Kitobni o'qish: «Yağ ve mermer»
Bana hayallerimin peşinden gitme cesaretini veren eşim Mike’a…
1499
Milano
Leonardo
Aralık, Milano
Yakından baktığında, resmin boya tabakalarının kabarıp duvardan dökülmeye başlamış olduğunu görebiliyordu. Boya olması gerektiği gibi pürüzsüz değil, sanki ince bir kum tabakasının üzerine uygulanmış gibi tanecikliydi. Boyanın üzerindeki sıva katmanı yakında dökülecek, yavaş yavaş ufalanıp toz olacaktı. İlk kaybolacak renk tonu, çamur ve kilden elde edilmiş olan toprak rengi olacaktı. Soluk kan ve nar kırmızısı tonlarından oluşan ve uzun süre dayanma özelliğine sahip kızıl ise epeyce bir süre kalacak gibiydi. Ancak onu en çok endişelendiren lacivertti. Değerli mücevherlerden öğütülmüş parlak mavi tonu Doğu’daki uzak bir ülkeden gemiyle getirilmişti ve piyasadaki en pahalı renkti. Bir ressam, çok az lacivert kullanarak vasat bir resmi şahesere dönüştürebilirdi, yine de bu renk duvar resimlerinde nadiren kullanılmaktaydı. Lacivert ton olmaksızın eseri önemini yitirebilir, daha da kötüsü sıradan bir hal alabilirdi. Maalesef bu renk tonu da çatlamaya başlamıştı bile.
“Kahretsin!” dedi fısıltıyla. Renklerdeki bu bozulma kendi suçuydu. Bu renkleri elde etmek için yaptığı deneyleri çok uzun tutmuştu. Zaten her şeyi uzatmakta üstüne yoktu. Yüzünün sol tarafı seğirdi. Derin bir nefes alıp sakinleşti. Keyfini bozmaya hiç gerek yoktu. O an şüphe ve endişelerini bir kenara bıraktı. Resim hâlâ bir şaheser ve kendisi de hâlâ bir üstattı. Sırlar ve hikâyelerle orada bulunan izleyicileri eğlendirmek üzere harekete geçti. Her şeye rağmen bu insanların buraya gelmelerinin tek bir sebebi vardı: Vincili büyük ressam Leonardo’dan “Son Akşam Yemeği” adlı son eserini dinlemek.
“İçinizden biri bana ihanet edecek!” diye gürledi Leonardo; kuzey duvarını son resmiyle süslediği Santa Maria delle Grazie Kilisesi’nin kemerli taşla döşeli yemek odasında sesi yankılandı.
Onun bu coşkulu sözleri, oradaki Fransız gezginlerden oluşan kalabalığın hoşuna gitmişti. Pek çoğu için büyük merak konusu olduğunun farkındaydı. Kırk sekiz yaşındaki Vincili üstat, İtalyan yarımadasındaki en ünlü insanlardan biriydi; şöhreti Fransa, İspanya ve İngiltere’nin yanı sıra daha uzaktaki Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştı. Dâhiyane savaş makinesi tasarımları ve resim sanatında çığır açan yenilikleriyle tanınmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gezginler onu; renkleriyle sanatseverlerin zevkine hitap eden ve hâlâ şu anda duvarı süsleyen, odağında Mesih’in yer aldığı, iniş çıkışlı kompozisyonu ve İsa ile havarilerinin gerçekçi portreleriyle tanınan ünlü duvar süslemesinin önünde dururken görmek için gelmekteydi.
Kalabalığın dikkatini dökülmekte olan resimden uzaklaştırmak umuduyla duvar süslemesinden uzaklaşarak, “Bu resim Mesih’in, havarilerinden birinin kendisine ihanet edeceğine dair yaptığı açıklamanın hemen sonrasını tasvir etmektedir,” dedi. “Hikâyenin tam bu noktasında İsa’ya ihanet edecek olanın Yahu-da olduğunu henüz hiç biri bilmemektedir. İçlerinden birinin hain olduğunu duymak hepsini hayrete düşürür. Havariler irkilip kollarını sağa sola savurarak dehşet içinde bağrışıp çağrışmaktadır. İçlerinden biri haindir. Ama kim?” Aralarında dolanan bir yılanı takip ediyormuşçasına kalabalığı gözleriyle süzdü. Aslında, kalabalık ayrıldıktan sonra defterine karalayabileceği yeni özellikler ve yüz ifadeleri bulabilmek için yüzlerini inceliyordu.
“Kuşkucu Thomas’ın tasvirinde kendi yüzünüzü kullandığınız söyleniyor,” dedi hoş bir Fransız bayan, aşırı vurgulu İtalyancasıyla. “Ama ben hiçbir benzerlik göremiyorum.” Öpücük kondurmaya hazır dudakları, Fransız aksanının etkisiyle buruştu.
Leonardo, hem kadın hem de erkeklerin görünüşüne olan hayranlıklarının farkındaydı. Yaşlı gözlerine yardımcı olması için taktığı gözlüğe rağmen, aynaya baktığında bal rengi gözlerinin hâlâ gençlik enerjisiyle parladığını görebiliyordu. Henüz yeni beyazlamaya başlamış dalgalı koyu kahverengi saçları vardı ve hâlâ esnek ve kaslı bir vücuda sahipti. İnsanların kendisine efsanevi bir yaratıkmışçasına bakacakları düşüncesi ve onların karşısında şık görünme sorumluluğuyla her gün banyo yapıp modaya uygun kıyafetler giyiyordu: dizlerine kadar uzanan tunikler, pastel renkli taytlar ve pek çok sanatçının hayatı boyunca çalışsa bile satın alamayacağı, kuş şeklindeki çok renkli değerli taşlarla süslenmiş altın bir yüzük.
Gözleri, Fransız kızın modaya uygun olarak korseyle yukarı kaldırılmış pembe göğüslerine yöneldi. Bazen gözüne kestirdiği bir gezgini -kadın ya da erkek- eskizini çizmek üzere atölyesine götürürdü. Bunların arasında, üstatla tanışmış olmanın heyecanıyla onunla yatanlar da oluyordu. Kızın Fransız aksanını taklit ederek “Zaten bir benzerlik yok,” dedi. “Model olarak kendi yüz ifademe güvenseydim, tekrar tekrar varyasyonlarımı çizer ve asla tek bir yüz kullanmazdım ki bu da sıkıcı tablolar ortaya çıkarırdı.”
Balıketli Fransız kız dahil tüm izleyiciler güldü. Hayranları Leonardo’ya sık sık, konuştuğunda ciddi mi olduğunu yoksa şaka mı yaptığını anlamanın zor olduğunu söylediğinden sesine ayrıca bir ciddiyet katarak, “Gerçeği söylüyorum,” dedi.
Bir ayrıntı hariç.
Sürekli kullandığı sol elinin yüzük parmağında parlayan, kuş şeklindeki mücevher taşlı yüzüğe baktı. Dini bütün İtalyanlar, solaklığın bir uğursuzluk olduğunu düşünüyordu. Sağ kutsallığın; sol ise günaha sürüklenişin işareti olarak görülmekteydi. Doğru yoldan sapmalarını önlemek için pek çok solak çocuk sağ ellerini kullanmaya mecbur edilmekteydi. Leonardo’nun babası, meşru eşinden on iki tane meşru çocuk sahibi olmuştu ve bunların hepsi sağ elini kullanmaktaydı. Konstantinopolisli bir köleyle gençliğinde yaşadığı ilişkiden doğan gayri meşru oğlu Leonardo için bu, kabul edilebilir bir uğursuzluktu.
“Son Akşam Yemeği” freskinde, İsa’nın sağındaki ikinci sandalyede, kimliği belirsiz yeşil tunikli bir adam sol eliyle ekmeğe uzanmaktaydı. Yahuda da solaktı. “Kendinizi büyük bir ailenin üyesi olarak hayal edin,” dedi Leonardo, bakışlarını Fransız bayanın üzerinden eserine kaydırarak. “Bayram akşamı yemek masasının etrafında toplanmış on iki kardeşten biri. Ailenin lideri masanın ortasında düzen ve dengeyi sağlamaya çalışıyor. Bir düşünün…” Yahuda’nın sol eli üzerine derin derin düşünürken sanki odadaki tüm ses ve kokular azalmış gibiydi. “Ancak her ailede olduğu gibi bu ailenin de derin sırları mevcuttur. Telaşla tartışan bu kardeşlerin arasında biri, bu aileye ait değil. O hâlâ aramızda, ancak bulması zor.”
İsa’nın son yemeğini tasvir eden diğer eserlerde, masada diğer öğrencilerin karşısında otururken resmedilen Yahuda’yı fark etmek kolaydı. Leonardo’nun resminde ise hain; yemeğe katılan on iki havariden biri olarak grubun ortasında gizlenmiş; ancak elinde tuttuğu para kesesinden tanınmaktaydı.
“İsa’nın açıklamasıyla herkes hayrete düşüp hainin kim olduğunu sorar. ‘O mu? Şu mu? Ya da şurada oturan mı? Ya da en korkuncu, yoksa hain ben miyim?’ diye düşünmektedir. İsmi henüz verilmediğine göre hepsi hain olabilir. Hepsi “gayri meşru öteki” olabilir. Hepsi Yahuda olabilir.”
Seyirciler her bir yüzü incelemek için eğildiklerinde Leonardo içten içe pişmanlık duydu. Niyeti dikkatlerini bozulmakta olan eserden uzaklaştırmaktı, daha dikkatlice incelemelerini sağlamak değil.
Aniden yemekhane kapısı açıldı ve yirmi yaşlarında çekici bir delikanlı telaşla odaya girdi. Gian Giacomo Caprotti da Oreno’nun pürüzsüz yüzünde telaşlı bir ifade vardı; süslü saçları darmadağın olmuştu. “Il Moro geliyor!”
Kalabalık susup, bunun gerçek bir uyarı mı yoksa kendilerini eğlendirmek için tasarlanmış bir oyun mu olduğunu anlamaya çalışan gözlerle birbirlerine baktı. Sonra bir cevap alabilme umuduyla bakışlarını Leonardo’ya çevirdiler. “Eğer bu bir şakaysa Salaì, hiç de hoş bir şaka değil, bilesin!” Asistanına geçmişteki muzip tavırlarından dolayı “Küçük Şeytan” anlamına gelen Salaì lakabını takmıştı – şu an hatırlayamıyordu ama ona bu adı vereli on seneyi geçmiş olmalıydı
“Şaka değil, efendim. Yemin ederim. Il Moro geri dönüyor. Hem de bir ordu eşliğinde.” Her ne kadar muzipliğe yatkın olsa da genç adam, pek de usta bir oyuncu değildi. Doğruyu söylüyordu.
İki kadın çığlığı bastı. Alımlı Fransız kız ellerini korseli karnına bastırdı. Kocalar ailelerine kaçmalarını söyledi. Eğer Il Moro Milano’ya dönüyorsa hepsinin yaşamları tehlikede demekti.
Özellikle Leonardo da Vinci’ninki. İki ay önce Fransız ordusu başkenti işgal edip onları şehirden sürene kadar Sforza ailesi Normandiya’yı yarım asırdır yönetmekteydi. Koyu teninden dolayı “Mağripli” lakabı verilen Dük Ludovico Sforza, onur kırıcı bir yenilgiden sağ salim kurtulmuştu. Eğer Salaì’nin sürgündeki dükün dönüşüyle ilgili haberi doğruysa, Sforza’nın korkunç bir saldırı düzenleyeceği kesindi. Bu durumda şu anda Milano’da bulunan her Fransız tehlike altındaydı.
Son on sekiz yıldır Milano’daki sarayda yaşayıp çalışmalarını sürdüren Leonardo da bunlar arasındaydı. Dük kaçıp gittiğinde Leonardo sadık bir yurtsever gibi ona eşlik etmek yerine Sforzalara ait sarayın konforlu odalarında kalıp Fransa kralına hizmet etmeyi seçmişti. Dükün tekrar iktidara gelmesiyle birlikte Leonardo muhtemelen ihanetten dolayı tutuklanacaktı. Sforza ailesinin hainlere ne yaptığı herkesçe gayet iyi bilinmekteydi.
“Krala gitmeliyiz. Fransa, Napoli ya da her nereye gidiyorsa bizi de yanında götürecektir,” dedi Leonardo, sol elindeki yüzükle oynayarak.
Salaì değişen yüz ifadesiyle, “Kral ve maiyeti çoktan şehri terk etti. Bizi arkada bıraktılar,” dedi.
Leonardo’nun sol gözü seğirdi. Biraz düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Kuşağından sarkan küçük defterini çıkardı, duvar resminin önünde oturup hızlı kalem darbeleriyle panik halindeki Fransız gezginlerin kabataslak tasvirlerini, korkudan irileşmiş gözlerini, genişleyen burunlarını ve sağa sola savrulan kollarını çizmeye koyuldu. O an oradaki insanları saran korkuyu hatırlatacak her şeyi… Duyguları anlamanın tek yolu, bu duyguların insan üzerinde yarattığı etkileri incelemekti. Bu tür tepkilere tanık olma fırsatı da pek nadir ele geçiyordu. Keşke kumaşların hışırtısı, boğaza düğümlenen hıçkırık ve hızlı hızlı alınan solukların da resmini çizebilseydi. Korkunun resmini çizebilecek olsaydı bunu mutlaka yapardı.
Elindeki defteri nazikçe almaya çalışan Salì, “Efendim, lütfen, acele etmeliyiz…” dedi; ancak Leonardo izin vermedi. “Unutulup terk edildik. Bir an önce Milano’yu terk etmeliyiz.”
“Aceleyle yanlış bir şey yapmadan önce düşünsek iyi olur.” Şu cesur Fransız kızın resmini şu an gözüne göründüğü gibi geriye atılmış başı, feryat eden açık ağzı ve korkuyla inip kalkan pembeleşmiş göğüsleriyle beraber çizmeliydi. Korku daha çok esrime duygusunu andırmaktaydı, o da bu uyumsuz benzerliğin etkilerini araştırmak üzere not aldı defterine. Genç kızın apar topar ayrıldığını görünce, arzularını yerine getirme şansını asla elde edemeyeceğine üzüldü.
Son Fransız gezgin de salonu terk etmişti. Ağır kapının kapanmasıyla sokaklardaki panikten ileri gelen bağrışmalar azaldı.
Salaì Leonardo’nun kolunu tuttu. “Düşünmek için zamanımız yok.”
Leonardo, defterini sakin bir şekilde tekrar kuşağına yerleştirirken “Her zaman düşünmek için zaman vardır, genç dostum,” dedi.
Düşünmek için zamanının olması, şu anda bozulmakta olan fresk tekniğini denemesinin gerçek sebebiydi. Gerçek fresk çalışmasında sıradan bir sanatçı, önce duvara kalın bir tabaka kireç sürüp sonra binanın kalıcı bir parçası olsun diye henüz kurumamış sıvanın üzerine resmi doğrudan çizerdi. Yine de dayanıklılığın bir bedeli vardı. Resim, sıva kurumadan önce çizilmeliydi. Bu ise Leonardo’nun pek tarzı olmayan hızlı ve sürekli bir çalışma gerektirmekteydi. O, acele etmeden her ayrıntıyı düşünmekten zevk alıyordu. Başladığı çalışmayı bırakıp sonra tekrar başlayabilirdi. Ayrıca lacivert gibi gözde renk tonlarının çoğu, kirecin etkisini azaltan minerallerden elde edilmekteydi. İşte bu yüzden astar boyalı kuru duvar üzerine doğrudan yumurta bazlı bir boya geçerek, tarzına uygun bir teknik geliştirmişti. Bu yöntem sayesinde deniz mavisi, nar rengi, hatta gökmavisinin canlı yeşil-mavisi gibi gözde doğal tonlarını kullanabilirdi. Ancak daha da önemlisi ıslak sıvadan sakınarak günler, haftalar, aylar, hatta yıllar sonra aklına daha iyi bir fikir geldiğinde değişikliklerini rahatça yapabilirdi. Bir keresinde, bu duvar resmini yaparken, İsa’nın sağ eline ombra boyası uygulamadan önce tek bir fırça darbesi için üç gün düşünmüştü.
Salaì, Leonardo’yu tutarak ayağa kaldırdı. Sırtındaki ağır çantasına dokunarak “Not defterleri ve çizimlerinizi çoktan hazırladım,” dedi, “diğerlerini geride bırakmak zorundayız.”
Leonardo tekrar dönüp Son Akşam Yemeği eserine baktı. Boyanın bozulduğuna hiç şüphe yoktu. Dökülmekte olan resmi kurtaramazdı. “Sorun değil, Salaì,” dedi yardımcısından çok kendisine söylercesine. “Sahip olduklarını sonsuza dek elinde tutmayı isteyenler yanılgıya düşer. Biz sanatçılar, sahip olduklarımızdan nasıl vazgeçebileceğimizi biliriz. Her şeyden önce eserlerimiz bize değil, bizleri koruması altına alan hamilerimize aittir. Yine de tablolar asla yok olmaz, sadece terk edilir.”
Şehirden ayrılırken, uzakta top sesleri yankılanıyordu. Dışarıda tam bir karmaşa havası vardı. Dörtnala giden atlar, askerleri şehir dışına taşıyordu. Kraliyet maiyeti ve Fransız vatandaşlar, çılgına dönmüşçesine eşyalarını arabalara yerleştiriyordu. Şiddetli kış rüzgârı, şehri kalın bir sis tabakasıyla örten toz bulutlarını getirmişti. Kuzey İtalya’nın pek revaçta olan başkenti Milano’da tam anlamıyla anarşi havası hâkimdi. Tüm bu karmaşanın ortasında bir Fransız askeri meydanda durmuş, birbirinin omuzlarında duran beş insanın boyundan daha yüksek, kilden yapılmış devasa bir at heykeline bakmaktaydı.
Il Moro’nun merhum babasının anısına dikilen bu kilden yapılmış at anıtı, Leonardo tarafından tarihteki en büyük bronz at heykeli olarak tasarlanmıştı. Şairlerin uğruna şiirler kaleme aldığı bu ihtişamlı yaratığın bronz heykelinin bitmiş halini görmek umuduyla dünyanın dört bir tarafından gezginler gelmekteydi. Savaş toplarının imalatında kullanılmak üzere heykelin bronzunun Il Moro’nun emriyle eritilmesinden dolayı, Leonardo bu eserini tamamlama fırsatını elde edememişti. Milano’nun Fransızlarca işgalinden sonra bu kilden at heykeli atış talimi için kullanılmıştı. Yanan oklar ve mızraklarıyla talim yapan Fransız askerleri; atın kulağını, burnunun bir kısmı ve arka bacaklarının büyük bir bölümünü koparmışlardı. Gerçek bir at olsaydı, çok kısa bir süre içerisinde ölürdü herhalde. Ancak bu, delik deşik olmasına rağmen, hâlâ dimdik ayakta duruyordu.
Sokağın öbür tarafında Salaì iki ata eyer vurmaktaydı. “Üstat, haydi. Hemen gitmeliyiz!”
Leonardo yerinden kımıldamadı. Atın karşısında, sanki onunla sessizce konuşurmuş gibi duran Fransız askerden gözlerini alamıyordu. Tüm bu hengâme içerisinde ata bakarken askerin bir tür iç huzuru duyduğunu umut etti. Uzun kılıcını usulca kınından çıkardığını gören Leonardo, genç askerin bu sanat şaheserinin güzelliği karşısında teslim oluyormuşçasına kılıcı heykelin ayaklarının dibine koyacağını hayal etti. Aksine asker kılıcını havaya kaldırıp “Sforza’ya ölüm!” diye haykırdı. Sonra kılıcını atın ön sağ bacağına tüm gücüyle indirdi. Bacağı çatırdayan at, bir süre daha ayakta durduktan sonra öne doğru sallanarak gürültüyle yere çakıldı.
Leonardo “Hayır!” diye haykırdı. Bu atı tasarlamak tam dört yılını almıştı. Bronzun dökülmesiyle pırıl pırıl parlayacağı günün hayalini kurmuştu geceleri yatağında.
Şu ana dek başarılı bir sanatçı olarak kabul edilmekteydi. Pek çok çağdaşı çoktan yaşamını yitirmişti. O da öldüğünde arkasında ne bırakacaktı? İsmini gelecek kuşaklara taşıyacak bir çocuğu yoktu. Tablolarının yarısı henüz bitmemişti. İçlerinde Il Moro’nun metreslerine ait portrelerin de bulunduğu diğer yarısı ise, insanların göremeyeceği saray odalarını süslemekteydi. Henüz gerçekleştirilmemiş birçok icat ve gelişigüzel karalanmış işe yaramaz notlarla dolu defter yığınları vardı. Son Akşam Yemeği adlı eseri, bulunduğu duvar üzerinde dökülmeye başlamış, at heykeli modeli ise yerle bir olmuştu. Yıllar sonra insanlar, önemsiz küçük Vinci kasabasından gelen ressam, mucit ve aynı zamanda mühendis olan Leonardo’yu hatırlayacaklar mıydı?
“Leonardo!” diye seslendi Salaì, binmiş olduğu atın üstünden.
Leonardo kil atla ilgilenmeyi bırakıp sokağın karşısına geçti. Milano’ya otuz yaşındayken gelmiş ve bir mühendis, bilim adamı, mucit, görkemli törenlerin düzenleyicisi ve tabii ki bir ressam olarak kendinden söz ettirmeye henüz yeni başlamıştı. Ustalık çağına erdiği Milano’da hayatının sonuna dek kalacağını düşünmüştü. Atına binip Salaì’ye başıyla işaret etti. Yan yana, atlarını dörtnala sürerek Milano’nun güvenli duvarlarını terk ettiler. Krallar, dükler ve papalar toprak için savaşmayı sürdürürken hiç kimse; gelecekte bu şehir ya da savaşlardan yorgun düşmüş bu yarımadaya ne olacağını bilmiyordu. Gelecekte Leonardo’yu neyin beklediğine dair en ufak bir fikirleri yoktu. Ancak bilinen tek bir şey vardı: Vincili bu ustanın yeni bir yuva, yeni bir hami, yeni bir yaşam ve yeni bir miras bulması gerekiyordu.
1500
Michelangelo
Ocak, Roma
Michelangelo Buonarroti açılışı beklerken dünyasının yıkıldığını hissetti. Sonra görüşü bulanıklaştı. Kendini toparlamak umuduyla etrafına bakındı; ancak mermer sütunlar, ahşap kirişli tavan ve altın işlemeli duvar resimleri girdaplar halinde etrafında dönüyordu. Görüş alanı kararmaya başladı. Siyah noktalar görmeye başladığında yere yığılacak gibi hissetmişti ki son anda soğuk taş duvara yaslandı.
Nefes alışverişini tekrar ayarladığında siyah noktalar yavaş yavaş azalmaya başladı.
Heykellerinin hiçbiri şu ana dek kalabalık önünde sergilenmemişti. Heykelinin nerede sergilendiğinin hiçbir önemi yoktu. Bu kariyerinin en önemli anıydı. Yine de burası sıradan bir yer değildi. Tüm Hıristiyan dünyasının en büyük mekânlarından biriydi: Aziz Petrus Bazilikası.
Geçen on iki asır boyunca ayakta durmayı başarmış bu üç katlı bazilikanın bakımsız kalması ne üzücü, diye düşündü. Batı yönü boyunca ahşap alınlıklı tavan çökmeye başlamıştı, pek çok sütun çatlaklarla doluydu. Desteklemek amacıyla acemi bir duvar ustası tarafından üstünkörü dikilen duvara rağmen yapının bir tarafı dökülmeye devam ediyordu. Oyuklardan rüzgâr ıslık çalarak içeri giriyor, mermer döşemenin fayansları eksiliyordu. Tüm bu hasara rağmen, bu duvarların içerisinde kilise ruhunu hâlâ hissedebiliyordu.
Bu sabah Vatikan hacılarla hıncahınç doluydu. Papa’nın, bazilikanın kapılarından içeri giren hacıların günahlarını bağışladığı Jübile yılıydı. Bu yüzden farklı diyarlardan gelen binlerce hacı, dua edip günahlarını itiraf etmek üzere Roma’da buluşmaktaydı. Bugün Azize Petronilla Şapeli’nde, genç ve pek tanınmayan bir heykeltraşın yaptığı yeni heykelin açılışına da tanık olacaklardı.
Özel bir şey yarattığına inanan Michelangelo, yine de, eserinin kitleleri etkileyip etkilemeyeceğini bekleyip görmek zorundaydı. Birazdan tüm hayatı değişecekti: Ya gelecek vaat eden başarılı bir heykeltraş ilan edilecek ya da başarısızlık örneği görülerek yok olup gidecekti. Ellerini tuniğinin dibi ufak mermer tozlarıyla dolu ceplerine soktu. Avucuyla sıktığı toz parçacıklarını parmaklarının arasında ovuşturdu. Bazilikada düzenlenen ayin, az da olsa sakinleştirmişti Michelangelo’yu.
Henüz yirmi dört yaşındaki genç heykeltraş, pejmürde kılığıyla, izleyicilerinin nazarında kaba saba göründüğünün farkındaydı. Boyu kısa da olsa, yıllarca mermerleri kesip şekil vermekten gelişmiş kaslarıyla güçlü bir görünüşe sahipti. Kalın siyah saçları, nasırlı iri elleri ve çocukluğunda yeteneğini kıskanan bir çırak arkadaşıyla giriştiği kavgada aldığı yumruk darbelerinden düzleşmiş basık bir burnu vardı. Dış görünüşü hakkında başkalarının ne düşündüğü pek de umurunda değildi. Ayda bir yıkanıp duvar işçilerine özgü uzun keten tunik, bol pantolon ve ağır çizmeler giyiyordu. Ancak insanların söylediklerine göre kahverengi gözleri öylesine ışıl ışıldı ki ona rastlayan çoğu kişi giydiği kıyafete ya da seyrek yıkanmasından kaynaklanan kokuya aldırış etmezdi. Sahip olduğu tutkuyla insanları kendine esir ediyordu.
Siyah cübbesi mermer zemin üzerinde sürüklenerek hacı topluluğunun arasından sıyrılıp Michelangelo’nun yanına gelen Aziz Petrus Bazilikası’nın başrahibi, gagayı andıran burnunu kulağına yaklaştırıp “Hazır mısın, oğlum?” diye fısıldadı.
Michelangelo cevap vermek istedi, ancak nutku tutulmuştu o an. Başıyla sessizce onayladı.
Başrahip dua mırıldanırken Michelangelo’nun alnında ve dudağın üst tarafında yoğun bir ter tabakası oluştu. Rahip, heykelin üzerinden sarkan halatı eline aldığında Michelangelo’nun kulakları çınlamaya başladı. Tırnakları avuç içlerine batıncaya dek mermer tozuyla dolu yumruklarını sıktı. Büyük olasılıkla insanlar heykelini beğenmeyecekti. Hiçbir anlam veremeyecekleri heykeliyle dalga geçip ona ve eserine sövüp sayacaklardı.
Başrahip halatı çekti.
Siyah kalın perdenin yere inmesiyle birlikte, çarmıhta ölmüş Mesih’i kucaklayan Bakire Meryem’in devasa mermer heykeli ortaya çıktı. Michelangelo henüz altı yaşındayken annesini doğumda kaybetmişti. Beş erkek çocuğunun ikincisi olan Michelangelo, annesi kendisiyle ilgilenemeyecek kadar sık hamile kaldığından, geleneklere göre iki yaşına kadar bir sütanneye verilmişti. Öz annesi çok uzak bir figür olmasına rağmen onun ölümünde üzüntü duymuştu. Bu heykel, çektiği o acının dışavurumuydu: Yalnız bir anne ile oğlu ıstırap içerisinde, gölge ve ışığın içinde kalmış, sonsuza dek birbirlerine bağlanmış ancak bir o kadar da birbirlerinden kopuk… Beyaz taş, ciladan dolayı ışıl ışıl parlıyordu. İsa’nın bedeni, annesinin kucağında cansız yatıyordu. Canlılığını yitirmiş cildi kırışmıştı. Giysisi derin kıvrımlar halinde yere dökülmüş Meryem’in yüzündeki dingin ifadeyse ilahi yazgısına teslimiyetini yansıtıyordu.
Michelangelo’nun Pietà adını verdiği bu eserini halk ilk kez görüyordu.
Kalabalık sessizdi. Yüzlerindeki boş ifadelerden düşünce ve duygularına dair bir tahminde bulunmak hayli güçtü. Başı zonkluyor, nefes almakta güçlük çekiyor ve göğsündeki baskı giderek artıyordu.
İki yıl önce Fransız Kardinal Jean Bilhères de Lagraulas, mezarına Meryem’in çarmıhta yaşamını yitirmiş oğlu İsa’yı kucağında tutarken yaşadığı acıyı tasvir eden mermer Pietà heykeli hazırlamak üzere kendisini kiraladığında bile, kendini yetiştirmek üzere birkaç çalışma yapmış ve hatta şarap tanrısı Baküs’ün gerçek boyutta heykeli için kendine ödeme bile yapılmıştı. Ancak şu ana dek bu denli büyük bir sipariş almamıştı. Tüm tecrübesizliğine rağmen şimdiye kadar Roma’da yapılan en güzel heykeli yapacağının yazılı olarak garantisini vermişti. Eğer bir gün büyük bir heykeltraş olma hayalini gerçekleştirecekse, kederli anne ve oğul heykeli onun için çok iyi bir başlangıç olacaktı.
Meşakkatli iki yıl boyunca devasa mermer blok üzerinde çok çalışmıştı. Çoğu zaman yemeden içmeden kesilmiş, uykusuz kalmıştı. İlk kış hastalanmış, ancak yüksek ateşe rağmen çalışmaya devam etmişti. O ilk yıl boyunca Kardinal Bilhères, çalışmaların ne aşamada olduğunu kontrol etmek amacıyla sık sık atölyesini ziyaret ediyordu. Mermerin aldığı şekli gördükçe övgülerini eksik etmeyen yaşlı kardinalin ömrü, heykelin tamamlanışını görmeye ve onu kutsamaya yetmemişti. Şimdi ise bitirdiği eserinin bir şaheser olup olmadığına karar vermeleri için farklı ülkelerden gelmiş yabancı hacıların zevkine güvenmek zorunda kalmıştı Michelangelo.
Örtünün açılmasından itibaren işkence gibi geçen onca zamana rağmen, izleyiciler hâlâ sessizlik içinde eserini seyretmekteydi. Michelangelo tırnaklarını öfkeyle avuçlarına bastırdı.
Nihayet kızıl saçlı bir hacı dizlerinin üzerine çökerek “Şükürler olsun, Tanrım!” diye seslendi.
Sonra da yürümeye yeni başlamış iki çocuğunun elinden tutan genç bir anne eğilerek dua etmeye başladı. Bunu tüm topluluğun övgü dolu sözleri takip etti. Bazıları ağlıyor, bazıları ilahiler söyleyerek içten hayranlıklarını dile getiriyordu. Diğerleri ise heykelin güzelliği karşısında büyülenmişçesine suskunluk içerisinde oturmaktaydı.
Michelangelo ilk başyapıtını icra etmişti.
Üzerine bir ferahlık çökmüş, siyah beneklerin yok olmasıyla görüşü tekrar düzelmişti. Henüz bir bebekken anne ve babası onu, bir mermer işçisinin karısı tarafından bakılmak üzere Sentignano civarındaki taş ocaklarına göndermişti. Topraktan beyaz mermer levhalarını kazarak çıkaran adamlar, metal çekiçlerin çıkardığı sesler ve mermer tozunun dilinde bıraktığı tat o günlere dair ilk anılarını oluşturuyordu. Yaşamının ilk iki yılını taş işçilerinin arasında geçirmek ve taş işçisinin karısının sütünü emmek, mermere karşı büyük bir arzu duymasını sağlamıştı. Tüm yaşamını heykellere adamıştı. Bu yüzden kendine ne bir eş, ne bir çocuk ve ne de başka bir meşgale edinmişti. Nihayet sahip olduğu bu tutkunun meyvelerini toplayacaktı.
Bir hacının başka bir hacıya “Kim yapmış bu heykeli?” diye sorduğunu duydu.
Michelangelo derin bir nefes alıp kendi ismini duyacak olmanın hazzına kendine hazırladı.
“Bizim Milanolu Gobbo yapmış,” diye cevapladı diğer hacı.
Hacının sözlerini duyunca Michelangelo’nun boğazı düğümlendi.
Az önce zikredilen bu isim, yanlış anlaşılma önlenene kadar, sağanak yağmur sonrası Arno Nehri’nin Toskana bölgesine akışını hatırlatırcasına kalabalığın arasında yayılmaya başlamıştı bile. “Gobbo, Gobbo, Gobbo…” fısıltıları hacıların arasında şarkı gibi dolaşmaya başladı. Milanolu ikinci sınıf kambur taş oymacısı Gobbo. Herhangi bir canlılık ve incelikten yoksun eserlerine neredeyse şekilsiz denebilecek Gobbo. Pietà’nın kaidesinin kalıbını bile dökme yeteneğinden mahrum Gobbo. Ailesinin ismini duyurabilmek için Michelangelo tüm yaşamını buna adamışken şimdi bu budalalar, başyapıtını o tembel, yeteneksiz ve dinsiz Gobbo’ya mal ediyorlardı.
Michelangelo henüz anne rahmindeyken annesi atından yere yuvarlanıp dakikalarca hayvanın arkasında sürüklenmişti. Hekimler, karnındaki bebeğin kurtulamayacağını söylese de o, mucizevi bir şekilde hayatta kalmıştı. Bu mucizevi doğumu kutlamak için anne ve babası ona, başmelek Mikail tarafından korunan kişi anlamına gelen Michelangelo ismini vermişti.
Kendisini kurtarıp ona bu eşine az rastlanan güzel ismi ve mermerlere şekil verme arzusunu bahşeden Tanrı, tüm bunları şaheserinin aldığı övgüler o düzenbaz Gobbo’ya gitsin diye yapmış olamazdı.
Michelangelo’nun öfkeden gözleri kararmıştı. Sanki kilise gözleri önünde fırıl fırıl dönüyor, kilisenin tavanı üzerine yıkılıyordu. Kendisini kalabalığa tanıtacak olan başrahip ortalıkta görünmüyordu. Eserin kendine ait olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydı, ama nasıl?
Az sonra aklına bir fikir geldi. Öyle mükemmel bir fikirdi ki kesinlikle Tanrı tarafından gönderilmiş olmalıydı. Tanrı’nın onun yaşamıyla ilgili tasarısını tekrar hayata geçirmek ve insanların eserin gerçek sahibinin kimliğine dair hata yapmasını önlemek için Pietà’ya ismini yazması gerekiyordu.
Yalnız bir sorun vardı. Michelangelo artık Pietà’nın sahibi değildi. Eser kiliseye aitti. Gidip ismini heykele kazımaya çalışsa biri tarafından engellenip tutuklanabilirdi bile. Hayır. İsmini kazıma işini gece geç saatlerde, tüm hacıların ayrılıp kapıların kilitlendiği ve rahiplerin uykuya daldıkları bir anda yapmalıydı.
Bunu gerçekleştirmesi için Michelangelo’nun gizlice Vatikan’a girmesi gerekecekti.
Michelangelo, çürümekte olan yan şapeldeki bir mezarın arkasında gizlendiği yerden gizlice etrafına bakındı. Saatlerdir pusuya yatmış bekliyordu. Nihayet etraf sakinleşmiş ve karanlık çökmüştü. Kendi kendine, kilise mülküne zarar verirken yakalanırsa başına gelebilecekleri aklına getirmeyi kesmesini söylüyordu. Sonuçta ailesinin ismini koruyordu ve bu uğurda her tehlikeyi göze almaya hazırdı.
Saklandığı yerden çıkıp karanlık kilise holüne doğru yönelmeden önce “Tanrım, lütfen beni bağışla,” diye fısıldadı. Ses çıkarmamaları için çizmelerini çıkarmıştı, metal aletlerin birbirine çarpıp gürültü yapmalarını önlemek için deri omuz çantasını sıkıca vücuduna bastırdı.
Azize Petronilla Şapeli’nin içine giren ayışığı, Pietà’nın üzerine yumuşak mavi bir parlaklık veriyordu. Haftalarca Meryem ve İsa’yla yalnız kalmamıştı. O, açılış için hazırlığını yaparken rahip ve hacılar boş boş oyalanıp duruyorlardı. Ama şimdi, sessizliğe bürünmüş kilisede mermer heykelin mırıldanışını duyabiliyordu. Biçim verdiği zamanlarda mermer, kendi ruhuyla taşın ruhu arasında bir duygu paylaşımı oluyormuşçasına, onunla sohbet ederdi. Gece gündüz, her saat Pietà onunla konuşmuş ve ona şarkılar mırıldanmıştı. Yıllar sonra bir araya gelen eski dostlar gibi yine başbaşaydılar. Çantasını alıp içinden çıkardığı aletlerini zemine koyarken gürültü çıkınca, “Kahretsin!” diyerek öfkelendi Michelangelo. Birinin kiliseye girip onu yakalamasını bekliyormuş gibi nefesini tuttu. Neyse ki duyulan tek ses, duvarlardaki çatlaktan esen rüzgârın sesiydi. Aletlerin çıkardığı gürültü kimseyi uyandırmamıştı.
Eline bir çekiç ve keski alıp heykelin üzerine çıktı. Karanlık, görüşünü engelliyordu. Ancak uzun iki yıl boyunca bu heykel üzerinde çalışmıştı. Gözleri hiç görmese bile heykelin her bir noktasını avucunun içi gibi bilirdi.
Ellerini taşın üzerinde gezdirerek Meryem’in göğsünü saran mermer kuşağı buldu. Keskiyi aşağıya, sol tarafına indirdi, sonra ilk darbeyi vurmak üzere çekicini çıkardı.
Artık başlamıştı, taşın üzerine yarım sözcükler yazıp bırakamazdı. Kusursuzca cilalanmış heykelin üzerine tek bir işaret koysa bile devamını getirmeliydi, yoksa boş yere kendi şaheserini mahvedebilirdi.
Michelangelo hafifçe dönüp çekici keskinin üzerine indirdi. Mermerle temas eden keskiden çıkan “tonk” sesi havada yankılandı. Ses, koca kilisede beklediğinden çok daha fazla gürültü çıkardı. Yüreğini korku kaplasa da artık duramazdı.
Tak…Tuk…Tak…Tuk…Tak…Tuk…
Mermer tozları uçuşup saçına ve elbisesine dökülüyordu. Teri mermer tozuna karışmış, adeta gri bir macun gibi gözlerine akıyordu. Gözleri yandı.
Bakire Meryem’in dingin yüzü ona bakıyordu. Çekiçle vurmayı bıraktı. Yaptığından dolayı kendisini azarlamasını beklerken çevreyi bir sessizlik kapladı. Pek çok insan, mermerin cansız bir kayadan başka bir şey olmadığına inanırken Michelangelo, aynı insanların kalplerine pompalanan kan gibi mermer heykelin damarlarında da yaşam olduğunu biliyordu. Meryem’e bir şeyler fısıldadı ama taşın dilinden konuştuğunda söylediklerinin kendisi bile farkında değildi.