öğretilerinin düzenlenmiş bazı hallerini içeriyordu. Belki de bunlar arasında en dikkat çekeni, kast sisteminin reddedilmesidir. Büyük Budist Kral, yani bu eserdeki efsanelerde adı geçen Asoka, Buda Kanunu hakkında konuşurken hocası Gautama’nın izinden gitmişti:
“Söz konusu bir evlilik ya da davet olduğunda, kast sistemi göz önünde bulundurulabilir; ancak kanunları kast sistemine göre şekillendiremeyiz, zira kanun dediğimiz olgu erdemin sonucudur, erdem de sınıflara ayrılamaz… Gerçek bilginler için bir prensin ve bir kölenin bedeni arasında hiçbir fark yoktur.”
Gautama’nın öğretisinin Hinduizmden ayrıldığı bir başka nokta da tövbe amacıyla ağır kefaretlere başvurulmasının reddedilmesidir. Kefaret, eski inanca bağlı olanların kabul etmekte büyük zorluk çektiği bir meseleydi. Brahmanlar, kaliteli keten kumaşlar giyen ve yumuşacık divanlara uzanan Budist rahiplerle karşılaştıklarında, onların samimiyetini sorguluyorlardı.
Hindular, çok büyük ihtimalle Budizm öğretilerinin temel doğrularını kabul etmeye hazırlardı. Budizmdeki en önemli olgu olan Karma öğretisi, özünde gerçekten de Hindu inancındaki ruhgöçünün değişmiş haliydi; kurtuluş ve aydınlanmaya giden sekiz aşamalı asil yol sonucunda nihayet Nirvana’ya ulaşma inancı da Karma öğretisiyle yakından ilişkilendiriliyordu.
Elbette ruhun varlığını reddeden Gautama’nın, ruhgöçü düşüncesini kabul etmesi mümkün değildi. Bunun yerine karakterin göçünü, yani Karma öğretisini getirdi. Karma, evrende hüküm süren ahlaki güç olarak tanımlanır. Gautama’ya göre herhangi bir varlık – ister insan ister hayvan ister ilahi bir varlık olsun – öldüğünde ondan geriye yalnızca o varlığın Karması, yani zihinsel ve bedensel eylemlerinin sonucu kalıyordu. Her canlı, kendisinden önceki uzun varlık serisinin oluşturduğu Karmanın nihai sonucu ve vârisidir; söz konusu varlık serisi o kadar uzundur ki başlangıcı hesaplanamaz, sonu ise yalnızca dünyanın sonuyla birlikte gelecektir. Dolayısıyla bedensel ya da zihinsel, iyi ya da kötü, her türlü eylemin eninde sonunda bir ödülü ya da cezası olacaktır: Kötülük daha fazla kötülük, iyilik ise daha fazla iyilik doğurur; bundan kaçış yoktur. Harici hiçbir bir güç, hiçbir bedensel çile, keşişler aracılığıyla ya da bizzat adanan hiçbir adak, insan eylemlerinin meyvesini yok edemez. Kişinin eylemleri, mutlaka ya hoş ya da acı bir sona ulaşacaktır. Eylemlerin mükâfatının ya da cezasının yerini bulması asırlar sürebilir; ama sonunda mutlaka gerçekleşecektir. “Yüzlerce kalpa (çağ) gelip geçse dahi eylemler yok olmaz; zamanı geldiği vakit, tamamlanan her eylem, beden bahşedilmiş varlıklara meyvelerini getirecektir.” “İnsan ölür ve göçer; lakin ona ait iyi ya da kötü Karma (yani o kişinin yaptıkları), her insanın içinde hissettiği o yaşam hevesine benzer bir hevesle yaşar ve ölmez: Göçen kişinin karakterinin çoraklığına ya da faziletine göre, maddi âlemde daha acılı yahut daha huzurlu yeni bir varlığa dönüşür.”6
Bu kitaptaki üç efsane, kuvvetli bir biçimde Karma öğretisi etrafında şekilleniyor: Kral Asoka’nın oğlu Kunala’nın öyküsü, Kunala’nın çağdaşı Sundara’nın öyküsü ve Asoka’nın kardeşi Vitasoka’nın öyküsü. Kunala, daha önceki varoluşlarından birinde yıkık bir tapınağı onardığı için güzellik ve asil unvanlarla mükâfatlandırılıyor; ancak daha önceki bir yaşamında bir ceylan sürüsünü kör ettiği için de görme yetisinden mahrum bırakılmakla cezalandırılıyor. Benzer şekilde Sundara ve Vitasoka da önceki varoluşlarında gerçekleştirdikleri eylemlerin mükâfatları ve cezalarıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Gautama, böylesi mutlak bir sebep ve sonuç kaçınılmazlığından tek bir kurtuluş yolu olduğunu söylüyordu. Bu çok dar patikayı yalnızca çok az kişi bulabilir. Lakin yedi aşamayı da geçmeyi başaran o ulu azınlık, nihayetinde eksiksiz bilgelik hali olan Nirvana’ya ulaşabilir. Derin düşünme noktasından başlayan yedi aşamalı yol, kişiyi gitgide artan bir bilgeliğe ulaştırır; kısacası dünyadan uzaklaşılarak çok daha saf bir hale bürünülür, ta ki varoluşa dair tüm ihtiraslar kusursuz bilgelik içinde kaybolana kadar. İşte ancak o zaman Karma bireysel olmaktan çıkar, insanın kişiliği son bulur; nihayet Nirvana’ya ulaşılmıştır.
Sekiz aşamalı yolun sonunu görenler, gerçekten de azınlıktadır. Gautama ve ondan önceki yirmi dört Buda, o nihai kurtuluşa ulaşmayı başarmıştır; kaldı ki onlar dahi ancak farklı varoluşlarındaki kahramanca çabalarla geçen sayısız çağlar sonunda Nirvana’ya erişebilmişlerdir. Kurtuluş yolunda mücadele eden ve bu eserdeki efsanelerin konusu olan kahramanlardan hiçbirine bu yolun sonunu görmek nasip olmamıştır.
Buda
Bu kitapta yer alan efsaneler, Eugène Burnouf tarafından yazılan L’Introduction à l’Histoire Du Buddhisme Indien adlı eserden tercüme edildi. Batı dünyası, bu saygıdeğer inanca dair sahip olduğu bilginin büyük kısmını, bu büyük Fransız bilginin 19. yüzyıldaki çalışmalarına borçludur.
Öte yandan İngiliz Brian Houghton Hodgson7 olmasaydı, Burnouf çalışmalarını asla yürütemezdi. Hodgson, 1820 yılında başlayıp 1843 yılında sonlanan yirmi üç yıllık Nepal ikameti süresince, Budist tapınaklarında gömülü, Sanskritçe yazılmış paha biçilmez Budist yazmalarını gün yüzüne çıkarmıştı. Bu yazmaları daha sonra Kalküta, Londra ve Paris’teki Asyalı cemiyetlere teslim etti. İşte bizler, bu yazmaların derlenmesi sayesinde Budizmin engin sisteminin gerçek temelini elimizde tutuyoruz; L’Introduction à l’Histoire Du Buddhisme Indien de yine bu yazmaları temel alıyor.
Burnouf’un zamanından beri Hindistan sınırları içindeki Budist tapınakları ve yazıtları üzerine geniş çaplı araştırmalar gerçekleştirildi, daha da yapılacak çok iş var; ancak buna rağmen, alanın en öncü araştırmacılarından olan büyük Fransız bilginin yerini alabilecek birileri henüz çıkmadı.
Hodgson tarafından keşfedilip Burnouf tarafından kullanılan Sanskritçe yazıtlar, Gautama’nın yaşadığının düşünüldüğü MÖ 5. yüzyıldan kayda değer ölçüde sonralara dayanıyor. Zira yazıtlarda, Buda’nın söylevlerini içeren öğretilerin yanı sıra, müritlerince geliştirilmiş detaylı dini disiplinler ve metafizik konular da yer alıyor.
Burnouf tarafından tekrar yaratılan onca efsane arasından işleyeceğimiz öykülerin seçilmesinin çeşitli nedenleri var: Birincisi, eserdeki öyküler Budist öğretilerinin temellerini örneklerle açıklıyor. İkincisi, Budizmin medenileştirme etkisini gözler önüne seriyor. Son olarak üçüncüsü, İsa’dan iki yüz yıl önce hüküm sürmüş, Budist hükümdarların en yücesi Büyük Asoka’nın tarihini anlatıyor. 8
“Volga’dan Japonya’ya, Sri Lanka ve Tayland’dan Moğolistan ve Sibirya sınırlarına… Kısacası Buda’nın öğretilerinin ulaştığı her yerde Kral Asoka’nın adı bilinir ve saygıyla anılır.”
Asoka, hükümdarlığının ilk yıllarında büyük bir savaşçı ve kudretli bir fatihti. Tahta çıkışından yaklaşık on yıl sonra, on üçüncü fermanında kendi dilinden söylediklerine göre, savaşın dehşetini kavradı ve gerçek tek fetih türünün dinle olduğuna ikna oldu. Öne sürülen görüşlere göre9 Asoka’nın dönüşümü, tıpkı Konstantin’in dönüşümü gibi, meseleyi düşünüp taşınmasından sonra gerçekleşti; öyle ki Hint Kralı, tıpkı Roma İmparatoru gibi, yeni benimsediği dinin üst düzey örgütlenmesinden ve müritlerinin asil karakterler olmasından etkilenmişti. Gelgelelim bu görüşler, tamamen varsayımlara dayanıyor.
Bir efsaneye göre de Asoka, yeni dinini hükümdarlığının onuncu yılında gerçekleşen bir mucizeye tanık olduktan sonra benimsemişti. Chandasoka, yani Öfkeli Asoka halini geride bırakmış, Dharmasoka, yani Büyük Asoka’ya dönüşmüştü. Bir zamanlar Hindistan topraklarının dört bir yanında yıkım ve katliamlar gerçekleştiren savaşçı, artık barışçıl işlerle meşgul olmaya, yollar yaptırmaya, kuyular kazdırıp ağaçlar diktirmeye ve sistemli bir şekilde sadakalar dağıtmaya başlamıştı. Bambaşka biri olmuş Asoka, onlarca büyük manastır ve tapınak inşa ettirdi. İmparatorluğunun beşiği olan Magadha Krallığı’nın sınırlarına kattığı geniş topraklardaki sütunlara ve kayalara, Budizm öğretilerini kazıttı. Bu kitabeler, ferman olarak biliniyor. Bu fermanlar, Asoka’nın hükümdarlığı ve benimsediği dinle ilgili o dönemden kalma bilinen tek kayıtları oluşturuyor.
Budizmi Hindistan’ın dört bir köşesine yaymak isteyen Asoka’nın, bu fermanlara ve misyonerlere başvurduğu düşünülüyor. MÖ 250 yılında Pataliputtra10 kentinde gerçekleştirilen büyük toplantı sonrası, Hindistan’ın dört bir yanına, hatta bununla birlikte Hint Yarımadası dışında kalan bazı ülkelere de misyonerler gönderdiği söyleniyor; yarımada dışına gönderdiği misyonerler Sri Lanka ve Tibet’e ulaşmış olabilir.
Asoka’nın, Pataliputtra Konseyi sırasında, kutsal Budist yazmalarına ve Budist öğretilerinin bazı noktalarına dair belli başlı gerekçeler tesis ettiği söylenebilir. Yakın tarihte yaşamış bir İtalyan yazarın fark ettiğine göre, Hıristiyanlığın Milano Fermanı’ndan yaklaşık beş yüz yıl önce tesis edilen Pataliputtra Konseyi kararları, dini özgürlük prensibine dair ilk izleri taşımaktadır.11
Aynı şekilde Asoka’nın kaya fermanlarından birinin temasını da yine dini hoşgörü oluşturuyor; Asoka bu fermanda, insanların kendi mezhebini yüceltmek için başka mezhepleri hor görmesini yasaklıyor ve farklı dini inançları benimseyen kişilere hürmet gösterilmesini buyuruyor. Kral Asoka, MÖ 268 ile MÖ 222 arasındaki kırk altı yıl hükümdarlığının ardından ulu ve şanlı bir insan olarak öldü. Şanının bizzat sımsıkı bağlı kaldığı ve var gücüyle yaymaya çalıştığı Buda Yasaları gibi ölümsüz olduğuna inanılıyor.
Asoka’nın inancı, özünde saf Budizmden oluşuyordu. Buda’nın öğretileri ve dinin örgütlenişi, onun yönetimi altında doruk noktasına ulaştı. Asoka’nın ölümünden sonra, Hindistan tarihi ve oradaki Budist inanışlarına dair kayıtlar, bir bakıma belirsizleşiyor. Bu dönemin kayıtları, tercüme edilmemiş yazmalardan ve metinlerden henüz deşifre edilmiş değil. Lakin ortada iki gerçek var: Budizm, Asoka’nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra Hindistan toprakları boyunca uzanan etkisini hızla kaybetti; nihayetinde bu durum, Budizm öğretilerinin doğduğu topraklarda tek bir Budist dahi kalmayana kadar devam etti. Budizmin Hindistan topraklarında neden yok olduğuna dair kesin sebepler henüz belirlenmiş değil.12 Görüşlerden birine göre, Asoka’nın cömert davranıp Budist keşişlere dağıttığı eşsiz hediyeler, Buda’nın takipçilerini yozlaşmış ve dünyevi bir ruhu benimsemeye itti; dolayısıyla öğretilerin anavatanından uzaklaşmasına sebep oldu.
Hakikat asla yok olmaz; lakin uzun çağlara dayanan dış yüzü
Bir kırağıymışçasına yavaş yavaş kaybolur.
Sabahleyin bembeyaz olan düzlükler,
Belki de göremez güzü, ansızın yok olur.
Winifred Stephens
I
Asoka’nin Çocuklugu ve Gençligi
Odönemler, Rajagriha kentinde Kral Bimbisara13 hüküm sürüyordu. Ajatasatru adında bir oğlu vardı. Bimbisara’dan başlayan aile soyu Ajatasatru, Ujjayin, Munda, Sahalin, Tulakuchi, Mahamandala, Prasenajit ve Nanda’ya kadar uzandı. Nanda’nın oğlu ise Pataliputtra kentinin hükümdarı Bindusara’ydı. Kral Bindusara’nın da Susima adında bir oğlu vardı.
O günlerde Champa kentinde bir Brahman yaşıyordu, zarif ve cana yakın bir kızı vardı; genç kız, ülkenin gururu olarak görülüyordu. Kızın doğumunda kâhinler şöyle bir kehanette bulunmuştu: “Bu kız, ileride bir kralla evlenecek ve çok kıymetli iki oğul dünyaya getirecek: Bu oğullardan biri kral olacak; namı yeryüzünün dört bir yanının efendisi Chakravartin14 olacak. Diğeri ise dindar bir yaşamı benimseyecek ve nihayetinde yaptığı hayır işlerinin karşılığı olarak mükâfatlandırılacak.”
Bu kehaneti duyan adamın içi sevinçten kıpır kıpır olmuştu; zira kendisi refahına epey düşkün biriydi. Kızını yanına alıp Pataliputtra kentine çekildi. Onu, burada her çeşitte ve güzellikte süslerle donattı, sonra eşi olarak kabul etmesi için Kral Bindusara’ya götürdü. “Efendim! İşte, sizin için şanlı ve kusursuz güzellikteki kızımı getirdim!” Kral Bindusara, kızı sarayının iç odalarına aldırdı. Kralın kadınları, yeni gelen genç kıza şöyle bir baktılar. “Şuna bakın! Ne büyüleyici, ne alımlı bir kadın! Güzelliğiyle ülkesinin gururu olmuş, eğer Kral onu eşi olarak alırsa bir daha bizim yüzümüze bile bakmaz.” Bunun üzerine genç kıza berberlik mesleğini öğretmeye karar verdiler; böylece Brahmanın kızı, Kral Bindusara’nın saçı ve sakalıyla ilgilenmeye başladı, günden güne de daha yetenekli bir berber oldu. Günlerden birinde Kral, genç kızın berberliğinden memnun kalmıştı; o yüzden herhangi bir dileği olup olmadığını sordu.
“Efendim,” diye cevap verdi genç kız, “kral olarak beni eşiniz yapmanızı dilerim.”
“İyi ama sen esnaf kastından bir berbersin!” diye karşı çıktı Bindusara. “Buna karşın ben Kşatriya kastına mensup, asil doğumlu bir hükümdarım. Seni nasıl eşim olarak alırım?”
“Ben berber kastına mensup değilim,” diye cevapladı genç kız, “bir Brahmanın kızıyım. Babam en başta beni buraya sizin eşiniz olmam için getirdi.”
“Öyleyse sana berberliği kim öğretti?” diye sordu Bindusara.
“Sarayın iç odalarındaki kadınlar; ancak bundan böyle bu işle uğraşmak istemiyorum,” diye cevap verdi kız.
Kral Bindusara, nihayetinde genç kızı ilk eşi olarak yanına aldı. Genç kız, kısa zaman sonra hamile kaldı ve bir oğlan çocuğu doğurdu. Yeni prensin doğumu muhteşem bir festivalle kutlandı; o sırada genç kraliçeye, ”Çocuğun adı ne olacak?” diye sordular. Kraliçe cevap verdi: “Çocuğumu doğururken hiç sancı (asoka) çekmedim; o yüzden ona Asoka adını vereceğim.” Böylece çocuğuna, “kederden uzak” anlamına da gelebilecek Asoka adını verdi. Kraliçe çok geçmeden ikinci bir oğul dünyaya getirdi, onun doğumunda da herhangi bir sancı çekmedi; o yüzden ona da “kederin yanına yaklaşmadığı kişi” anlamına gelen Vigatasoka ya da Vitasoka adını verdi.
Asoka
Asoka’nın görünüşü biraz vahşiydi; o yüzden Kral Bindusara’nın ondan çok hoşlandığı söylenemezdi. Kral, günlerden bir gün, oğullarını sınamak istedi ve münzevi keşiş Pingala Vatsajiva’yı yanına çağırdı. Ona, “Ey efendi, gel şu çocukları bir sınayalım; böylece ben ölünce hangisinin hüküm süreceğini öğrenelim,” dedi.
Bunun üzerine münzevi keşiş cevap verdi: “Hükümdarım, çocuklarınızı altın mandara15 çiçeğinin yetiştiği bahçeye götürün, onları orada sınayacağız.” Kral çocuklarını yanına alarak altın mandara çiçeğinin olduğu bahçeye gitti. Kraliçe, hemen o sırada oğlu Asoka’yı yanına çağırdı ve ona, “Kral oğullarını sınamak istiyor; altın mandara çiçeğinin yetiştiği bahçeye gitti, sen de oraya gitmelisin,” dedi. “Kral benden hoşlanmıyor ki,” diye cevap verdi Asoka, “yüzüme bile bakmak istemiyor; oraya gitsem ne çıkar?” Bu soruya annesi, “Sen yine de git,” diyerek karşılık verdi. Sonra Asoka, “Öyleyse benim için oraya yiyecek bir şeyler gönder,” dedi.
Asoka çok geçmeden, babasının krallığının başkenti olan Pataliputtra’dan yola çıktı. Yol üzerinde bir zamanlar hükümdarı taşımış olan yaşlı bir fil gördü. Bu filin sırtına atlayıp altın mandara çiçeğinin olduğu bahçenin yolunu tuttu, oraya varınca filin üstünden indi ve diğer çocukların yanına gidip yere oturdu. Çocuklar biraz sonra yemek yemeye koyuldular. Kraliçe, oğlu için toprak bir çanak içinde pilav ve lor peyniri göndermişti.
Kral Bindusara, münzevi keşişe seslendi: “Ey efendi, hadi, çocuklara şöyle bir bak da benden sonra hangisinin tahta geçeceğini öğrenelim.”
Pingala Vatsajiva çocukları tek tek incelemeye ve derin derin düşünmeye başladı. “Hükümdar olacak çocuk Asoka,” diye düşündü kendi kendine, “gelgelelim babası onu pek sevmiyor. Eğer onun hükümdar olacağını söylersem başıma bir iş gelebilir.”
Çok geçmeden ağzını açıp konuşmaya başladı: “Hükümdarım! Kehanetimi kişiler arasında ayrım yapmadan dile getireceğim.”
“Pekâlâ,” dedi kral.
Keşiş devam etti: “Efendim, iyi bir bineği olan çocuk hükümdar olacaktır.”
Çocukların her birinin aklında aynı düşünce belirdi: “Benim gayet iyi bir bineğim var, öyleyse ben kral olacağım.”
Asoka da kendince düşündü: “Buraya bir filin sırtında geldim, yani iyi bir bineğim var; demek ki kral ben olacağım.”
Bindusara biraz sonra keşişe seslendi: “Ey efendi, hadi, devam et.”
Pingala Vatsajiva tekrar konuştu: “Ey efendim, en iyi oturağa sahip çocuk hükümdar olacaktır.”
Bindusara
Çocukların her biri yine aynı şeyi düşündü: “En iyi oturak benim oturağım.” Asoka da kendi kendine düşündü: “Benim oturağım yeryüzüdür! Kral olacak kişi benim.” Münzevi keşiş, aynı şekilde çocukların yiyecekleri, içecekleri ve kullanılan kapların malzemesine bakıp bir işaret aradı. Kehanetini belirttikten sonra da oradan ayrıldı.
Kraliçe oğluna sordu: “Kralın oğullarından hangisi hükümdar olacakmış?”
“Kehanet, kişi ayrımı yapılmadan dile getirildi,” diye cevap verdi Asoka. “Bineğin, oturağın, yiyeceğin, içeceğin ve yemek kabının en iyisine sahip olan kişi kral olacak dendi. Eğer yanılmıyorsam, kral olacak çocuk benden başkası değil. Çünkü bineğim bir fildi, oturağım yeryüzüydü, yiyeceğim pilav ve lordu, içeceğim suydu, kullandığım kap da topraktan yapılmıştı.”
Daha sonra münzevi keşiş, Asoka’nın annesine söylevlerde bulunmaya başladı. Bir gün Kraliçe ona, “Ey efendi, Bindusara’nın ölümü sonrasında oğullarımdan hangisi kral olacaktır?” diye sordu.
“Asoka kral olacak,” diye cevap verdi keşiş.
Bunun üzerine Kraliçe, “Kral bunu anlarsa seni yakında köşeye sıkıştırıp sorgulayabilir. O yüzden ülkeden gitmelisin, sınırın ötesine sığınmalısın. Asoka’nın başa geçtiğini duyduğun zaman tekrar buraya dönebilirsin,” dedi.
Sonrasında keşiş ülkeden ayrıldı ve sınırın ötesine sığındı.
Kral Bindusara, bu olaydan bir zaman sonra Taxila kentini kuşatma kararı aldı. Oğlu Asoka’yı oraya gönderdi ve ona, “Yolun açık olsun oğlum, tez zamanda gidip Taxila kentini ele geçiresin,” dedi.
Kral ona dört bölüklük bir ordu vermişti vermesine ama adamları silahlarla donatmayı ve atlı birliklerle desteklemeyi reddetmişti.
Genç Asoka, ordusuyla birlikte başkentten ayrıldıktan sonra, adamları sitem etmeye başladı: “Prensim, silahımız dahi yok; söyler misiniz, neyle savaşacağız?”
Bunun üzerine Asoka göklere haykırdı:
“Eğer kaderimde hükümdar olmak varsa ve tahtı kazanacak erdeme sahipsem, önümde zırhlı atlar ve silahlar belirsin!”
Prens Asoka, daha sözlerini yeni bitirmişti ki ansızın beliren Devatalar,16 zırhlı atlar ve silahlarla birlikte çıkageldiler.
Prens, biraz sonra zırhlı ve silahlı dört bölüklük birliğiyle Taxila’ya doğru yola koyuldu. Kentin sakinleri, yaklaşık otuz kilometrelik yolu boylu boyunca temizlemişlerdi; ellerinde armağanlarla dolu kaplarla Asoka’yı karşılamak için bekliyorlardı. Huzuruna çıktıktan sonra ona seslendiler: “Hükümdarımıza ya da onun oğluna karşı asla bir düşmanlık beslemiyoruz; lakin hükümdarın nazırları bize zulmediyor.” Asoka, çok geçmeden muhteşem bir coşku seli içinde Taxila kentine girdi. Sonradan benzer şekilde, Svasas Krallığı’na da girdi. Zaman içinde iki çıplak dev de onun yanına sığındı. Devlere yemek verildi; iyiliği karşılıksız bırakmayan devler, orduya katıldı ve birliklerin önünde yürümeye başladı. Asoka’nın yoluna çıkan dağları ikiye ayırıp ona yol açıyorlardı. Devatalar ise şu sözleri dile getirdiler:
“Asoka, yeryüzünün dört bir yanının efendisi bir hükümdar, Chakravartin olacaktır! Onun yolunda hiçbir insan duramaz. En nihayetinde yeryüzü ve denizler, onun hükümdarlığı altına girecektir.”
Günün birinde Kral Bindusara’nın diğer oğullarından Susima, bahçeden Pataliputtra’ya dönüyordu; tam o sırada saray nazırlarından Khallataka da Pataliputtra’dan çıkıyordu. Nazırı karşısında gören Susima, oyun olsun diye, elindeki eldiveni nazırın başına fırlattı. Lakin nazırın aklında başka düşünceler belirdi: “Bugün eldivenini atıyor, yarın öbür gün kral olursa fırlatıp atacağı şey kanunun ta kendisi olur! Bu çocuğun başa geçmesine engel olsam iyi olur.” Nazır, düşüncesi üzerine hiç vakit kaybetmeden prensin sadık beş yüz danışmanına gitti ve onlara şöyle dedi:
“Asoka’nın günün birinde Chakravartin olup yeryüzünün dört bir yanına hükmedeceği ilan edildi; kraliyet tahtına onu oturtmalıyız.”
Başkentte bunlar olurken Taxila sakinleri yeniden ayaklandı. Kral, isyanı bastırması için bu kez oğlu Susi-ma’yı görevlendirdi; lakin Susima, kenttekileri bir türlü hizaya getiremedi.
Bir süre sonra Kral Bindusara, hastalanıp yataklara düştü. Nazırlarına şöyle buyurdu: “Susima’yı yanıma getirin, tacımı ona devredeceğim. Taxila vazifesini de ondan alıp Asoka’ya teslim edin.”
Lakin nazırlar, bunun mümkün olmadığını belirtti: “Efendim, oğlunuz Asoka da hasta.”
Kral Bindusara’nın durumu o kadar kötüydü ki yalnızca birkaç günlük ömrü kalmış gibi duruyordu; bunu fark eden nazırlar, Asoka’nın üstünü başını mücevherlerle donatıp onu babasının huzuruna çıkardılar ve şöyle dediler: “Efendim, şimdilik tahtı Asoka’ya devredebilirsiniz. Susima elbet yakında Taxila’dan döner, o döner dönmez tıpkı dilediğiniz gibi başa onu geçiririz.”
Asoka
Fakat Kral, bunun üzerine öfkeye kapıldı.
Ardından Asoka söz aldı: “Eğer tahta geçmek benim hakkımsa Devatalar tacı benim başıma taksın!” Devatalar ansızın çıkagelip tacı genç prensin başının üstüne koydular.
Bu mucizeye tanık olan Kral Bindusara’nın ağzından oluk oluk kan akmaya başladı, biraz sonra oracıkta öldü.
Asoka’nın hükümdar olup tahta geçiş haberi Yakşalar tarafından göklere, Nagalar tarafından da yeraltına duyuruldu. Haberi duyan Radhagupta inzivasını sonlandırdı; çevrede hep aynı sözleri duyuyordu: “Bindusara’nın dönemi sona erdi! Asoka tahta geçti!”
Susima, olanlar kulağına gelince öfkeden deliye döndü; hiç vakit kaybetmeden Pataliputtra’ya doğru yola çıktı. Lakin başkentin ilk kapısına Asoka tarafından çıplak bir dev yerleştirilmişti, ikinci kapısında da diğer dev dikiliyordu, üçüncü kapıyı koruması için Radhagupta’yı görevlendirmişti, doğu kapısını ise bizzat kendisi savunacaktı. Radhagupta, doğu kapısının önüne ahşaptan bir fil de yaptırmıştı; bu sırada Susima’nın sığabileceği derinlikte bir çukur kazdırdı, içini kömürle doldurdu, üstünü çimenlerle kapattı, çimenlerin üstüne de kum döktü. İşini tamamlayınca Susima’ya seslendi: “Asoka’yı katletmeyi başarırsan başa sen geçeceksin!”
Susima doğu kapısına doğru yöneldi, “Asoka’yı alt edeceğim!” diye haykırıyordu.
Ne var ki yanan kömürle dolu çukurun içine düştü ve acı içinde öldü.
Susima ölmüştü. Efendisinin öldürüldüğünü duyan dev Bhadrayudha, sayıları bini bulan devleri de yanına alarak Bhagavat17 tarafından yönetilen mezhebe girip dini bir yaşamı benimsedi ve hep birlikte Arhat18 seviyesine ulaştılar.
… Dünyevi hükümdarlığın prensi,Chakravartin, yönetmek için doğan,Her bin yılda yalnızca bir kere gelen…—Edwin Arnold, The Light of Asia.
[Закрыть]
Bepul matn qismi tugad.