Kitobni o'qish: «Safiye sultan»
1. BÖLÜM
Deli Cafer’le Kara Kadı
Türklerin İtalya topraklarına asker döktüğü, Polya Bölgesi’nde at koşturup cirit oynadığı ve Papa’yı can korkusuna düşürerek kaçış hazırlıkları yapmak zorunda bıraktığı tarihin üzerinden seksen yedi yıl geçmişti. Venedikliler bu uzun süre içinde Türklerden çok sille yemiş fakat Türk karakterini iyiden iyiye bellemişti. Türklerin güler yüze, tatlı söze ve kirsiz öze çok değer verdiğini artık biliyorlardı. Onun için de Türklere karşı candan birer dost görünmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların Akdeniz’de efendi efendi geçinmek hülyasından vazgeçmemeleri, Kıbrıs ve Girit gibi her bakımdan büyük öneme sahip adaları ellerinde tutmaları, o denizin gerçekten ‘Efendi’si olan Türkleri sinirlendirmekten geri kalmıyordu. Hele Venedik’in Malta korsanlarını daima koruması ve Türklerin adayı kuşatması sırasında şövalyelere el altından yardımda bulunması, Türklerde büyük bir öfke uyandırmıştı. Bununla beraber İstanbul henüz kibarlığını, soğukkanlılığını koruyordu. Öç almaya niyetlenmiyordu. Hatta saray ve sadrazam, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölmesi ve yerine oğlu Selim’in geçmesi üzerine Kubat Çavuş’u Venedik’e göndermekten deçekinmemiş, barışseverlikte mümkün olduğu kadar direneceklerini hissettirmek istemişlerdi.
Venedik işte bu elçiyi ağırlamaktaydı. Bütün şehir bayraklarla süslenmiş, büyük kanala fenerler dizilmiş, Sen Marko Meydanı’nda taklar kurulmuş, Duçeler Sarayı baştan aşağı çiçekle ve fenerle örtülmüştü. Bir Haçlı Seferi sırasında, İstanbul’dan aşırılıp Venedik’e getirilen Tunç Atlar Anıtı’nın zirvesinde de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Yedisinden yetmişine Venedik halkı, üst üste yığılarak büyük meydanda toplanmıştı. Gecelerini, gündüzlerini orada geçiriyorlardı. Bu heyecanlı merak, yalnız elçi Kubat Çavuş’u görmek arzusundan doğmuyordu. O sırada bir Türk yelkenlisi de Venedik’e gelmiş, Halep alacası, Bursa dokuması gibi Türk işi eşyalar getirmiş ve gemideki tacirler, büyük meydanda sergi kurup mal satmaya girişmişti. Halk, bu küçük sergiyi de izleme arzusuna kapılmıştı. Birbirlerini çiğneyerek Türk kumaşlarını görmeye koşuyor ve bu sırada satıcı Türklerin kılıklarıyla, güçlü ve bakımlı vücutlarıyla da ilgileniyorlardı.
Türk gücünün tanrısal güçlerle boy ölçüşecek kadar engin ve derin olduğunu bilmelerine rağmen Venedikliler, kendi şehirlerinde bir Türk sergisi açılmasına kolay kolay razı olamazdı. O sergiyi açmak isteyenlerin başına mutlaka çorap örerlerdi. Lakin bir Türk elçisinin Venedik’te bulunduğu sırada Türk tacirlerine yan gözle bile bakmak hadleri değildi. Onun için büyük meydanda yapılan alışverişe göz yumdukları gibi sergiye konulan mallardan gümrük vergisi almaya da cüret edemiyorlardı.
Türk’e saygı, hele bir Türk elçisinin Venedik’e şeref verdiği günlerde, hükümetin tek düşüncesi, tek emeli ve işi olmuştu. Duçe Jerom Priyoli başta olmak üzere on iki özel danışmanın, Senato’yu oluşturan yüz Prigadi’nin, Büyük Meclis’te bulunan dört yüz yetmiş üyenin hepsi elçiye kavuk sallamak, dalkavukluk etmek için yeni yollar bulmaya çalışıyordu. Bu yaranma yarışı sırasında bulunan hoşa gitme çarelerinden biri de Venedik Limanı’na demir atmış ve karaya gümrüksüz mal çıkarıp açık sergi usulüyle alışverişe başlamış olan iki kıranta Türk’ü büyük sarayda elçi şerefine verilecek ziyafete davet etmek düşüncesiydi. Duçe ve bütün önde gelenler, seçkin bir kafadan doğan bu fikri alkışlarla kabul ettiklerinden hemen harekete geçmiş ve Sen Marko Meydanı’ndaki sergi sahipleriyle resmi olarak ilişki kurma yollarını araştırmaya girişmişti.
Türk, tacir değil, seyis bile olsa Venedikliler için korkunç bir yaratıktı. Bütün İtalyanlar o devirde Vezüv’ün lav püskürmesinden, ateş kusmasından ne kadar çekinirse, Türk’ün de gazaba gelmesinden o kadar korkardı. Bu sebeple, Venedik’in önde gelenleri büyük meydanda mal satan tacirleri damdan düşer gibi ziyafete davet etmeyi doğru bulmayıp bu işi güzel bir ağzın sihirli gülümsemesine yüklemeyi tercih ettiler.
Bir Türk’ü büyüleyecek kadar güzel bir ağız mı? Bunu bulmak da güçtü. Fakat onlar ve Yüzler Meclisi, uzun bir toplantı ve sıkı bir tartışma sonunda bu güçlüğü yendi, Venedik’in en güzel kızını seçti. Sen Marko Meydanı’nda mal satan iki Türk’ ü büyük sarayda verilecek görkemli ziyafete çağırma görevini o kıza verdi.
Venedik’te Senato ve hükümet kurulalı beri bu kadar isabetli bir karar verilmemiş, hiçbir biçimde bu derece iyi sonuç elde edilememişti. Türk elçisine ve dolayısıyla Türk gücüne yaranma kaygısından alınan ilhamla özel danışmanların da, Senatörlerin de idraki adeta genişlemişti ve iki Türk tacirini ziyafete gelmeleri konusunda kandırmak için en uygun yol işte bu sayede bulunmuştu.
Kararın isabeti gerçekten su götürmezdi. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda sergi kuran iki kıranta Türk’e gönderilmesi uygun görülen davetçi, Korfu Valisi Sinyor Leonardo Bafo’nun kızı Sinyorita Agrippine Bafo’ydu. Bu aile bir yandan Senato’ya, özel danışmanlar meclisine üye yetiştirmekle, bir yandan da İtalya’ya güzel kızlar doğurmakla ünlenmişti. Gerçi Bafolardan o güne kadar Julia Gonzaga veya Gionna D’aragona ayarında bir kız yetişmemişti. Fakat Sinyorita Agrippine, biraz daha serpilip geliştiği takdirde, o iki ölmez şöhreti gölgede bırakacak gibi görünüyordu ve şimdiden yüzlerce erkeği köle gibi peşinden sürüklüyordu.
Kendisine çok şey vaat edilen Bafo, görünüşte basit, gerçekteyse ağır bir hizmet olan davetçiliği kabul etti. Senato tarafından hazırlanan zarif sedyeye bindi, on iki silahşörün çizdiği mızraktan çerçeve içinde Türk sergisine gitti. Büyük meydandaki kalabalık, silahşörlerin zorlamasıyla değil, onun deniz kadar yeşil ve deniz kadar derin gözlerindeki sihre yenilip sedyeye yol veriyor ve ardından “Bafo, güzel Bafo,” diye alkış tutuyordu.
Sergi önünde toplanan kadınlı erkekli seyirciler de onun önünde tek bir kucak gibi açılmıştı. Bafo, o kucağın içine düşer gibi sedyeden süzüldü, yere indi ve Duçe Sarayı’ndan yanına verilmiş çevirmene emir verdi:
“Bu efendilere, kendileriyle üç beş gizli kelime konuşmak istediğimi söyleyiniz!”
Yalnız saygı değil, sevgi de görmek ve insan kılığında çelikten yapılmış iki heybetli kuvvet abidesine benzeyen Türkleri kendi güzelliğine hayran etmek istediği için gözlerine koca bir gülümseme, dudaklarına ölçüsüz bir tatlılık yerleştirmişti. Bakışlarıyla o iki kıranta Türk’ü ısıra ısıra öpüyor, dudaklarıyla da o hırçın öpücüklerin acısını yalayıp gideriyor gibiydi. Şapkasını çıkararak yerlere kadar eğilmiş, biraz da helecana kapılmış olan çevirmen, kırık ve gülünç bir Türkçeyle Sinyorina Bafo’nun sözlerini tercümeye yeltendi. Sergi sahibi iki Türk’ten biri, kumaş topların arkasından ayağa kalkıp omuz başına kadar çıplak kollarından birini çevirmenin yüzüne doğru uzattı ve nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeyi katletmekten alıkoydu.
“Sus,” dedi, “biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”
Ve yüzünü Bafo’ya çevirerek ekledi.
“Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli Turgut Reis’in emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşta bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca, dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”
Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafo’nun eşsiz güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelip seyrine doyulmaz bir bütünlük yaratmış güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken, garip bir heyecana kapılmıştı. Dahası sesindeki sert tınıyı derece derece kaybederek adeta kekelemeğe başlamıştı.
Kara Kadı da aynı durumdaydı. Bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın sahip olduğu emsalsiz güzellik karşısında işte serseme dönmüştü. İçin için lahavle çekip Allah’ın yaratıcı gücünün büyüklüğüne hayran oluyorlardı.
İlk buluğ rüyasını yakınlarda görmüş ama olgun kadın olarak yaratılıp o meziyet ve hassasiyetle anasından doğmuş olan Bafo, her iki Türk üzerinde uyandırdığı derin etkiyi kavramakta güçlük çekmedi. Gözlerindeki bayıltıcı gülümsemeyi genişletti, dudaklarındaki büyülü kıvrıma çıldırtıcı bir biçim verdi ve yürümekle süzülmek arasında bir edayla Deli Cafer’in yanına kadar sokuldu. Hanımeli çiçeklerinden daha zarif ve daha kokulu elini kart denizcinin nasırlı parmakları arasına bıraktı.
“Oh,” dedi, “ne tatlı konuşuyorsunuz. İtalyanca, sizin ağzınızda enikonu bir musiki oluyor.”
Parmaklarının tutuştuğunu sezerek kaşlarını çatan Deli Cafer, onun sözlerini düzeltti.
“Kasırga deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”
Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya dayanamadığından arkalıksız tahta bir iskemle yakaladı ve küçük Bafo’nun yanına bıraktı.
“Buyurun,” dedi, “oturunuz. Siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için de olsa oturunuz.”
Bafo, ikiyüzlü davranmaya kararlıydı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla danışmanlarının ve Senatörlerin, Türk elçisine şirin görünmek için ziyafette bulundurmak istediği bu iki Türk tacirin, kurulacak sofrada oturmayı reddetmesi mümkündü sonuçta. Sebepsiz yere ve zorlamadan neden kabul etsinlerdi ki? Bu yüzden onları kandırmak istiyor, rol yapıyordu. Ve bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekaya bağlı bir işti. Yani Bafo, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.
Fakat Deli Cafer’in de, Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve ezgili bir şive ile konuştuğunu görünce birden irkildi. Kendilerini kandırıp ziyafete götürmekle görevlendirildiği iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.
Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giyip kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vaat eden demir bir dayanıklılık damar damar göze çarpıyordu. Çıplak kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.
Bafo, insanüstü bir kuvvet taşıdıklarına anlık bir inceleme sonunda karar verdiği bu Türklerin, özellikle gözlerini görülmeye değer bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi bütün İtalya’da, hatta kızın bir ara babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyordu. Bu özellik onların, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırmasından kaynaklanıyordu. Bafo, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati garip bir yürek titreyişiyle kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını an be an anlamıştı.
Fakat bu duruma şaşmamıştı. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şey dinlemişti. Onların savaş meydanlarında bazen silah kullanmaya bile tenezzül etmeden düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiğini, ‘İn attan herif !’ emriyle küme küme silahşörleri ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın düşüncesine göre, Türklerin ağzında şiir, çınar ağacında gül bitmesi gibi garipti. Güllerin ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabilmesi gibi Türk ağızlarında da o ağzın büyüklüğü ve gururuna uygun sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmekteydi. Halbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satan bu iki Türk çok ince düşünüyor ve çok zarif konuşuyordu.
Güzel Bafo, işte bu yüzden hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:
“Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”
Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:
“Niçin soruyorsunuz?”
“Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”
“Hayır, küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız güzelliğe gönül veririz. Dişi, erkek, canlı, cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpücük almak için can atmasını severiz. Çimenlerin rüzgarları iliklerine geçirip kendinden geçmesini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını güzel buluruz. Buna benzer şeylerin karşısında büyüleniriz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arayan yüksek dağlardan, rüzgarlarla sevişip kendinden geçen çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, güzel kokulu zarif çiçeklerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat söndüren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliğin toplandığına inanışımızdır.”
Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:
“Biz,” dedi, “Ulu Tanrı’nın güzel olduğuna, güzelliği de sevdiğine iman etmişizdir. Allah güzel olmasaydı bu kadar güzel şey yaratamazdı. Güzelliği sevmeseydi bir kadın saçına bin yüreğin dolanıp sarılmasını mümkün kılmazdı.”
Ve birden sesini değiştirdi, karakterine en uygun ahenge büründü.
“Fakat,” dedi, “buraya gelişiniz bizi güzeller ve güzellikler hakkında sınamak için olmasa gerek. Ben de arkadaşım da yetmişi aşmış, dünyayı dolaşmış denizcileriz. Sevdik de sevildik de. Lakin hiçbir güzel bizim gönlümüzü denizden alamadı. İlk sevgilimiz denizdi, son sevgilimiz de deniz olacaktır ve biz onun kir tutmayan kucağında gözlerimizi kapayacağız. O halde küçük hanım, geveze ozan ağzını bırakalım da dürüst konuşalım. Bizden ne istiyorsunuz? Yanınızda bir çevirmen, sekiz on silahşör bulunduğuna göre bu şehrin tanınmış hanımlarından biri olduğunuza şüphe yok. Bize bir şey mi ısmarlayacaksınız yoksa bizden bir şey mi alacaksınız? Adamlarınız sergiye gelmek, alışveriş yapmak isteyenleri hep geriye sürüyor, sizinle bizi baş başa bırakıyor. Yüzünüz güzel, endamınız güzel. Yanımızda bulunmanızdan zevk almamak mümkün değil. Lakin alışverişimizin kesilmesi de tatsız. Onun için niyetinizi hemen açığa vurun ki meraktan kurtulalım, alışverişe başlama imkanı bulalım.”
Bafo, belli belirsiz içini çekti.
“Beni,” dedi, “Duçe hazretleriyle Senatörler buraya gönderdi. Her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşerisini görürse elbet memnun olacaktır.”
Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:
“Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti de kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”
Bafo, yetmiş yaşını aştıklarını söylemelerine ve kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşındaymış gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözlerinde uzun uzun dolaştırmaktan kendini alamadı. Çelik kutu içine konmuş bir zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz, yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye de çalıştı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine benziyordu ve o enginliğin büyüklüğü karşısında sersemleşiveriyordu.
Duçeler Sarayı’nda verilen ziyafet gerçekten mükemmeldi. Venedik’in sahip olduğu canlı ve cansız bütün elmaslar, inciler, yakutlar oradaydı. Yeşil gözler iri iri zümrütlerle, kızıl dudaklar en zarif yakutlarla o ziyafet gecesi yarışa çıkmış gibiydi. Öyle boyunlar vardı ki taktıkları inci gerdanlıkları birer dizi ter tanesi zannettirip görenlere o taneleri bayıla bayıla içmek için yanık bir iştah vermekteydi.
Senatörler başta olmak üzere bütün siyasi şahsiyetlerin kalpleri endişe, korku ile atıyordu ve bütün kadınlar heyecan içindeydi. Çünkü Türk elçisinin bu ziyafetten hoşnut olup olmaması Venedik’in geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Osmanlı tahtında meydana gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, pek çok uyarıyı da beraberinde getirmişti. Hükümet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o uyarıları dikkate almayıp geçiştirmek istiyordu. Venedik, güzel- lerini de bu amaçla seferber etmişti. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla sorumlu olduğu gibi saraya getirilmiş seçme güzeller de kendilerini elçinin iradesine sunmak için emir almıştı.
Kadınlar için böyle bir emre gerek de yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli kadın, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek için birçok şeyi feda etmeye razıydı. Bu istek, onlarda adeta ırsiydi. Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadınların gönlünde sönmez yangınlar bırakmış ve bu yangınlar nesilden nesle geçerek Venedik kadınları için ortak bir alev halini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği için de humma dediğimiz bu yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve herkeste görülen o hummada da taptaze bir coşku vardı. Çünkü Duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda bir görev fısıldamış ve bu görevi başaran kadının isminin altın kitaba özel olarak geçirileceğini anlatmıştı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla özel danışmanlarının tüm bu kadınlardan istediği şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki saygınlığını elçi Kubat Çavuş’a söyletmekti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyozu tarafından hemen her gün Duçe’ye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması halinde Padişahın etkilenip etkilenmeyeceği, öldürülen Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı belli değildi. Venedik güzelleri işte bu bilinmezi elçinin ağzından almak için görevlendirilmişti.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir dokunuş çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vaat edilen ödül hırs dolu her yüreği hoplatacak kadar önemli olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekalarını seferber etmede bir an bile düşünmemişti. İşaret ettiğimiz gibi bu işi başaran kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanseverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini içermekte olup ancak yüz yılda sadece bir Venedikli adının oraya geçtiği görülüyordu.
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde bırakan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamıştı. Annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, geceyarılarına, belki de sabahlara kadar sürecek kabul töreni, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu umutla sarhoş edici bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafo da bunlardan biriydi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmesi, bu güzeller güzeli kızın kıymetini, saygınlığını arttırmıştı. İşte bu yüzden, Duçe’nin özel danışmanlarının ve Senatörlerin ileri gelenleri, elçi Kubat Çavuş’a da özellikle onu musallat etmek istiyorlardı. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş gücüyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve anlaşılması güç bir ilgi beslemeye başladığından hükümetin tekliflerini duraksamadan kabul etmişti.
İşte bu duygusal ve tabiri caizse düşünsel dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladığı bir sırada uşaklar, aralarındaki düzeni unutarak ve birbirlerini çiğneyerek, büyük salona üşüşmüş, iki Türk’ün geldiğini haber vermişti. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış halinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Kendi yurtlarında her biri saygın ve değerli olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmemiş gibi ağır ağır yürüyor, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir gülümsemeyle selamlayarak salonda boş iskemlelerin sıralandığı köşeye doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak, hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı poşu vardı. Bir çeşit sarık diyebileceğimiz poşular, Hindistan’ın en nefis ve en değerli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında fermene adıyla anılan kolsuz birer salta ve onun altında kısa birer şalvar vardı. Bellerindeki kuşaklar, başlarındaki poşunun kumaşındandı, oldukça zarifti. Kuşağa sokulan birer çift tabancayla biri kısa, biri uzun bıçak ise altın yaldızlıydı, bıçak kabzalarında elmas dahi görülüyordu.
Ziyafet salonundaki kalabalığı özellikle ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydiği sanıldığından kendileri uzun uzun alkışlanmıştı.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ayrılmıştı. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini, yerlere kadar eğilerek, gösterdiği zaman Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu soruyu salon dışında bulunanların bile işiteceği bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafo, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum.”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükümetçiklerin başında bulunan dukaların, prenslerin secdemsi eğilişlerle selamladığı bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı. Büyük bir Kral veya İmparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme,” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Adeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Bin bir yuvayı bir anda yerle bir edecek güce sahip bu büyük yaratıkların kendisine nazik davranmasından, saygı göstermesinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağın sessizliği altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerine hoş anlamlar yükleyip dudaklarını elinden geldiğince tatlılaştırarak Türkleri konuşturmaya çalışıyor ve aklına geleni soruyordu.
Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyor, fakat her sorusuna kısa cevaplar veriyordu.
Bafo, bir aralık, görevini hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni Padişahınız,” dedi, “çok şarap içermiş, öyle mi?”
Böyle bir başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.
“Her koyun,” dedi, “kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa, cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”
Ve o konuyla alakası olmayan bir soru sayesinde sözün yatağını değiştirdi.
“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”
Kız, Duçe’nin ve elçi beyin henüz gelmediğini ve onların içeri girmesiyle beraber tanışma töreninin yapılacağını söyledi, sonra sözü güzellik ve aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermesine, o nazik konu üzerinde, sergide yaptıkları gibi, uzun uzun söylenmesine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi.
“Türk elçisi asil Kubat Çavuş hazretleri! Venedik Doçu ulu Jerom Priyoli hazretleri!”
Duçe, Türk elçisinin konuk edildiği yere kadar gitmiş ve kendisini alıp muhteşem bir alayla büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükümetini, biri de entrikada gerçekten usta bir tüccarlar cumhuriyetini temsil eden bu iki adam yan yana yürüyerek salona girmişti. Elçi Kubat bu durumda hareket eden bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu. Duçe o kadar cılız ve çelimsiz, kendisiyse o derece boylu boslu ve heybetliydi.
O, kılık ve kıyafet bakımından da Duçe’yi oldukça silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü gökkuşağını kumaş olarak kullanmış ve ondan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.
Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmişti ve sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı. Ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.
Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi gökkuşağına sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden çok belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat çekiyordu. O kutular ne kalem kabı ne silah kılıfı olabilirdi. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyüklerdi. Silah kılıfı olmaları içinse iki yanlarının açık olması gerekirdi. Bu sebeple merak uyandırıyor ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.
Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar uzunca bir süre Kubat Çavuş’un elbisesiyle meşgul oluktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir anlam katan güzel yüzüne bağlamıştı. Erkekler sarsılmaz bir sağlık ve solup bozulmaz merdane bir güzellik örneği seyretmekten hem haz hem acı duyuyordu. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsi gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında uyuz sokak kedilerine dönmek güçlerine gidiyordu.
Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyordu. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı’ya nasıl samimi bir hayranlık duymuşsa, Kubat Çavuş hakkında da aynı şeyleri hissediyordu. İstisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken, bin bir rüya görüyor ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamının yüksekliğine çıkartıyordu. Yine hepsi, kendilerine yüklenen görevi nasıl gerçekleştireceğini düşünerek acılı bir heyecan duyuyordu. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız, güzel bir vadi gibi görünüyordu ve zavallıların aklı bu renk dolu, ışık dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.
Duçe de sersemdi, çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu güçsüzlükten utanıyordu. Bununla beraber görevini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez yüzünü ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zeka dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu:
“Asaletmeap,” dedi, “size bir sürpriz hazırladık.”
Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi.
“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki, Venedik’te ve Duçeler Sarayı’nda iki hemşeri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”
Kubat Çavuş, haber verilen bu inceliğin değerini geniş bir gülümsemeyle Duçe’ye hissettirdikten sonra, başını çevirdi.
“Bir değil,” dedi, “iki, hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Halbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”
Merakını yenemeyen Duçe sordu.
“Üç sürpriz var diye buyurmuştunuz?”
Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı.
“Bizim kurtların,” dedi, “yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de önemli bir sürpriz değil midir?”
Küçük Bafo’yu gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, ilgi gösterişi, Duçe’yi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu.
“Korfu adasındaki valimizin kızıdır, iki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”
Ve sesini son derece hafifleterek ekledi.
“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyozlukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım teklife garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”
Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan Duçe’yi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu.