Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt»

Shrift:

Cao Xueqin (Ts’ao Hsueh-Ch’in), Çing Hanedanlığı döneminde, çeşitli kaynaklara göre 1715, 1724-1763 ya da 1764 yıllarında yaşayan Çinli yazardır. Çin edebiyatının dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ile tanınır.

1610’ların sonlarında, Mançu Hükümdarlığı’nın özel hizmetindeki bir Han sülalesinde doğmuştur. Ataları, Sekiz Sancak’ın Beyaz Sancak birliklerindeki askerî hizmetleriyle kendilerini göstermişler; ardından saygınlık ve zenginlik kazandıkları resmî görevlere gelmişlerdir.

İmparator Kangxi döneminde sülalenin prestiji ve gücü zirveye ulaşmıştır. Cao Xueqin’in büyükbabası Cao Yin, Kangxi’nin çocukluk arkadaşı annesi Sun Hanım, Kangxi’nin sütannesidir. Kangxi, hükümdarlığının ikinci yılında, Cao Xueqin’in büyük büyükbabası Cao Xi’yi Nanking’de İmparatorluk Tekstil Müdürü olarak atamıştır. Cao Xi 1684 yılında ölünce, Cao Yin görevi devralmıştır. Cao Yin dönemin en önde gelen ediplerinden biri ve meraklı bir kitap koleksiyoncusudur.

1712 yılında Cao Yin ölünce, Kangxi görevi Cao Yin’in tek oğlu Cao Yong’a vermiş; o da 1715 yılında ölünce, Kangxi ailenin baba tarafından yeğeni Cao Fu’yu evlat edinmelerine izin vermiş ve bu görevi o sürdürmüştür. Böylece sülale üç kuşak boyunca İmparatorluk Tekstil Müdürlüğü’nü üstlenmiştir.

Ailenin talihi, Kangxi’nin ölümünden sonra İmparator Yongzheng’ın tahta geçişine kadar devam etmiştir. Yongzheng aileye karşı ciddi şekilde saldırıya geçmiş, mülküne el koymuş, Cao Fu hapse atılmıştır. Bir yıl sonra Cao serbest bırakılınca, iyiden iyiye fakirleşen aile Pekin’e taşınmak zorunda kalmıştır. Cao Xueqin, küçük bir çocukken yoksulluk içinde yaşamıştır.

Cao Xueqin’in çocukluğuna ve yetişkinliğine dair hemen hemen hiç kayıt yoktur. Redoloji âlimleri Cao’nun doğum tarihini hâlâ tartışmakta, öldüğünde kırklı yaşlarında olduğunu düşünmektedirler. Cao’nun, Cao Fu’nun mu, yoksa Cao, Yong’un mu oğlu olduğu bilinmemekle beraber, Cao Yong’un tek oğlunun 1715 yılında doğduğu kesin olarak bilinmektedir; bazı redoloji âlimleri bu çocuğun Cao Xueqin olduğuna inanırlar. Aile kayıtlarında Cao Yong’un tek oğlu Cao Tianyou olarak geçer. Kayıtlarda ne Cao Zhan ne de Cao Xueqin’in izine rastlanır.

Cao Xueqin hakkında tüm bilinenler, çağdaşları ve arkadaşlarından edinilen bilgilerdir. Cao, Pekin’in batı kırsalında, resimlerini satarak, yoksulluk içinde yaşamıştır. Alkoliktir; arkadaş ve tanıdıkları zeki ve yetenekli biri olduğunu; on yıl, bir kitap -muhtemelen Kızıl Odanın Rüyası– üzerinde sebatla çalıştığını söylerler. Özellikle tepe ve kayalık resimleri ve şiir konusundaki yaratıcılığı övgü almıştır. Cao, romanını tamamlanmaya yakın bir noktadayken 1763 ya da 1764 yılında ölmüştür. Romanının, en azından taslağı tamamlanmış el yazmalarının bazı sayfaları dost ve akrabaları arasında dolaşırken kaybolmuştur. Cao sağken bir oğlunu kaybetmiş, karısı kendisinden sonra ölmüştür.

Çocukluğundaki lüks yaşam, onu soylu ailelerin ve yönetici sınıfın yaşam tarzlarıyla tanıştırmış; ileri yaşındaki yoksulluk, hayatı daha açık ve etkili bir şekilde gözlemlemesini sağlamıştır. Kendi hayat anlayışı, yenilikçi fikirleri, ciddi tutumu ve büyük ustalığıyla birleşince, Çin klasik romanının zirvesi olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ortaya çıkmıştır.

Hayatının eseri, ölümünden sonra ün kazanır. Bir yorumcunun dediği gibi, “kan ve gözyaşı” içinde yazılan bu eser, şöhretli bir ailenin zirveye çıktıktan sonra düşüşünü bütün canlılığıyla ortaya koyar. Cao’nun, muhtemelen oğlunu kaybetmenin acısına dayanamayarak aniden öldüğü dönemde, ailesi ve arkadaşları el yazmalarını temize çekiyorlardı. 80 bölümlük bu çalışma, Cao’nun ölümünden sonra Pekin’de elden ele dolaşmaya başlamış ve kısa sürede koleksiyoncuların gözdesi olmuştur. 1791 yılında Cao’nun çalışmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E. 120 bölümlük “tamamlanmış” versiyonunu düzenleyip basarlar. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlanmadığını sorgulamaktadır.

Serpil Demirci, Ankara’da doğdu. Hacettepe Üniversitesinde İngiliz Dil Bilimi okudu. Reklam sektöründe çalıştı. Edebiyat ve edebiyat dışı çevirileri var.

Çevirilerinden Bazıları: Kızıl Şefin Fidyesi (O’Henry), Başaran Akıl (J. Brown), Bütün Pazarlamacılar Yalancıdır (S. Godin), Gece Dönencesi (M. Gruber), Lanetli Kadın (D. Lindsay). Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi (L. Wallace).

GİRİŞ

Kızıl Odanın Rüyası (Hóng Lóu Mèng) ya da Taşın Hikâyesi olarak adlandırılan ve Çin’in dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen, bir şaheser niteliğindeki bu kitap, Cao Xueqin tarafından 18. yüzyılın ortalarında yazılmış, ilk kez 1792 yılında yayımlanmıştır.

Dört yüzü aşkın karakterin yer aldığı roman, yan yana konaklarda yaşayan iki koluyla Jia sülalesinin altın çağını, günlük ilişkilerini, hayal kırıklıklarını, ümitlerini, ümitsizliklerini ve çöküşünü anlatır.

İlk bakışta sayısız karakter ve olayın esrarengiz bir karmaşası izlenimi veren roman, muhteşem bir psikolojik derinlik, felsefi yaklaşım ve çok katmanlı yapısıyla, zengin bir aile destanını, trajik bir aşk üçgenini, aşamalı bir uyanışı ve arınmayı, gayet yalın bir şekilde ortaya koyar.

Dil açısından, her biri bir mesaj iletmek üzere incelikle seçilmiş, iki, hatta üç anlam taşıyan eş sesli kelimelerle dolu olan ve yazarın, yer yer kader ve reenkarnasyon göndermelerine yer verdiği eserde, 120 bölüm boyunca, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği, kesintisiz bir diyalog sürüp gider.

Roman bir taraftan, maddi dünyanın (kızıl toz) hayalî ve geçici doğası üzerine Budist bir yaklaşım; diğer taraftan, soylu ve büyük bir ailenin zenginlik, şan şeref ve kendi kendisini yok ediş hikâyesidir.

Roman, yazarı Cao Xueqin’in kendi ailesi ve buna bağlı olarak Çing (Mançu) Hanedanlığı’nın yükselişi ve çöküşünü yansıtan, yarı otobiyografik bir eserdir. Yazar, birinci bölümde ifade ettiği gibi, “Bu hareketli ve tozlu dünyada, hiçbir şey başaramamış biri olarak, birden geçmişte tanıdığı bütün genç kızları hatırlamış… Ve onların unutulup gitmelerine izin vermek istememiş.” Bunu yaparken de zamanın Çin kültürünü, şiirler, bilmeceler, hayaller, rüyalar ve masallar eşliğinde muhteşem bir şekilde gözler önüne sermiştir. Esaslı bir aile destanını, pek çok hayatın birbirine geçmiş dokusuyla örerken, 18. yüzyıl Çin toplumuna ilişkin protokol, toplumsal yapı, aile yapısı, eğitim, yeme içme şekli, çay kültürü, festivaller, atasözleri, tiyatro, müzik, mimari, cenaze âdetleri, gelenekler, batıl inançlar gibi unsurları ayrıntısıyla sunmuştur.

Romanda, idealist ile gelenekselin, aşk ile kaderde yazılı evliliğin, Konfüçyüsçü bir baba ile asi oğlunun, fâni ile ruhani dünyanın, gerçek ile hayalin çatışması da sergilenir.

Yazar, kitabın tam da kalbinde yer alan trajik aşk hikâyesini yüzeysel olarak anlatmak yerine, karakterlerin zihinlerinin ve aralarındaki girift ilişkilerin derinliklerine inerek, feodalizmin ikiyüzlülüğünü ve zalimliğini, üst sınıfın gerileyişini ortaya sererek, trajedinin sosyal kökenine dokunur. Roman, feodalizmi, onun kokuşmuş siyasetini, evlilik sistemini, ahlaki ilişkileri eleştirir; acımasızlığını ve insaniyetsizliğini kınar. Bu yönüyle Çin’deki feodal toplumun bir analizi olarak ansiklopedi niteliğinde görülmektedir.

Kızıl Odanın Rüyası, âdeta bir karakter deryasıdır. Romanın başkahramanı Baoyu, soylu, feodal sınıfa başkaldıran, aristokrat yaşam tarzını reddeden, erkekleri hor görüp, feodal sistem tarafından baskılanan ve ezilen kadınlara ilgi gösteren bir asidir. Kadın kahramanı Daiyu de isyankâr bir karakterdir, feodal toplumdaki kadınların kötü kaderini ve baskılarına direnci temsil eder ama soylu kızlara özgü olduğu üzere, onun da zayıflığı sakin ve aşırı kırılgan yapısıdır. İkisinin tersine, diğer bir kahraman olan Baochai, feodal toplumun geleneksel bir kadını olarak resmedilir. Ayrıca söz konusu ailenin alt basamadığında, türlü türlü iyi, saf ve cesur hizmetçi kızlar vardır. Roman, özellikle insan karakterini irdeleyişi, fiziki görünüşlerini, duygu ve düşüncelerini ortaya koyuşu ve karakterleriyle mükemmel bir uyum içindeki günlük yaşantılarını ayrıntısıyla gözler önüne serişi açısından büyük bir sanatsal başarıdır.

Romana adını veren “Kızıl Oda”nın, Çin’in varlıklı ailelerinin kızlarının yaşadıkları, iç içe bölümlerden geçilerek ulaşılan, korunaklı özel odalarını ya da kitabın beşinci bölümünde, roman kahramanı Baoyu’nün rüyasında gittiği kırmızı odayı ifade ettiği düşünülmektedir.

Aynı zamanda, “Kızıl” kelimesiyle, Budist düşüncede, dünyevi ihtişam, lüks, zenginlik ve şeref gibi kavramları içeren, her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğu maddi dünya için kullanılan “Kızıl Toz” ifadesine atıfta bulunduğu da söylenebilir.

Romanda belli bir zamandan söz edilmez ama Çing (Mançu) Hanedanlığı (1644-1912) döneminde geçtiğine dair bazı üstü kapalı göstergeler bulunmaktadır.

İlk kez 1792 yılında yayımlanan eserin ilk 80 bölümü Cao Xueqin tarafından yazılmış; Cao’nun el yazmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E bunları düzenlemiş ve 120 bölüm hâlinde basmıştır. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlandığını sorgulamaktadır. Cao Xueqin hayattayken, ilk 80 bölümün el yazmaları arkadaşları arasında dolaşmış ve büyük bir ilgi görmüştür.

60 yılı aşkın bir zamandır, bazı Çinli âlimler tarafından bu esere ilişkin modern eleştirel çalışmalar yürütülmektedir. Bütün bu akademik çalışmalar, Redoloji olarak adlandırılan özel bir alanın oluşmasını sağlamıştır. Redoloji’deki çalışmalar genellikle dört grupta toplanmaktadır. Birincisi, Zhou Chun, Chen Yupi, Xu Fengyi gibi âlimlerin yer aldığı, eleştirel düşünce grubu yorumcular; ikincisi Wang Mengruan ve Cai Yuanpei’nin yer aldığı alegorik düşünce grubu endeksçiler; üçüncüsü Hu Shi, Yu Pingbo ve Zhou Ruchang’ın yer aldığı araştırmacı düşünce grubu metin eleştirmenleri ve dördüncüsü de Zhou Ruchang ve Li Xifan gibi âlimlerin yer aldığı edebî düşünce grubu edebiyat eleştirmenleridir.

ÇEVİRİDE KULLANILAN KAYNAKLAR

The Story of the Stone, or The Dream of the Red Chamber, David Hawkes, John Minford

A Dream of Red Mansion, Glayds Yang

https://dream-of-the-red-chamber.fandom.com/wiki/Dream_ of_the_Red_Chamber_Wiki

AÇIKLAMALAR

5. Bölüm’de, Baoyu’nün gördüğü kayıtlardaki resimler ve dizeler, ilk üç kayıttaki otuz altı kızın her birini bekleyen kadere dair üstü örtülü işaretler ortaya koyar.

Baktığı ilk şey, üçüncü kaydın ilk sayfasıdır. Karanlık bir gökyüzü resmi ve Bulutsuz bir gökyüzünde / Berrak aya nadiren rastlanır, dizeleri Baoyu’nün hizmetçisi Qingwen’in (rengârenk berrak bulutlar) hüzünlü kaderine bir göndermedir. Adının anlamı üzerine küçük bir oyun yapılmıştır.

Sonra üçüncü gruptaki ikinci kızın kaydı gelir: Xiren. Resimdeki çiçek demeti, çiçek anlamındaki soyadı Hua’yı temsil eder. Benzer şekilde minder de isminin Çince anlamı Xiren’e gönderme yapar. Arkasından gelen talihten iltimaslı aktör, onun sonunda evlendiği Jiang Yuhan’dır.

Baoyu, daha sonra İkinci Kayıt dolabına gider, bunlar ikinci gruptaki kızlarla ilgilidir. Bu sefer, Xiangling’i anlatan ilk resme bakar. Resim Xiangling’i değil de küçük bir kızken, kaçırılmadan önceki adı Yinglian’i (lotus) ifade eder. Xiangling hayatı boyunca çok zulüm görmüş; Xue Pan’in, adı osmantus anlamına gelen, korkunç karısı Xia Jingui’den de çok çekmiştir. Keşişin söylediği sözlerdeki gizemli “eriyen kar” ifadesi, soyadı Çincede kar ile eş sesli olan Xue Pan’i belirtir.

Baoyu, Birinci Kayıt dolabına döner. Burası birinci gruptaki on iki kızın kaderiyle ilgilidir. Sıralaması, kendisi için söylenen Altın Günlerin Rüyası şarkılarınınkiyle aynıdır:

Bir ve İki: Lin Daiyu ve Xue Baochai

Resim basit bir işareti ortaya koyar. İki ağaç Lin’in (ağaç, orman) Çince karşılığını, “yeşimden kemer” ise Daiyu’yü ifade eder. Daiyu’nün ismindeki dai “kemer” kelimesiyle eş seslidir; yu da “yeşim taşı” demektir. Kar yığını, Baochai’in soyadını, yani Çince kar kelimesiyle eş sesli olan Xue’yi; altın toka da, “değerli saç tokası” anlamındaki ismi Baochai’i ifade eder.

Birinci şarkıda, Varsın yakıştırsın onlar birbirlerine / Altın ile yeşim taşını dizeleri Baochai (altın) ile Baoyu’nün (yeşim taşı) evliliğini ifade eder. Malum taş ve çiçek Baoyu ile Daiyu’nün sembolleridir. “Kristal kar” Baochai’in soyadı Xue’yi, “ormandaki yapayalnız peri” Daiyu’nün soyadı Lin’i anlatır.

İkinci şarkı zaten kendi kendisini açıklar.

Üç: Yuanchun

Yuan anlamındaki “ağaç kavunu” Yuanchun’e gönderme yapar. “Üç bahar” Yingchun, Tanchun ve Xichun’dür. “Tavşan” ile “kaplan” Çin yıllarına isim veren astrolojik işaretlerdir. Yuanchun, tavşan yılından hemen önceki kaplan yılında ölür.

Dört: Tanchun

Roman boyunca Tanchun uçurtmayla ilişkilendirilir. Bu onun ana motifidir. Bu nedenle 22. Bölüm’de Büyükanne Jia’nın partisinde, Tanchun’ün sorduğu bilmecenin cevabı uçurtmadır.

Tanchun üç baharın içindeki en yetenekli ve en zeki olanıdır. Kaderinde uzak bir vilayette görev yapan genç bir delikanlıyla evlenip gitmek vardır ve ailesini belki de bir daha hiç göremeyecektir. Dördüncü Şarkı, gözyaşları içindeki gelini evlilik sürgününe götüren tekneye gönderme yapar.

Beş: Shi Xiangyun

Xiang, Hunan vilayetinde kuzeye doğru, Dongting Gölü’ne akan nehirdir. Yun “bulut” demektir. Shi Xiangyun, Büyükanne Jia’nın ağabeyinin torunudur. Çocukluğunda öksüz kalıp sevgisiz ve sert bir amca ve yenge tarafından büyütülmüştür. Onun kaderinde de mutlu bir evlilik yapmak ama kısa bir süre sonra kocasını kaybetmek vardır.

Beşinci şarkıdaki Gaotang üzerindeki bulutlar ve Xiang Nehri’nin suları, bir kere daha Xiangyun’ü ima eder.

Altı: Miaoyu

Miaoyu’nün Çincedeki anlamı yeşimdir. Bu nedenle resimde yeşim taşı vardır. On iki kız arasında Jia ailesiyle akrabalığı olmayan tek kişi o olsa da birkaç yıl Baoyu ve diğerleriyle Manzara Bahçesi’nde yaşamıştır. Temizliğe hastalıklı bir düşkünlüğü ve saflığa takıntısı vardır ama sonu kaçırılmak ve tecavüze uğramak olur.

Yedi: Yingchun

Yingchun üç baharın en büyüğüdür; diğer herkesin karşı çıkmasına rağmen duygusuz ailesi tarafından kendisine çok kötü davranan, sarhoş, kumarbaz, ahlaksız ve korkunç Sun Shaozu ile evlendirilir. Çin’deki çok eski bir fablda, Dongguo Bey ve kurt Zhongshan arasında geçen bir olay anlatılır. Çok okuyan, âlim Dongguo Bey, kurdu avcılardan kurtarır ama avcılar gittikten sonra çok aç olan kurt onu yemeye niyetlenir. Bu nedenle Kurt Zhongshan yalnızca gaddarlığın değil, aynı zamanda nankörlüğün de sembolü olmuştur. Sun ve ailesinin bir şekilde Jialara borçlu oldukları ima edilir.

Sekiz: Xichun

Üç baharın en gencidir. Tıpkı kuzeni Baoyu gibi sonunda dünyadan elini eteğini çekip, kendisini dine adar.

Dokuz: Wang Xifeng

Xifeng’ın adı Zümrüdüanka anlamına gelir. Buz dağı belki de ailenin çöküşünden sonra Xifeng’ın yaşadıklarına gönderme olabilir.

Dokuzuncu şarkı daha açık ve anlaşılırdır.

On: Qiaojie

Xifeng’ın kızıdır. Bu isim Xifeng’ın ricası üzerine Liu nine tarafından verilmiştir ve Çin mitolojisine göre Dokumacı Kız’la ilişkilendirilen bir festivalle aynı adı taşır. Odalık olarak satılmaya kalkışılınca Liu nine tarafından köye götürülerek kurtarılır.

On Bir: Li Wan

Li soyadı erik demektir. Li Wan, Baoyu’nün küçük yeğeni Jia Lan’ın annesidir; onun adı orkide anlamındadır. Jia Lan, ailenin talihinin enkazından yüksek bir memur olmak üzere çıkar ve törenlerde annesine saray kıyafetleri giymeye hak kazandırır.

On İki: Qin Keqing

Görünüşe göre, çok güzel ve cilveli bir kadındır ve 7. Bölüm’de Jiao Da’nın iddia ettiği gibi kayınpederi ile ilişkisi vardır.

Yatak odası, şehvet düşkünü bir kadına yakışır paha biçilmez eserlerle doludur. Baoyu, onun yatağında uyurken rüyasında Büyük Boşluk Hayalî Diyarı’na gider ve hem Xue Baochai hem de Lin Daiyu’yü temsil eden, Keqing ile beraber olur.

Ölüm nedeni belirgin bir şekilde ifade edilemese de intihar ettiği ima edilir.

Öte yandan, Ningguo Konağı’ndaki şaşkınlık doğuran olayların asıl suçlusu, ailenin reisi olarak sorumluluk üstlenmeyi reddeden Jia Jing’dir.




30. BÖLÜM

Baochai bir yelpaze meselesinde alaycılara laf dokundurur.

Lingguan yere yazı yazar, aptal bir gencin de aklı karışır.


Anlattığımız gibi Daiyu, Baoyu ile tartışmasının hemen ardından pişmanlık duydu ama arkasından gidip bunu ona söylemek için makul bir bahane olmayınca, bütün günü ve geceyi tam bir bunalım içinde geçirdi; sanki bir parçasını kaybetmiş gibi hissediyordu. Zijuan onun neler hissettiğini tahmin ederek onu ikna etmeye çalıştı.

“Bence önceki gün biraz aceleci davrandın, küçük hanım. Efendi Bao’nın hangi konularda hassas olduğunu herkesten iyi bizim bilmemiz lazım. Geçmişte o taş yüzünden yapılan kavgalara bir baksana!”

“Hıh!” dedi Daiyu, küçümseyerek. “Sen de onun tarafını tutup beni suçluyorsun demek. Hiç de aceleci davranmadım.”

“Öyle mi? O zaman neden durduk yere kordonu kestin? Suçun onda üçü Baoyu’nünse, yedisi de senin. Benim gördüğüm kadarıyla, sen izin verdiğin sürece sana karşı gayet iyi; sen ona huysuzluk edip sözlerini çarpıtmaya çalıştığında, öfkeleniyor.”

Daiyu ters bir cevap verecekti ama avlu kapısında birisinin içeri girmek istediğini duydular. Zijuan sese kulak verdi.

“Baoyu bu.” dedi. “Özür dilemeye geldi bence.”

“Sakın içeri alma!” dedi Daiyu.

“Bak yine başladın!” dedi Zijuan. “Böyle bir günde, kavurucu sıcakta onu dışarıda mı bekleteceksin? Bu çok yanlış.”

Hanımının uyarısına aldırmadan dışarı çıktı. Gelen Baoyu’ydü. Dostça bir gülümsemeyle kapıyı açıp onu içeri aldı.

“Efendi Bao! Ben de artık bizi görmeye gelmeyeceğinizi düşünmeye başlamıştım. Sizi burada görmeyi hiç beklemiyordum.”

“Ah, sen de pireyi deve yapıyorsun.” dedi Baoyu, gülümsemesine karşılık vererek. “Neden gelmeyeyim? Ölsem bile, hayaletim günde yüz kere buraya uğrar. Kuzenim nasıl? Daha iyi mi?”

“Fiziksel olarak iyi ama hâlâ keyfi yok.”

“Ah evet, üzgün olduğunu biliyorum.”

Böyle konuşarak avludan geçtiler. Sonra Baoyu odaya girdi. Daiyu gözyaşları içinde yatağında oturuyordu. Aslında ağlamıyordu ama Baoyu’nün geldiğini duyunca buruk bir sızı gözyaşlarının dökülmesine neden oldu. Baoyu yatağın yanına gidip kıza gülümsedi.

“Nasılsın, kuzen? Daha iyi misin?”

Daiyu cevap vermeden gözlerini silerken, yatağın kenarına, kızın yanına oturdu.

“Bana gerçekten kızmadığını biliyorum.” dedi. “Eğer herkes benim buraya gelmediğimi fark ederse, tekrar kavga ettiğimizi sanır. Sanki iki yabancıymışız gibi aramızı düzeltmeye kalkarlar. En iyisi istediğin kadar bana vur, bağır çağır ve bu meseleyi bitir ama ne olur beni görmezden gelme. Sevgili kuzen, canım kuzen!”

Bu iki kelimeyi aynı yakarış tonuyla belki yirmi kere tekrarladı. Aslında Daiyu onu yok sayacaktı ama başkalarının aralarına girmeleri konusunda söyledikleri, onun kendisini diğerlerinden daha yakın gördüğünü kanıtlıyordu ve sessizliğini daha fazla sürdüremedi.

“Bana çocuk gibi davranmana gerek yok.” dedi gözünde yaşlarla. “Bundan sonra senden hiçbir talebim olmayacak. Artık ben gitmişim gibi davranabilirsin.”

“Gitmek mi?” dedi Baoyu gülerek. “Nereye gideceksin?”

“Eve.”

“Ben de gelirim.”

“Ya ölürsem?”

“Sen ölürsen, ben rahip olurum.”

“Ne aptalca bir laf!” dedi Daiyu, kaşlarını çatarak. “Saçmalık! Kardeşlerini ve bütün kuzenlerini bir düşün. Onlar ölse, kaç kere rahip olacaksın? Bakalım insanlar duyunca buna ne diyecekler.”

Baoyu yine onu kırdığını fark etti ama kelimeler ağzından çıkmıştı bir kere. Kıpkırmızı oldu ve sessizce başını önüne eğdi. Neyse ki o anda odada onu görecek başka kimse yoktu. Daiyu bir süre ona baktı, konuşamayacak kadar sinirli olduğu belliydi; homurtuyla iç çekme arasında bir ses çıkardı ama bir şey söylemedi. Sonra Baoyu’nün içine attığı duygularla mosmor olduğunu görünce dişlerini sıkıp parmağını ona doğru uzattı ve alnına bastırdı.

“Sen…”

Ama her ne diyecekse söylenmeden kaldı. Sadece içini çekip mendiliyle gözlerini kuruladı. Baoyu buraya geldiğinde zaten çok duygusal bir hâldeydi; gelir gelmez onu istemeden kırdığı için daha da üzüldü. Daiyu’nün bu öfkeli hareketi, demek istediği şeyi söylemeyip içini çekmesi ve ağlaması Baoyu’yü o kadar etkiledi ki o da ağlamaya başladı. Mendile ihtiyaç duyup bulamayınca koluyla sildi gözyaşlarını. Daiyu de ağlıyordu ama Baoyu’nün mendil yerine yepyeni, leylak rengi, yazlık gömleğinin koluyla gözlerini silmesi dikkatinden kaçmadı. Bir eliyle kendi gözlerini silerken, diğer eliyle de katlanıp yatağın ucuna konmuş ipek mendile uzandı. Onu alıp hiçbir şey söylemeden Baoyu’ye attı, sonra yine yüzünü mendiline kapatıp ağlamaya devam etti. Baoyu attığı mendili aldı, hemen gözyaşlarını sildi, sonra Daiyu’ye yaklaşıp, nazikçe gülümseyerek elini avucuna aldı.

“Neden ağlıyorsun, anlamıyorum.” dedi. “Sanki yüreğim parçalanıyormuş gibi hissediyorum. Hadi, beraber büyükanneye gidelim.”

Daiyu elini hızla çekti.

“Dokunma bana! Artık çocuk değiliz. Beni sürekli böyle hırpalamaya devam edemezsin. Hiçbir şey anladığın yok! Kendine gel…”

“Bravo!”

Lafını kesen bu sesle ikisi de irkildi. Başlarını çevirip baktıklarında, yüzünde gülücüklerle Xifeng’ın içeriye girdiğini gördüler.

“Büyükanne verip veriştiriyor.” dedi. “İkiniz de iyi misiniz diye bakmam için gönderdi beni. ‘Gerek yok, biz araya girmeden de barışır onlar.’ dedim. Ama beni tembellikle suçladı. Ben de geldim. Tabii aynen dediğim gibi olmuş. İkinizi hiç anlamıyorum. Tartışacak ne buluyorsunuz? Üç gün arkadaşsanız, iki gün kavga ediyorsunuz. Gerçekten çocuktan betersiniz. Büyüdükçe daha da kötü oldunuz. Hâlinize bir bakın! El ele tutuşmuş ağlıyorsunuz. İki gün önce dövüşen horozlar gibi bakıyordunuz birbirinize. Haydi! Büyükanneye gidelim. Kadıncağız rahatlasın.”

Böyle diyerek Daiyu’nün elinden tutup çekti. Ama kız geri dönüp hizmetçisine seslendi; cevap alamadı.

“Onu niye çağırıyorsun?” dedi Xifeng. “Ben varım ya!”

Daiyu’nün elinden tutup yürümeye devam etti. Baoyu de arkalarından geliyordu. Bahçe’den çıkıp Büyükanne Jia’nın dairesine gittiler.

“Kendi hâllerine bırakılırlarsa barışacaklarını, endişelenmene gerek olmadığını söylemiştim sana.” dedi Xifeng büyükanneye. “Ama bana inanmadın. İlla ara buluculuk yapayım diye ısrar ettin. Gittim ki ne göreyim? Birbirlerinden özür diliyorlardı. Pençesini şahine atmış kartal gibi kenetlenmişlerdi. Yardıma ihtiyaçları yoktu.”

Odada bir kahkaha koptu. Baochai de oradaydı ama Daiyu ona hiçbir şey demeden gidip Büyükanne Jia’nın yanına oturdu. Baoyu ne diyeceğini bilemeden Baochai’e döndü.

“Ağabeyinin yaş gününde biraz keyifsizdim; bu yüzden ne hediye gönderebildim ne de tebrik etmeye gidebildim. Hasta olduğumu fark etmeyip bahane uydurduğumu sanmasından korkuyorum. Onu gördüğünde, benim adıma bir açıklama yapar mısın, kuzen?”

Baochai çok şaşırdı.

“Fazla titizlik gösteriyorsun.” dedi. “Gelseydin bile seni sıkıntıya sokmak istemezdik, değil ki hasta olduğunda! Birbirlerini sık sık gören kuzenler arasında böyle önemsiz meselelerin lafı bile olmaz.”

Baoyu gülümsedi.

“Sen anlayış gösterdiğin sürece sorun yok. Peki, neden oyunları seyretmiyorsun?”

“Sıcağa dayanamadım.” dedi Baochai. “İki oyun seyrettim, o kadar sıcaktı ki daha fazla kalamadım. Ama misafirlerden hiçbiri gitmeye kalkışmadığı için, ben hasta numarası yapıp kaçtım.”

Baoyu bu sözlerden biraz rahatsızlık duydu, sanki kendisini kastediyor gibiydi. Utanarak aptal aptal güldü.

“Seni Yang Guifei’ye benzetmelerine şaşmamak lazım, kuzen. O da tombul ve sıcağa karşı çok duyarlı.”

Baochai’in yüzünün rengi değişti. Ters bir cevap dilinin ucuna kadar geldi ama herkesin içinde söyleyemedi, kendini tuttu. Bu şaka içine o kadar dert oldu ki burun kıvırıp gülerek; “Ben bazı açılardan Yang Guifei’ye benzeyebilirim ama siz genç beylerin arasında Yang Xuanzong’un rolünü üstlenmeye uygun kimse yok.” dedi.

Tam o anda, yelpazesini kaybeden Dianer adındaki hizmetçisi araya girdi.

“Siz sakladınız, değil mi küçük hanım?” dedi neşeyle. “Geri verin lütfen.”

“Kendine gel!” dedi Baochai alışılmadık bir ses tonuyla ve kıza parmağını sallayarak. “Sana hiç böyle oyunlar yaptım mı ki şimdi benden şüpheleniyorsun? Seninle şakalaşma alışkanlığı olan hanımlara sorsan daha iyi edersin.”

Bu paylama Dianer’ı korkutarak kaçırdı.

Baoyu yine düşüncesizce konuşarak gaf yaptığını anladı; hem de bu sefer bir sürü insanın önünde olduğu için utancı daha da büyük oldu. Başını çevirip başkalarıyla sohbete başladı.

Baoyu’nün Baochai’e karşı kabalığı Daiyu’yü içten içe memnun etti. Tam Dianer yelpazesini sormaya geldiğinde, kendisi de Baochai’e bir şaka yapmak üzereydi ama Baochai’in patlaması hazırladığı şakadan vazgeçmesine neden oldu, onun yerine hangi iki oyunu seyrettiğini sordu.

Baoyu’nün lafı üzerine bozuntuya uğramasına Daiyu’nün sevinmesi Baochai’in dikkatinden kaçmadı. Sorusuna gülerek verdiği cevap biraz iğneleyici oldu.

“ ‘Li Kui, Song Jiang’a Hakaret Eder, Sonra da Af Diler’ oyununu seyrettim.” dedi.

Baoyu kahkaha attı.

“Çok isabetli! Eski ve modern edebiyat konusundaki bilginle o oyunun asıl adının Korkunç Bir Özür olduğunu biliyorsundur.”

Korkunç Bir Özür mü?” dedi Baochai. “Şüphesiz sizin gibi zeki insanlar korkunç bir özrün ne olduğunu bilirler. Ne yazık ki bu benim bilmediğim bir şey.”

Bu sözler Baoyu ile Daiyu’nün hassas noktasına dokundu; ikisi de utançtan kıpkırmızı oldular.

Xifeng bütün bunları anlayacak kadar eğitimli değildi ama konuşanların yüz ifadelerini görünce neden söz ettikleri konusunda bir fikir edindi.

“Çiğ zencefil yemek için oldukça sıcak bir hava, değil mi?” diye sordu.

Oradaki hiç kimse ne demek istediğini anlamadı.

“Çiğ zencefil yiyen yok ki!” dediler.

Xifeng çok şaşırarak iki elini yanaklarına koydu.

“Madem yemediniz, o zaman neden bu kadar kızardınız?”

Bu sözler Baoyu ile Daiyu’yü daha da rahatsız edip utandırdı. Baochai de bir şey ekleyecekti ama Baoyu’nün yüzündeki kötü ifadeyi görünce gülüp dilini tuttu. Odada bulunan diğer hiç kimse dördünün neden söz ettiğini anlamadı ve tüm bunlara şaka gözüyle baktı.

Kısa bir süre sonra Baochai ve Xifeng odadan çıktılar.

“Görüyor musun?” dedi Daiyu Baoyu’ye. “Benden daha sivri dilli birisine çattın. Eğer ben ağzı var dili yok ve basit biri olmasaydım, bu kadar sık benimle uğraşamazdın, dostum.”

Baoyu hâlâ Baochai’in kırgınlığının etkisindeydi. Şimdi de Daiyu’nün üstüne gelmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ama cevap vermek istemesine rağmen Daiyu’nün ne kadar kolay alındığını bildiğinden, kendine hâkim olmak için çaba gösterdi. Çok keyifsiz bir şekilde oradan çıkıp kendi odasına gitti. Günün en sıcak saatiydi. Öğle yemeği çoktan bitmişti ve her dairede hanımlar ve hizmetçileri bitkinliklerine yenik düşmüşlerdi. Ellerini arkasında kenetleyip, aylak aylak dolaşırken gittiği her yerde öğlenin soluksuz sessizliği hâkimdi. Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinin arkasında Xifeng’ın avlusundaki duvara kadar uzanan geçitten geçti. Kapı kapalıydı. Xifeng’ın hava sıcak olduğu zamanlar, gün ortasında iki saat kestirme âdeti olduğunu hatırlayarak içeri girmemenin daha iyi olacağını düşündü. Bunun üzerine kendi ailesinin avlusuna açılan köşe kapısından geçti.

Annesinin dairesine girince, birkaç hizmetçinin ellerinde nakışlarıyla uyuyakaldıklarını gördü. Wang Hanım da iç odadaki yazlık yatağında uzanmış uyuyordu. Yanında oturup bacaklarına masaj yapan hizmetçisi Jinchuan’ın da gözleri kapanmış, başı önüne düşmüştü. Baoyu parmak uçlarına basarak yanına gitti ve hafifçe küpesini çekti. Kız gözlerini açıp Baoyu olduğunu gördü.

“Seni uykucu!” diye fısıldadı Baoyu gülerek.

Jinchuan dudaklarını büzüp gülümsedi, eliyle gitmesini işaret etti, sonra tekrar gözlerini kapattı. Ama Baoyu oyalanmaya devam etti. Sessizce uzanıp annesinin gözleri kapalı mı diye kontrol ettikten sonra, belindeki işlemeli keseden naneli pastil çıkarıp Jinchuan’ın ağzına tıkıverdi. Kız gözlerini açmadan pastili alıp çiğnemeye başladı. Bunun üzerine Baoyu yanına sokulup elini tuttu.

“Hanımından senin için izin alacağım, böylece beraber olabiliriz.” diye fısıldadı, şakayla karışık.

Jinchuan cevap vermedi.

“Uyandığında onunla bu konuyu konuşacağım.” dedi Baoyu.

Jinchuan gözlerini açıp Baoyu’yü hafifçe itti.

“Acelen ne? ‘Altın tokan kuyuya düşse bile, senin olan şey senindir.’ demişler. Bu sözü bilmiyor musun? Canın eğlenmek istiyorsa, ben sana yapacağın şeyi söyleyeyim. Doğu avlusuna git de kardeşin Huan ile Caiyun ne yapıyorlar gör.”

“Onlardan bana ne?” dedi Baoyu. “Biz kendimizden söz edelim!”

O anda Wang Hanım doğrulup oturdu ve Jinchuan’ın suratına bir tokat attı.

“Utanmaz kaltak!” diye payladı öfkeyle. “Senin gibi alçak yaratıklar genç efendileri baştan çıkarıyorlar.”

Annesi kalkar kalkmaz Baoyu duman gibi sessizce ortadan kayboldu. Jinchuan’ın yanağı ateş gibi yanıyordu ama sesini çıkaramadı. Hanımlarının sesini duyan diğer hizmetçiler hızla içeri girdiler.

“Yuchuan!” dedi Wang Hanım. “Gidip anneni çağır hemen. Gelsin kardeşini alsın!”

Jinchuan ağlayarak kendisini yere attı.

“Hayır, hanımefendi, lütfen! İstediğiniz kadar dövün, sövün ama lütfen göndermeyin beni. Neredeyse on yıldır yanınızdayım. Beni kovarsanız, insanların yüzüne nasıl bakarım?”

Wang Hanım genel olarak hizmetçileri dövmeyecek kadar iyi kalpli ve uysal biriydi; her zaman yumuşak bir hanım olmuştu. Aslında hayatında ilk kez bir hizmetçiye vuruyordu. Ama kendi fikrince Jinchuan’ın yaptığı bu utanmazlık her zaman en nefret ettiği şeydi. Bu nedenle bu kadar öfkelenip tokat atmış ve hakaret etmişti. Şimdi Jinchuan ne kadar yalvarıp yakarsa da vazgeçmedi. Annesi yaşlı Bayan Bai geldiğinde, zavallı kızcağız utançtan yerin dibine girerek gitmek zorunda kaldı. Bu konuyu burada bırakalım.

***

Annesi uyanınca çok utanan Baoyu hızla Bahçe’ye kaçmıştı. Yakıcı güneş en tepedeydi ve kısalan gölgeler ağaçların arkasında yoğunlaşmıştı. Öğlen saatinin sükûneti ağustos böceklerinin tiz çığlıklarıyla dolmuştu ama hiç insan sesi yoktu. Gül çardağına yaklaştığında, sanki içeriden bastırılmış hıçkırık sesleri duyar gibi oldu. Bunun ne olduğunu bilemedi ve durup kulak kabarttı. İçeride birisinin olduğuna hiç şüphe yoktu. Yılın beşinci ayı olduğundan, sarmaşık gülleri açmıştı. Bütün çardağı kaplayan gül demetlerinin arasından içeri bakınca, bir kızın yere çömelmiş, kızların saçlarını topladıkları uzun bir tokayla yeri kazıdığını gördü.

“Bu da Daiyu gibi çiçekleri gömmeye gelen budala bir hizmetçi olabilir mi?” diye düşündü.

Güzeller güzeli Xi Shi’nin çirkin komşusu Dong Shi’nin hikâyesini hatırladı. Xi Shi’yi o kadar çekici yapan küçük kaş çatma ifadesini taklit etme çabaları o kadar korkunç bir görüntü oluşturuyordu ki insanlar dehşet içinde kaçışıyorlardı. Bu aklına gelince gülümsedi.

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
Hajm:
3 Sahifa 5 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6862-35-7
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi