Kitobni o'qish: «Çöküş»
Steve Taylor çok önemli bir çalışmaya imza atmış. Okuyucuya güçlü bir mesaj iletiyor ve hâlâ korkunun hâkim olduğu bir dünyaya umut aşılıyor. – Scientific and Medical Network Review
Çöküş şaşırtıcı bir çalışma… İnsanı hayrete düşüren bilgilerle dolu. Hepsi de zekice dile getirilmiş ve düzenlenmiş. İnsan psikolojisinin her zaman böyle bozuk olmadığı -ve olmak zorunda da olmadığı- tezini çok güzel bir mantık ve kesinlik çerçevesinde dile getiriyor. Ustalıkla yazılmış. – Colin Wilson
H. G. Wells’in Outline of History (Tarihin Ana hatları) adlı kitabı tadında… Bir roman gibi sonuna kadar sıkılmadan okuyacaksınız. – Independent on Sunday
Dikkate değer bir kitap. – Nexus
En içten dileğim bu kitabın geniş kitlelere ulaşması… Taylor, insanlığın tehdit altında olduğu bir dünyada insan doğasını yolundan çıkartan bataktan kurtulmak için hepimize işlevsel bir yol sunuyor. – Stanley Kripper, Psikoloji Profesörü
Kolay okunur ama iddialı. Çok derin bir araştırmaya dayanarak yazılmış enfes bir kitap. Duyarlı olan herkesin okuması gerek. – Odyssey
İnsanı düşünmeye sevk eden, zekice yazılmış bir kitap. Öğretici ve hızlı okunuyor. Çok çeşitli tarihsel dönemlerden, çok farklı inanç sistemlerinden ve bugüne kadar yaşanmış olayları geleceğe ışık tutmak adına gerekli gören insan zekâsının yapabileceği inanılmaz şeylerden bahsediyor. – Kindred Spirit
Çöküş, içinde bulunduğumuz yüzyılın başında yazılmış en çarpıcı kitaplardan biri… Yüzyılın sonuna geldiğimizde hâlâ önemini koruyacağından eminim. – Elias Capriles, International Journal of Transpersonal Studies
Nihayetinde Taylor’un yaptığı, bir umut mesajı getirmek. Hepimizi egoyu aşmaya ve egonun bize kattığı entelektüel ışığı spritüal uygulamalarla kazanabileceğimiz yoğun bir bağlılık ve birliktelik hissiyle birleştirmeye davet ediyor. Meditasyonla ve hafif yaşamak ve toplumsal değişimi savunmak gibi pragmatik hizmet eylemleriyle kendimizi dönüştürmemizi teşvik ediyor. Öyle bir geleceğin hayalini kuruyor ki içinde savaş… erkek egemenliği, toplumsal eşitsizlik yok; seksten veya bedenden utanma ve diğer türlerle doğal hayata hükmetme yok. Açık ve anlaşılır yazımıyla okunması çok kolay olan bu kitapta konunun daha derinine inmek isteyenler için Taylor’ın eklediği kaynaklar da bulunuyor. Şiddetle tavsiye ediyorum. – Malcolm Hollick, The Science of Oneness: A worldview for the twenty-first century kitabının yazarı.
Önsöz
DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDEKİ mağaralarda karşılaştığım tarihöncesi dönemden kalma duvar resimleri beni yıllar boyunca hep hayrete düşürdü. Duvarlarda savaşa ya da savaşçılara dair hiç imge yoktu. Steve Taylor bu kitapta tam da bu eksikliği açıklıyor. Dünyanın pek çok köşesinde yaygın olan, bir “altın çağa” ya da “cennete” olan mistik inancın arkeolojik ve tarihi temellere dayandığını iddia ediyor. Tarih öncesi dönemde bir şeyler “yanlış gitmeye” başladı. Savaşlar, ataerkillik, toplumsal eşitsizlik gibi durumlar yaygın hale geldi. Oysa insan toplulukları o zamana kadar genel olarak barışçıl ve eşitlikçi bir şekilde yaşamıştı. Bireyler psikolojik olarak huzurluydular ve içinde yaşadıkları evrenle aralarında bağ kurabiliyorlardı. Taylor’ın bu düşünceleri sadece bir faraziye ya da hayal değil; aksine yazar bu iddiasını kanıtlamak için ortaya ikna edici pek çok delil koyuyor.
Dönüşüm, Orta Asya ve Ortadoğu’da yaşanan belirgin iklim değişiklikleri nedeniyle yaklaşık olarak MÖ 4000 yılında başladı. İklim değişiklikleri hayatta kalma mücadelesini zorlaştırdı ve bölge halkı arasında bireyselliğin ön plana çıkmasına neden oldu. Taylor bu gelişmeye “Ego Patlaması” adını veriyor ve bu nitelemeyle, günümüzdeki Avrupalılar ya da Amerikalılar ile Avustralyalı Aborijinler ve Amerikan yerlileri gibi halklar arasındaki temel farka işaret ediyor. Taylor ego algısının bu şekilde keskinleşmesinin savaşın, erkek egemenliğin, toplumsal baskıların kökeni olduğu gibi, tek tanrılı din anlayışı gibi olguların da gelişiminde etkili olduğuna inanıyor. Yani pek çok tarihçinin inandığının aksine, insanlık tarihini sürekli devam eden bir ilerleme anlatısı olmaktan ziyade bir yozlaşma olarak görüyor.
Taylor, yazılı tarihi şiddetin ve baskının uzun ve elem dolu hikâyesi olarak değerlendirmesine rağmen insanlığın geleceği hakkında hâlâ iyimser fikirlere sahip ve “Çöküş-ötesi” adını verdiği yeni bir çağa girdiğimize inanıyor. Kadın ve erkek arasında daha eşitlikçi bir ilişki ve insan bedeni ve doğaya yönelik daha sağlıklı bakış açılarının doğması gibi yakın dönemde kaydedilen bazı gelişmelerin gelecek için umut vaadettiğini iddia ediyor.
Taylor’ın fikirleri kışkırtıcı ve okuyucuyu bir an bile sıkmıyor. Bu kitabın geniş kitlelere ulaşması ve kamuoyunu şekillendiren kişi ve kurumlara erişmesi en içten dileğim. Taylor, insan varoluşunun tehdit altında olduğu bir dünyada insan doğasını bozarak yolundan çıkartan bataktan kurtulmak için hepimize öngörülü olduğu kadar da işlevsel bir yol sunuyor.
Dr. Stanley KripperPsikoloji ProfesörüSaybrook Yüksek OkuluKaliforniya
Giriş
SON ALTI BİN yıldır kolektif bir psikozdan mustarip olan insanlık, yazılı tarihin neredeyse tamamında -bir dereceye kadar da olsa- kaçık olarak anılmıştır.
İnanılmaz gelebilir, fakat sorun şu ki deliliğimizin sonuçlarını artık olağan karşılamaya başladık. Eğer delilik her yerdeyse, hiç kimse artık mantıklı, sağlıklı ya da akla uygun davranışın ne olduğunu bilmiyor demektir. En saçma ve garip eylemler bile gelenekselleşir ve doğal görülür. İnsanların birbirini öldürmesi; erkeklerin kadınlara, ebeveynlerin çocuklara baskı uygulaması; küçük bir insan grubunun insanlığın geri kalanı üzerinde güç kullanması “doğal” hale gelir. Doğanın çevre felaketlerine yol açacak derecede sömürülmesi, insan bedeninin hor görülmesi ve tamamıyla doğal arzulara sahip olmaktan duyulan suçluluk olağanlaşır. İnsanın asla ihtiyaç duymayacağı büyüklükte bir servete sahip olmak için çırpınması, durmaksızın başarı, iktidar ve şöhret peşinde koşması -hatta servete ve üne kavuştuğunda bile asla tatmin olmaması- doğallaşır.
Elinizdeki kitabın amacı, bu deliliğin nereden kaynaklandığını ve insanlar için gerçekten doğal olup olmadığını ortaya koymak. İlk insanların bize kıyasla çok daha “aklı başında” olduğuna dair birçok kanıt sunacağız. Hatta çok yakın bir zamana kadar, dünyanın birçok bölgesinde yukarıda bahsettiğim hastalıklı davranışlardan eser bile yoktu.
Tüm bu delilik, benim “Çöküş” dediğim olayın gerçekleşmesiyle ortaya çıktı; yani yaklaşık altı bin yıl önce Ortadoğu ve Orta Asya’da başlayan çevre felaketi nedeniyle insanlığın büyük bölümünün topluca deneyimlediği psikolojik bir dönüşümün sonrasında yeni bir insan tipi doğdu. Bireyselliğinin çok daha fazla bilincinde, hayatı farklı bir şekilde deneyimleyip dünyayı yeni bir biçimde algılayan insan tipi. Bu yeni insan bazı açılardan eskisinden ilerideydi; örneğin teknolojik gelişmeler ya da Sümer ile Mısır’ın (ve ardından gelen diğer uygarlıkların) ortaya çıkması gibi. Ancak aynı zamanda savaş, erkek egemenlik ve toplumsal eşitsizlik gibi pek çok toplumsal hastalığa da kaynaklık etti.
Çöküş’ten önce insan hayatı kaygısız, hoş, hatta neşe doluydu. Ancak Çöküş’ten sonra hayat “çirkin, zalim ve kısa” bir hal aldı. Öyle ki nesiller boyunca insanlar hayatın, kendilerini bekleyen sonsuz bir cennete kavuşmadan önce ellerinden geldiğince katlanmak zorunda oldukları kısa bir dönem olduğuna kendilerini ikna ederek ona tahammül edebildiler. Ancak belki de artık -bu kitabın son bölümünde de tartıştığım gibi- tam bir dönüş yaparak eski akıl sağlığımıza yeniden kavuşuyoruz. Son birkaç yüzyıldır -özellikle 18. yüzyıldan beri- “Çöküş-öncesi” pek çok özellik yeniden belirmeye başladı. Demokrasi ve eşitlik, doğa ve insan bedenine duyulan saygı, evrenin ruhani temelleri hakkındaki farkındalığımız yeniden doğmaya başladı. Bunlar henüz belki günümüzün dünyasındaki “çökmüş” özellikler kadar yaygınlaşmadılar, ancak zaman geçtikçe güçlenmekteler.
Bu kitabı yazmak için araştırma yapmakla geçirdiğim yıllar, benim için çok ilham verici bir yolculuk oldu. Birçok kişinin katkısı olmadan bu kitabı bitiremezdim. Özellikle Riane Eisler, Gerhard Lenski, Christopher Boehm, Robert Lawlor, Richard Heinberg, Brian Griffith, Elizabeth Baring, Jules Cashford, Richard Rudgley, Elman R. Service, Margaret Power ve Christopher Ryan’a müteşekkirim. Özellikle antropolojide ve diğer alanlarda yazılmış, araştırmamda kullandığım birçok akademik çalışmanın yazarına da. Stanley Krippner ve Christopher Ryan’a kitabın hazırlık aşamasında yaptıkları yorum ve tavsiyeler için ayrıca teşekkürler. Ancak her şeyden çok Çöküş’ün ekolojik nedenlerini anlamamı sağladığı için Saharasia (Sahra-Asya) kitabının yazarı James DeMeo’ya çok şey borçluyum.
Bu kitap kaybettiklerimiz hakkında çok şey anlatıyor; fakat bunun yanında, kaybettiklerimizi geri kazanmak için neler yapmamız gerektiğinden de bahsediyor. Siz okuyucuların bu kitap bittiğinde aklında kalmasını istediğim tek bir şey varsa, o da bunun böyle olmak zorunda olmadığı fikri. Son altı bin yıl, yavaş yavaş uyanmakta olduğumuz şizofrenik bir kabusla geçti. Eğer bu uyanışa ufak da olsa bir katkım olabilirse ne mutlu bana.
I. Bölüm
Çöküş’ün Tarihi
1
İnsanların Derdi Ne?
EĞER DÜNYA DIŞI varlıklar insanlık tarihinin son birkaç binyılını gözlemlemişse, insanoğlunun korkutucu boyutlarda yanlış giden bilimsel bir deneyin ürünü olduğu sonucuna varmış olabilirler. Belki de diğer dünya dışı varlıkların, müthiş bir zekâya ve yaratıcılığa sahip bir varlık yaratabilmek adına yaptıkları deneyler için gezegenimizi seçtiğini düşünmüşlerdir. Sonunda bu varlığı yaratmış da olabilirler -ama belki de kullandıkları kimyasalların ölçüsünü tam olarak ayarlayamadılar ya da tam deneyin ortasında bazı araç gereçleri bozuldu ve ortaya muhteşem bir zekâ ve yaratıcılığa sahip bir yaratık çıkmış olsa da bu yaratık aynı zamanda canavarlaştı ve kusurları yeteneklerini aştı.
Bir sayfayı çizgiyle ortadan ikiye ayırıp bir tarafa insan ırkının başarılarını öbür tarafa da hatalarını yazdığımızı düşünün. Çizelgenin artı tarafında bizi dünya tarihinin en başarılı türü yapan bilimsel ve teknolojik gelişmeler olurdu; örneğin modern tıbbın insan ömrünü iki katına çıkarma, bebek ölümlerini büyük ölçüde azaltma, atalarımız için hayatı çekilmez kılan rahatsızlıkları (diş ağrısı, sağırlık ve görme bozuklukları gibi) ve hastalıkları (çiçek hastalığı ve verem gibi) kontrol altına almada epey ilerlemiş olması. Ardından, mühendislik ve yapı harikalarımız gelirdi; yüz katlı binalar, uçaklar, uzay mekikleri, deniz altındaki tüneller. Ve tabii evrenin fiziksel kurallarını, yaşamın evrimini, canlıların kimyevi ve maddenin fiziki yapısını anlamamızı sağlayan modern bilimin inanılmaz gelişimi.
Çizelgenin artı tarafında insan yaratıcılığının ortaya koyduğu muhteşem eserler de olurdu. Mahler ve Beethoven’ın senfonileri, Beatles ve Bob Dylan’ın şarkıları, Dostoyevski ve D. H. Lawrence’ın romanları, Wordsworth ve Keats’in şiirleri, van Gogh’un resimleri -tüm bunlar en az binalar ya da bilimsel keşifler kadar, hatta belki de daha fazla etkileyiciler. Ünlü filozof ve psikologların, kendi ruhsal dünyamızı ve bilinç sahibi canlılar olarak karşı karşıya kaldığımız zorlukları anlamamızı sağlayan bilgelik ve içgörüsünü de unutmamalıyız.
Eğer bazı bilim insanlarının inandığı gibi, yaşamın -tüm canlılar için- asıl amacı hayatta kalmak ve neslini sürdürmekse, insan ırkı bu konuda da oldukça başarılı oldu. DNA çalışmaları bugün hayatta olan tüm insanların 125 bin yıl önce Afrika’dan ayrılan yüz ila bin kişilik bir gruptan ürediğini gösteriyor. Yani sadece 125 bin yıl içinde bu insanların sayısı 5 milyara ulaştı.
Fakat bir alanda yaşanan müthiş gelişmelerin, başka bir alanda yaşanan çeşitli olumsuzluklarla dengelenmesi doğanın bir kanunu gibi gözüküyor. Büyük yetenekler her zaman beraberinde çeşitli kusurları da getiriyor. Üstün kabiliyetli olmanın bedelini akıl sağlıklarını yitirerek, depresyon ve asosyallikle ödemek zorunda kalan van Gogh ya da Beethoven gibi yaratıcı sanatçıları düşünün. Ya da ayakkabılarını bağlamayı veya torunlarının ismini unutan bilim adamı tiplemesini. Dehanın her zaman bir bedeli varmış gibi gözüküyor.
Fakat bu kanunun en iyi tasviri tek tek bireyler üzerinden değil, bir bütün olarak insan ırkının tamamı üzerinden yapılabilir; çünkü genel olarak insan ırkının başarıları yıkıcı ve boğucu bir karanlıkla dengelenir.
İnsanlık Tarihinin Karanlık Yüzü – Savaşlar
İnsan ırkı dünya tarihinin en başarılı olduğu kadar en yıkıcı ve vahşi türüdür de. Son beş bin yılın herhangi bir dönemi hakkında, tarihçi Arnold Toynbee’nin “insan ilişkilerinde su yüzüne çıkan korkunç günah”1 dediği şey karşısında dehşete düşmeden bir tarih kitabı okumak mümkün değil. Birçok tarihçi, tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder. Tarih, o günden bugüne aralıksız bir şekilde devam etmiş bitip tükenmeyen bir savaşlar kataloğundan başka şeye benzemiyor: sınır mücadeleleri, köle ya da kurban olarak insan toplamak amacıyla yapılan akınlar, yeni toprak elde etmek ya da devletin gücünü arttırmak için yapılan işgaller. Aslında savaşmak için ortada görünen bu sebepler çok da önemli değil; çünkü asıl neden insanların çatışmak için duyduğu ihtiyaç.
Bazı hormonlar (erkeklerdeki yüksek testosteron ya da düşük serotonin seviyesi gibi) ya da kaynakları ele geçirmek için başkalarıyla rekabet etmemizi sağlayan ve her şeyin ötesindeki amacı hayatta kalmak olan “bencil genler” önerilerek bazen savaşın “doğal” olduğu söyleniyor. Ancak bu görüşle çelişen iki önemli gerçek var.
Birincisi, savaş diğer hayvanların kesinlikle bilmediği bir olgu. Goriller ve şempanzeler gibi saldırgan davranışlar sergileyen bazı primatlar var, ancak saldırganlıkları kesinlikle insanın savaş tutkusuyla kıyaslanamaz. Onlar bu davranışları, sadece doğal yaşam alanları tehdit edildiğinde sergiliyorlar. Tanzanya’nın Gombe bölgesindeki şempanzeleri inceleyen primatolog Jane Goodall’un vardığı sonuç bu. Araştırmanın hipotezi -içinde insanların da bulunduğu- erkek primatların genetik olarak vahşi ve tehlikeli olduğuydu. Hatta Goodall buna, “şeytani erkek” hipotezi adını vermişti.2 Ancak artık Gombe’deki şempanzelerin uyguladığı şiddetin insanlığın yol açtığı toplumsal ve ekolojik sorunlar nedeniyle ortaya çıktığı kesinleşti. Margaret Power’ın The Egalitarians (Eşitlikçiler) kitabında da savunduğu gibi Goodall’un yaptığı ilk çalışmalar şempanzelerin şiddetten uzak durduğunu göstermişti.3 Sadece beslenme alışkanlıkları bozulduktan sonra saldırganlaşmaya başlamışlardı. Son zamanlarda yapılan ve şempanzeleri kendi doğal ortamlarında inceleyen çalışmalar da onların son derece barışsever olduğunu gösteriyor.4 Psikolog Erich Fromm’un da dediği gibi, “Eğer insan türünün ‘içkin’ saldırganlığı doğal ortamlarında yaşayan şempanzelerinki kadar olsaydı barış dolu bir dünyada yaşıyor olurduk.”5
Hatta diğer türler primatlardan çok daha barışsever. Elbette birçok hayvan yemek için diğer türleri öldürüyor. Ancak J. M. G. van der Dennen’ın The Origin of War (Savaşın Kökeni) kitabında da belirttiği gibi bunun dışında “hayvanlar aleminde soykırım, savaş, katliam, zalimlik ve sadizm gibi kavramlar kesinlikle yok.”6 Avlanmak ve ara sıra başkalarının yavrularını öldürmek hariç, hayvanlar arasında gözlemlenen tek şiddet biçimi van der Dennen’in “bireyler arası törensel kavgacı davranış” dediği üstünlük kurma ve çiftleşme adına gösterilen grup içi saldırganlık. Ancak bu durumlarda bile hayvanlar çoğunlukla gerçek bir kavgaya girmiyor. Tam aksine çatışmadan kaçınmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Glenn Weisfeld’in de dikkat çektiği gibi, “Hayvan genellikle ilk önce tıslayarak, bağırarak ya da dişlerini göstererek rakiplerini tehdit eder. Saldırıya ise son çare olarak başvurur.”7 Hatta kavga etse bile sonunda teslim olduğunu gösteren çeşitli işaretler verir (köpeğin yerde yuvarlanması gibi). Böylece öldürmeye gerek kalmadan kavga bir anda sona erer. İnsan, öldürmenin önüne geçen içgüdülere sahip olmayan nadir türlerden biri. Diğer gruplara karşı topluca saldırganlık gösteren ve onları fethetmeye çalışan ise tek tür. Erich Fromm’un sözleriyle -sadece hayatta kalma güdüleri tehdit algıladığında ortaya çıkan ve nadiren tehdidin ve uyarıcı sinyallerin ötesine geçen- hayvan saldırganlığı, “iyi huylu ve savunma amaçlıyken” insan saldırganlığı “kötü huylu”dur.8
İkincisi, savaş “insanlık kadar eski” değil, aksine -en azından türümüz söz konusu olduğunda- nispeten yakın zamanda ortaya çıkan tarihi bir gelişme. İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve ilkel “vahşiler” olduğuna dair varsayım hâlâ söz konusu – ancak son birkaç on yıldır yapılan arkeolojik ve etnografik çalışmalar bunun doğru olmadığını kanıtladı. Burada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim çünkü bir sonraki bölümün büyük bir kısmı zaten bununla ilgili. Ancak yine de sözde “ilkel” insanların, gruplar arası ya da van der Dennen’in sözünü ettiği “bireyler arası” şiddetten uzak durduğu fikrinin artık genel kabul gördüğünü hatırlamakta fayda var. İlk insanlar hakkında toplanan verileri inceleyen van der Dennen, çoğunun “belirgin olarak savaş karşıtı” olduğunu ve “savaşa başvurmadığını ya da temelde savunma amaçlı başvurduğunu” belirtiyor ve ancak küçük bir azınlığın “ılımlı ölçülerde, düşük yoğunluklu ve/veya ritüelleşmiş savaşlar yaptığı” sonucunu paylaşıyor.9 Antropolog R. Brian Ferguson ise “kanıtların savaşın insanlık tarihinde oldukça yeni bir gelişme olduğuna işaret ettiğini ve eski kuşaklar basit bir yaşam süren göçebe avcı-toplayıcılar olmaktan vazgeçtiğinde ortaya çıktığını gösteriyor”10 diye yazdı.
Göreceğimiz gibi savaşlar yaklaşık MÖ 4000 yılında başladı. Ancak insanlar bu tarihten itibaren, adeta kaybedilen zamanı telafi etmek istermişcesine, gezegenimizin büyük bir kısmını daimi bir savaş alanına dönüştürdü. Avrupa devletleri 19. yüzyıla kadar ortalama her iki senede bir komşularıyla savaştı. 1740-1897 yılları arasında Avrupa’da 230 savaş yaşandı ve devletler savaş harcamaları için neredeyse iflas etmeyi göze aldı. 18. yüzyılın sonunda Fransız hükümeti bütçesinin üçte ikisini orduya harcarken Prusya’da bu oran %90’dı.11 Savaşlar 19. ve 20. yüzyıllarda sanki azalmış gibi gözüküyor ama bunun tek nedeni savaşların daha hızlı bitmesine neden olan devletlerin elindeki korkunç teknolojik güç. Bu nedenle de savaşlarda ölen insanların sayısı eskiye göre çok arttı. 1740-1897 yılları arasında yaşanan tüm savaşlarda sadece otuz milyon kayıp varken, sadece Birinci Dünya Savaşı’nda beş ila on üç milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda bu rakam elli milyona ulaştı.
Farklı insan grupları arasındaki savaşlardan bahsederken elbette ki aynı grubun içinde yaşanan çatışmaları da gözardı etmemek gerekiyor. İç çatışma da dış düşmana karşı yapılan savaşlar kadar eski. Yönetici sınıfların üyeleri iktidar için birbirleriyle sürekli mücadele etti, dini gruplar inançları için savaştı ve baskı altındaki sınıflar yöneticilere karşı sık sık isyan etti. Roma İmparatorluğu’nda iç çatışmalar o kadar yaygındı ki imparator olmak neredeyse kendini erken -ve genellikle korkunç- bir ölüme mahkûm etmekle eşanlamlıydı. 79 imparatordan 31’i cinayate kurban gitmiş, altısı intihara zorlanmış ve çoğu da düşmanlarıyla giriştikleri mücadele sonrasında gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Sınıf çatışmasına gelince, tarihçiler Çin’de Orta Çağ’da neredeyse her sene büyük bir köylü ayaklanmasının ve 1801-1861 yılları arasında Rusya’da 1467 isyanın gerçekleştiğini tahmin ediyor.12
Ataerkillik
Sanırım kayıtlı tarih boyunca insanlığın üç temel özelliği taşıdığını söylemek mümkün (ancak ileriki sayfalarda da göreceğimiz gibi bu tespitin geçerli olmadığı bazı insan toplulukları da mevcut). Bu özelliklerden ilki savaşlar, ikincisi ataerkillik ya da erkek egemenliği, üçüncüsü ise toplumsal eşitsizlik.
Feminist okurlar benim “insan ırkı”nın her zaman savaştığı fikrime çoktan karşı çıkmış olabilirler. Gerçekte insan ırkının sadece yarısı savaştı çünkü savaş neredeyse her zaman sadece erkeklerin dahil olduğu bir süreç oldu. Hatta erkekler kadınlara karşı da hep bir savaş içinde oldu. Son birkaç binyılın tarihi, bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşlar dizisi olduğu kadar, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin ve baskının da hikâyesi.
Ataerkilliğin -ya da erkekleri kadınlar üzerinde kurduğu baskının- da savaşlar gibi kaçınılmaz olduğu öne sürüldü. Örneğin sosyolog Steven Goldberg The Inevitability of Patriarchy13 (Ataerkilliğin Kaçınılmazlığı) adlı eserinde yüksek testosteron seviyesinin erkekleri kadınlardan daha saldırgan ve rekabetçi kıldığını iddia etti. Ancak bu görüş var olan gerçeklerle uyuşmuyor çünkü ataerkillik oldukça yeni bir tarihsel olgu. Paleolitik ve erken Neolitik dönemlere (yani Yontma Taş Devri ve erken dönem Cilalı Taş Devri’ne) ait sanat eserleri, ölü gömme adetleri ve kültürel alışkanlıklar erkek egemenliğinin bu toplumlarda kesinlikle var olmadığını gösteriyor.14 Kadınlar bu toplumlarda en az erkekler kadar önemli görevlere ve onlarla aynı hak ve özgürlüklere sahipti. Üstelik bu toplumların çoğunun anaerkil olduğu bile söylenebilir; mülkler, “anne tarafından” ve “annenin yerlisi olduğu bölgeden” miras bırakılıyor ve erkek evlendikten sonra damat içgüveysi olarak gelinin ailesiyle yaşamaya başlıyordu. Ayrıca bazı kültürlerde çocuklar babalarının değil annelerinin ismini alıyordu. Birazdan ilk insanlar arasında da benzer geleneklerin olduğunu ve erkek egemenliğinin var olmadığını göreceğiz.
Aynen savaşlar gibi ataerkillik de yaklaşık MÖ 4000 yılında ortaya çıkmış gibi gözüküyor. O zamandan bu yana, dünyanın birçok bölgesinde kadınların toplumsal konumu kölelerden sadece biraz daha yüksek oldu. Avrupa, Ortadoğu ve Asya’daki neredeyse hiçbir toplumda kadınlar siyasi, dini ve kültürel yaşamda etkili olamadılar. Bu alanlarda çalışmaya uygun olmadıkları baştan varsayılıyor ya da “kadın düşmanı” filozof Schopenhauer’ın sözleriyle “çocukça, aptal ve kıt görüşlü… çocukla erkek arasında ortada bir yerlerde”15 durdukları düşünülüyordu. Mülk sahibi olamıyor, miras edinemiyor, hatta bu yetmezmiş gibi bir de kendilerine mülk gibi davranılıyordu. Bazı ülkelerde tefeciler ya da vergi tahsildarları erkeklerin borçlarına karşılık onlara el koyabiliyordu (örneğin bu gelenek, 7. yüzyıldan itibaren Japonya’da yaygın bir hal almıştı). Asurlularda tecavüzün cezası, tecavüzcünün karısını kurbanın kocasına vermekti ve adam ona istediği gibi davranma özgürlüğüne sahipti.16
Belki de en korkuncu, bazı kültürlerde suttee’nin (antropologlarca törensel dul cinayeti ya da törensel dul intiharı olarak adlandırılan geleneğin), yani kadınların eşlerinin ölümünden kısa bir süre sonra öldürülmesi ya da kendilerini öldürmelerinin devam ediyor olması. Bu gelenek, 20. yüzyıla kadar Çin ve Hindistan’da oldukça yaygındı ve nadiren de olsa günümüzde benzer vakalara rastlamak mümkün. Hindistan’da Brahman erkeklerin eşleri, kendilerini kocalarının cenaze töreninde yakılan ateşe atıyordu. Hindu geleneklerine göre bir kadın eşi öldüğünde noksan ve günahkâr olur, toplumdan dışlanır ve bir daha asla evlenemezdi. Bu nedenle kadınlar, bazen suttee’nin daha iyi bir seçenek olduğunu bile düşünüyordu.
Günümüzde Avrupa ve Kuzey Amerika’da cinsiyetler arası eşitliğe bir nebze de olsa alıştık, ancak dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ köle muamelesi görüyor. Pek çok ülkede -özellikle Ortadoğu’da-kadınlar toplumdan soyutlanıyor ve erkek akrabaları onlara refakat etmeden sokağa bile çıkamıyorlar. Evli olmayan bir kadın cinsel ilişki yaşarsa -hatta tecavüze bile uğramışsa- çok büyük bir ihtimalle erkek bir akrabası tarafından öldürülüyor. Suudi Arabistan’da kadınlar, abaya denen ve sadece gözlerini açıkta bırakan siyah bir çarşaf giymek zorundalar. Otomobil kullanmaları ya da bisiklete binmeleri yasak ve zina suçundan taşlanarak öldürülüyorlar. Oysaki erkeklerin dört kadınla evlenmesi yasal.
Kadınlar, kurumsallaşmış olan bu baskının yanında fiziksel şiddete de maruz kaldılar. Birçok kültürde kadınların eşini aldatması, evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmesi ve kürtaj yaptırması ölümle cezalandırılıyordu. Çin’de kadınların ayakları, çocukluklarından itibaren sıkı sıkı bağlanarak kalıcı bir şekilde sakat kalmaları ve ayaklarının formunu kaybetmesi sağlanıyordu. Üstelik sadece erkekler bunu erotik bulduğu ve bir Konfüçyus düşünürünün de dediği gibi bu sayede “ilkellerin ortalıkta dolaşması engellendiği”17 için. Kadınları dövmek, dünyanın her yerinde yaygın ve hatta gerekli bile görülüyor. Kadınlar şiddet görerek kendilerini kontrol etmeyi öğrenmesi gereken duygusal ve disiplinsiz yaratıklar olarak görülüyor.
Kadınların ne kadar değersiz varlıklar olarak algılandığının ve erkek egemenliğinin en açık örneği belki de kız çocuklarının öldürülmesi. Sadece birkaç yüzyıl öncesine kadar bu Avrupa’da bile çok yaygındı. Örneğin 9. yüzyılda, Avrupalı her üç erkeğe sadece iki kadın düştüğü tahmin ediliyor. 14. yüzyıla gelindiğinde bu oran daha da yükselmişti: her 172 erkeğe karşılık sadece yüz kadın vardı.18 19. yüzyıldda Çin’in bazı bölgelerinde her dört kız çocuğundan birinin doğduğu sırada öldürüldüğü tahmin ediliyor.19 Son olarak erkeklerin kadınlara duyduğu düşmanlık ve güvensizliğin en açık örneklerinden bir tanesi de son binyılın ortalarında Avrupalı kadınların “cadı” oldukları gerekçesiyle devlet eliyle kitlesel şekilde katledilmesiydi.
Toplumsal Eşitsizlik
Mesele sadece erkeklerin kadınlara hükmetmesi ve baskı uygulaması değil. Erkekler tarih boyunca birbirlerine de hükmetmeye çalışıp baskı uyguladılar. Son birkaç bin yıldır insanlığın üçüncü en belirgin özelliği de toplumsal eşitsizlik oldu. Toplumlar farklı refah seviyesi ve toplumsal mevkiye sahip sınıf ve kastlara, katı bir biçimde bölündü.
İkinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, eşitsizlik ve toplumsal baskılar ilk insan topluluklarında hiç var olmadı. Dördüncü Bölüm’de ise günümüzde hâlâ varlığını sürdüren eşitlikçi pek çok yerli kültürle tanışacağız. Bu topluluklarda sınıf ya da kast yok, yiyecek ve mallar eşit şekilde bölüşülüyor ve demokratik karar alma mekanizmaları mevcut. Ancak MÖ 4000 yılından itibaren tarih, küçük ve ayrıcalıklı bir azınlığın insanlığın geri kalanına uyguladığı baskının hikâyesi oldu. Dünyanın ilk sınıflı toplumları Hint-Avrupalılar denilen halklar -yani Romalılar, Yunanlılar, Keltler ve günümüzdeki birçok Avrupalı ve Amerikalı’nın geldiği soylar- tarafından yaratıldı. Hint-Avrupalılar, MÖ 4. binyılda Ortadoğu ve Orta Asya’ya vardıklarında çoktan üç sınıfa ayrılmışlardı: din adamları, savaşçı-yöneticiler ve üreticiler (yani tüccarlar, köylüler ve zanaatkârlar). Yeni bölgelere göç ettikçe, fethettikleri halklardan oluşan yeni bir sınıfı da toplumsal yapılarına eklediler. Bu yeni sınıf, zalimce bastırıldı ve sömürüldü.20 Benzer bir toplumsal sistem, MÖ 3. binyılda Sümerler’de ortaya çıktı. Mülklerin çoğu, erkeklerden oluşan küçük bir azınlığa aitti (bu dönemde zaten kadınların mülk edinmesine izin verilmiyordu). Tarihçi Harriet Crawford’un da dediği gibi, kraliyet ailesi ve din adamlarının “yemek veya diğer temel ihtiyaçları karşılığında çalışan ve seyahat ya da mülk edinme özgürlüğüne sahip olmayan kadın ve erkekleri hâkimiyet altında tuttuğu”21 sınıflı bir toplum gelişti.
Buna benzer bir toplumsal yapı Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da tarih boyunca hüküm sürdü. Küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık, ülkenin nüfusunun sadece %1 ya da 2’sini teşkil ederken servetin ve toprağın çoğuna sahipti ve siyasi, iktisadi ve hukuki kararları onlar alıyordu. Sosyolog Gerhard Lenski’ye göre, “ileri tarım toplumlarının” -Avrupa, Asya ve Ortadoğu’ya MÖ 1000’den MS 19. yüzyıla kadar hâkim olan-yöneticiler ulusal gelirin yarısından fazla gelire sahipti.22 Örneğin 13. yüzyılın sonunda İngiltere’de soyluların ortalama kazancı sıradan bir köylünün gelirinin yaklaşık iki yüz katı, kralınki ise 24 bin katıydı. Benzer bir şekilde, 19. yüzyılda Çinli bir aristokratın kazancı sıradan bir insanın gelirinden on bin kat daha fazlaydı.23
Ülkelerindeki toprağın ve servetin çoğuna sahip olmalarının yanı sıra yönetici sınıflar baskı altında tuttukları köylülerin de sahibiydi. Serflik Avrupa’da -özellikle Doğu Avrupa ve Rusya’da- çok yaygındı ve bu, insanların çoğunun evlenmek ve hatta seyahat etmek için bile toprak sahibinden izin almak zorunda olan köleler olduğu anlamına geliyordu. Örneğin 19. yüzyıl Rusya’sında Çar 27 milyon serfin sahibiydi. Bazen tek bir soylunun 300.000 serfe sahip olduğu bile görülüyordu. Serfler, ailelerini açlıktan ölüme terk etmek zorunda kalsalar bile savaşmakla yükümlüydü. Birçok toprak sahibi, tarihçilerin üstü kapalı bir şekilde le droit du seigneur -bir serfin geliniyle düğün gecesinde cinsel ilişkiye girme “hakkı”– dediği gelenekten sonuna kadar faydalandı.24
Hatta sözde özgür oldukları ve toprak kiralayabildikleri zamanlarda bile köylülerin durumu aslında çok daha iyi değildi. Toprak sahipleri, onları sömürmenin başka çeşitli yollarını bulmuştu: Yüksek kiralar, yüksek vergiler, yüksek faiz oranları, %10’luk aşar vergisi, cezalar ve zorunlu “bağışlar” gibi; yani, ürettiklerinin en az yarısı ve bazen daha da fazlası demek oluyordu bu.25 Sonuç olarak efendileri lüks ve zevk-ü-sefa içerisinde yaşarken köylüler yoksulluk ve sefalet içinde çoğu zaman açlıktan ölüyordu.
Kötü muamelenin daha başka örnekleri de mevcut. Toprak sahipleri köylü kadınlara sık sık tecavüz ediyordu ve eğer efendileri bazı köylülerin emeklerine başka bir yerde ihtiyaç duyuyorsa aile fertlerini birbirinden ayırabiliyordu. Ayrıca köylüler önemsiz suçlar işleseler bile acımasızca cezalandırılıyorlardı; örneğin bir adet yumurta ya da bir somun ekmek çalmanın cezası, çoğu zaman ölümdü.
Tüm bunların nedeni, nasıl ki erkekler kadınları gerçek insan olarak görmediyse, yönetici sınıfların da tebaalarını empati ve eşitliği hak etmeyen barbar yaratıklar olarak görmesidir. Orta Çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanlarıyla aynı grupta listeliyor.26
Peki, insanların derdi ne? Toplumun bu hastalıklı hali bizim için o kadar tanıdık ki tarafsız bir gözlemciye ne kadar tuhaf ve delice gözükeceklerini tahmin etmek bile zor. Sonuç olarak, insanlık tarihi neden bu kadar korkunç bir şiddet ve baskı hikâyesi olmak zorunda? İnsanlar çatışma yaratmak ve birbirlerine baskı uygulamak için neden bastırılamaz bir iştah duyuyor? Ayrıca neden tüm bunlar nedeniyle son birkaç bin yıldır yaşamış her insanın hayatının bu kadar korkunç ve bu kadar sefalet ve yoksunluk içinde olması gerekiyordu? Hayat gerçekten bu kadar korkunç olmak zorunda mı? Böyle bakınca Buda’nın “hayat acı çekmektir” demesi şaşırtıcı gelmiyor. Bu korkunç şartlar altında yaşayan insanların ölümden sonraki görkemli hayata inanarak kendilerini avutması da öyle.