Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kırgın»

Shrift:

ÖN SÖZ

Kırgız tarihi romancılığının kurucusu kabul edilen Kırgız halkı tarafından en çok sevilen ve saygı duyulan yazarlarının başında gelen Tölögön Kasımbekov (1931-2011), kimsenin cesaret edemediğini yapmış ve tarihsel konulara yönelmiştir. Kırgız halk kahramanı Beknazar’a dayanan soyu onun omuzlarına ayrı bir sorumluluk yüklemiş, Rusların baskı ve yıldırma siyasetine boyun eğmemiştir. Yazı hayatına hikâye yazarak atılan Kasımbekov asıl ününü tarihi romanlarıyla kazanmıştır. İlk uzun tarihi romanı Sıngan Kılıç (Kırılan Kılıç)’ı yazdığında 35 yaşında’dır. Sıngan Kılıç romanı yazıldığı dönemde büyük sansasyon yaratmış Sovyet rejiminin sansüründen etkilenmiştir. Evi basılmış romanın sayfaları dağıtılmış bazı bölümleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak Kasımbekov, bildiği yoldan ayrılmamış bir belgesel titizliğiyle romanını kaleme almıştır. Kırgızistan’ın dört bir tarafını gezmiş, Alay Kırgızlarının konuşma ağzını öğrenmiş dönemin canlı şahitlerinden yaşanılanları derlemiştir. Kırgızistan’da ve Moskova’da birçok arşivi taramış tarihi gerçeklere bağlı kalarak tarihi romanlarını kaleme almıştır. Onun tarihi romanlarında kurgu ve gerçek ustaca harmanlanmış yüzlerce karakteri okurun hafızasına kazımasını bilmiştir. İlk romanı Sıngan Kılıç büyük bir üne kavuştuktan sonra sırasıyla Kelkel, Baskın ve Kırgın romanlarını kaleme almıştır. Bu dört romanın anlattıkları tarihi aralık; Kırılan Kılıç (1865-1876), Baskın (1859-1898), Kırgın (1905-1917), Kelkel (1917-1924) şeklindedir. Türkistan’a Çarlık Rus-yası zamanındaki işgal ve iskân siyasetiyle başlayan yıllar, Sovyetler Birliği’ndeki baskıyla devam eder. Kasımbekov da bir tarih kitabının sayflarında yer almasının bile yasaklandığı olayları romanlarında tüm çıplaklığıyla kaleme alır.

Tölögön Kasımbekov’un Kırgın romanı, 1916’da yaşanan ve binlerce Kırgız Türkü’nün Ruslar tarafından katledilmesine yol açan “Ürkün Ayaklanması ve Katliamı”nın resmi belgelere dayandırılarak yazar tarafından kurgulanmasıdır. Kırgın, adından da anlaşıldığı gibi, halkın kırılmasının, köleleştirilmek ve yok edilmek istenmesinin romanıdır. Toprakları ellerinden alınan halk, yapılan zulüm karşısında dertlerini anlatacak bir muhatap bulamazlar. Her türlü baskıya maruz kalan, varlık alanları hiçe sayılan Kırgız halkının, 19-43 yaş arasındaki erkeklerinin savaşta cephe gerisinde görevlendirilmek için çağırılmaları isyanı getirir. İsyan sonucu büyük bir soykırım başlar. Ruslar, çoluk-çocuk demeden Kırgızları katleder ve binlerce insan Çin’e kaçar. Romanı bu trajedi üzerine kurgulayan Kasımbekov, arşivlerden çıkan tarihsel belgelere dayanarak yer yer romanında bu bilgileri kullanarak bir tarih kitabı titizliğinde eserini oluşturur

Yazarın daha önce Sıngan Kılıç I,II ve Baskın romanları Türkiye Türkçesine aktarılmıştı. Bu romanların devamı niteliğinde olan Kırgın ve Kelkel romanlarının aktarılmaması ise büyük bir eksikliktir. Tölögön Kasımbekov’un doğumunun 90. Yılını kutladığımız bu yıl doktora öğrencisi Uzman Emrah Altıok ile Kırgın romanının Türk dünyası okularıyla buluşturmaya muvaffak olduk. Bu yıl bitmeden Kelkel romanının da çevirisini yayımlamayı umut ediyoruz.

Türk dünyasına sayısız eser kazandıran Bengü Yayınlarının imtiyaz sahini ve Avrasya Yazarlar Birliği başkanı sayın Dr. Öğr. Üyesi Yakup Ömeroğlu’na, kitabı baştan sona okuyarak redakte eden yüksek lisans öğrencim Ayşenur Bayrak’a, ön okuma yaparak katkı sağlayan öğrencim doktora öğrencisi Uzman Mehmet Eren’e ve çeviri gibi ağır yükü benimle paylaşan Uzman Emrah Altıok’a teşekkürü bir borç bilirim.

Doç. Dr. Samet Azap
Kastamonu-2021

YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ

Tölölgön Kasımbek Uulu Celal Abad bölgesindeki Aksı ilçesi Akcol köyünde 15 Aralık 1931’de doğmuştur. Köyde liseyi bitirdikten sonra öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra Akcol köy kurulunda sekreter olarak çalışmaya başlamış, 1952-1957 yıllar arası Kırgız Milli Üniversitesi Filoloji fakültesini bitirmiştir. Okuduğu yıllar devlet edebî dergilerde ilk edebî eserleri yayımlanmış ve 1956 yılı “Kiçinekey Cılkıçı” adlı ilk öyküler kitabı yayınlanmıştır.

Yazar 1957 yılı devlet kitaplarını yayınlayan devlet basın evinin çocuk edebiyatı bölümü editörü olarak atanmıştır. 1949 yılı ilk edebî eserleri okuyucular tarafından beğenilmeye başladığı zaman Devlet Yazarlar Birliği’ne alınmıştır. 1960-1966 yıllar arası devlet” Alatoo” edebî sanat dergisi düzyazı bölüm başkanı, genel sekreter olmuş. 1966-1973 yıllarda adı geçen derginin genel editörü, 1973-1974 yıllarında Devlet Basını Komitesinin genel editörü olarak hizmet etmiştir.

Aynı yıllarda kendini daha iyi geliştirebilmiş ve “Ce-tim” (Yetim), “Adam Bolgum Kelet” (İnsan Olmak İstiyorum”) romanlarını, “Sıngan Kılıç” (Kırılan Kılıç) tarihî romanı, “Kelkel” romanını yazmıştır. Özellikle “Kırılan Kılıç” Rusçada dört kere, Kazakçada üç kere, Türkmence, Ukraynaca, Özbekçe ve Uygurca yayınlanmıştır ve okuyucular tarafından beğenilmiştir. Moskova’daki “Progress” basını tarafından İngilizceye çevrilmiş ve Kırgız tarihinin en zor bir tarihî dönemini yansıtan bu roman dünyada İngilizce bilen tüm insanlara sunulmuştur. Ve bazı dünya çapındaki edebiyatçıların, tarihçilerin ve siyasetçilerin ilgisini çekmiştir.

Kırgız edebiyatında ilk kez Kırgız milletinin geçmiş dönemindeki tarihi birçok insanların kişiliği oluşturulmuş. Romanda zor dönemin ilerlemesi ve sonucu, tarihi olaylar değiştirilmeden, yerli halkın ruhu aşağılanmadan, karalanmadan hatta tarihin zor şartları sakin bir şekilde kabul edip büyük felaketten kendi halkını soyunu korumak gibi düşüncelerin yüceliği de yansıtılmıştır.

Kırgız edebiyatındaki ilk tarihi romanın bu olmasından dolayı yerli “siyasetçiler” göz ardı etmeyip yazara karşı geldikleri de herkese malumdur. Daha önceki bağımlı devletin siyasetçileri “Siz siyaset yapıyorsunuz, Sizin siyasetiniz bizim resmi siyasetimize karşı gelmekte” diye suçlamıştır. Bu o zamandaki Kırgızistan KPBK’nın yıllar boyunca tarihçilere ve yazarlara “Kırgız milleti Rusya’yla kendi isteğiyle birleşmiştir” resmi fikrini bağlamasıydı. Demek ki “Kırılan kılıç” gerçek anlamı, romanının anlamı “kendi isteğiyle değil Rus Padişahının sömürge siyasetinin amacına göre Türkistan asker gücü ile işgal edilmiştir. KPSS’in olumsuz fikrini olumlu olarak saymaya alışkın olan yerli siyasetçilerin sömürge siyasetini işkence, üstün olmak, az sayıdaki milletlerin ruhunu aşağılamak, toprağını almak, onları yok etmek gibi amaçlarını aklamaya denk gelmemesi idi. Bu durum ancak Kırgızistan KPBK’da hükümet değiştikten sonra düzelmiş. Ve yıllar boyunca yayınlanmasına izin verilmeyen “Kelkel” romanı yayınlanmıştır. “Kırılan Kılıç” romanına önceden yapılan suç kaldırılmış. Kırgızistan’daki yazarların haklarının koruyacak olan kuruma başkan olarak 1987 yılı atanmış. Edebiyat alanındaki yaptığı çabalarına değer verildiğinden “Kırgız SSR Halk Yazarı” adlı unvan verilmiştir.

Tarihçi ve yazar Tölögön Kasımbekov 1990 yılı şimdiki Aksı bölgesinin 169’Nolu Kızıl Tuu oylama ilçesinden halk milletvekili olarak seçilmiştir. Milli Meclisin yeni oturumunda Milli İstikrarlı Komisyonu Başkanı ve Başbakanlık Heyeti Üyesi olarak çalışmış. Milli Meclisin birçok meselelerini içten çözmeye çalışmış, kendi fikrini açıkça ifade etmiştir. Kırgız Devletin ismini yaymak, başkentin ismini geri almak, resmi dil, bağımsızlık, bayrak ve toprak meselelerinin doğru çözümünde katkı sağlamıştır. “Kültür hakkında kanun”, “Eğitim hakkında kanun”, “Din hakkında kanun”, “Basın hakkında kanun” hazırlanmasında ve karar alınmasında da bu insanın katkısı vardır. Aynı şekilde bağımsız devletin ilk anayasasının hazırlanmasına ve kabul edilmesine de katılmıştır.

Tölögön Kasımbekov Kırgız halkının kendi tarihini tanıma fikrini yaymada, Kırgız halkının yeni devletinin toprağını oluşturmada, gelecek yönünü belirlemede çok çaba harcayan bir insandır.

Eşsiz yazar Tölögön Kasımbekov 16 Haziran 2011’de uzun süreli hastalıktan dolayı vefat etmiştir.

Kırgız Basınından

BİRİNCİ BÖLÜM

1

Sarı Özön1

Yeryüzü yemyeşildi, güneşin yüzü gülümsediğinden etraf da parlıyordu; yer de gönül de etraf da sakindi.

Üç atlı geliyordu.

Bunların hiç sırları bitmez mi? Kendi ellerinde olduğu için Allaha şükrediyorlar, daha fazla servette de gözleri yoktu, onu düşünmezler bile, gamsız gibi bir şeyler.

Atlar aniden ürktü. İki tarafa dağılarak otlamamaya başladılar ve kulaklarını da dimdik diktiler. Acaba, kurt mu geldi, kaçtı mı? diye bir düşünce geçti aklından. Hayır, kamışın dibinden insana benzeyen bir şey bakıyordu, gözleri fal taşı gibiydi. Hemen kaybolmadı, tersine daha dikkatle baktı, bunlardan korktu galiba.

Hemen ardından saçları örülmemiş sarı kafalı birisi göründü.

Hım, bunlar bizim bildiğimiz kendilerini önemseyen efendilere hiç benzemiyor ki? Eski ağaçtan yapılmış arabasının arka tarafında duran, yaklaşık olarak 15 yaşlarında olan şapkasız sarı kâkülü artık gözlerine düşmeye başlayan bir çocuk göze çarptı. Elinde tüfeği sıkıca tutmuş hemen ateş etmeye hazır olduğu hissedildi. “Hım, yolcuların biri, bunlar Ruslardan biri galiba” dedi.

Başka bir yer, başka bir halk, tabi ki bu durumda gelen yabancı da korkar. Kim olsa ana babasını görmüş gibi sevindiğini, yalandan da olsa göstermesi daha iyidir. Erkeği de kadını da orada efendilerine yaptıkları alışkın hareketi burada da yaptılar. Hepsi bir hizaya dizilip iki üç defa eğilerek selam verdiler. Yanındaki erkek, “German, sakin ol, German” diyerek tüfeğini ateşlemeye hazırlanan çocuğu sakinleştirdi.

Yerliler geçip gittiler.

Sarı saçlı kadın ise kızının gözlerine bakıp başını okşayarak kendi kendine söyleniyordu:

– Korkmadın değil mi, bunlar da insana benziyor?

Erkek ise:

– Sen German, silahı herkese sebepsiz yere nişan alma, duydun mu, bizim gibi insanlar da vardır, ama birisi silahtan korkar, birisi merak eder, bize şimdi kavganın hiç gereği yok.

Buraya yakın olan merkezi bir şehir varmış ama o şehre yakın oturan insanların evleri bile görünmüyordu. Bu tarafa doğru göç edenler birlikte gelip buraya yerleşti ve o günden itibaren burada yaşıyorlar ve hiçbir yere tek başlarına çıkmıyorlar. Galiba bu yer gerçekten ıssız.

Ta uzaklarda gökyüzüne değecek gibi bir sihirli yüksek yer olan Ak Bulanık’ın sıra şeklinde ki zirveleri görünüyor. Acaba kar mı, buz mu? Birbiriyle kümeleşmiş açık maviden koyu maviye dönüşen, bazen çoğalıp bazen de uzanan bulutlar yavaş yavaş birleşerek sonunda boz bir sise dönüşüyorlardı.

Günlerin birinde bu düzlüğü koyun sürüsü yayılarak kuşattılar. Bir taraftan diğer tarafa yavrular zıplayıp oynayarak koyunların arasında koşuşuyorlardı.

Koyunların sahibi bu mu? Gelen yabancı aile şaşırarak kalakaldılar. Bunca hayvan nereden geldi, bunlar yabani mi acaba?

“Koş” (koyunlara sesleniş) diye bir telaşlı ses korkuttu, ardından bir daha “koş” dedi. Kısa boylu, insan gibi bir yüzü olan bu çocuk da herkes gibi şapkasızdı, sarı saçlı ve bu çekik gözlerine herkes “oy” diye bakıverdi.

Büyük kara tebetey2 giyen erkek, zarif beyaz eleçek3 giyen karısı, küçük çocuğuyla beraber büyük boynuzlu öküzden görkemli bir tarzda yüklenen yükü indirdiler. Hemen dört kanatlı kızıl ağı uzatarak yere serdiler. Tebetey giyen erkek ise hemen yuvarlak bir şeyi, ağaç parçası ile yukarı kaldırdı. Diğerleri ise uzun kırmızı kazıkları ona taktılar, demin yukarı kaldırdığı yuvarlağı havada durdurdu.

Sonbaharda sararan sarı kamışın dibinde kirpi gibi birbirlerine çok yakın oturan yabancı aile gözlerini alamayarak şaşırıyorlardı. İşte yuvarlağın üstünü de kapattılar, bütünüyle bağladılar, dışarıdan içeriye bir şeyler taşıyorlardı, içeriye girip çıkmaya başladılar bile. “Ha, dedi sarı sakallı yabancı, bu yatak imiş” .

Yukarıdan duman çıkmaya, içeride yanan ateşten ise ışık parlayarak göze çarpmaya başladı. “Bunu ben anlamadım, kendisi ağaçtan yapıldı, yukarısı ise pamuktan yapıldı. Bir de ateş yakarsan kendisi yanmaz mı”?

Büyük kara tebeteyli adam kamış tarafına yavaş yavaş yürüdü. Uzaklardan fakir Rusların göç ettirilerek bu taraflara geldiğinden haberi vardı ve onlara daha önceden arazi ayırıldığını da duymuştu. “Bunlar nereden geldi başımıza?” diyerek sinirlendi. “Ben dağdan inene kadar benim köyüm başkasına verilir mi ?” diye bir soru aklına geldi.

Eğer öyleyse ne yapacaktı? Yerlerini paylaşmayarak burunlarından kan akana kadar birbiriyle dövüşecekti. Buna ikisi de üzülerek ardından kahkaha atarak bir kâse kımız içip daha önce barıştıkları Kazaklar olsa daha iyi olacaktı. Yok, bunlar başka. Köy sahibi ne yapacağını bilmiyordu.

Yanındaki sarışın iri karısı bir oraya bir buraya şüpheli gözlerle bakınıyordu. Sanki birinin ona saldıracağını bekliyordu. Kıvranıp bükülerek kızını göğsünde tutuyordu. Fakat böyle hareket yapmasına rağmen erkek gibi cesur görünüyordu. Büyük kara tebeteyli adam geldiği zaman ona bir baktığında sanki hiç kimseyi önemsemiyor ve kimseden korkmuyormuş gibi görünüyordu.

Büyük tebeteyli selam verdi, sesi de ciddi gibi geldi. Diğeri ise “küfür etti” galiba diyerek sadece ona baktı selamını almadı.

Şimdi ise büyük tebeteyli biraz gülümsedi, parmağını kaldırıp, soru soruyormuş gibi çenesini biraz kaldırdı.

“Sen kimsin?” diye sorduğunu anladı yabancı. “Ben mi? Ben Kuzmin adlı Rus’um” dedi, o da biraz gülümsedi ve ağzı biraz açılarak dişleri de göründü.

“Ha dedi büyük tebeteyli, ismin Kösmün’müş demek ki!”

Şimdi ise Kuzmin parmağını kaldırdı, “sen kimsin” diye sorduğunu anladı. Büyük tebeteyli, “ben Cayloobay’ım,” dedi ayakaltını işaret ederek yerli olduğunu göstermek istedi.

“Ne ne… dedi Kuzmin, yayla? ” dese de ikisi de insan, birbirine kanları ısınarak, “konuştuklarına” biraz sevinmiş gibi birbirine bakarak gülüştüler.

“Koroş” (Rusçada: tamam anlamında) dedi Cayloobay, gitmek istediğini söyledi galiba, bu sözü ise pazarda bir Rus’tan duymuştu. Diğeri de kafasını salladı, “yakşi” dedi, bunu duysa duysa oradaki Tatarlar’dan duymuştur.

Erkek köpek yerleri koklayarak, yabancı bir kokuyu almış ve yabancı birisini görmüş gibi kükreyerek havladı. Hiç çekinmeden bir ayağını kamışın ta yukarısına çıkaran ve onun asılacağını bekleyip aşağıda tüfeğini hazırlayarak duran çocuğu görünce bir daha kükredi, orası onun evi gibi sakince onu kendine çevirdi.

Cayloobay duydu galiba, köpek sesinin geldiği tarafa doğru geldi. Köpeğin “porsuk mu gördü” diye tahminde bulundu. Yan yana oturan yuvarlak kafaları gördüğünde “ya, bunlar da kimler” diye korktu, sonra sakinleşip dikkatlice baktı ve Kösmün’ü tanıdı. Kafasını sallayıp kendi kendine bir şeyler söylüyordu sonra da “koroş” dedi. Kösmün ise “Mı mujiki (biz erkeğiz)” ardından da “yakşi” dedi, bunca dil bildiğine göre onun askeri öğrenci olduğunu zannetti. Yüzünde sadece gülümseyen tuz gibi boz gözleri göründü.

Tüfeği gördü, tuzemçi4 kafa salladı, “sonra geleceğim” der gibi oldu duyulmadı ama sonra gülümseyip kafasını sallayarak yavaş yavaş ellerini arkasına koyup gitti. İri köpeği de arkasından ona eşlik etti.

Tüfeği gördüğünü diğerleri de fark etmişti, ama açık konuşamayıp artık endişelenmeye başlamışlardı. Yavaş yavaş saklanmaya başlasalar mı? Ama nereye? Kalın, sarı kamışın arka tarafına daha kimler diş gösterip daha kimler göz koymuştur kim bilir? “Burası cennet” dememiş miydiler? Cenneti cennetmiş ama toprağın sahibi var gibi. İri sarışın kadının ödü kopuyordu. Kızına hiçbir yere baktırmıyor onu göğsünde sıkı tutuyordu. Onunla beraber kendisi de nefes almamaya başladı.

Her ne kadar duymamayı denese de yine de yabancı ses, yabancı kelimeler. Dışarıda ateş yanıyor, kazanda yemek pişiyor ve kiyiz5 evin içinde de ışık görünüyordu. Onlar fazladan hiçbir şey yapmıyorlar, böyle gamsızca o günü kendi tarzlarında sakince geçiriyorlardı.

Uzun bir zaman geçtikten sonra tuzemçi yine geldi. “Gelin, konuğumuz olun, evden bir adım çıktığın zaman yabancısın dendiği gibi hâl hatır sormak görevdir, dürüstlüktür, gelin” dedi. Anlamadılar, kızının başını koltuğunun altına saklayan iri sarışın kadın kıpırdamaya başladı, “sus, bir şey deme” dedi kızına. German ise yavaş yavaş tüfeğini göğsüne alarak ilerlemeye başladı. Sarı sakalının arasından açılan ağzının kırmızı olduğu göründü ve mucuk6 ne diyeceğini bilmeden baka kaldı. Ama yine de sakindi, etrafa bakındı, onlara doğru gelende yoktu, saldırı yapacaksa tuzemçi tek gelmeyecekti, tüfek de hazır, bir şey olursa vurayım mı diye sormaz bile.

Tuzemçi ağzına bir şey koymuş gibi oldu, çiğnemiş gibiydi, sonra boynunu uzatarak “yutmuş” gibi oldu. Gözleri gülüyor, güler yüzlüydü, kafasını sallayarak eve doğru çağırıyordu.

“Bu dedi mucuk karısına, bir şey ye diyor.

“İnanıyor musun?”

“Dürüst birisi gibi görünüyor am gidip kendin bak”

Mucuk Tuzemçi’ye kafasını salladı, “kabul ettiğini” gösterdi, kalkıp gidecek oldular. Tuzemçi kaşlarını çatarak oturan kadına bakıp ona “sen de gel” diyerek kafasını salladı.

“Birini davet edip diğerini etmezsem ayıp olacak” diye ikisine de “hadi gel”, “hadi gelin” diye tekrarlıyordu, bazen üzülüp küstüğü belli olduğundan başka tarafa bakıyordu. Sonra yine gözleri gülümseyerek yine ısrarla rica ediyordu.

Mucuk şimdi güldü:

“Bizi efendi görüyor, bu zavallı” dedi korkan karısına, hadi şimdi gidip bakalım, biz de bir kez efendi olalım, ne dersin? “Efendi” de senin gibi mi olur?”

“İşte ben Rus’um, demek ben burada efendiyim demek!”

İri sarışın kadın, “Efendi” deyip dalga geçiyormuş gibi güldü.

Sonunda kızıyla beraber dört misafir ve tuzemci çiyden7 yapılmış kapısını açarak içeri girdiler. Kısa boylu esmer kadın “hoş geldiniz” diyerek misafirleri kabul etti. Misafirleri töre8 geçirdi. Et de pişmiş sofrası da hazırdı.

–Taylak yavrum misafirlerin ellerine su dök, dedi kadın yedi yaşındaki çocuğuna. Çocuğu ise su koymaya babasından başladı. Tuzemçi bıçağını ve ellerini yıkadı, sonra ellerini birleştirip sıkı tuttu ve leğene kalan damlaları akıttı, sonra havluyla kuruttu. “Böyle yıka” diye yanındaki mucuğa işaret etti. Mucuk ellerini yıkadıktan sonra ona verilen havluyu almadan ellerini sadece aşağıya silkti.

–Aaa a deyiverdi esmer kadın sinirlenerek, “Allah belanı versin” diyecekti ama içinde kaldı, her şeye sıçradı mı” diye kaygılandı.

“Üzülme, bunlar böyle işte” dedi eşi karısına, kadın de hemen durdu.

Kâse kâse soğan doğranmış çorba verildi, ekmek de çoktu. Mucuğun kendisine ve hatta hâlâ tüfeği koltuğu altında saklayan oğluna kadar et parçaları dağıtıldı, küçük sarışın kızına ise içecek verildi.

Aylarca sadece tek ata bağlanan eski arabada sallanarak uyudu. Ancak at dinlendiği zaman arabanın gölgesinde sıkışarak karnını zor doyurmuş ve zayıflamıştı. Buraya ulaşan bu yabancılar buradan korkmak nerede, tam tersine Allah’ın verdiği bedava mal için yapışıp kaldılar.

2

“Baatır” adlı Baytik son günlerde bir şeyden korkuyormuş gibiydi. Törde otursa da at binse de hep düşünceli olduğunu karşısına gelen herkes fark etmeye başladı. Eskisi gibi dikkatle bakmak, birisi selam verince yüksek sesle selam vermek, aslan gibi kükremek ve burnunu büyük göstererek selam vermek de yok artık. Kendi kendine konuşup her gün kum gibi çoğalan kaygısına cevap ve yardım arıyormuş gibiydi. “Bu nasıl bir gün ?” Tuurduktan9 akan damla gibi birer birer damlıyor bu Ruslar, bunlar devamlı gelirse sel gibi bizi kuşatırlar ki?”

Cevap başka bir çare yok ki! Ta uzaklarda ıssız han sarayına girenler kendi kendilerini bilir, kimseden izin almaz ki. Daha önceki gibi tepede toplantı düzenleyip rahat oturarak, sakalı belini aşmış aksakal, şimdi ne yapacağız dedikten sonra ortaya söz atar. Yüzünde daha bir kıl çıkmayan çocuğun sözünü dinlemek, herkesin sözünü dikkate alarak sonuç çıkarmak nerede? Her şey hemen duyuluyor, “Karşı çıkıyor” diye Ruslara da ulaşıyor.

Günlerin birinde Baytik, Baza denen kişiyi yanına çağırdı. Baza’nın çehresi solgun, küçük burnunun dibinde birazcık sarı kıl vardı ve kafası da aç kokarcanınki gibi yuvarlaktı. Girer girmez gözleri parladı. Baytik eğer kaşlarını çatarsa hemen kaçmaya hazır gibi eğilip selam verdi.

–Gel Baza’m, dedi Baytik, gel, otur.

– Baza, beni çağırmışsınız deyip gözlerine dikkatle bakıyordu.

Hiçbir şey demeden karta10 ile gülçö11 yediren ve yaz vakti kımız içiren Baytik şöyle dedi:

–Çok önemli işim var Bazam dedi.

Baza bakakaldı.

–Atlardan en iyisini seç ve ona bin yanına da beş yiğidi al.

Baza şimdi biraz sakinleşti ve yemek yemeden onu dikkatle dinliyordu.

–Daha gelmediler galiba, Suusamır tepesinde olmalılar, gece boyunca ulaşırsın oraya Bazam.

Bir şey demeden, gözlerini bile kıpırdatmadan sadece “tamam” dediğini başını sallayarak bildirdi Baza.

–Kimseye uğrama, kimseye bir söz bile söyleme, gece boyu dümdüz gidersen deli ormanın hanı Irıskulbek’in kendisine ulaşırsın.

Baza bir kez daha başını salladı.

–Baytik kendisi isteğinizi öğrenmeye gönderdi dersin.

Baza onun sonraki sözünü bekliyordu.

–İlişki kuralım, alışveriş yapalım, eğer gönlümüze göreyse kız verelim kız alalım, kardeş olalım, beraber olalım dedi dersin.

Baza ağzını açarak dinliyordu.

Baytik, iletsem mi yoksa iletmesem mi diye düşündü. Biçare gibi istemesi nasıl olur diye sonra evet istettirmeyeceğim kendisi getirmemeli miydi? dedi kendi kendine.

Baza, fare kokusu almış kedi gibi ağzı açık dinliyordu.

–Dikkatli ol, o aşırı talepte bulunan adam, yalan söyleme diye kükreyerek uyardı. Issız yerin kurdu olmak artık olmuyor haberleşmek, birlik oluşturmak lazım galiba bu devirde.

Sonunda:

–Duydun mu? diye sordu Baytik.

Duydum duydum Baatır deyiverdi Baza göz kapağı titreyerek.

“Şimdi git” dediğini bildirircesine kafa salladı:

–Çabuk git ve çabuk gel! dedi Baytik.

Birkaç gün sonra yiğitlik taslayan Baza, Töö Aşuu’dan geçti. Ondan sonra Suusamır’ın düzlüğünden de geçerek atını o kadar hızlandırdı ki Ala Bel’e ulaştı. Uzakta büyük bir köy göründüğünde yan taraftaki koyunların yanından gevşeyerek oturan çocuk kalkıp:

–Ee sen nereye gidiyorsun? diye sordu

–Sana ne? diye cevapladı Baza.

Onu Baytik gönderiyorsa, bir de gideceği hanların hanı Irıskulbek ise tabi ki istek de onda olur. Bu çoban kim ki? Sinirlenmek istedi Baza.

–Sen nereden geliyorsun, hangi millettensin? diye sordu çocuk.

–Ananı… deyiverdi Baza, dedenin ruhu gibi sürünmeden çık yolumdan!

–Ey! Kim sürünüyormuş? diye darılarak taş aramaya başladı.

Bırakalım, madem Baytik’ten geliyoruz, böyle kimselerle aynı seviyede olmayalım dediler yiğitler.

Sarı yayla, arkası karlı sıradağ, düzlüğe dikilen on iki kanatlı büyük boz üy üzerine altın kaplanmış gibi. Bu manzaraya bakarak o, kahramandan gelen elçi olduğundan at ile cilvelenerek ilerledi.

Ama hayır, onu yiğitler kılıçla karşıladılar:

–Eee nereye? dedi bunlar da.

–Han’a dedi kaba bir şekilde Baza.

“Han öğle zamanı kuş uykusunda” dediler.

–Uyandırsak olmaz mı?

Yiğitlerden birisinin gözü çıkacak oldu:

–Ne, senin için mi uyandıracağız?

– Baza gülerek sen köle, bana böyle bakma dedi. Aslında sinirleniyordu, biz Baytik Han’dan geliyoruz, biz elçiyiz duydun mu?

Diğeri:

–İstersen Allah’ın kendisinden gel! dedi.

Elçinin biraz ışığı söndü, güldü biraz:

–Sizler ıssız dağda yaşaya yaşaya domuz olmuşsunuz ya! dedi.

O küfredene kadar zerdeva tebetey giyen birisi geldi ve o da nereden geldin diye sormaya başladı. Bu durumda Baza gerçekten sinirlendi:

–Ne? Girmeye izin vermedi diye gidecek miyiz? diye korkutuyormuş gibi söylendi.

Zerdeva tebeteyli:

–Gidecek yolu unutmadın değil mi? diye dalga geçti. Han bugün meşgul, ta Oluliya-Ata’dan sizlerden daha büyük sizlerden daha kahraman Rus efendiler gelmişti, dağ koçu avlayıp geziyorlar. Buna ne dersin?

–Aaa, dedi Baza. Kendi kardeşini ağırlayamayan yabancının eşiğinde yer alır demek bu demek. Vah vah, bundan da utanmıyorlar.

–Biz dedi biz gezmiyoruz, “sessize dokunmayınca cevap vermez” denir. Kahraman Baytik’in deli ormana verdiği görevini söylemeye geldik.

–Ey,” kapı kardeş” dedi dalga geçerek, sen bizim girmemize engel olabilecek misin?

– “Görev”!

–Efendim? diyerek baktı Baza. Kötü insan mal sahibi olunca yanına komşu kondurmaz gibi neden hepiniz ürküyorsunuz? Evine Rus geldi diye Allah’ı bile tanımayacaksınız, kardeşten bile mi geçeceksiniz?

Diğeri ise yürü dedi, kendisi önde yürüdü, “elçileri kenarda duran kara alacığın yanına getirdi, “şimdi bekleyin” dedi ve gitti. Meğer cezalandırmış elçileri. Onları orada tek bırakıp, gözlerini yollarda bıraktı. Üç gün sonra zerdeve tebeyini giyip dalga geçerek gülüp “ee, elçiler biraz siniriniz sakinleşti mi” diye şaka yapar gibi “hadi gidelim” dedi.

Sakinleşmek yerine daha da sinirlenen Baza hiç bakmadan, konuşmadan, sinirlenerek hana geldi.

Han törde kızıl desenli ipek döşeğin üstündeki tam kapı tarafına kafası ile uzanan kurutulmuş kahverengi ayı postunda ayaklarını çaprazlayarak oturmuş. Artık ihtiyar yaşına gelmiş, saçları gümüş gibi ağarmış olan han insana kötü bir şey yapmayı bırak, onu aklından bile geçiremez.

Elçi zorla selam verdi, han da kafasını salladı. Tabi ki han olduğu için herkes ile konuşmuyor. “Gel otur” bile demedi. “Ee” dedi o sesi pek duyulmadı. Bu “söyleyeceğini söyle” demesiydi. Kendisi ölmek üzere, bir de Han! diye bir düşünce geçti Baza’nın aklından.

Baytik’in dediklerini söyledi, ama teklif gibi değil, emir tarzında iletti dimdik durarak. Irıskulbek bir kez bile kıpırdamadan dinledi. Nefes alamıyordu Baza.

–A bu doğru, dedi han, “beraber olmak” çok iyi, gerçekten bu zor zamanda beraber olmak kadar iyi şey var mıdır?

Yavaş yavaş nefes alarak biraz öksürdü ve bembeyaz mendil ile dudaklarını sildi. Halkı Sarı Özön’ün sahibiyse, kabilemiz düşman olsa da halkın başında Baytik kendisi duruyorsa nasıl selamını almayız ki.

Daha biraz nazlandıktan sonra düşüncelerini biraz daha seçerek:

–İşte dedi, ihtiyar han, selamımız bu, iletirsin.

Dışarıda kapı kardeş yine çıktı Baza’nın karşısına.

–Ee?

Bu ise iyi niyetle geldiysen “anlaştınız mı” kötü niyetle geldiysen “geldin de ne oldu?” diye sorusuydu. Baza, kızarak ona bakmak bile istemedi ve cevap vermeden geçip gitti.

–Hadi, gel dedi kapı kardeş dişlerini göstererek gülüp, misafirimiz ol dedi.

Baza ona dikkatlice bakıp:

–Ee misafirperver! Aynı milletten gelen elçiyi elçi gibi kabul edip konuşamadıktan sonra ben seninle oturur muyum? Senin gibileri…

Yiğidinin tuttuğu ata hemen bindi ve ata kamçı vurdu gitti, ardından da beş yiğidi.

Evine gelip düşünerek kahramanının yanına gelemedi “hastalandım” diyerek hemen yattı. Bu durum herkese duyuldu.

“Ne?” diye şaşırdı Baytik. Sinirlenerek hemen getirttirdi.

Buruşarak yüzüne bakmadan Baza eğildi Baytik’e.

–Ee! dedi Baytik kaşlarını çatarak. “Ne dedi” Baza, “Neden gelmiyorsun” dediğini de anlamış değildi.

–Kahraman dedi, onların bana yaptıkları zulmü siz bilemezsiniz, şişmişler onlar, hanlarının cevabını size söyleyemem.

Bir kötülüğü hisseden bir kartal gibi aniden ona yaklaşıp kalçasından kapıverdi:

–Ne ne? dedi kükreyerek.

Baza daha da eğildi:

–Söyle! diye bağırdı. Yerinden bile kalktı Baytik. Baza, “Şimdi çok şiddetle tekme atacak” diye korkarak başını kaldırdı. Baytik’in uzun boynu ve büyük kara tebeteyi gözlerine çarptı:

Baza ağlamış gibi oldu:

–Nasıl söyleyeceğim, nasıl?

–Söyle! dedi aslan gibi kükreyerek.

Ağlamaklı sesiyle bir şeyler söylemeye başladı ama gözlerinde bir damla bile yaş yoktu.

 
“Aygır değil, at değil
Han Baytik’e ilet… dedi.
 
 
Kırgız değil, Sart değil
Yabancı Baytik’e söyle… dedi
 
 
Onunla benim işim olmaz
Köyüne gönderecek kişim yok… dedi.
 
 
Yemeğine katacak tuzum yok
Hayvana verecek kızım da yok…
 

-Nee? dedi Baytik, duyduğuna inanamadı. Evde bir cenaze varmış gibi bir anda evin içinde sessizlik oldu.

Yakasından tuttu kahramanı ve gözlerine baktı:

–Kim vardı yanında söyle; o kadar sinirinden kükremeye başladı kim vardı yanında bunu duyduğun zaman?

–Baza, çoktu, hanın kişileri çoktu dedi alçak sesle gözlerini açmadan. Bilmiyorum daha birisi vardı kahkaha atıyorlardı.

Baytik gerçekten kendinden geçmeye başladı:

–Ee, seninle beraber gidenler de duydu mu bunu?

–Yok, onlar dışarıdaydı benim girmeme zor izin verdiler!

–Geldiğinden beri kimlere söyledin?

Baza yemin içmeye başladı:

–Ağzıma kan dolsun!

–Evet, kendin biliyormuşsun kan kusacaksın dedi Bay-tik. Ağzından bir şey çıkarsa eğer birisinin kulağına giderse Baza öleceksin.

Ayağı yere değmeyen Baza boğuluyordu.

–Evet diye zorla kafasını salladı. Sonra Baytik onu yere atar atmaz hemen tebeteyini alarak dışarı çıktı. Atına bindiği zaman canı da fikri de kendisine ait olmalıydı:

–Ee dedi sesini yükselterek biz varız diyorlar, biz hanız diyorlar, eğer gerçekten varsa dağılsınlar, birbirlerine dayansınlar, dövüşsünler bakalım sonra dedi.

İnsanlar ise onun böyle sinirlenerek kime söylendiğini, kendi atına neden böyle acımadan vurduğuna şaşırıp kaldılar. “O böyle değildi ne oldu ona” diye düşünüp kaldılar.

Baza köyden biraz uzaklaşınca kendi kendine memnun olarak gülümsedi.

1.Eserde yazarın yazma şekli, teknikleri, anlatı yöntemi ve leksikonu tamamıyla korunmuştur.
2.Bir tür baş giysisi, milli şapka
3.Kadınların giydiği baş giysisi, milli kadın şapkası
4.Rusça ’da yerli anlamında kullanılan kelime.
5.Keçe, Keçeden yapılmış olan
6.Rusça ‘da erkek anlamında kullanılan kelime
7.Bozkır ot çeşidi
8.Kırgızlarda sofradaki en saygın yer, baş köşe
9.Kırgız çadırının etrafını kuşatan keçe örtü
10.At bağırsağından yapılan yemek.
11.Hamurdan yapılan bir çeşit yemek
19 957,43 s`om