Kitobni o'qish: «Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt»
Cao Xueqin (Ts’ao Hsueh-Ch’in), Çing Hanedanlığı döneminde, çeşitli kaynaklara göre 1715, 1724-1763 ya da 1764 yıllarında yaşayan Çinli yazardır. Çin edebiyatının dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ile tanınır.
1610’ların sonlarında, Mançu Hükümdarlığı’nın özel hizmetindeki bir Han sülalesinde doğmuştur. Ataları, Sekiz Sancak’ın Beyaz Sancak birliklerindeki askerî hizmetleriyle kendilerini göstermişler; ardından saygınlık ve zenginlik kazandıkları resmî görevlere gelmişlerdir.
İmparator Kangxi döneminde sülalenin prestiji ve gücü zirveye ulaşmıştır. Cao Xueqin’in büyükbabası Cao Yin, Kangxi’nin çocukluk arkadaşı annesi Sun Hanım, Kangxi’nin sütannesidir. Kangxi, hükümdarlığının ikinci yılında, Cao Xueqin’in büyük büyükbabası Cao Xi’yi Nanking’de İmparatorluk Tekstil Müdürü olarak atamıştır. Cao Xi 1684 yılında ölünce, Cao Yin görevi devralmıştır. Cao Yin dönemin en önde gelen ediplerinden biri ve meraklı bir kitap koleksiyoncusudur.
1712 yılında Cao Yin ölünce, Kangxi görevi Cao Yin’in tek oğlu Cao Yong’a vermiş; o da 1715 yılında ölünce, Kangxi ailenin baba tarafından yeğeni Cao Fu’yu evlat edinmelerine izin vermiş ve bu görevi o sürdürmüştür. Böylece sülale üç kuşak boyunca İmparatorluk Tekstil Müdürlüğü’nü üstlenmiştir.
Ailenin talihi, Kangxi’nin ölümünden sonra İmparator Yongzheng’ın tahta geçişine kadar devam etmiştir. Yongzheng aileye karşı ciddi şekilde saldırıya geçmiş, mülküne el koymuş, Cao Fu hapse atılmıştır. Bir yıl sonra Cao serbest bırakılınca, iyiden iyiye fakirleşen aile Pekin’e taşınmak zorunda kalmıştır. Cao Xueqin, küçük bir çocukken yoksulluk içinde yaşamıştır.
Cao Xueqin’in çocukluğuna ve yetişkinliğine dair hemen hemen hiç kayıt yoktur. Redoloji âlimleri Cao’nun doğum tarihini hâlâ tartışmakta, öldüğünde kırklı yaşlarında olduğunu düşünmektedirler. Cao’nun, Cao Fu’nun mu, yoksa Cao, Yong’un mu oğlu olduğu bilinmemekle beraber, Cao Yong’un tek oğlunun 1715 yılında doğduğu kesin olarak bilinmektedir; bazı redoloji âlimleri bu çocuğun Cao Xueqin olduğuna inanırlar. Aile kayıtlarında Cao Yong’un tek oğlu Cao Tianyou olarak geçer. Kayıtlarda ne Cao Zhan ne de Cao Xueqin’in izine rastlanır.
Cao Xueqin hakkında tüm bilinenler, çağdaşları ve arkadaşlarından edinilen bilgilerdir. Cao, Pekin’in batı kırsalında, resimlerini satarak, yoksulluk içinde yaşamıştır. Alkoliktir; arkadaş ve tanıdıkları zeki ve yetenekli biri olduğunu; on yıl, bir kitap -muhtemelen Kızıl Odanın Rüyası– üzerinde sebatla çalıştığını söylerler. Özellikle tepe ve kayalık resimleri ve şiir konusundaki yaratıcılığı övgü almıştır. Cao, romanını tamamlanmaya yakın bir noktadayken 1763 ya da 1764 yılında ölmüştür. Romanının, en azından taslağı tamamlanmış el yazmalarının bazı sayfaları dost ve akrabaları arasında dolaşırken kaybolmuştur. Cao sağken bir oğlunu kaybetmiş, karısı kendisinden sonra ölmüştür.
Çocukluğundaki lüks yaşam, onu soylu ailelerin ve yönetici sınıfın yaşam tarzlarıyla tanıştırmış; ileri yaşındaki yoksulluk, hayatı daha açık ve etkili bir şekilde gözlemlemesini sağlamıştır. Kendi hayat anlayışı, yenilikçi fikirleri, ciddi tutumu ve büyük ustalığıyla birleşince, Çin klasik romanının zirvesi olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ortaya çıkmıştır.
Hayatının eseri, ölümünden sonra ün kazanır. Bir yorumcunun dediği gibi, “kan ve gözyaşı” içinde yazılan bu eser, şöhretli bir ailenin zirveye çıktıktan sonra düşüşünü bütün canlılığıyla ortaya koyar. Cao’nun, muhtemelen oğlunu kaybetmenin acısına dayanamayarak aniden öldüğü dönemde, ailesi ve arkadaşları el yazmalarını temize çekiyorlardı. 80 bölümlük bu çalışma, Cao’nun ölümünden sonra Pekin’de elden ele dolaşmaya başlamış ve kısa sürede koleksiyoncuların gözdesi olmuştur. 1791 yılında Cao’nun çalışmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E. 120 bölümlük “tamamlanmış” versiyonunu düzenleyip basarlar. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlanmadığını sorgulamaktadır.
Serpil Demirci, Ankara’da doğdu. Hacettepe Üniversitesinde İngiliz Dil Bilimi okudu. Reklam sektöründe çalıştı. Edebiyat ve edebiyat dışı çevirileri var.
Çevirilerinden Bazıları: Kızıl Şefin Fidyesi (O’Henry), Başaran Akıl (J. Brown), Bütün Pazarlamacılar Yalancıdır (S. Godin), Gece Dönencesi (M. Gruber), Lanetli Kadın (D. Lindsay). Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi (L. Wallace).
GİRİŞ
Kızıl Odanın Rüyası (Hóng Lóu Mèng) ya da Taşın Hikâyesi olarak adlandırılan ve Çin’in dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen, bir şaheser niteliğindeki bu kitap, Cao Xueqin tarafından 18. yüzyılın ortalarında yazılmış, ilk kez 1792 yılında yayımlanmıştır.
Dört yüzü aşkın karakterin yer aldığı roman, yan yana konaklarda yaşayan iki koluyla Jia sülalesinin altın çağını, günlük ilişkilerini, hayal kırıklıklarını, ümitlerini, ümitsizliklerini ve çöküşünü anlatır.
İlk bakışta sayısız karakter ve olayın esrarengiz bir karmaşası izlenimi veren roman, muhteşem bir psikolojik derinlik, felsefi yaklaşım ve çok katmanlı yapısıyla, zengin bir aile destanını, trajik bir aşk üçgenini, aşamalı bir uyanışı ve arınmayı, gayet yalın bir şekilde ortaya koyar.
Dil açısından, her biri bir mesaj iletmek üzere incelikle seçilmiş, iki, hatta üç anlam taşıyan eş sesli kelimelerle dolu olan ve yazarın, yer yer kader ve reenkarnasyon göndermelerine yer verdiği eserde, 120 bölüm boyunca, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği, kesintisiz bir diyalog sürüp gider.
Roman bir taraftan, maddi dünyanın (kızıl toz) hayalî ve geçici doğası üzerine Budist bir yaklaşım; diğer taraftan, soylu ve büyük bir ailenin zenginlik, şan şeref ve kendi kendisini yok ediş hikâyesidir.
Roman, yazarı Cao Xueqin’in kendi ailesi ve buna bağlı olarak Çing (Mançu) Hanedanlığı’nın yükselişi ve çöküşünü yansıtan, yarı otobiyografik bir eserdir. Yazar, birinci bölümde ifade ettiği gibi, “Bu hareketli ve tozlu dünyada, hiçbir şey başaramamış biri olarak, birden geçmişte tanıdığı bütün genç kızları hatırlamış… Ve onların unutulup gitmelerine izin vermek istememiş.” Bunu yaparken de zamanın Çin kültürünü, şiirler, bilmeceler, hayaller, rüyalar ve masallar eşliğinde muhteşem bir şekilde gözler önüne sermiştir. Esaslı bir aile destanını, pek çok hayatın birbirine geçmiş dokusuyla örerken, 18. yüzyıl Çin toplumuna ilişkin protokol, toplumsal yapı, aile yapısı, eğitim, yeme içme şekli, çay kültürü, festivaller, atasözleri, tiyatro, müzik, mimari, cenaze âdetleri, gelenekler, batıl inançlar gibi unsurları ayrıntısıyla sunmuştur.
Romanda, idealist ile gelenekselin, aşk ile kaderde yazılı evliliğin, Konfüçyüsçü bir baba ile asi oğlunun, fâni ile ruhani dünyanın, gerçek ile hayalin çatışması da sergilenir.
Yazar, kitabın tam da kalbinde yer alan trajik aşk hikâyesini yüzeysel olarak anlatmak yerine, karakterlerin zihinlerinin ve aralarındaki girift ilişkilerin derinliklerine inerek, feodalizmin ikiyüzlülüğünü ve zalimliğini, üst sınıfın gerileyişini ortaya sererek, trajedinin sosyal kökenine dokunur. Roman, feodalizmi, onun kokuşmuş siyasetini, evlilik sistemini, ahlaki ilişkileri eleştirir; acımasızlığını ve insaniyetsizliğini kınar. Bu yönüyle Çin’deki feodal toplumun bir analizi olarak ansiklopedi niteliğinde görülmektedir.
Kızıl Odanın Rüyası, âdeta bir karakter deryasıdır. Romanın başkahramanı Baoyu, soylu, feodal sınıfa başkaldıran, aristokrat yaşam tarzını reddeden, erkekleri hor görüp, feodal sistem tarafından baskılanan ve ezilen kadınlara ilgi gösteren bir asidir. Kadın kahramanı Daiyu de isyankâr bir karakterdir, feodal toplumdaki kadınların kötü kaderini ve baskılarına direnci temsil eder ama soylu kızlara özgü olduğu üzere, onun da zayıflığı sakin ve aşırı kırılgan yapısıdır. İkisinin tersine, diğer bir kahraman olan Baochai, feodal toplumun geleneksel bir kadını olarak resmedilir. Ayrıca söz konusu ailenin alt basamadığında, türlü türlü iyi, saf ve cesur hizmetçi kızlar vardır. Roman, özellikle insan karakterini irdeleyişi, fiziki görünüşlerini, duygu ve düşüncelerini ortaya koyuşu ve karakterleriyle mükemmel bir uyum içindeki günlük yaşantılarını ayrıntısıyla gözler önüne serişi açısından büyük bir sanatsal başarıdır.
Romana adını veren “Kızıl Oda”nın, Çin’in varlıklı ailelerinin kızlarının yaşadıkları, iç içe bölümlerden geçilerek ulaşılan, korunaklı özel odalarını ya da kitabın beşinci bölümünde, roman kahramanı Baoyu’nün rüyasında gittiği kırmızı odayı ifade ettiği düşünülmektedir.
Aynı zamanda, “Kızıl” kelimesiyle, Budist düşüncede, dünyevi ihtişam, lüks, zenginlik ve şeref gibi kavramları içeren, her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğu maddi dünya için kullanılan “Kızıl Toz” ifadesine atıfta bulunduğu da söylenebilir.
Romanda belli bir zamandan söz edilmez ama Çing (Mançu) Hanedanlığı (1644-1912) döneminde geçtiğine dair bazı üstü kapalı göstergeler bulunmaktadır.
İlk kez 1792 yılında yayımlanan eserin ilk 80 bölümü Cao Xueqin tarafından yazılmış; Cao’nun el yazmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E bunları düzenlemiş ve 120 bölüm hâlinde basmıştır. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlandığını sorgulamaktadır. Cao Xueqin hayattayken, ilk 80 bölümün el yazmaları arkadaşları arasında dolaşmış ve büyük bir ilgi görmüştür.
60 yılı aşkın bir zamandır, bazı Çinli âlimler tarafından bu esere ilişkin modern eleştirel çalışmalar yürütülmektedir. Bütün bu akademik çalışmalar, Redoloji olarak adlandırılan özel bir alanın oluşmasını sağlamıştır. Redoloji’deki çalışmalar genellikle dört grupta toplanmaktadır. Birincisi, Zhou Chun, Chen Yupi, Xu Fengyi gibi âlimlerin yer aldığı, eleştirel düşünce grubu yorumcular; ikincisi Wang Mengruan ve Cai Yuanpei’nin yer aldığı alegorik düşünce grubu endeksçiler; üçüncüsü Hu Shi, Yu Pingbo ve Zhou Ruchang’ın yer aldığı araştırmacı düşünce grubu metin eleştirmenleri ve dördüncüsü de Zhou Ruchang ve Li Xifan gibi âlimlerin yer aldığı edebî düşünce grubu edebiyat eleştirmenleridir.
ÇEVİRİDE KULLANILAN KAYNAKLAR
–The Story of the Stone, or The Dream of the Red Chamber, David Hawkes, John Minford
–A Dream of Red Mansion, Glayds Yang
https://dream-of-the-red-chamber.fandom.com/wiki/Dream_ of_the_Red_Chamber_Wiki
AÇIKLAMALAR
5. Bölüm’de, Baoyu’nün gördüğü kayıtlardaki resimler ve dizeler, ilk üç kayıttaki otuz altı kızın her birini bekleyen kadere dair üstü örtülü işaretler ortaya koyar.
Baktığı ilk şey, üçüncü kaydın ilk sayfasıdır. Karanlık bir gökyüzü resmi ve Bulutsuz bir gökyüzünde / Berrak aya nadiren rastlanır, dizeleri Baoyu’nün hizmetçisi Qingwen’in (rengârenk berrak bulutlar) hüzünlü kaderine bir göndermedir. Adının anlamı üzerine küçük bir oyun yapılmıştır.
Sonra üçüncü gruptaki ikinci kızın kaydı gelir: Xiren. Resimdeki çiçek demeti, çiçek anlamındaki soyadı Hua’yı temsil eder. Benzer şekilde minder de isminin Çince anlamı Xiren’e gönderme yapar. Arkasından gelen talihten iltimaslı aktör, onun sonunda evlendiği Jiang Yuhan’dır.
Baoyu, daha sonra İkinci Kayıt dolabına gider, bunlar ikinci gruptaki kızlarla ilgilidir. Bu sefer, Xiangling’i anlatan ilk resme bakar. Resim Xiangling’i değil de küçük bir kızken, kaçırılmadan önceki adı Yinglian’i (lotus) ifade eder. Xiangling hayatı boyunca çok zulüm görmüş; Xue Pan’in, adı osmantus anlamına gelen, korkunç karısı Xia Jingui’den de çok çekmiştir. Keşişin söylediği sözlerdeki gizemli “eriyen kar” ifadesi, soyadı Çincede kar ile eş sesli olan Xue Pan’i belirtir.
Baoyu, Birinci Kayıt dolabına döner. Burası birinci gruptaki on iki kızın kaderiyle ilgilidir. Sıralaması, kendisi için söylenen Altın Günlerin Rüyası şarkılarınınkiyle aynıdır:
Bir ve İki: Lin Daiyu ve Xue Baochai
Resim basit bir işareti ortaya koyar. İki ağaç Lin’in (ağaç, orman) Çince karşılığını, “yeşimden kemer” ise Daiyu’yü ifade eder. Daiyu’nün ismindeki dai “kemer” kelimesiyle eş seslidir; yu da “yeşim taşı” demektir. Kar yığını, Baochai’in soyadını, yani Çince kar kelimesiyle eş sesli olan Xue’yi; altın toka da “değerli saç tokası” anlamındaki ismi Baochai’i ifade eder.
Birinci şarkıda, Varsın yakıştırsın onlar birbirlerine / Altın ile yeşim taşını dizeleri Baochai (altın) ile Baoyu’nün (yeşim taşı) evliliğini ifade eder. Malum taş ve çiçek Baoyu ile Daiyu’nün sembolleridir. “Kristal kar” Baochai’in soyadı Xue’yi, “ormandaki yapayalnız peri” Daiyu’nün soyadı Lin’i anlatır.
İkinci şarkı zaten kendi kendisini açıklar.
Üç: Yuanchun
Yuan anlamındaki “ağaç kavunu” Yuanchun’e gönderme yapar. “Üç bahar” Yingchun, Tanchun ve Xichun’dür. “Tavşan” ile “kaplan” Çin yıllarına isim veren astrolojik işaretlerdir. Yuanchun, tavşan yılından hemen önceki kaplan yılında ölür.
Dört: Tanchun
Roman boyunca Tanchun uçurtmayla ilişkilendirilir. Bu onun ana motifidir. Bu nedenle 22. Bölüm’de Büyükanne Jia’nın partisinde, Tanchun’ün sorduğu bilmecenin cevabı uçurtmadır.
Tanchun üç baharın içindeki en yetenekli ve en zeki olanıdır. Kaderinde uzak bir vilayette görev yapan genç bir delikanlıyla evlenip gitmek vardır ve ailesini belki de bir daha hiç göremeyecektir. Dördüncü Şarkı, gözyaşları içindeki gelini evlilik sürgününe götüren tekneye gönderme yapar.
Beş: Shi Xiangyun
Xiang, Hunan vilayetinde kuzeye doğru, Dongting Gölü’ne akan nehirdir. Yun “bulut” demektir. Shi Xiangyun, Büyükanne Jia’nın ağabeyinin torunudur. Çocukluğunda öksüz kalıp sevgisiz ve sert bir amca ve yenge tarafından büyütülmüştür. Onun kaderinde de mutlu bir evlilik yapmak ama kısa bir süre sonra kocasını kaybetmek vardır.
Beşinci şarkıdaki Gaotang üzerindeki bulutlar ve Xiang Nehri’nin suları, bir kere daha Xiangyun’ü ima eder.
Altı: Miaoyu
Miaoyu’nün Çincedeki anlamı yeşimdir. Bu nedenle resimde yeşim taşı vardır. On iki kız arasında Jia ailesiyle akrabalığı olmayan tek kişi o olsa da birkaç yıl Baoyu ve diğerleriyle Manzara Bahçesi’nde yaşamıştır. Temizliğe hastalıklı bir düşkünlüğü ve saflığa takıntısı vardır ama sonu kaçırılmak ve tecavüze uğramak olur.
Yedi: Yingchun
Yingchun üç baharın en büyüğüdür; diğer herkesin karşı çıkmasına rağmen duygusuz ailesi tarafından kendisine çok kötü davranan, sarhoş, kumarbaz, ahlaksız ve korkunç Sun Shaozu ile evlendirilir. Çin’deki çok eski bir fablda, Dongguo Bey ve kurt Zhongshan arasında geçen bir olay anlatılır. Çok okuyan, âlim Dongguo Bey, kurdu avcılardan kurtarır ama avcılar gittikten sonra çok aç olan kurt onu yemeye niyetlenir. Bu nedenle Kurt Zhongshan yalnızca gaddarlığın değil, aynı zamanda nankörlüğün de sembolü olmuştur. Sun ve ailesinin bir şekilde Jialara borçlu oldukları ima edilir.
Sekiz: Xichun
Üç baharın en gencidir. Tıpkı kuzeni Baoyu gibi sonunda dünyadan elini eteğini çekip, kendisini dine adar.
Dokuz: Wang Xifeng
Xifeng’ın adı Zümrüdüanka anlamına gelir. Buz dağı belki de ailenin çöküşünden sonra Xifeng’ın yaşadıklarına gönderme olabilir.
Dokuzuncu şarkı daha açık ve anlaşılırdır.
On: Qiaojie
Xifeng’ın kızıdır. Bu isim Xifeng’ın ricası üzerine Liu nine tarafından verilmiştir ve Çin mitolojisine göre Dokumacı Kız’la ilişkilendirilen bir festivalle aynı adı taşır. Odalık olarak satılmaya kalkışılınca Liu nine tarafından köye götürülerek kurtarılır.
On Bir: Li Wan
Li soyadı erik demektir. Li Wan, Baoyu’nün küçük yeğeni Jia Lan’ın annesidir; onun adı orkide anlamındadır. Jia Lan, ailenin talihinin enkazından yüksek bir memur olmak üzere çıkar ve törenlerde annesine saray kıyafetleri giymeye hak kazandırır.
On İki: Qin Keqing
Görünüşe göre, çok güzel ve cilveli bir kadındır ve 7. Bölüm’de Jiao Da’nın iddia ettiği gibi kayınpederi ile ilişkisi vardır.
Yatak odası, şehvet düşkünü bir kadına yakışır paha biçilmez eserlerle doludur. Baoyu, onun yatağında uyurken rüyasında Büyük Boşluk Hayalî Diyarı’na gider ve hem Xue Baochai hem de Lin Daiyu’yü temsil eden, Keqing ile beraber olur.
Ölüm nedeni belirgin bir şekilde ifade edilemese de intihar ettiği ima edilir.
Öte yandan, Ningguo Konağı’ndaki şaşkınlık doğuran olayların asıl suçlusu, ailenin reisi olarak sorumluluk üstlenmeyi reddeden Jia Jing’dir.
1. BÖLÜM
Zhen Shiyin rüyasında manevi idrak taşını görür.
Jia Yucun tüm fakirliğine rağmen güzel bir genç kızın büyüsüne kapılır.
Romanın açılış bölümüdür bu; yazar, Taşın Hikâyesi’ni yazarken geçmişte gördüğü bir rüyayı ve illüzyonu kayıt altına almak istemiş ama “Manevi İdrak Taşı” alegorisini kullanarak bu tecrübesinin gerçeklerini kasten saklamaya çalışmıştı. Bu amaçla Zhen Shiyin (kurgu kisvesi altında gerçek) ve benzeri isimlere başvurmuştu. Peki, bu kitapta anlatılan olaylar nelerdir? Karakterler kimlerdir? Bu konuda da şöyle demişti:
“Bu hareketli ve tozlu dünyada, hiçbir şey başaramamış biri olarak, birden geçmişte tanıdığım bütün genç kızları hatırladım ve hepsini birer birer inceleyince gerek tavır gerekse irfan bakımından beni geride bıraktıklarını ve ne utanç vericidir ki tüm erkeksi vakarıma rağmen bu cinsilatif karşısında yetersiz kaldığımı gördüm. Ama buna bir çare olmadığına göre pişmanlık fayda etmezdi. Zaten yapılacak bir şey de yoktu.”
“Sonra, her ne kadar ipeklere sarılmış ve İmparator’un lütfu ve atalarımın erdemi sayesinde özenli bir şekilde beslenip büyütülmüş olsam da büyüklerimin iyi niyetli yönlendirmelerine aldırmayıp, öğretmenlerimin ve dostlarımın tavsiyelerine kulak asmayınca, ömrümün yarısını harcayıp da nasıl tek bir hüner sahibi bile olamadığımı bütün dünyaya anlatmaya karar verdim. Suçlarım ne kadar affedilmez olsa da sırf günahlarımı ya da kusurlarımı gizleme arzum nedeniyle, tanıdığım tüm kızların unutulup gitmelerine izin veremezdim.”
“Şimdi evim, pencereleri hasır örgülü, sazdan bir kulübe, yatağım ipten, ocağım tuğladan olsa bile, bunlar yüreğimi gözler önüne sermekten alıkoyamaz beni. Sanırım sabahın esintisi, akşamın mehtabı, merdivenimin yanındaki söğütler ve bahçedeki çiçekler fâni fırçamı ustalıkla kullanmam için ilham olabilirler. Her ne kadar az bir eğitimim ve edebî yeteneğim olsa da bütün bu güzel kızların özelliklerini taşralı bir dille kayıt altına almakta ne gibi bir kötülük olabilir? Eğer okurun onları anlamasını ve bir an için de olsa endişelerinden uzaklaşmasını sağlayabilir; çağdaşlarımın gözlerini açabilirsem, ne güzel olur!
İşte bu yüzden Jia Yucun diye başka bir isim kullandım.”
Bu sayfalarda sıkça rüya ve görüntü kelimeleri kullanılmış ve bunlar hikâyemin ana temasını oluşturup okuruma uyarı niteliğinde bir araya getirilmiştir.
Peki değerli okur, bu kitabın nereden çıktığını biliyor musun? Hikâye saçmalık sınırlarını zorlayabilir ama hatırı sayılır derecede bir lezzeti de var. Açıklamama izin ver ki aklında en ufak bir şüphe kalmasın.
Tanrıça Nüwa1 gökyüzünü tamir etmek için Büyük Ziyan Dağı’nın üzerindeki Asılsız Kayalıkları’nda kayaları eritip, her biri otuz altı buçuk metre yüksekliğinde ve yetmiş üç metrekare olan 36.501 bir tane taş blok yaptı. Nüwa bu taşların sadece 36.500 tanesini kullandı; böylece kullanılmayan tek bir blok Mavi Bayır Zirvesi’nin eteklerine atıldı. Ne gariptir ki bu taş bir iyileşme sürecinden geçtikten sonra manevi bir idrak kazandı ve temelinde var olan güçlerle hareket etmeyi ve genişleyip küçülmeyi becerir hâle geldi.
Bütün blokların gökyüzünün tamirinde kullanıldığını ama sadece kendisinin, gereken niteliklerden mahrum olduğu için seçime uygun bulunmadığını fark edince, içerleyip utanarak gece gündüz acı ve üzüntü içinde dövündü durdu.
Bir gün bu taş kara kara kaderini düşünürken, uzaktan Budist bir keşiş ve Taocu bir rahibin yaklaştığını gördü. İkisinin de görünüşleri alışılmadık, tuhaf tavırları dikkat çekiciydi. Mavi Bayır Zirvesi’ne geldiklerinde dinlenmek üzere yere oturdular ve sohbete başladılar. O sırada, ufalıp bir kolye ucu boyutlarına gelen, cilalı ve tertemiz taşı -Nüwa tarafından istenmeyip bırakılan ve yeni şekliyle çok güzel görünen- fark edince büyük bir hayranlık duydular. Budist keşiş, taşı alıp avucuna koydu.
“Görünüşüne bakılırsa, sihirli özelliklere sahipsin ama gerçek bir değerin olmadığından, seni gören herkesin olağanüstü olduğunu hemen anlaması için üzerine bir şeyler oymak gerekir.” dedi gülerek. “Ondan sonra seni konfor içinde yerleşeceğin uygar ve müreffeh bir diyara, kültürlü ve resmî statüsü olan bir aileye, çiçeklerin ve ağaçların süslediği bir yere, zarafet, şan ve lüksün hüküm sürdüğü bir eve götürebiliriz.”
Taş büyük bir zevkle dinliyordu.
“Bana ne muhteşem hünerler bahşedeceğiniz konusunda beni aydınlatmanızı isteyebilir miyim?” diye sordu taş. “Beni nereye götüreceksiniz?”
“Bu kadar da meraklı olma!” diye cevap verdi keşiş, gülümseyerek. “Zamanı geldiğinde her şeyi anlayacaksın.” Bu sözleri söyledikten sonra taşı cübbesinin koluna yerleştirdi ve Taocu, rahiple birlikte yolculuğuna devam etti. Ama kim bilir nereye gidiyorlardı.
Ve kim bilir kaç nesil ya da asır sonra, ebedî hikmet ve ölümsüzlük arayışında olan Saygıdeğer Hükümsüz adındaki bir Taocu bu Büyük Ziyan Dağı, Asılsız Kayalıkları, Mavi Bayır Zirvesi’nin eteklerine geldi. Birdenbire orada duran büyük bir taş blok ve üzerinde hâlâ okunaklı hâlde olan, uzun bir yazı dikkatini çekti. Yazıyı başından sonuna kadar okudu. Bu değersiz taştan blokun nasıl gökyüzünün tamiri için gereken özelliklerden mahrum kaldığını, Budist Sonsuz Boşluk ve Taocu Sınırsız Zaman tarafından bir erkek şekli verildiğini ve nirvanaya ulaşıp öbür tarafa gönderilmeden önce, ölümlüler dünyasına nakledildiğini anlatıyordu. Ayrıca yüzeyinde, taşın nerede doğduğu, nasıl bir yaşam sürdüğü, gençlik aşkları, sevinçleri ve hüzünleri, ayrılıkları ve kavuşmaları, başkalarından gördüğü yakınlık ve soğukluk, mısralar, vecizeler, sohbetler ve bilmeceler eşliğinde anlatılıyordu. Ama hanedanlığın adı ve hüküm sürdüğü yıla ilişkin bir bilgi yoktu. Arka yüzündeyse şu gizemli mısralar vardı:
Mavi gökyüzünü tamire uygun bulunmadım,
Yıllarca boş yere fâni dünyayı dolaştım,
Burada kayıtlı her iki dünyadaki hayatımı,
Kimden isteyebilirim ki anlatmasını?
Bir süre bu satırlar üzerinde düşünen Taocu Saygıdeğer Hükümsüz, bu taşın bir hikâyesi olduğunu anladı. Bunun üzerine taşla konuşmaya başladı.
“Taş birader!” dedi. “Öyle görünüyor ki üzerine yazılmış hikâyenin çok ilginç olduğunu ve olağanüstü olaylar olarak nesilden nesle aktarılması niyetiyle buraya yazıldığını düşünüyorsun. Ama öncelikle hanedanlığa ve hüküm sürdüğü döneme ait herhangi bir bilgi yok; ikinci olarak da devlet yönetiminde yer alan önemli kişilerin benimsedikleri faziletli ilkeler ya da genel ahlak üzerine bir kayıt da içermiyor. Sadece tutkuları, aşk hikâyeleri veya Ban Zhao2 ya da Cai Yan3 hanımefendilerinin yetenekleriyle bile karşılaştırılmayacak kadar önemsiz marifetleri ve erdemleriyle dikkatleri çeken bazı kızlardan söz ediliyor. Bunların bir kopyasını alsam dahi pek ilgi çekecek bir kitap olmayacaktır.”
“Muhterem efendim, nasıl bu kadar anlayışsız olabilirsiniz?” diye karşı çıktı taş, kendinden emin bir şekilde. “Asırlardır yazılan bütün hikâyelerde genellikle Han ya da Tang hanedanlıkları adı altında uydurma bir dönem anlatılır. Bayatlamış olan bu eski gelenekten yararlanmayıp kendi tecrübelerimi ve doğal duygularımı olduğu gibi anlatmakla, diğer romanlarda olmayan bir orijinallik kazandırdığımı düşünüyorum. Belli bir hanedanlık ya da kesin bir tarih konusunda ısrar neden? Ayrıca, bu piyasadaki çoğu insan, kolay okunan kitapları geliştirici olanlara tercih ediyor. Sorun şu ki pek çok aşk hikâyesi, hükümdarlar ve devlet adamları hakkında iftiralar ya da çoktan ölüp gitmiş hanımefendilerin itibarına saldırı veya ahlaksızlık ve şiddet olayları içerir. Daha da beteri, pornografi ve kirlilikle gençliğimizi yozlaştıran ahlaksız bir edebiyat da söz konusudur. Âlim ve güzel karakterlerin kitaplarına gelince, bin tanesi aynı kalıpta yazılmıştır ve hiçbiri ahlaksızlığın sınırına gelmekten kaçınamaz. Tarihteki yakışıklı, yetenekli genç erkeklere ve güzel, zarif kızlara benzerliklerle doludurlar ama yazar aralara kendine has duygusal ve incelikli şiirler katmak için, uydurulmuş isim ve soyadı ile kadın ve erkek klişe kahramanlar yaratır ve bunlara ilaveten tıpkı oyundaki soytarı gibi, anlatıma heyecan katacak bazı karaktersizleri devreye sokar. Daha da iğrenci, bilgiçlik taslayan ve edepsiz edebiyattır bunlar; doğal duygulardan mahrumdur ve çelişkilerle doludurlar. Ömrümün yarısı boyunca kendi gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla duyduğum kızların tam tersidir bunlar. Tabii onları eski dönem eserlerinin kahramanlarından üstün tutmaya yeltenmeyeceğim ama hikâyeleri, monotonluğu yok edip hüznü dağıtabilir, araya sıkıştırdığım edebî değeri olmayan şiirler okuru güldürüp esere lezzet katabilir.”
“Ayrılık acısı, kavuşma sevinci, talihin iniş çıkışları, refah ve sıkıntı hepsi, en ince ayrıntısına kadar gerçeğe uygundur; hakikatten saptıracak ya da sansasyon yaratacak en ufak bir ekleme ve değişiklik yapmadım.”
“Şimdilerde fakirlerin günlük endişeleri yiyecek ve giyecek üzerine; zenginleriyse memnun edebilmek imkânsız. Bütün boş zamanları aşk maceraları, maddi kazanç ya da sorun yaratmakla geçiyor. Siyasi ve ahlaki eserleri ne zaman okuyorlar? İnsanların bu hikâyeme şaşırmalarını beklemiyorum, zevk için okumaları konusunda da ısrar etmiyorum; sadece yemeğe ve şaraba doyduktan sonra ya da dünyevi endişelerden bir kaçış yolu ararlarken burada avuntu bulmalarını umuyorum. Diğer boş meşguliyetler yerine buna göz gezdirerek enerjilerini ve güçlerini koruyup, ömürlerini uzatabilir, tartışmaların ve kavgaların zararından ya da aldatıcı olan şeylerin peşinden koşma derdinden kendilerini kurtarabilirler çünkü bunun kurguları sahte, yolu edepsiz olan çalışmalarla hiçbir benzerliği yoktur.”
“Ayrıca bu hikâye okura, yepyeni ve o yetenekli âlimlerle ve sevimli kızlarla -Cao Zijian, Zhuo Wenjun, Hongniang, Xiaoyu ve benzerleri- dolu, ani ayrılıklar ve kavuşmalar içeren klişe ve bayat ıvır zıvırlara hiç benzemeyen bir şey sunuyor. Ne diyorsunuz buna, efendim?”
Saygıdeğer Hükümsüz ilgiyle dinlediği bu sözleri bir süre düşündükten sonra Taşın Hikâyesi’ni baştan sona tekrar okudu. Bu hikâyede hem hainliğin kınandığını hem de dalkavukluğun ve kötülüğün eleştirildiğini ama dönemi tenkit etmek için yazılmadığını gördü. Üstelik iyiliksever prensler, iyi devlet adamları, müşfik babalar, evlatlar ve düzgün insan ilişkilerine dair bütün mevzularla, erdemli hareketlere övgüler üzerine, sayfalar dolusu anlatımıyla diğer kitapları geride bırakıyordu. Ama teması aşk olsa da gayet sade bir gerçek olaylar dizisiydi; ahlaksız buluşmalar ve hovarda kaçamaklara adanmış sahte, edepsiz çalışmalardan çok üstündü. Güncel olaylara da hiç değinmediğinden, dünya ilginç bir hikâye olarak onu nesilden nesle aktarsın diye, başından sonuna kadar bir kopyasını çıkardı.
Bütün tezahürler hiçlikten doğduğu ve sonrasında tutkuya neden olduğu için tutkuyu tezahür olarak tanımlayarak hiçliği kavrayabiliriz. Taocu Saygıdeğer Hükümsüz de dalgınlık hâli içinde, tutkuyu kavramasının bir sonucu olarak bu tutkudan doğan şehvet düşkünlüğünü tutkuya dönüştürüp bu tutku sayesinde gerçek dışılığını kavrayarak kendi adını Ch’ing Tseng (Tutkulu Rahip) ve Taşın Hikâyesi olan kitabın adını da Ch’ing Tseng Lu, Tutkulu Rahip’in Kaydı olarak değiştirdi; Tung Lu’lu Kong Meixi de ona Feng Yüeh Pao Chien, Tutkunun Değerli Aynası adını verdi. Sonraki yıllarda Cao Xueqin Nostalgia Stüdyosunda on yıl süreyle kitap üzerinde çalışarak onu beş kere yeniden yazdı. Kitabı bölümlere ayırdı, her bir bölüme başlıklar verdi ve Jinling’in On İki Genç Kızı şeklinde yeniden adlandırdı. Bir de dörtlük yazıldı. Taşın Hikâyesi’nin kökeni işte budur, başka bir şey değil. Şair şöyle der:
Asılsız sözlerle doludur sayfalar,
Acı gözyaşlarıyla kaleme alınmış,
Herkes yazarı deli diye yaftalar,
Hiçbiri gizli mesajını duymamış.
İşte şimdi Taşın Hikâyesi’ni meydana getiren nedenler net bir şekilde ortaya konmuş oldu ama taşın üstünde betimlenen karakterler ve olaylar için aynı şey söylenemez. Sevgili okur, lütfen sabırlı ol! Taşın üstündeki şu hikâyeye kulak ver:
Çok uzun yıllar önce dünya, güneydoğu tarafında aşağıya doğru eğilmişti. Dünyanın bu güneydoğu tarafında, Suzhou adında, etrafı duvarlarla çevrili bir kent vardı. Suzhou’nun Changmen Kapısı civarındaki bölge, fâni dünyanın en zengin ve revaçta iki-üç merkezinden biriydi. Bu Changmen Kapısı’nın dışında Ten-li adında işlek bir cadde ve bu caddeye açılan İnsanlık ve Saflık adında bir sokak vardı. Bu sokakta, böyle daracık bir yere sıkıştırılmış küçücük yapısından dolayı çevrede Su Kabağı Tapınağı olarak adlandırılan eski bir tapınak bulunuyordu. Bu tapınağın hemen bitişiğinde adı Zhen Fei, stil adı4 Shiyin olan bir beyefendi yaşıyordu. Karısı née Feng, güçlü bir edep ve dürüstlük duygusu olan, saygıdeğer ve erdemli bir kadındı. Zengin ya da soylu olmamalarına rağmen bu aile, o çevrede son derece saygındı.
Zhen Shiyin çok sakin ve hırsı olmayan bir mizaca sahipti. Zenginlik ya da mevki özlemi çekmek yerine ömrünün her gününü çiçeklerle ilgilenerek, bambu yetiştirerek, şarabını yudumlayıp, şiirler yazarak geçirmekten haz duyuyor, bu meşgalelerle uğraşırken sanki ölümsüz biriymiş gibi mutlu oluyordu. Mutluluğunu bozan tek bir şey vardı. Yarım yüzyılı aşkın bir ömür yaşamıştı ama dizlerinin etrafında dolaşan bir oğlu yoktu. Sadece Yinglian adında, üç yaşında bir kızı vardı. Uzun ve oldukça sıcak bir yaz günü Shiyin çalışma odasında boş boş otururken, elindeki kitap kayıp yere düştü ve başını masasına dayayıp uyuyakaldı.
Böyle bir bilinçsizlik hâli içindeyken, birden sanki ayaklanıp, bilmediği bir yere doğru sürüklendi. Hiç beklenmedik bir şekilde, biri Budist, diğeri Taocu iki rahibin sohbete dalmış bir hâlde kendisine doğru geldiğini fark etti.
“O elindeki şeyi nereye götürmek niyetindesin?” diye sorduğunu duydu Taocunun.
“Endişelenme.” diye cevap verdi Budist, gülümseyerek. “Bir aşk oyunu sahnelenmek üzere ama henüz bütün oyuncuları vücut bulmadı. Ben de bu fırsattan yararlanarak bu nesneyi insan hayatının keyfini sürsün diye onların içine bırakacağım.”
“Demek bir şehvet düşkünü günahkâr grubu daha fâni dünyadaki süreçleri boyunca hayatın kötülüklerine katlanmak zorunda kalacak.” diye yorum yaptı Taocu. “Peki, bunlar ne zaman hayata geçecekler? Ve nerede vücut bulacaklar?”
“Bu seni güldürecek bir hikâye.” diye cevap verdi keşiş, gülerek. “Böyle bir şeyi hiç duymamışsındır. Batıda, Kutsal Nehir’in kıyısında Üç Doğum Taşı’nın yanında bir Kırmızı İnci Çiçeği büyüyordu. Taşın, Tanrıça tarafından reddedilince kendi hâline bırakılıp, istediği her yere gidebileceğini anladığı zamanlardı. Bir gün dolaşırken Uyarıcı Görüntü Perisi’nin bölgesine geldi; bu taşta sıra dışı bir şeyler olduğunu fark eden peri onu Mor Bulutlar Sarayı’nda alıkoydu ve ona Işık Saçan Kutsal Taş unvanını verip saray görevlisi olarak atadı.”