Kitobni o'qish: «Kızılderili masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya. Ardından, Doğu ve Batı’yı birleştiren geniş coğrafyamızda, nesillerdir sürdürdüğümüz sözlü geleneği kâğıda taşıdık ve masal dizimize ülkemizle devam ettik. Şimdi ise Kızılderililerin kadim ve renkli kültürlerinden beslenen masalları okurlarımıza sunmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını iste dik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Masalcı Hazretleri
Kızılderililerin masalcısı IAGOO ufak tefek, yaşlıca bir adamdır. Yüzü ceviz kabuğu gibi karadır, vücudu da eğri büğrü bir sopaya benzer. Gözleri, diğer insanlarınkinin iki katı büyüklüktedir. Öyle ki yanından süzülerek geçen bir kuşun kanatlarında iki kat fazla tüy görür, tüylerin altındaki bütün o küçük renkleri açıkça seçebilir. Aynı şekilde kulakları da sıradan insanların kulaklarının iki katıdır. Bu yüzden onlara küçücük bir tıkırtı gibi gelen ses Iagoo’ya gök gürültüsü gibi duyulur. Bacakları çevik, kolları kuvvetlidir. Bu nedenle diğer herkesten iki kat hızlı ve uzağa koşup yine iki kat fazla ağırlık kaldırabilir.
Kimse ona inanmaz ama herkes onu dinlemeye can atar. Ondan başkasının bir benzerini görmediği ama kulağa hoş gelen şeyler anlatır. Iagoo, anlattıklarının doğru olduğunu söyler. Kızılderililer, göller ile nehirler donduğu için balık tutamadıkları, lapa lapa yağan kar yüzünden ava çıkamadıkları zamanlarda, ayı kürkünden yapılmış en kalın paltolarına sarınıp masalcının çadırına giderek ateş başına çömelir ve Iagoo’nun gözükmesini beklerler. Fırtına, onlarla dalga geçer gibi çadırın etrafında dans ederek kum gibi sert ve kuru kar tanelerini eşiğe fırlatırken, Iagoo onları yalnız bırakmayacaktır.
Iagoo, aylarca ortadan kaybolduktan sonra yepyeni ve muhteşem hikâyelerle geri döner. Gözleri ateşten, pençeleri çelikten ayılarla, kanatları kano yelkeni gibi geniş sineklerle ve atlarınki gibi yeleleri olan yılanlarla karşılaşmıştır.
Bir keresinde bir nilüfer bulmuştu. Bu nilüferin yaprakları öyle genişti ki bunlardan karısına bir eteklik yaptı. Bir başka sefer, etrafında dolanması yarım gününü alan kocaman bir çalılık gördü.
Bir yaz akşamı kapı eşiğinde otururken, öylesine bir ok fırlatıvermişti. Attığı ok, nehirde yüzen bir kuğu ile yirmi çift ördeği öldürüp yoluna devam ederek nehir kenarındaki iki dalgıçkuşunu fena yaraladı, geri sıçrayıp suya dokunduğu sırada dev bir balığı öldürdü.
Iagoo, yaşadığı topraklardaki en yaşlı meşe ağacının henüz kozalak olduğu günleri hatırlar. Beyaz adamlar bu topraklardan kaybolup gittikten sonra bile kendisinin daha uzun yıllar yaşayacağını söyler.
İşte bunlar, Iagoo’nun küçük Soluk Benizlililer için kâğıda dökülmüş masallarıdır. Amerika kıtasının perileri, devleri, cüceleri, cadıları ve büyücülerinden söz edilir bu masallarda.
Kar Kuşu ve Su Kaplanı
Kar Kuşu, Bozayı’nın çok sevdiği karısıydı. Cesur avcı Bozayı’nın evi, Büyük Nehir’in kıyısındaydı. Çadırında daima erzak bulunurdu. Bütün kabiledeki en güzel mokasenler, karısı Kar Kuşu’nun ayağındakilerdi. Şef’in kızlarının giydikleri hariç tabii; ama onlar bile mokasenlerinin güzelliğini Kar Kuşu’nun verdiği tüylere borçluydular. Ona tüyleri nereden bulduğunu soracak olursanız, “Kocam avdan getirdi,” diye cevap verirdi gururla.
Bozayı ve karısının canlarından çok sevdikleri küçük bir bebekleri vardı. Ona “Güvercin” adını vermişlerdi, çünkü hiç durmadan “Guk, guk,” diyordu. Ama günün birinde çocuklarının daha asil bir ad kazanacağını umuyorlardı. Düşmanla savaşacak ya da kabileye korku yaşatan bir hayvanı öldürecek ve böylece kendi adını alacaktı.
Bu üçüne kalsa, çok mutlu bir aile olacaklardı. Güvercin’in doğumundan çok önce evlat edindikleri yetim oğlan da onları hiç üzmüyor, aksine her işlerine yardımcı oluyordu. Ama çadırda onlarla yaşayan bir kişi daha vardı: Bozayı’nın annesi. Bu, kötü kalpli ve yaşlı bir kadındı. Diğer oğullarının karılarından hiçbiri onu kendi çadırlarında istemiyordu. Bozayı en küçük oğluydu ve daima en sevdiği çocuğu olmuştu. Başka kimseye davranmadığı kadar iyi davranırdı ona. Bozayı da annesini sever, ona iyi bakardı. Kar Kuşu’yla evlendikten sonra bile önceden her şey nasılsa öyle devam etti. Fakat ihtiyar kadın çok kıskançtı. Bozayı avdan getirdiği fare dudağı ya da ayı böbreği gibi enfes parçaları karısına verdiğinde, Kar Kuşu’na karşı büyük bir nefret duyuyor ve ateş başındaki köşesinde kendi kendine homurdanıp duruyordu.
Her gün “davetsiz misafir” dediği gelininden nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu. Bir zamanlar cesur bir şefin tek oğluyla evlenerek çadırının hanımı olduğunu ve tıpkı oğlu Bozayı’nın Kar Kuşu’na davrandığı gibi kocasının ona ne kadar iyi davrandığını unutmuştu.
Bir gün bütün işler halledilince yaşlı kadın gelininden dışarı çıkıp Büyük Göl kenarında bulduğu salıncağa bakmasını istedi. Yüksek bir kaya üzerinde asılı, eğri büğrü bir üzüm asmasıydı bu. Fakat çok sağlamdı çünkü yıllardır orada durmaktaydı ve iki büyük ağacın köklerine sıkıca bağlanmıştı. İlk olarak salıncağa ihtiyar kadın bindi, asmayı sıkıca kavrayarak suların ortasına ulaşana dek sallandı durdu. “Çok güzel,” dedi, “Sen de denesene!”
Bunun üzerine Kar Kuşu salıncağa bindi. Gölden yükselen tatlı esintinin tadını çıkardığı esnada yaşlı kadın ağaçların arkasına sıvıştı ve salıncak tam hızını alıp da Kar Kuşu suyun üzerine varınca asmayı keserek ta aşağı düşmesine neden oldu. Genç kadına ne oldu diye bakmak için bir an bile beklemedi.
Hemen eve gidip gelininin kıyafetlerini giydi. Sonra Kar Kuşu’nun ateş başındaki yerine oturdu, kırışıklıkları gözükmesin diye de yüzünü iyice örtüp sakladı.
Bozayı eve gelince ateş başında oturanı karısı sanarak avdan getirdiği lezzetli yiyecekleri ona verdi. Kadın, feryat figan ağlamakta olan bebeğe hiç aldırış etmeden açgözlülükle her şeyi yiyip bitirdi.
“Küçük Güvercin neden ağlayıp duruyor?” diye sordu babası.
“Bilmiyorum,” dedi yaşlı kadın, “Karnı açtır herhalde.”
Ardından bebeği kaldırıp iyice salladı, sanki emziriyormuş gibi yaptı. Ama yavrucak öncekinden de yüksek bir sesle ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine çocuğun kulaklarını çekip sesini kessin diye ağzına bir şeyler tıkıştırdı.
Bozayı, karısının çok sinirli olduğunu düşünerek piposunu alıp çadırdan ayrıldı.
Yetim oğlan bütün yaşananları dikkatle izlemiş ve durumdan şüphelenmişti. Ateş başına gidip külleri temizliyormuş gbi yaptı. Yaşlı kadının ona bakmadığı bir anda odunları karıştırınca alevlerin yükselmesi sayesinde kadının yüzünü açıkça görebildi. Bir şeylerin yolunda olmadığından artık emindi.
“Kar Kuşu nerede?” diye sordu.
“Şişt!” dedi yaşlı kadın. “Göl kenarında, salıncakta sallanıyor.” Bunun üzerine çocuk başka bir şey sormadı, hemen çadırdan çıkıp göle gitti. Kesik salıncağı görünce neler olduğunu tahmin ederek Bozayı’yı aramaya koyuldu ve öğrendiklerini ona anlattı.
Bozayı, annesi hakkında kötü şeyler düşünmek istemediği için ona hiçbir şey sormadı. Üzgün bir halde çadırının kapısı önünde bir aşağı bir yukarı volta atıp durdu. Sonra yas tuttuğunu göstermek için biraz siyah boya alıp yüzüne ve vücuduna sürdü. Ardından uzun mızrağını ters çevirerek toprağa sapladı. Sonra şimşeklerin çakıp göklerin gürlemesi, yağmur yağması için dua etti. Böylece karısının bedeni gölden çıkıp yükselebilirdi.
Her gün oraya gitti ama gökyüzünün aralıksız gürlemesine, yıldırımların çadırın yakınındaki koca meşe ağacını baştan aşağı yarmış olmasına rağmen sevgili karısı Kar Kuşu’ndan eser yoktu. Bazen yağmur altında, bazen ise gün ışığında, geceleri beyaz ay gölü aydınlattığında nöbet tutmaya devam etti ama hiçbir şey göremedi.
Bu sırada yetim çocuk, Güvercin’e bakmaktaydı. En leziz, en tatlı et parçalarını emmesine izin veriyor, bol bol süt getirip içiriyordu. Güneşli günlerde bebeği göl kenarına götürüp suya çakıl taşları atarak eğlendiriyordu. Küçük Güvercin kahkahalar atarak minik ellerini uzatıyor, sonra bir taş alıp suya atmaya çalışıyordu. Gerçi taş her seferinde ayaklarının dibine düşüyordu ama çocuk yine de mutlu oluyordu.
Bir gün böyle oyunlar oynadıkları sırada gölün tam ortasından beyaz bir martının süzülerek göl kıyısına, yanlarına doğru uçtuğunu gördüler. Martı, çocukların başları üzerinde daire çizerek uçmaktaydı, sonra iyice yaklaştı. Öyle ki küçük Güvercin neredeyse kuşun büyük, beyaz kanatlarına dokunabilecekti. Sonra birdenbire martı bir kadına dönüştü: Bu, Kar Kuşu yani küçük Güvercin’in annesiydi!
Bebek, sevinçle haykırdı ve annesinin beline taktığı biri deriden, diğeri beyaz metalden iki kemeri yakaladı. Kadın konuşamıyordu ama bebeğini kollarına aldı, okşayıp emzirdi. Sonra diğer çocuğa işaretlerle bir şeyler anlatmaya çalıştı. Çocuk, bebeği her gün oraya getirmesi gerektiğini anladı.
Bozayı o gece eve geldiğinde çocuk bütün olanları bir bir anlattı.
Ertesi gün, bebek karnı acıktığı için ağlayınca çocuk onu göl kenarına götürdü. Bozayı da arkalarından gitti ve çalılıklara saklandı. Çocuk yine aynı yere, suyun kenarına oturdu ve düz, yuvarlak bir çakıl taşı seçerek yavaşça kolunu kaldırdı ve dikkatlice nişan alarak göle fırlattı.
Çok geçmeden, uzun ve parlak kemeriyle martı sudan çıktı. Kenara gelip çocukların başı üzerinde biraz uçtu. Tıpkı önceki gün yaptığı gibi bir kadına dönüşerek bebeğini kollarına aldı.
Kar Kuşu bebeğini emzirirken, kocası ortaya çıktı. Yüzü ve bedenindeki siyah boya hâlâ duruyordu, mızrağı da elindeydi.
“Neden eve dönmedin?” diye haykırarak karısına sarılmak için ileri atıldı.
Kar Kuşu konuşamıyordu ve üzerindeki kemeri gösterdi.
Bozayı, dikkatlice mızrağını kaldırıp kemere sert bir darbe indirdi. Böylece bağlar paramparça olup kuma gömüldü. Kemerlerin bu halini gören biri, onları büyük bir deniz kabuğunun ufalanmış parçaları sanırdı.
Bunun üzerine Kar Kuşu’nun dili çözüldü; göle nasıl düştüğünü, bir su kaplanının onu yakalayarak kuyruğunu beline dolayıp suyun dibine nasıl çektiğini anlattı.
Orada üzerine güneş vurunca duvarları mavi alakarga sırtı gibi parlayan, taze mısır yaprakları gibi yeşil, Cariblerin2 yaşadığı adanın parlak kumları gibi altın sarısı ve zemini ise kar gibi bembeyaz büyük bir konak vardı. Burası, Su Kaplanlarının Şefi’nin eviydi. Anneleri, Boynuzlu Yılan da onlarla beraber yaşıyordu.
Yılan, uzak kamp ateşleri gibi ışıldayan bakır tokmaklı, bembeyaz ve kocaman bir deniz kabuğunun üzerinde uzanmaktaydı. Fakat alnında yanıp sönmekte olan kızıl taşın yanında bu, hiçbir şeydi. Vücudu, tıpkı bir insanın göz kapakları gibi kalın bir deriyle kaplıydı. Uyuyacağı zaman derisini aşağı çekiyordu. Boynuzları müthişti, çünkü sihirliydi. Boynuzlarını büyük bir kayaya dokundurunca kaya un ufak oluyor ve bu sayede Yılan, dilediği her yerde kendine yol açabiliyordu.
Su Kaplanı’nın ülkesinde ormanlar vardı. Söğüde benzeyen yapraklı ağaçlar vardı ama bir söğüdün yapraklarına göre bu ağaçların yaprakları daha uzun, daha detaylı ve daha genişti elbette. Ayrıca koyu yeşil renkli yumuşacık çimler vardı.
Karanlık çöküp güneş konağın üzerinden çekilince ve duvarlardaki renkler kaybolunca, ateş böcekleri beliriyordu; yeşil, mavi, kırmızı ve turuncu renklerde ateş böcekleri. Bunlar, Su Kaplanı’nın çadırının hemen dışındaki çalılıklara konuyordu. İçlerinde en güzel olanları içeri geçip Yılan’ın tahtı etrafında uçuşuyor, gündüz nöbetçileri olan mor salyangozlar uyuduğu sırada, Yılan’ın başında nöbet tutuyorlardı.
Kar Kuşu bütün bunları görünce ürperdi ve Boynuzlu Yılan’ın huzuruna çıktığında bayılıp yere yığıldı. Fakat Su Kaplanı onu yatıştırdı, çünkü Kar Kuşu’nu seviyor ve karısı olmasını istiyordu. Nihayet Kar Kuşu, ara sıra göl kenarına gidip çocuğunu görmesine izin verilmesi şartıyla Su Kaplanı’nın teklifine razı oldu.
Su Kaplanı, annesine danıştı. Annesi, ona bir deniz martısı vermeyi kabul etti. Martı, Kar Kuşu’nu iyice saracak ve göl kenarına götürecekti. Fakat eski yuvasının yakınına gidince onu terk etmesin diye Su Kaplanı, martıya kuyruğunu kadına sıkıca dolamasını emretti. Kuş, nazik cildi beyaz metalin iplerinden incinmesin diye kadının beline deri bir kemer bağladı.
İşte böylece Kar Kuşu, Su Kaplanı’yla birlikte yaşamaya başladı. Evi çekip çevirdi, küçük su kaplanları için kuzgun derisi ve kuru balık pullarından mokasenler yaptı. Sevgili kocası Bozayı ve bebeği Küçük Güvercin’den uzaktayken ne kadar mutlu olabilecekse o kadar mutluydu.
Bozayı’nın ihtiyar annesi, çadırın kapısında onları görünce yerinden fırlayıp evden çıktı ve bir daha da hiç ortalıkta görünmedi.
Coyote, Namı Diğer Kır Kurdu
Başlangıçta Cahroclar3 yavşan otlarının ötesinde ve Rocky Dağları’ndan4 çok uzakta, güneşin battığı yerdeki Klamath Nehri kıyılarında yaşarken, onlara pek çok yetenek bahşedilmişti. Ulu ormanları ve heybetli geyikleri vardı. Ayılar vahşiydi, fakat leziz etleri cana can katardı. Cahroclar bu etle beslenerek güçlenmişlerdi. Ama asıl özlemini çektikleri şey ateşti. Akşamları o güzel kızıllık gökte belirince ona bakar durur, göklerdeki alev demetlerinden bir kıvılcım yakalayabilmeyi dilerlerdi.
O zamanlar dünyadaki bütün ateş, nehrin ağzında yaşamakta olan iki yaşlı cadının elindeydi. Gözlerini kırpmadan ateşin başında nöbet tutuyorlardı. Ayrıca parlak alabalıkları uzakta tutan su bendinin anahtarı da bunlardaydı.
Cahroclar bu iki ihtiyar kadından nefret ediyor, onları kandırmanın bir yolunu arıyorlardı. Böylelikle alabalığı serbest bırakabilirlerdi. Ama hepsinden daha çok istedikleri şey, paha biçilmez olan ateşti. Ayı kürkünden paltolarının altında uzanıp tir tir titriyorlardı, çünkü ülkelerinde kışlar uzun ve soğuk geçerdi. Üstelik kuzey rüzgârı yüzlerine vurur, buzdan mızrakları ve kardan oklarıyla herkesi perişan ederdi.
Ateşi çalmayı defalarca denediler. İçlerinden en zengin olanları, ateşi satın almayı teklif etti. Kurnaz olan bazıları ise yaşlı cadıları tatlı dille kandırmaya kalktı ama nafile. Nihayet, hayvanlardan yardım istemeye karar verdiler. Ama bu görevi üstlenecek kadar zeki ve cesur kim vardı? Ayı pek beceriksizdi; hem çok gürlüyordu. Geyik çok uzundu ve çatal boynuzları, kadınların çadır direğini devirebilirdi. Köpek şapşaldı, yılanın ise ne Cahroclara ne de diğer insanlara bir iyiliğinin dokunduğu hiç görülmemişti.
Kabilenin bilgeleri toplandı, oturup tütün tüttürdüler ve sonunda Coyote, namı diğer Kır Kurdu’ndan yardım istemeye karar verdiler, çünkü bu hayvan sıska ve açtı, biraz yiyecek elde etmek onu mutlu edebilirdi. Ayrıca Cahrocların ondan bir iyilik istemesinden gurur duyacağı kesindi, çünkü en adi hayvanlar bile hayatını sürdürebilmesi için böylesi güç işlere katlandığı için ondan tiksiniyordu.
Böylece Kır Kurdu’nun yanına gittiler. Yuvası, dağlarla çöllerin ortasındaydı. Burada yavşan otlarının ardına sinmiş, avcıların döktüğü kanla yere attığı etleri ya da yakalayabileceği kadar küçük ve güçsüz hayvanları gözlüyordu. Kır Kurdu daima aç kalacaktı çünkü hayvanlar yeryüzüne bırakılıp da her biri kendi avlayacağı hayvana yöneldiğinde Kır Kurdu, kendisine verilmiş olan dağ koyununu elinden kaçırmıştı. İşte bu, o zamandan beri kır kurtlarının avlanmada başarısız olmalarının nedenidir.
Cahroclar Kır Kurdu’nu, avcının yerde bıraktığı izi koklarken buldular. Onu görmeye geldiklerini öğrenince gururu okşandı ama bunu belli etmeyecek kadar kurnazdı. Ziyaret nedenlerini açıkladılar fakat Kır Kurdu hiçbir vaatte bulunmadı. Ona verdikleri yiyecekleri aldı. Biraz köpek etiyle sığır bifteği ve ayı böbreği, kısacası Cahrocların saygıdeğer misafirlerine sundukları şeylerdi bunlar. Bunun üzerine memnu niyetini daha fazla gizleyemedi, ondan istedikleri şeyi yapmayı da reddedemedi.
O akşam ava çıkmasına gerek yoktu. Bu yüzden güzelce yerinde kıvrıldı, patilerini burnunun üzerine koydu, ayaklarını ısıtmak için kuyruğunu savurdu. Ömründe ilk kez kendini rahat hissediyordu. Çok geçmeden uykuya daldı ama Cahroclar için elinden geleni yapmasının iyi olacağına çoktan karar vermişti. Çölde avlanmaktan çok daha iyiydi böylesi.
Ertesi sabah diğer hayvanlardan yardım istemek için erkenden yola çıktı, çünkü bu görevi tek başına yapamazdı. Küçük hayvanlar yardım isteğini reddetmeye cesaret edemedi, büyük hayvanlar ise zavallıcığın haline acıdıklarından ona yardım eli uzatmayı kabul ettiler.
Kır Kurdu, Cahrocların kampına en yakın yere bir kurbağa, sonra belli aralıklarla sırasıyla bir sincap, yarasa, ayı ve panter yerleştirdi. Bu hayvanları güçlerine ve yolun zorluğuna göre sıraladı. Son olarak bir Cahroc, yaşlı cadıların yaşadığı kulübenin yakınlarındaki çalılıklarda saklanacaktı.
Ardından Kır Kurdu, yavaşça ilerleyip içeri girmek için kapıyı tırmaladı. Kız kardeşlerden biri, kapıyı açıp onu içeri aldı. Sefil bir kır kurdundan hiç korkuları yoktu. Hayvan, yorgun bir halde odanın ortasına yürüdü ve sanki bitap düşmüş gibi yere yığıldı. Zangır zangır titrediğinden çadırın direği sallandı.
Ateş başında oturmuş alabalık pişirmekte olan iki yaşlı cadı dönüp ona baktı. Cadılardan biri, “Çok üşüyorsan, ateşe yaklaş,” dedi. Sonra alevlerin tam karşısında Kır Kurdu’na yer açtı.
Kır kurdu ateşe yanaşıp başını patilerinin arasına alarak uzandı. İyice ısınıp artık sıcaktan rahatsız olunca, kesik kesik bağırarak dışarıda onu bekleyen adama iki kez işaret verdi.
Yaşlı cadılar, sıcak pek hoşuna gittiği için bağırdığını sandılar. “Ha! Ha!” diye güldüler, “Cahroclar onun yerinde olmayı nasıl da isterdi!”
Tam o sırada korkunç bir gürültü duyuldu, eve çekiçler vurulup taşlar atılıyordu. Yaşlı kadınlar düşmanı uzaklaştırmak için dışarı çıktılar.
Kır Kurdu yarısı yanmakta olan bir odun parçası kaptı hemen, bir kuyrukluyıldız gibi göz açıp kapayıncaya değin patikayı aştı. Cadılar peşinden koştular ama onların çığlıklarını işitince hayvan daha da hızlı koşturdu.
İyiden iyiye yaklaşmışlardı ona, neredeyse Kır Kurdu’nu yakalayacaklardı, hayvanın gücü de tükenmek üzereydi. Kadınlar onu yakalamak üzere ellerini uzatmışlardı ki Kır Kurdu var gücüyle ucu yanmakta olan odunu sıradaki ilk hayvana fırlattı.
Panter odunu alıp uzun sıçrayışlarla dönemeçli yol boyunca ilerledi. Cadılar onu takip ettiler ama yetişmek ne mümkün? Panter, ateşi hiç güçlük çekmeden Ayı’ya devretti.
Ayı pek beceriksiz olduğundan odunu birkaç kez yere düşürdü. Böyle olunca yaşlı kadınlar ona yetişmeyi başardılar. Eğer hiç beklenmedik bir anda Yarasa yetişip de yarısı yanan odunla birlikte havaya yükselmeseydi, Cahroclar sonsuza dek ateşten mahrum kalacaktı. Yaşlı Ayı’ya gelince, bitkin düşmüş bir halde ağaca doğru yuvarlandı.
Yarasa, ağaçların üzerinden dolanarak yaşlı kadınları peşinden sürüklüyor, bir yükselip bir alçalarak başlarına değecek gibi yapıyordu. Sonunda kadınlar neredeyse pes edeceklerdi.
Yarasa’nın yüksek bir yerden odunu bıraktığını ve odunu Sincap’ın kaptığını görünce cesaretlendiler. “Sincap’ı kolayca yakalarız,” diye düşündüler ve eteklerini kaldırıp son hızla takibe devam ettiler.
Bütün bu zaman boyunca odun yanmaktaydı. Artık ateş uç kısma öyle yaklaşmıştı ki Sincap zar zor tutabiliyordu. Ama çok cesur bir arkadaştı, ağaçların arasından hoplaya zıplaya ilerledi. Gerçi kuyruğu fena halde yanmış, omuzlarının üzerinden kıvrılmıştı. Yanık izleri, o gün bugündür bedenindedir.
Tam ateşi düşürmek üzereydi ki Kurbağa’yı gördü. Odun iyice küçülmüştü. Kurbağa ateşi zar zor alabildi Sincap’ın elinden, sonra hiç zaman kaybetmeden koşturdu. Ateşin dumanı gözlerini bulandırdı ve nefesini kesti, bu nedenle yavaşlamaya başladı. Böylelikle yaşlı cadılar çok geçmeden ona yetiştiler. O sonuncu hayvandı ve Cahrocların köyüyle arasında sadece bir gölet vardı. Kalbi göğsünden çıkacak gibi atıyordu. Kurbağa, suya atlamadan evvel derin bir nefes alabilmek için elindeki ateşi yere bıraktı. Yaşlı cadılar, hayvancağızın üstüne atlamak üzereydiler.
Tabii Kurbağa çok hızlı davranmıştı. Cadıların elinden kurtuldu, odunu yuttu ve göle atladı. Kadınlar da ardından atladılar ama çabaları boşunaydı, çünkü yüzme bilmiyorlardı. Böylece kurbağa kurtuldu. Cadılar ise nehrin ağzındaki kulübelerine geri dönmeye mecbur kaldılar.
Cahroclar göletin hemen kenarında beklemekteydi. Kurbağa gözükünce, sevinç çığlıklarıyla onu karşıladılar. Peki ama ateş neredeydi? Ağzındaki alevleri tükürerek bu sorunun cevabını hiç zaman yitirmeden vermiş oldu. Ne var ki Kurbağa kuyruğunu kaybetmişti, yerine bir yenisi de çıkmadı. İribaşların hâlâ kuyruğu vardır ama yetişkin kurbağa haline geldiklerinde, Klamath ülkesindeki bataklıklarda yaşayan tüm hayvanların kralı olan cesur atalarına saygıları nedeniyle kuyruklarını atarlar.
Ateşi getirmekteki başarısının ardından Kır Kurdu, Cahrocların sevgisini kazandı ve kampa getirilen en leziz yiyeceklerle beslendi.
Artık et ve mısır pişirebildikleri halde memnun değillerdi. Kır Kurdu’nu şimdi de alabalığı getirmesi için kandırmaları gerekiyordu. Bu büyük ve parlak balıkların nehrin ağzındaki büyük bir su bendinde bulunduğunu, anahtarın da ateşi çaldığı yaşlı cadıların elinde olduğunu anlattılar.
Kır Kurdu bu işe gönüllüydü gönüllü olmasına ama tedbiri de elden bırakmak istemiyordu, “Kürküm değişene kadar biraz bekleyin, böylece cadılar beni tanımazlar,” dedi.
Kır kurdunun kürkü incelip rengi açılıncaya kadar beklediler. Hayvan hazır olunca şarkılar söyleyerek köyün çıkışına kadar ona eşlik ettiler.
Günler boyu Klamath ülkesinin güneyine doğru yol aldı, sonunda nehrin ağzına ulaştı ve yaşlı cadıların evini gördü. Kapıyı tıklattı. Kadınlar ateşin başında uyumaktaydı ama biri gürültüden uyanıp “İçeri gir,” diye homurdandı.
Ateşi çalmaya geldiğindeki gibi başını büküp kuyruğunu düşürmek ve yorgun gözükmek yerine, Kır Kurdu bu defa başını dik tuttu, kuyruğunu salladı ve sırıttı. Artık pek önemli biriydi, güzel beslendiği için kanlı canlıydı. Dolayısıyla, yaşlı cadılar onu tanıyamadılar.
Alabalık pişiriyorlardı ama Kır Kurdu’na hiç ikramda bulunmadılar. Hayvan buna ses çıkarmadı, çünkü Cahrocların hazırladığı yemeklerle karnını iyice doyurmuştu. “Nasılsa yakında Cahroclar istediğim kadar alabalık verecek bana,” diye geçirdi içinden.
Ertesi sabah büyük kız kardeş kalkıp dolaptan su bendinin anahtarını aldığında, Kır Kurdu uyuyormuş gibi yaptı. Kadın kahvaltı için alabalık getirecekti. Evden ayrılınca Kır Kurdu tembel tembel gerindi ve yavaşça kapıya gitti. Dışarı çıkınca yaşlı kadının arkasından koşturup ayaklarına atladı, kadın yere düştü ve bu sırada anahtarı da düşürdü. Kır Kurdu hemen anahtarı kapıp su bendine gitti ve balıkları serbest bıraktı.
Yeşil sular, gümüş renkli alabalıklarla parlıyordu. Balıklar öyle hızlı yüzüyordu ki sadece kilidi kırmakla kalmayıp su bendini de kırdılar. Böylece Cahroclar istedikleri kadar alabalık yakalayabildiler.
Kır Kurdu bu başarısı nedeniyle iyice kibirlendi ve Cahrocların gösterdiği nezaket ve iyilikle tatmin olmadı.
Göklerde dans etmek istiyordu. Kendine partner olarak parlak mavi bir yıldız seçti ve her gece birlikte dans etmek için onu yanına çağırdı. Sonunda yıldız, Kır Kurdu’nun kükremelerinden bıktı. Bir gece ona yamacın en yüksek noktasına gitmesini söyledi, kendisi de yanına inecek ve birlikte dans edeceklerdi.
Kır Kurdu bir süre epey eğlendi ama yıldız onu yükseğe kaldırdıkça üşümeye başladı. Öyle ki patileri uyuştu ve nihayet partnerinin elinden kayıp dünyanın kıyısında, yerle gök arasındaki büyük yarığa düştü. Her bir zerresi gözden kaybolana dek aşağı yuvarlandı, çünkü kır kurtlarının yıldızlarla dans etmesine izin verilemezdi.