Kitobni o'qish: «Hawaii Mitleri»

Shrift:

GİRİŞ

Hawaii Adaları’na ait efsaneler, dünyanın herhangi bir ülkesine ait efsaneler kadar çeşitlidir. Aynı zamanda, İngiliz ve Alman çocukların ilgisini çeken peri masallarından biçim ve fikir bakımından farklıdırlar. Hawaii mitolojisi, tüm mitlerin üzerinde yükseldiği ilkeleri temel alır. Ada sakinleri, çok güzel doğa mitleri oluşturmuştur. Bazı olaylar gözlemlenmiş ve hikâye, hayal gücüyle birleşip insanların ilgisini çekebilecek bir hale getirilmiştir.

Honolulu’nun arka kısımlarında yer alan bir vadi olan Manoa’nın Gökkuşağı Kızı, sürekli ölüp tekrar hayata dönen bir prensesin hikâyesidir. Bu hikâye, vadinin üst kısımlarında yer alan dağ yamaçlarında ortaya çıkan ve sis bulutları, vadinin açıldığı çayırlara ulaştığında yok olan bir dizi muhteşem gökkuşağı oluşumuna bir açıklama getirmek için yaratılmıştır. Bir başka örnek de sahip oldukları farklı renkler konusunda Güney Amerika kelebekleri ile yarışan Hawaii Adaları balıklarıdır. Hayal gücü gelişmiş insanlar bu balıkların nasıl boyanmış olabileceğini düşünmüşler. Böylece, hikâye için iki şef arasında geçen bir savaş kurgulamış veya gerçek bir savaşı temel almışlar. İki şeften biri denize düşüp derin suları daimi evi olarak benimseyene kadar şefler dağların yamaçlarında savaşırlar. Şeflerden biri denize düşünce kendine eşsiz ve güzel bir uğraş bulur. Farklı türlerdeki balıkları denizin altındaki evine çağırıp onları canının istediği renklere boyamaya başlar. Böylece, eski zamanlardaki Hawaiililerin kalplerinde yatan en güzel ve en yüce duygulardan türeyen saf bir doğa miti ortaya çıkmıştır.

Bir başka hikâyede, Yunan mitolojisindeki Herkül’e benzer harikalar yaratan kahramanımız Maui, kuşların şarkı söylediğini duyar. Kuşlar ağaçtan ağaca konup parlak tüyleriyle hoş kokulu çiçeklerin arasına karışırken onları gözlemler.

O zamanlarda yaşayan hiç kimse Maui’nin gördüklerini göremezmiş. Gizemli müziği duyabilirlermiş ama söyleyenler görünmezmiş. Duyulan ama görülemeyen bu tuhaf yaratıklara ilişkin kurulan hayaller epey fazladır. Maui en sonunda arkadaşlarına acıyarak kuşları görünür kılar. İnsanlık o zamandan beri ormandaki komşularının söylediği şarkıları hem duyabiliyor hem de güzelliklerini görebiliyor.


Buna benzer doğa mitleri, herhangi bir Avrupa peri masalı kadar korunmaya değerdir. Fikirlerin saflığı, hayal gücünün canlılığı ve renklerin zarafetiyle Hawaii mitlerinin, hayal gücüyle canlandırılan doğa hikâyeleri arasında önemli bir yeri olmalıdır.

Hawaii halk edebiyatının başka bir yanı da karşılaştırma yapmaya değerdir. “Dev Avcısı Jack” hikâyesini ve başka ülkelerin sisli topraklarında yaşayan diğer kahramanları sevenler, çok becerikli bir Hawaiili yarı tanrı olan, büyülü bir kancayla balığa gittiğinde okyanusun dibinden bir grup adayı çıkarıveren Maui’nin olağanüstü maceralarını okumaktan keyif alabilir. Bu hikâye, sanki normal seyrin çok az dışına çıkılmış bir seyahatmiş gibi gerçekçi bir şekilde anlatılmıştır. Maui, dağlarında volkanik alevler hiç sönmeyen bir diyarda yaşarmış. Buna rağmen gece esen soğuk rüzgârlar, evvelki günden kalan özenle korunmuş ateşi söndürdüğünde sıcak bir kor parçası bulabilmek için elli altmış kilometre yol yürümek biraz zahmetliymiş. Bu yüzden bazı zeki kuşların ateş yakabildiklerini görünce kuşların liderini yakalayıp ve belli başlı dalları ateş çıkana kadar birbirine sürtmelerine ilişkin sırrı açıklamaya zorlamış.

Maui, kapanlar yapıp güneşi yakalamış. Sonra da gökyüzünde düzenli ve yavaş bir şekilde gezinmesi için ona büyü yapmış. Böylece günler insanların ihtiyaçlarına uygun şekilde düzenlenmiş.

Maui, gökler bitkilerin üzerinde fazlasıyla durup yapraklarını düzleştirdikten sonra onları havaya kaldırmış.

Nehrin birinde bir kaya çıkıntısı varmış. Bu nedenle Maui bir ağacı yerinden söküp çıkıntıyı içeri sokmuş, böylece hem su hem de insanlar için bir geçit açmış. İnsanların kullanabileceği birçok şey icat etmiş. Ama aynı zamanda arkadaşlarına yaptığı muzip şakalar nedeniyle dertsiz geçen bir günü olmamış.

Periler ve cüceler, ormanda yaşarmış. Tapınak, duvar, kano gibi şeyler inşa edip uyarılarda bulunmak için geceleri ortaya çıkarlarmış. Kuşlar ve balıklar, onları koruyucu tanrısal varlıklar olarak sahiplenen ailelerin yetenekli ve zeki muhafızlarıymış. Parlak tüylü, tatlı dilli kuşlar her zaman şeflerin sadık yardımcılarıymış, ayrıca göz kulak oldukları kişilerle konuşabiliyorlarmış. Köpekbalığı ve diğer güçlü balıklar, onlara kurban adayanlar için güvenilir elçilermiş. Bağlılık duyduklarını genellikle bir adadan diğerine taşır, onları birçok tehlikeden korurlarmış.

Hawaii efsanelerinde kimi zaman korkunç, tüyler ürperten şeyler de yer alır. Örneğin efsanelerde zehirli bir ağaçtan bahsedilir. Bu ağaç Hawaii tanrıları arasında en çok korkulan tanrılardan biri olmuştur. Yamyam köpekler, hayaletler ve hatta şefler bile geçmişin meşhur karakterleri arasında ön plana çıkar.

O çağlarda, bu dünyadan göçüp gitmiş ruhların yardımıyla birine ölüm büyüsü yapılabileceğine inanılırdı, bu inanış günümüzde de devam etmektedir.

Adanın neredeyse her vadisinin kendine has tuhaf ve ilginç mitleri vardır. Bu mitlerin altında hayal gücüyle harmanlanıp olağanüstü olaylara dönüştürülen bir takım tarihsel gerçekler vardır. Mitlerde bazı gizli mağaralardan bahsedilir. Bu mağaralara yalnızca büyük dalgaların altına ya da göletlerin derinliklerine dalarak ulaşmak mümkündür. Aşk ve macera hikâyeleri işte buralarda kümelenmektedir.

Seyahatleri tüm Hawaii Adaları’na yayılan birçok mitolojik karakter vardır. Maui hikâyeleri, büyük Hawaii Adası ve onun bitişiğinde yer alan Maui adlı adanın bir bölümüyle sınırlı değildir. Bu hikâyeler tüm adalarda karman çorman bir şekilde anlatılır. En aktif volkanların bulunduğu bölgelerde yaşayan Pele ile kimi zaman kocası, fakat genellikle düşmanı olarak anlatılan Kamapuaa bu hikâyelerin hepsinde vardır. İkisi arasındaki çatışmalar, fırtına veya okyanus dalgalarıyla gönderilen lav akıntıları ile ifade edilirdi. Kadim Hawaiililerin ateşi ve suyu ilahlaştırmak gibi bir fikirlerinin olduğundan şüphe edilemez. Yine de kadın ve erkek arasındaki süregelen çekişme, doğanın birbirine düşman olan iki elementi arasındaki sonsuz bir husumete benzer.

Bu sisli topraklara ulaşıldığında tarihsel gerçeklere dayanan zengin bir halk edebiyatı karşınıza çıkar. Şefler ve tanrılar, Nibelungen Destanı zamanlarında olduğu gibi birliktedir. Pasifik Okyanusu’nda yer alan, gezgin kahramanlara dair şarkı ve hikâyelerde sıklıkla isimleri anılan birçok uzak adaya seyahatler gerçekleştirilir. Samoalı bir şef, Hawaii Adaları’nın en büyüğünde bir kraliyet ailesi kurar ve Hawaiili bir şef de Tahiti’nin hükümdarı olur.

Pasifik korsanlarının elbette ki gemicilikle alakalı birçok hikâyesi vardır ki bunlar Vikinglerin yaptığı seyahatlere denktir.

Hawaii Adaları efsaneleri doğa olgusuna ilişkin bir anlayış açığa çıkardığından ve Hawaiililerin ilk dönem tarihini mitolojik bir arka planla ortaya koyduğundan kendi içlerinde değerlidir. Bununla birlikte, söz konusu efsaneler, diğer Pasifik adalarındaki efsanelerle kıyaslandığında da oldukça değerlidir. Diğer milletlerin halk edebiyatıyla karşılaştırıldığında son derece ilginç oldukları görülür.

I
Wahaula Tapınağı Hayaleti

Hawaii tapınakları, hiçbir zaman birer sanat eseri olmamıştı. Tapınağın üzerine inşa edileceği arazinin yakınlarında daima soğumuş lavlar bulunurdu. Yontulmamış sert taşlar kolaylıkla üst üste yığılarak devasa duvarlar haline getirilir, sunak ve zemin oluşturmak için taraçalarda biriktirilirdi. Suyun etkisiyle aşınmış çakıl taşları, en yakın kumsaldan getirilip engebeli zemine dağıtılır, böylece çıplak ayakla gezinen tapınak sakinlerinin sivri volkanik taşlara basıp sık sık yaralanmaması için nispeten daha pürüzsüz bir zeminden geçmeleri sağlanırdı. Taraçalarda bulunan, ottan yapılma derme çatma barınaklar, rahiplerin ve zaman zaman sunakları ziyaret eden yüksek mertebeli şeflerin meskeni olurdu. Genellikle tapınağın bir yanına putlar için yükseltilmiş, üzeri düz taş yığınları oluşturulur, kurbanlar da bunların önüne yerleştirilirdi. Detayların sadeliği, tapınak inşasının her adımında kendini gösterirdi.

İster yakın geçmişte ister kadim zamanlarda yapılmış olsunlar, bahsi geçen tapınaklarda sütunların ya da kemerli geçitlerin en ilkel tasarımlarına dahi rastlanmaz. Taptıkları yüce tanrıların tasvirlerinde dahi herhangi bir süsleme girişiminde bulunulmamıştır. Önlerinde kurbanlar sunup dualar ettikleri bu tasvirler kaba, tuhaf ve çirkindi.

Hawaii Adaları’nda bulunan heiaulara1 veya tapınaklara gelen ziyaretçi sayısı yok denecek kadar azdır. Günümüzde bu yapılar, bir zamanlar kutsal ibadetler için kullanılan yerlerden daha çok devasa duvarlarla çevrili ağıllara benzemektedir.

Kalapana yakınlarında, Hawaii adasının güneydoğu kıyısında, Hawaii Adaları’ndaki en büyük, en eski ve günümüze dek en iyi korunmuş heiau, yani tapınak bulunur. Onu diğer Hawaii tapınaklarının mimari çizgisinden ayıran bir tarafı yoktur. Tapınak olarak adlandırılmasının tek nedeni de Hawaiililerin dini âdetleriyle yakından ilişkilendirilmesidir. Duvarları bir iki metre kalınlığında olup yer yer üç veya dört metre yüksekliğindedir. Odalara ve bölümlere ayrılmıştır. Bunlardan birinde, kurbanların (bazen insanların), taş duvarlara yaslanmış çirkin putlara sunulmadan önce üzerinde vahşice öldürüldükleri kocaman bir kurban taşı bulunur.

Bu heiau şimdilerde Wahaula veya “kızıl ağız” olarak anılır. Eski çağlarda ise Ahaula veya “kızıl meclis” olarak bilinirdi. Bu isimlerin çıkış noktasının, dönemin rahip ve diğer görevlilerin geçit törenlerinde veya kutsal törenlerin bir kısmında kırmızı pelerin giymeleri olduğu söylenebilir.

Bu tapınağın, aynı adanın kuzey kıyısındaki Kohala’da bulunan heiau hariç tüm Hawaii tapınaklarının en eskisi olduğu söylenir. Bu iki tapınağın, onları inşa ettiği iddia edilen, Samoa’ya bağlı Upolu doğumlu bir rahip olan Paao zamanına dayandığı söylenir. Paao, anlatılanlara göre Kurtarıcı Yüce İsa’nın izinden gitmeye başlayan son yüce rahip Hewahewa’ya kadar birkaç yüzyıl boyunca Kamehameha’ların kraliyet soyu ile paralel giden rahip soyunun babasıydı. Burası, Hıristiyan misyonerlerin gelmesinden kısa bir süre önce eski tabu ve dini törenlerin şefler tarafından yok edilmesi sırasında yerle bir edilen son tapınaktı. O dönemde rahiplerin ottan yapılma evleri ateşe verildi. Sunaklarda bulunan tahta putlar, falcıların bambu kulübeleri, duvarlarda bulunan kaba tasvirler, antik ibadet usullerine dair yakılabilecek ne varsa onlarla birlikte alevlerin içine atıldı. Geriye sadece duvarlar ve sert taştan yapılma zemin kaldı.



Tapınağın dış bahçesinde, adaların en meşhur kutsal mezarı vardı. Buradaki toprağın, karasal bölgedeki dağlık alanlardan getirilmiş, üzerindeki yaprak ve yıpranmış ağaçlarsa toprağın sürekliliği için sonradan eklenmişti. O dönemde adalarda bulunan bütün ağaç türlerinin Paao’nun soyundan gelen rahipler tarafından toplanıp buraya yani en beklenmedik yere getirildiği söylenirdi. Bu mezar günümüzde, tapınak duvarlarının yanında kalan ve insanların batıl inançları dolayısıyla korkuyla yaklaştıkları bir yapıdır. Oraya dikilen birçok ağaç ölmüş, geriye ise yalnızca daha dayanıklı ve yüzyıllar önce rahiplerin gösterdiği türden bir ilgiye daha az ihtiyaç duyanları kalmıştır.

Tapınak, eski bir lav akıntısının sert, keskin ve parçalanmış kayalarının bulunduğu kıyının yakınlarında inşa edilmiştir. Tapınağın içinde ve etrafında yer kazılarak volkanik taşlar çıkarılmış, böylece bir metre genişliğinde ve yarım metre derinliğinde çukurlar oluşmuştur. Bu çukurlar, rahiplerin döneminde dağlardan getirilen topraklarla kapatıldı. Bu bölgelerde tatlı patates, gölevez2 ve muz yetiştirildi. Şimdilerde, yağan yağmurlar toprağı alıp götürdüğünden eski tarımsal faaliyetlere dair bir iz kalmamıştır. Bunlar ve Wahaula’ya giden yollar boyunca yer alan çukurlar ince yapılı, sert volkanik taşların çıkarılmasıyla oluştu. Şiddetli yağışlar gerçekleştiğinde küçük oluklar, su damlalarını bu çukurlara taşıdı ve böylece küçük sarnıçlar oluştu. Bir papaz kabilesinden diğerine koşan ulakların, kutsal bölgeye gelen gezginlerin veya ibadet eden insanların susuzluklarını gidermek için buralarda neredeyse her zaman birkaç damla su bulabildiği söylenir.

Bu su birikintilerinin üstü genellikle büyük, düz bir taşla örtülür, sular bu taşın altından sarnıçlara doğru akardı. Günümüzde bu küçük su birikintileri, Wahaula tapınağının üzerine inşa edildiği parçalanmış a-a lavı3 yatağına bitişik pahoehoe4 lav tabakası boyunca devam eden patikayı belirler. Birçoğunun üstü eski çağlarda olduğu gibi örtülüdür.

Bu kaba ve eski tapınağın etrafını saran, yüzyılların beraberinde getirdiği gizem bulutundan efsanelerin ortaya çıkması hiç de tuhaf değildir.

Wahaula, en yüksek mertebedeki tabu tapınaktı. Yerlilerin ilahisinde şöyle söylenir:

 
No keia heiau oia ke kapu enaena.
 
 
(Bu tapınakla ilgili her şey ateşiyle yakar.)
 

Enaena, “çok şiddetli bir öfkeyle yanıp tutuşmak” anlamına gelir. Tapınak, öyle tabu (kutsal ve yasaklı) ya da kapu olarak görülüyordu ki ateşinden çıkan dumanın herhangi bir insana, hatta şeflerden birine rastlaması bile onun ölüm cezasına çarptırılmasına yetecek bir sebepti. Ölüm cezasına çarptırılanların cansız bedenleri ise tapınağın tanrılarına sunulurdu.

Bu tanrılar, Hawaiili tanrıların en yüksek mertebeli olanlarıydı. Belirli günler, Lono5 veya Pasifik Okyanusu’ndaki diğer ada topluluklarında bilinen adıyla Ron-go’ya6 ait görülürdü ve o günlerde sadece ona ibadet edilirdi. Bazı günler de yine Yeni Zelanda’dan Tahiti’ye kadar bilinen ve kendisine tapılan Ku adlı tanrıya aitti. Diğer zamanlarda ise çoğu Polinezyalının Tane adıyla bildiği tanrı Kane, en yüce tanrı olarak görülürdü. Bununla birlikte, kimi zaman Samoa ve diğer takımadalarda tanrıların en yücesi olarak tapılan Kanaola veya diğer adıyla Tanaora’nın, kurbanlar kesilmesi ve ilahiler söylenmesi için diğerlerinden özel olarak ayrılmış günleri vardı.

Bu tapınağın Mu tanrısı ya da diğer adıyla “beden avcısı”, görünüşe göre yardımcılarıyla birlikte dur durak bilmeden kendine insan kurbanlar arardı; rüzgârın, tapınakta yanan ateşlerden çıkan dumanı üflediği yere hiçbir şeyden haberi olmadan öylece gidiveren talihsizlerin vay halineydi! Kimseler de o kişiyi insan avcısının elinden kurtarmaya cesaret edemezdi, çünkü eğer biri bunu yapacak olsa tüm tanrıların gazabı yaşadığı süre boyunca üzerinde olurdu.

Wahaula’nın çevresinde yaşayan insanlar, dumanların izlediği yolu dikkatle takip ederek rüzgârların yönünü büyük bir endişeyle izlerdi. Bu dumanlar, taptıkları tanrının gönderdiği gölgelerdi ve tüm bu adaların en yüce şefinin ya da kralının gölgesinden bile çok daha kutsaldı.

Sıradan bir adamın gölgesi herhangi bir tabu şefin, özellikle de yüksek mertebeli bir şefin üzerine düşerse bu onun ölümle cezalandırılmasına yeterdi. Fakat bu “yakıcı tabu” gereği tapınakta kendisine tapınılan tanrının dumanının ya da gölgesinin kendisine yaklaşmasına ya da üzerine çökmesine izin veren biri olursa bu öyle büyük bir saygısızlık anlamına gelirdi ki tanrı enaena olur, öfkeden kıpkızıl kesilirdi.

Çağlar önce, kendisini Kahele adıyla tanıyacağımız, ada etrafında özel bir yolculuğa çıkarak bütün meşhur ve kutsal yerleri ziyaret edip diğer bölgelerin tüm alii’y-le7 yani şefleriyle tanışmaya karar verdi.

Kahele, bir bölgeden diğer bölgeye gitmeye başladı. Bazen gittiği bölgelerdeki şeflerle birlikte papa-hee denilen sörf tahtalarına bindi, beyaz köpüklü sularda hızla kıyıya doğru sürüklenip sörf yaparak eğlendi. Bazen gecelerini birbiri ardına pili waiwai denilen kumar oyunları oynayarak geçirdi. Bazen ise Hawaiili şeflerin dik ve yeşillikli yollarda yarışmak için kullandıkları holua denilen dar kızaklara bindi. Kutsal şeylere karşı derin bir samimiyet duyarak heiausların en ünlülerini ziyaret etti, tanrılarına sunulan adaklara katkıda bulundu. Günlerini bu şekilde geçirdi ve yavaş ilerleyen yolculuğu çok hoşuna gitti.

Bu dönemde, Wahaula Tapınağı’nın bulunduğu Puna topraklarına geldi.

Heyhat! Kahele, geçmişe dair daha önceden duyduğu birçok hikâyenin ve yolculuğunda geçirdiği güzel zamanların arasında Wahaula dumanı tabusunun kendine has gücünü unutmuştu. Güneyden sert rüzgârlar esiyor, zaman zaman yön değiştiriyordu. Genç adam ucundan bakıldığında tapınağın duvarlarının fark edilebileceği kutsal bahçeyi gördü. Tapınakta yakılan ateşlerden çıkan ince duman halkaları bir oraya bir buraya doğru hareket ediyordu.

Kahele, aceleyle tapınağa doğru gitti. Mu, onun gelişini izlemekteydi, neşeyle onu yeni kurbanı olarak belirledi. Tanrıların sunakları boştu. Genç adamın üzerine biraz bile duman değse kimse onu celladının ellerinden kurtaramazdı.

O korku dolu an geldi çattı. Tapınak ateşlerinden birinin sıcak nefesi, genç şefin yanağına değdi. Çok geçmeden Mu’nun sopa darbesiyle genç adam tapınağın bahçesindeki sert taşlara bilincini yitirmiş bir şekilde serildi. Tanrıların gazabından doğan dumanlar adamın üzerine çöktü ve sunaklarda kurban olarak verilmesi gerektiği anlaşıldı.

Hâlâ canlı olan adamın bedeni kurban taşına doğru atıldı. Sert bambu ağacından yapılma bıçaklar, adamın kanının taşın üzerinde bulunan deliklerden aşağı akmasını sağladı. Adamın vücudu hızla parçalara ayrılarak kurban olarak sunuldu.

Rahipler, adamın derisi çürüdükten sonra özel bir nedenden dolayı kemikleri bir kenara ayırdı. Efsaneler, kemiklerin kötü işlerde kullanıldığını ima eder. Belki de bu, kemiklerin çekirge unihipili kemiklerine benzer şekilde toplanması, yani toplanıp büyücülükte kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar gibi kemik yığınları dualar ve büyülerden oluşan bir süreçten geçirilirdi, ta ki sonunda o yığının içinde yaşayan yeni bir ruhun ortaya çıktığına ve kişiye büyücülükle ilgili işlerde tuhaf bir güç verdiği düşünülene kadar.

Kahele’nin ruhu, vücudundan kalan parçalarla yapılanlara karşı isyan etti. Kendi memleketine dönmek istedi; böylece kendi seçtiği yoldaşlarıyla ölüler diyarının tadını çıkarabilirdi. Ruhu, tapınağın karanlık köşelerinde durmak bilmeden gezinip, kemiklerini kullanan rahipleri izledi.

Hayalet, çaresizce öfkelendi ve içinde bulunduğu durumdan dolayı huysuzlanmaya başladı. Bedeninden ayrılmış bir ruhun rahiplerin ilgisini çekmek için ne yapması gerekiyorsa hepsini yaptı.

En sonunda ruhu, işkence gördüğü yerden bir gece ayrılıp kısa bir süre önce neşeyle bıraktığı yuvasına döndü.

Kahele’nin babası, Kau’nun yüce şefiydi. Hizmetkârlarıyla çevrili olan adam günlerini sessiz sakin bir halde oğlunun dönüşünü bekleyerek geçiriyordu.

Bir gece çok ilginç bir rüya gördü. Ruhlar âleminin gizemli köşelerinden kendisine seslenen bir ses duydu. Adam bu sese kulak verirken yanında bir hayalet belirdi. Bu hayalet oğlu Kahele’nin ta kendisiydi.

Hayalet, öldürüldüğünü ve kemiklerinin kötü işlerde kullanılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını babasına rüya vasıtasıyla söyledi.

Babası korkudan uyuşmuş bir halde kalktı ve oğlunun acilen yardımına ihtiyacı olduğunu anladı. Derhal kabilesinin yanından ayrıldı. Oğlunun nerede veya ne zaman öldüğünü bilmeden, ama kendisine görünenin kesinlikle oğlunun ruhu olduğundan emin halde gizlice bir bölgeden diğerine seyahat etti. Genç adamın izini bulmak zor olmadı, çünkü yol boyunca açıkça görülen ayak izleri bırakmıştı. Utanılacak ya da ayıplanacak bir şey yoktu. Babası aceleyle hareket ederken kalbi gururla doldu.

Zaman zaman ruhlar âleminden gelen sesin kendisine ölü oğlunun kemiklerini kurtarmasını söylediğini duydu. Sonunda yolculuğunun neredeyse tamamlandığını hissetti. Kahele’nin ayak izlerini neredeyse adanın her yerinde izlemişti ve sonunda Puna’ya, yani memleketi Kanu’ya dönmeden önceki son bölgeye vardı.

Geceleri gördüğü rüyada ruhun sesini duyabiliyordu. Ruh, kendisine sık sık uyarılarda ve yönlendirmelerde bulunuyordu.

Şef, en sonunda Wahaula’nın lav yataklarına geldi ve dinlenmek için uzandı. Hayalet, yine rüyasına girerek büyük bir tehlikenin çok yakında olduğunu söyledi. Şef, çok güçlü bir adamdı. Ayrıca çok atletik ve cesur biriydi. Ama ruhun sesine kulak vererek sabahın erken saatlerinde kalktı, kukui ağacından fındık toplayıp ezerek yağını çıkardı ve bütün vücuduna sürdü.

Şüpheleri üstüne çekmemek için hiçbir şeyi umursamadan yürümeye başladı ve Wahaula Tapınağı’nın yakınlarına doğru gitti. Çok geçmeden onu karşılamak için bir adam geldi. Bu adam bir Olohe, yani o bölgeyi istila eden, kanun nedir tanımayan bir hırsız çetesine mensup, sakalsız bir adamdı. Muhtemelen tapınağın, sunaklar için kurban toplayan insan avcılarına yardım ediyordu. Bu Olohe, çok güçlüydü, kendine çok güveniyordu. Puna’dan yalnız başına gelen bu yabancıyı alt etmekte biraz olsun zorluk yaşayacağını düşünmüyordu.

Bu iki adam arasındaki savaş neredeyse bütün gün boyunca şiddetle devam etti. Birbirlerini volkanik taş yatakları üzerinde bir o yana bir bu yana savurdular. Şef’in yağlı vücudu, Olohe’nin kendisini yakalamasını zorlaştırıyordu. Tekrar tekrar sert volkanik taşların üzerine düşmekten yaralanan ve kan kaybeden iki savaşçı da oldukça yoruldular. En sonunda şef, bir hamle yapıp Olohe’yi kaçışı olmayan dar bir yere iterek yakaladı, ardından kemiklerini kırıp öldürdü.

Gecenin gölgesi tapınağın üzerine ve kutsal mezara çökerken şef, korkunç, tabu duvarlara doğru sessizce sürünmeye başladı. Kendini gizleyerek hayaletin gelip yapılacak en iyi şeyi anlatmasını bekledi. Hayalet en sonunda geldi. Kemiklerin saklandığı gizli yere güvenle girebilmek için uygun zamanı sabırla beklemesini söyledi.

Şef, günler ve geceler boyunca tapınağın yanında saklandı. Aile tanrılarının korumasına girebilmek için gizlice dualar ve büyülü sözler mırıldandı.

Bir gece hava oldukça karanlıktı. Tapınağın rahip ve bekçileri, kimsenin bu kutsal bölgeye girmeye kalkışmayacağına emindi. Bütün tapınak sakinlerinin üzerine derin bir uyku çöktü.

Daha sonra Kahele’nin hayaleti aceleyle babasının uyuduğu yere doğru giderek önünde bulunan tehlikeli görevi anlatmak için onu uyandırdı.

Baba ayağa kalktığında hayaletin karanlığın içerisinde şekil aldığını, kendisini takip etmesini işaret ettiğini gördü. Hayalet büyük bir kayanın yanında durup duvarın belli bir bölümünü işaret edene kadar tapınak duvarları boyunca engebeli yoldan büyük bir dikkatle adım adım yürüdü.

Baba, tam olarak hayaletin işaret ettiği yerde bulunan taşı kavradı. Taş, duvardan kolayca çıkınca kendisi de şaşırdı. Taşı çıkardığı yerde kalan boşlukta bir yığın kırılmış kemik vardı. Hayalet, şefin kemikleri alıp oradan hızla ayrılmasını istedi.

Baba bu isteğe uydu ve tanrıların ateşli gazabını gösterdiği bu tapınaktan uzaklaşıp güvende oluncaya kadar hayalet rehberini takip etti. Kemikleri Kau’ya götürerek kendi gizli aile mezarlığına gömdü.

Wahaula hayaleti ise ruhlar âlemine büyük bir sevinçle katıldı. Ölüm zamanı artık gelmişti. Genç şefin bedeni, tapınaktaki dini törenler için alınmıştı. Fakat bedenin sonunda yok edilmesi ve ruhun göçüp gitmesi nedeniyle kötü şeyler yapılamamıştı.

1.Heiau: Eski zamanlardan kalma bir tür Hawaii tapınağıdır. (ç.n.)
2.Gölevez, yılanyastığıgiller familyasından oldukça yüksek miktarda potasyum içeren bir bitkidir. Asya, Afrika, Orta Amerika ve Pasifik adalarında yaşayan 400-500 milyon insanın temel gıda kaynağıdır. Taro veya kolokas olarak da bilinir. (ç.n.)
3.A-a, lav akıntısının üç temel türünden biridir. Kömür cürufu adı verilen parçalanmış lav parçalarının oluşturduğu sert ve çakıllı yüzeye sahip bazaltik türde bir lavdır. (ç.n.)
4.Pahoehoe: Yumuşak, dalgalı, inişli çıkışlı ve yapışkan yüzeye sahip bir tür bazaltik lavdır. (ç.n.)
5.Lono: Hawaii dininde bereket, tarım, yağış, müzik ve barış ile ilişkilendirilirdi. Birçok efsaneye göre, Lono, Laka ile evlenmek için bir gökkuşağı üzerinde dünyaya gelmiştir. Dünya oluşmadan önce var olduğu iddia edilen dört tanrıdan biri olduğu söylenir. (ç.n.)
6.Rongo: Maori mitolojisinde, ekinlerle özellikle de bir tür tatlı patates olan kumara ile özdeşleştirilen tanrıdır. (ç.n.)
7.Alii: Hawaii dilinde hükümdarların soyunu belirten bir ifadedir. Samoa dilinde ve diğer Polinezya dillerinde de aynı anlamı taşır. (ç.n.)
28 914,62 s`om