Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Hürrem»

Shrift:

KIRIM SULTANI’NIN YOLLADIĞI GÜZEL CARİYE

Üstüne Başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi, gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif yıldız gölgelerine benziyordu.

Hafsa Sultan oğlunun yanı başında oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortada birçok eşya yığılıydı. Genç Hünkâr, isteksiz bakışlarla uzun bir süre bu yığınları seyretti, sonra yüzünü anasına çevirdi.

“Valide,” dedi, “şu samurları Hazinedara yolla. Kakımları sen al, zerdevaları Mahidevran’a ver, ipeklileri halayıklara paylaştır.”

Sözlerini bitirince yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı. Esmer yüzünde karışık düşüncelerin izleri seziliyordu. Gözlerinin üstüne kadar inen, iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslü yusufî kavuk, bu sert yüzü enikonu korkunçlaştırıyordu.

Hafsa Sultan, uzunca boyuna mağrur bir edayla bambaşka bir hava vererek uzaklaşan oğluna hayran hayran baktı ve seslendi.

“Aslanım, Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”

Oğlu durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı.

“Bir halayık, değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”

“Fakat güzel kız, hele alımına hiç diyecek yok. Bir gören bir daha görmek ister.”

Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi. Hiddetten titreyen bir sesle Valide Sultanın sözünü kesti.

“Çirkinlere güzel denildiğini yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı… Üstelik burnu da eğri! O güzel sayılırsa size, bize ne demeli bilmem!”

Genç Hükümdar yavaş yavaş geri döndü. Gözdesi ve ölü diri birkaç çocuğunun annesi olan kıskanç Hasekinin yanına geldi. Bir elini onun omzuna koydu.

“Elması,” dedi, “kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır.”

Ve annesine döndü.

“Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”

Terbiye sınırını bilinçsiz bir küstahlıkla aşmış olan Hasekiyi cezalandırmak fırsatı yüz göstermişti. Hafsa Sultan, bir kaynana insafsızlığıyla bu fırsattan yararlandı ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı yine ona çağırttı.

“Yavrum, dışarı çık da şu Urus kızını istet. Bizi de biraz yalnız bırak.”

Darbe ağırdı, güzel Haseki iliğine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Kendisi birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen nihayet bir halayıktı. Burada, bu sarayda ise söz söylemek hakkı ancak Padişahın ve sonra anasınındı. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.

Bununla beraber ümitsizliğe kapılmış değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.

İşte bu ümitle ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen haremağasına Valide Sultanın emrini iletti.

“Hani Kırım’dan bir murdar kız gelmişti ya, işte onu istiyorlar. Git Başkalfaya söyle, alıp buraya getirsin. Fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değdirmesin, öylece iletsin.”

Zenci hizmetkâr cariyeler koğuşuna doğru yürürken, Haseki ilâve etti.

“Başkalfa odasına dönmeden beni de görsün!”

Şimdi yüreği çimdiklenmiş, beyni yumruklanmış gibi garip bir acı içinde kendi dairesine gidiyordu Mahidevran. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan ıstırap büyüktü. Bununla beraber, isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini anasından dayak yerken bile nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelme Halayığın yüzünü göz bebeklerinden kovamıyordu. Onunla birlikte yürüyordu.

Odasına da aynı hayali taşıyarak girdi ve bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri kendinin olan erkekten artık uzaklaşacağını sezdiriyordu ona ve bu sezgi onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.

Bir aralık, yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli yüzü geldi ve benliğini altüst eden acılar azalır gibi oldu.

Henüz beş yaşındaki bu çocuk, elinden kaçacağını sanarak üzüldüğü taç sahibi erkeğin veliahtıydı. Babası ölünce saltanat, kudret, taç, taht ve bütün devlet onun eline geçecekti. Şu hâlde gelecek, valide sultan olacağı için kendisinin demekti ve o mutlu günü sabırla, tahammülle, tevekkülle bekleyip şimdi ses çıkarmaması gerekti.

Haseki Mahidevran bu düşünceyle biraz soluklandı. Er veya geç valide sultan olduğu gün, kendine şu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne ağular yutturacak olan Rus kızdan hıncını çıkarmayı kurarak gözlerini sildi. Dudaklarına acıyla ümidin birleşmesini temsil eden, gamlı ve tatlı bir tebessüm işledi, oğlunun odasına geçti. Hain görünen hâli kendi odasının eşiğinde bırakıp, çok şeyler vaat eden geleceğin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.

Oğlu, kendini haremağası yerine koyup, yere yatırdığı sekiz on yaşlarındaki yavru bir zenci halayığı kamçılamakla, arada sırada da, “Seni satılık et seni! Kapı dinlersin, söz uğru-lamaya çalışırsın ha!” diye haykırmakla meşguldü. Onu azat kâğıdını kucaklayan yorgun bir cariye gibi kolları arasına alan Haseki, kelimeleri çılgın öpücüklere karıştırarak deli deli söyleniyordu.

“Sen yaşa oğlum, yaşa, beni de yaşat. Varsın, baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”

O sırada Hafsa Sultan’ın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Başkalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve anayla oğlu beklemeden harıl harıl şikâyete girişmişti.

“Kız değil, Sultanım, bu bir afet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu fesada verdi. Deli desem yanlış olacak. Çünkü gözlerinde zekâ ışığı yanıyor. Akıllı desem yakışmayacak. Çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Boyuna ağlıyor, boyuna çırpınıyor. Gözyaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor. Koğuşta tırmalamadığı yüz, tekmelemediği bacak bırakmadı. Hani, konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kamçılatacaktım. Anamdan emdiğimi burnumdan getirdi yirmi dört saat içinde. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bir sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırışı var ki, Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman Sultanımın, Şevketli Efendimindir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan verivermeli, saraydan uzaklaştırmalı. Adam olacağını ummuyorum.”

Başkalfa, sözlerini Hafsa Sultan’ı muhatap alarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle ilgilendiği yoktu. Kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamış, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.

Kız, şu soyu sopu belirsiz kız, İstanbul Fatihi’nin düşüreceği Belgrad Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşındaki yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?

Görünüşe göre hayır. Bir Rus köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara dayalı dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yan çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzel özellik taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat şahane güzellerden de sayılamazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, endamlıydı. Burnunun garip bir biçimi vardı; yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak ister gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bir kıskaca benziyordu. Saçlarıysa kalın ve açık kumraldı. O gün iyi taranmadıkları için, henüz çile haline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu bu saçlar. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya uygun gamlı bir gökyüzü vardı. Üstüne, Başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif yıldız gölgelerine benziyordu.

O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa, geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamru yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.

Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne şekilde fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O darmadağın saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o bakımsız kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.

Belgrad’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen, berrak fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi şaşkındı. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu. Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç Hükümdar, bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve özellikle kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı, ancak beğenmiş, candan beğenmişti, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu belirsizlik onu üzüyordu.

Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine eşini görmediği bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın cinsel bir kudretten ziyade ruhsal ve manevî bir güç taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin her yönünü ve yüzünü bilen bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bunu kendisine her gün, her dakika hatırlatıyor ve yeni baştan öğretiyordu. Bu sebeple bu kumral güle bambaşka bir değer vermişti. Onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilâhî kucaklamalar püskürtecek bir zekâ denizi bulmuştu.

Fakat bir şeyler söylemek de gerekiyordu. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa, uzun dakikalar sersem ve kendinden geçmiş bir hâlde eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve büyüklüğüne yakışan bir şekilde durumu anlamak lazımdı.

Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bunu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbini saran sihirli ağdan iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı.

“Hakkın var, valide,” dedi, “küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Değeri, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”

Kırım’dan gelme Halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan Başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken, Süleyman şu emri verdi:

“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti bir hasekininki gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”

Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı. Deminki patavatsızlığı için alacağını sandığı cezanın bildirilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık alık ve acıdan kıvranarak beklediğini görünce sesini sertleştirdi.

“Ne duruyorsun be, eksik etek,” dedi, “Küçüğü alıp götürsene.”

Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi.

“Ayak öpmesin mi, Efendim? Ummadığı lutfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”

Süleyman omuzlarını silkti, Rus kıza baka baka cevap verdi.

“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak. Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin… Ondan sonra kendisini saray adetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”

Başkalfa bir kere daha eğilip Hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi.

“Buyurun, Efendim,” dedi, “Gidelim, odanızı hazırlayalım.”

Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten kendisine söyleneni kısmen anladı, odadan çıkmak gerektiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk defa gözlerini Padişahın yüzüne çevirdi, uzun bir bakışla o esmer yüzü süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Rus topraklarından, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının haşin pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmişti küçük esir. Yeryüzünde en büyük kudret diye tanınan muhteşem Hükümdarın bakışında kısa süre içinde kendisine esir olacak bir kalbin ebedî hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sihirli bir gücün hâkimiyetini sezmişti.

* * *

İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektup sayesinde bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu bilgilerin dikkate değer tarafı yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı ve soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı durumda bulunuyorlardı. Bu sebeple Hünkâr, yeni ve pek körpe esirin geçmişiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli kişiliğe ilgi gösterdi. Kızın gözden çok yürekle, ruhla sezilen manevî güzelliği, büyüye benzeyen ve varlığı hissolunup da içeriği sezilmeyen gücü onu bir anda büyülemiş gibiydi.

Bununla beraber acele etmedi, yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi onun hemen hamama sokulması, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesi için emir vermedi. Çünkü tahta çıkmadan önce babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülâlenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı vaat etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde sözünü henüz yerine getirmiş değildi. Bir yıl önce Belgrad’ı almakla Fatih’i bir adım geçmişti, fakat benzemek istediği o ünlü hükümdar zamanında meydana gelen Rodos bozgununun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.

Bu, vicdanî bir gereklilikti. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Medenî, bedevi veya vahşî, hiçbir erkek tesadüf edip de hoşlandığı bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın bir zorunluluğunu olan cinsel yakınlaşmalarda kelimelerin yeri yoktur. Çünkü ağızların görevi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse sözlüğe, dillere ihtiyaç duyulmaz.

Sultan Süleyman, Türkçe bilmeyen pek çok kıza aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir uyum içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla insanlığın o ortak dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşüp anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan çekim ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu. Anlaşılmaz bir özün eseriydi bu. O özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir dile dayalı uzun sohbetlerle, tartışmalarla mümkün olabilirdi.

Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan belirsiz bir düşüncenin de bu ağırdan almada yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak becerisini sezdiren küçük esirin bu ruhsal gücüne karşı kendi benliğinde bir denge kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek, galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir gücün değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni savaşlar, yeni zaferler kazanmak lâzımdı.

İşte kısmen açık, kısmen belirsiz olan bu düşüncelerin etkisiyle genç Hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü.

“Valide,” dedi, “kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”

Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen Hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütebilen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı.

“Baş üstüne, Aslanım,” dedi, “Küçük kızı senin hizmetine uygun bir hâle korum. Fakat Hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”

“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet Hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun?”

Sultan Süleyman sözlerini bitirip ayağa kalktı, gitmeye davrandı. Annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı. Onu kapıya kadar geçirmeye hazırlanıyordu. Eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular.

“Kızın adı ne olacak?”

Bu gerçekten önemli bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi. Garip değişikliklere uğratırlardı. Ancak o adın anlamını mutlaka bilir ve bu anlamdaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve güzel bir taraf bulunmayan kadınlar ise adeta üzülür, yeni bir isim alma çaresi aramaya koyulurlardı.

Hafsa Sultan işte bu düşünceye uyarak, Hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı şey düşünmüşlerdi. Anne, dalgın bir hâldeki oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.

“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyük annenin adı… Uğur gelir belki.”

Süleyman dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı.

“Babamın anası Gülbahar öldüğünde ben on beş yaşımdaydım; boyuyla posuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi, ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”

“Şanslıydı ya, yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”

“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz, anne. Başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”

“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”

“İki büyük arasında bir küçüktü o, valide. Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisiyle de ilişkisi yok gibi bir şey!”

“Deme Aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama Allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”

“Deli dememek için, anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur, onunla eğlenmektir. Padişahlardan veli çıkar mı hiç?”

Ve ağzı açık kalan annesinin hayretini önemsemeyerek konuya döndü.

“Kızın adı,” dedi, “Hürrem olsun.”

“Ne demek Hürrem, evlâdım?”

“Gönül açıcı, yürek ferahlatıcı, sevinçli, güleryüzlü, mutlu demek!”

“Hay ağzını seveyim Aslanım. Ne de uzun anlattın bir tek Hürrem’i!”

“Bir tek, doğru anne… Ancak bine bedel!”

Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, odadan çıktı, kendi dairesine doğru gitmeye koyuldu. Dalgındı, farkında olmadan boyuna şu beyiti tekrar ediyordu:

 
Eğerçi yeryüzü hürremdir, ey dost,
Veli sensiz gönül pür gamdır, ey dost.
 

Yatak odasının eşiği önünde bu şiir dudaklarından silindi, kelimelerin yerine geniş bir tebessüm geldi ve için için söylendi.

“Küçüğü korumak için büyüğü avutmalı. Böyle yapmazsak gülü dalında kuruturlar, yüreğime dert düşürürler.”

Bunu söyledikten sonra odaya girmekten vazgeçti, adımlarını Mahidevran’ın dairesine çevirdi ve onu küçük Şehzade’nin yanında buldu. Ana, gürbüz yavrusunu dizine yatırmış, saçlarını okşuyordu. Karşısında el pençe divan duran Başkalfa da alı al, moru mor bir yüzle bir şeyler anlatıyordu.

Genç Hükümdarın odaya girmesiyle beraber Başkalfanın dili tutuldu, yüzünün rengi değişti, dizlerine titreme geldi. Bayılacak ve bulunduğu yere düşüp yığılacak gibiydi. Süleyman, suç üstünde yakalanmışa benzeyen bu kadının acıklı telaşını sezmemiş gibi göründü, yavrusunu kucaklayıp yerinden sıçrayan Hasekinin yanına gitti.

“Gönlüm,” dedi, “seni özledi, geldim. Mustafa’yı validemin yanına yolla, biraz baş başa kalalım.”

Ve onun cevabını beklemeden Başkalfaya çocuğu gösterdi.

“Bunu al götür, soframın da burada kurulmasını kilerci kadına söyle.”

Bir saniye sonra odada yalnız kalmışlardı ve genç Hükümdar, on yıllık gözdesinin yanı başına oturarak tatlı tatlı konuşmaya girişmişti. Daha beş dakika önce Rus Halayık için verilen emri haber almış ve ruhundan yaralanmış olan Haseki, şu ziyaretin kendini avutmak maksadıyla yapıldığını sezmekle beraber, uyuşturucu almış bir hasta gibi acıdan sıyrılıyor, yavaş yavaş neşeleniyordu. Milyonlarca insanın hayatını, kaderini belirleyen, bir tek sözüyle dilediği kişiyi alçaltan veya yükselten bu güçlü adamın, ikiyüzlü bir hesaba da dayansa kendi dizinin dibinde sevgiden, vefadan bahsetmesi hoşuna gidiyor ve bu yalandan bile mutlu oluyordu.

Hünkâr da gerçekten canlı ve heyecanlı konuşuyordu. Şairliği coşmuştu; boyuna nükteler sıralıyor ve birbiri ardınca kıvrak beyitler okuyordu. Bir aralık bu heyecan son haddini buldu ve genç Sultan, Mahidevran’ın ellerini yakalayıp, “İnan kadın, inan,” diye bağırdıktan sonra sesini birden alçalttı, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı, bayıltıcı bir ahenkle fısıldadı:

 
Harimi cenneti hüsnün yeter penâh bana,
Haramdır dahi bir gayri secdegâh bana.
 

Mahidevran, iç yaralarından tamamıyla kurtulmuştu. Beyni döne döne ve kalbi eriye eriye efendisine sarılıyordu. Bu bir yıkılıştı, bir harap oluştu. Fakat onun için bir mutluluktu ve birkaç saatten beri çektiği acı hep bu saadeti elden kaçırma korkusundan doğuyordu. Hünkâr, muhtemel densizliklerinin önüne geçmek için avutmak istediği kadının uzun günler ayılamayacak kadar sarhoş olduğunu görünce, yavaş yavaş ciddiyetini ve sertliğini takındı, parmaklarını güzel Hasekinin saçlarından ayırmamakla beraber sesine başka bir ahenk verdi.

“Mahidevran,” dedi, “yüreğimin içini görebiliyor musun?”

Kadın, yarım kalmış tatlı bir rüyanın hasretini taşır gibi şaşkın ve acı içinde başını kaldırdı, efendisinin gözlerine baktı. Oradan, o iki sarı elâ köşeden yol ve ışık alıp söylenilen yere, Hünkârın kalbine inmek istedi. Fakat umduğu, aradığı yolu ve ışığı bulamadı, sarı elâ gözlere kumral bir yüzün, beyaz bir endamın yerleştiğini görür gibi oldu, sendeledi ve inledi.

“Yüreğinde o Rus kızı oturuyor!”

Süleyman güldü.

“Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”

Ve iki uzun öpücük arasında ekledi.

“Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”

Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine ümitsizlikle ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, hayal kırıklığı başladı. Çünkü Hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım,” deyip dairesine çekilivermişti.

Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son olduğunu tahmin etseler acaba böyle mi ayrılırlardı?

33 046,64 s`om