Kitobni o'qish: «Raffaello»

Shrift:

Stephanie Storey, Yağ ve Mermer’in yazarıdır. Bu kitap şimdiye dek altı dile çevrilmiştir ve Pioneer Pictures tarafından uzun metrajlı bir film uyarlaması üzerinde çalışılmaktadır. Storey aynı zamanda ABC’de yayımlanan The Alec Baldwin Show, CBS’teki The Arsenio Hall Show ve Sundance’te yayımlanan Emmy adayı The Writers’ Room’un yapımcısıdır. Roman yazmadığı veya televizyon yapımcılığıyla uğraşmadığı zamanlarda, genellikle bir sonraki hikâyesini aramak için aktör ve Emmy ödüllü bir komedi yazarı olan kocasıyla dünyayı dolaşmaktadır.

Selin Saraçoğlu Bayraklı 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Fransızca Öğretmenliği bölümünü, ardından da Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Çeviribilim programındaki yüksek lisansını 2017 yılında tamamladı. 2015’ten bu yana çevirmenlik ve editörlük yapmaktadır.

Uçurtmanın iplerini daima tuttukları için annem ve babam Kathy ve Steve Storey’ye ithaf edilmiştir.


Yazarın Notu

Bu kitap kurmaca olsa da anlattığım hikâye Rönesans sanatına ve Sistine tavanını resimlediği yıllarda Michelangelo’nun en zorlu rakibi olan Urbinolu Raffaello Sanzio’nun1 gerçek hayatına dair onlarca yıllık araştırmaya dayanıyor.

Bahsi geçen resimlere ve diğer sanat eserlerine bakabilmeniz için bu romanı bilgisayarınız, tabletiniz veya akıllı telefonunuz yanınızdayken okumanızı tavsiye ederim. Kitabın size yaşatacağı deneyim görsellerle desteklendiğinde kat kat artacaktır. Metinde geçen sanatçı adlarını, eser adlarını veya kısa açıklamaları hızlıca Google’da arayarak doğru resme ulaşabilirsiniz. Bu romanın kapağında gördüğünüz resim, Raffaello’nun, Agostino Chigi’nin bugün Villa Farnesina olarak bilinen sarayına resmettiği Galatea’nın Zaferi freskidir.

Önsöz

Mart 1520
Roma

Neden kahraman hep Michelangelo oluyor?

Sağı solu belli olmayan bir papa tarafından değerli mermerini bırakıp sefil bir tavanı boyamaya mecbur edilen, fresk sanatında eğitim dahi almamış bir heykeltıraş, ilahi bir başyapıt ortaya koymak için mücadele eder, ıstırabın ve engellerin üstesinden gelir…

certo,2 hikâyeden etkilendiniz. Ben de etkilendim.

Ama o tavandaki resimleri sırtüstü yatarak yaptığına gerçekten inanmıyorsunuz, değil mi? Vücudu tavana sadece bir kol boyu uzaklıktayken, boyayı bulaştırmadan nasıl girip çıkabiliyordu? Orada nasıl hareket ediyordu? Kürek kemikleri ve kalçasının üzerinde kıvrılarak mı? Belki bir ya da iki kez, özellikle de dik bir köşeyi boyarken birkaç dakikalığına sırtüstü yatmaktan başka çaresi olmamıştır ama haydi gelin bu efsaneyi artık tarihe gömelim: Michelangelo – tıpkı geri kalanımız gibi – resmini yaparken ayakta duruyordu. Bana inanmıyor musunuz? Öyleyse kendi çizimlerine bakın.

Kendisini o tavanı boyarken gösteren bazı resimler de çizmişti: Başı geriye yatık, kolu yukarı uzanmış halde ve ayaklarının üzerinde duruyor. Yani hayır, Michelangelo inatçı bir papa tarafından sırtüstü yatarak tavanı boyamaya mecbur bırakılmış, boyun eğdirilmiş bir kahraman değildi.

Bu hikâye yüzünden ona kızmıyorum. Keşke benim aklıma gelseydi diyorum sadece.

Ve bana, resim yapmaktan nefret ettiğine inanmadığınızı söyleyin, per favore.3 Evet, bu yalanı İznik Simgesi4 gibi tekrarlayıp duruyor ama böyle yapması sözlerini doğru kılmıyor. Hiç mermer oymadığı, Sistine’de sadece resim yaptığı o dört yıl boyunca hâlâ mektuplarını “Michelangelo, Roma’da bir heykeltıraş” diye imzalamakta ısrar ediyordu; resim yapmaktan fena halde nefret ediyor ve kendine ressam diyemiyormuş gibi. Ama sessiz bir salı sabahında Sistine’e girip o renklere baktığınız oldu mu hiç? Yüce Meryem, ah o renkler! Siz de gözyaşlarına boğuldunuz mu? Şimdi bana, resim yapmaktan nefret eden birinin böyle bir resim yapabileceğini söyleyin bakalım. Çocuklarınıza da bunu mu öğütlüyorsunuz? Nefret ettiğin bir şey bul, kendini zorla ve ecco!5 Bir başyapıt!

İnsanların hakkımda ne söylediğini biliyorum. Urbinolu Raffaello Sanzio’nun ideal bir saray adamı olduğunu söylüyorlar: kibar, cömert, mütevazı. Öyle mutlu bir yaradılışım varmış ki beni hiçbir şey rahatsız etmezmiş, öyle diyorlar. İyi görünüşümün, içimdeki güzelliğin yansıması olduğunu söylüyorlar. Yeteneğim sayesinde çok çaba sarf etmeme gerek kalmadığını, zaten hiçbir şey için çaba sarf etmeme gerek olmadığını söylüyorlar. Ama sırf rolümü iyi oynuyorum diye insanlığımı elimden almayın. Bahse girerim ki aynısını siz de yapıyor, bazen kötü hissettiğinizde bile gülümsüyorsunuzdur; bu temel insani becerinin bende de olmasını yadırgamayın. Gerçek hayatta kimse benim görünmeye çalıştığım kadar cömert, sadık ve çekici olamaz. Hiç kimse…

Beni, tıpkı onun tarif ettiği gibi hayal ediyorsunuz, değil mi? Tabii hayal ediyorsanız yani. Arka planda kalmış, unutulması da yenilmesi de kolay bir rakip. O yıllara dönüp bakınca ben de olayları kafamda onun anlattığı gibi canlandırıyorum; o merkezde, bense köşede bir yerdeyim.

Maria Vergine,6 bunun sorumlusu da benim değil mi? Michelangelo’nun tek yaptığı, kendisini hikâyesinin kahramanı yapmak – bunun için onu suçlayabilir miyim – peki neden ben de onu hikâyemin kahramanı yapmakta bu kadar ısrar ediyorum? Ben söylemezsem, başka birinin çıkıp tarihin en büyük ressamı olduğumu söylemesini nasıl bekleyebilirim? Kahraman olacağım bir versiyon var mı? Yoksa her seferinde o mu galip geliyor?

I. Bölüm

7 Şubat 1497
Floransa

Michelangelo’yu ilk gördüğümde, gerçi onu gördüğümü hiç hatırlamıyorum ama birbirimizi gördüğümüze yeminler ediyor, bu konuyu o kadar çok tartıştık ki artık daha fazla tartışmak istemiyorum. Bu yüzden bana bir iyilik yapmak isterseniz, birazdan anlatacağım olayın bir yerine onun yüzünü ekleyin ve fırsatınız olursa, onu hatırladığımı da kendisine söyleyin. Ama esasen benim o geceden net olarak hatırladığım tek yüz, ateşe atılmış portredeki kadının yüzü.

Profilden resmedilmiş kadının dalgalı koyu sarı saçları, mavi kurdelelerle bağlanmıştı. Elbisesi opal taşının renklerindeydi; çivit mavisi ve kırmızı aşıboyası dokunuşlarıyla yumuşatılmış kireç beyazı. Gençti, çekiciydi ve çok zarifti. “Bu bir Botticelli tablosu mu?” diye sordum.

Andiamo,”7 dedi Perugino, sesi korkudan öyle kalınlaşmıştı ki simsiyaha boyayabileceğim bir duvara dönüşmüştü sanki.

“Neden yakıyorlar?”

“Hemen. Hemen gitmek zorundayız.”

“Onu kurtaracağım.” Kolumu çektim ve kalabalığın arasından sıyrıldım. Henüz on dört yaşındaydım ama bir şeyi bir kez yok ettikten sonra geri getirmenin bir yolu olmadığını çoktan öğrenmiştim.

O gece Floransa’daki Piazza della Signoria kalabalıktı. Ateşe yaklaştığımda, cıva sülfürün kıvılcımlarıyla sararan alevlerin, gece karanlığında oluşturduğu şeytani halenin en tepesini görebilmek için kendimi zorlamam gerekti. Bir dizi erkek ve kadın, kucak dolusu bir şeyle – neydi onlar? – ateşe yaklaştılar. Ortalık öyle dumanlıydı ki iyi göremiyordum ama alevlere yaklaştıklarında, ateşe lavta fırlatan adamı, iskambil destesi atan çocuğu ve bir yığın işlemeli yün elbise bırakan kadını gördüm; kış geldiğinde ısınmak için ne giyecekti acaba? Kurbanlarını verdikten sonra dizlerinin üstüne çöktüler, kollarını kaldırdılar ve seslerini de ateşe atabileceklermiş gibi – o nasıl olacaksa artık – feryat ettiler.

Kalabalığın içinden yükselen sert bir ses, “Aynalarınızı, elbiselerinizi, tablolarınızı, kitaplarınızı yakın,” dedi. “Tövbe etmezseniz, bu şehir kan kuyusundan, haydut yatağından, fakirlik yuvasından ibaret olacak.” Ateşin yanındaki bir platformun tepesinde duran kişi – kim olduğunu tahmin ettiniz mi? – Fra Girolamo Savonarola’ydı. (Mi dispiace,8 bu isim pek çoklarını rahatsız ediyor. Hoşunuza gitmediyse bir daha tekrarlamam. Söz veriyorum.) O deli rahibin hükümranlığı zamanında Floransa’yı ziyaret ettiniz mi hiç? Ah, epey büyük bir gösteriyi kaçırdınız. O gece koyu renkli bir cüppe giymişti; alnının üzerine kadar çekilmiş ağır bir kukuleta, derin gözlerini, uzun burnunu ve köşeli yanaklarını gölgeliyordu. Kollarını orkestra şefi gibi salladı ve melodik bir ritimle konuştu. “Kendimizi günahtan arındırmazsak, yüce yaratıcının kılıcı hızla ve çok yakında hepimizin üzerine inecek!”

Kendimi kaybetmemek için ellerimi kulaklarıma bastırdım ve alevlere doğru ilerledim. Botticelli neredeydi? İşte orada. Ahşap panel, meşe gibi kalın ve sert görünüyordu. Bu iyiydi ama alevler resmi yalıyor, turuncu korlar düzensiz çukurlar açıyordu. Portreye uzandım. Ateş parmaklarımı gıdıkladı. Geri çekildim. Yanmış kol kılları, ölü bir sansar gibi kokuyordu.

Yüzü küle bulanmış bir kadın, “Kefaret sırası şurada oğlum,” dedi.

“Ben buraya…” Neyse ki “kefaret” kelimesini yuttum ve onun yerine “Verecek bir şeyim yok,” dedim. Tekrar Botticelli’ye döndüm. Büyüyen turuncu korlarla dolu bir çatlak, portreyi ikiye bölüyordu.

“Ama senin resimlerin…” Kadın çantamın askısını tuttu.

“Bunlar önemsiz,” dedim, sesimin işlenmiş ahşabın üzerine sürülmüş kremsi beyaz bir tonu andıran sakinlikte çıkmasına özen gösteriyordum. “Yalnızca kabataslak çizimler.”

“Günahkâr.” Yemin ederim ki o kadının ağzından, bir yılanınki gibi mor ve çatallı bir dil fırladı. (Peki, bunu belki de sadece hayal etmişimdir ama böyle hatırlıyorum, bu yüzden de böyle anlatıyorum.) O anda, ah, Floransa’ya geldiğime nasıl da pişman olmuştum.

Hayatımın büyük kısmı Urbino’da geçti. Oraya hiç gittiniz mi? Evet, uzak bir yer; Apennine Dağları’nın doğu ucunda, surlarla çevrili bir şehir, oraya ulaşmak birkaç gün sürüyor ama onca yolu katetmeye değer. Taraçalı tepeler, servi ağaçları, Roma kalıntıları… Kışın kar yağdıktan sonra gökyüzü, biraz yoğun bir mavi (azur değil ultramarin) ile eflatun rengine döner; binalarsa bakır, pas ve bira renginin tonlarında parıldar. Ziyaret ettiğiniz zaman Dükalık Sarayı’nı görmemezlik etmeyin. Çan kulesi ve tepenin üzerinde belirgin bir şekilde konumlanmış kubbesiyle saraydan çok kiliseye benziyor ama sarayımız zaten pek çok açıdan dinimize eşit olduğu için burada uygunsuz kaçan bir şey yok. Yarımadanın büyük saraylarını düşündüğünüzde aklınıza Milano, Venedik ve Ferrara geliyor, değil mi? Va bene,9 ama Urbino’yu da unutmayın. Sarayımız şiir ve modayla beraber hem kılıçlı hem de sözlü çarpışmaların en nadide örneğiydi ve hâlâ da öyledir. Burası aynı zamanda babamın görev yaptığı saraydı.

Giovanni Sanzio günlerini dük için güzel resimler yaparak, geceleriniyse bana kendi güzel resimlerimi yapmayı öğreterek geçirdi. Yürümeden önce bile, babamın resim yaparken ileri geri sallanan ayaklarının üzerine otururdum. Resmin ritmini o ayaklardan öğrendim.

Babamın ölümüne dair en net hatırladığım şey onun fırçasıydı. Bu bir aile yadigârı değildi. Dük onu özel bir törenle babama vermemişti. Fırçayı babam da yapmamıştı; hiçbir zaman fırça yapmazdı. Muhtemelen bir pazardan almıştı. Kurumuş çivit mavisi ve kurşun-kalay sarısı lekelerle bezeli uzun, ahşap bir sapı vardı. Kıllar, ekstra uzun at kılıydı ve malakit yeşiliyle kaplıydı. Hekim fırçayı elinden almaya çalıştı ama babam bırakmadı.

Bir rahibe beni itekleyerek odaya soktu. Haşhaş, kulak kiri ve kan kokuyordu; iyileştirilemeyecek şeyleri iyileştirmeye çalışan adamların kokuları… Pencereler kırmızı kadife perdelerle örtülüydü – aşıboyası gibi bir kırmızıdan bahsediyorum, ateş kırmızısı gibi turuncuya kaçan bir renk değil. Merak ettim, bir insan güneşin içeri girmesini engelleyip de bu kadar çok mumu neden yakardı? Oda sadece hekimler ve rahibelerle değil, mobilyalarla da doluydu. Annem eve çok fazla masa, sandalye ve sandık tıkıştırmıştı ve babam bunların tek bir parçasını bile çıkarmamıştı; annem öldükten sonra bile…

Üç yıl önce annem ve kız kardeşim hastalandığında “ölüm döşeği”nin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama on bir yaşıma geldiğimde artık anlayacak kadar büyümüştüm.

Boya fırçasını tuttuğu eliyle parmaklarımı da tutarken “Boşuna Kutsal Cuma günü doğmadın,” dedi babam. Tahta sap etime battı. “Kaderinde yükselmek olmasaydı, Tanrı sana böyle bir cazibe ve yetenek bahşetmezdi.”

Ayakkabılarıma baktım. Derisi yıpranmış, üzerine mavi boya sıçramıştı. Sol ayakkabımın burun kısmında bir delik vardı. Yeni bir çift giymediğime pişman oldum.

Babam fısıldadı. “Promettimi…10

Annem de aynısını söylemişti. “Babanla ilgileneceğine söz ver.”

Babama da anneme verdiğim cevabın aynısını verdim. “Ne istersen yaparım.”

“Resimden asla vazgeçmeyeceğine söz ver.”

“Ama ben seninle gelmek istiyorum.” Sesimin, bir çocuğun sesi gibi çatallı çıkmasına üzüldüm.

“Kalmalısın Rafa, burada kalmalı ve dünyanın en büyük ressamı olmalısın. Tarihin en büyük ressamı.”

Yatağın karşı tarafından Evangelista da Pian di Meleto “Giovanni,” dedi; babamın en güvendiği yardımcısı, bir çan kulesi kadar uzun ve sağlam bir adamdı. “Çocuğun şu an buna ihtiyacı yok.”

“Daha azı, Tanrı’yı hayal kırıklığına uğratır oğlum. Beni de.”

Bir rahip, “Baban sayıklıyor,” diye fısıldadı.

“Çocukluk günlerin sona erdi.” Gözlerini kırpıştırdı. “Promettimi.”

Anneme verdiğim sözü tutmayı başaramamıştım: Babama yeterince iyi bakmamıştım. Bu seferkinde de başarısız olamazdım. “Söz veriyorum,” diye cevapladım.

“Gördün mü?” dedi Evangelista’ya. “Sana bunun, onu mahvetmeyeceğini söylemiştim.” Bana döndü. “Diyeceğim o ki oğlum, yapacak çok işin var. Çünkü sana bir meslek verdim, bunu yapmalısın. Kederlenmeye zaman yok. Çok çalışman gerek, ama asla üzüntü veya öfkeyle değil. Tanrı sana bir hayat verdi, ona sarılmalısın. Güzellik neşeden doğar. Bunu unutmazsan, bana verdiğin sözü tutarsın. Ve tutman gereken bu sözü tutacaksın.”

Keşke ölüm, tek bir sahneyi içeren bir altar panosu11 olsaydı, siz de öyle düşünmüyor musunuz? Ama bunun yerine pek çok panele yayılmış halde. Ölüm ânını yeniden resmedebilseydim, seçeceğim görüntü şu olurdu: Yatakta güçsüz düşmüş bir baba, eli açık ve boş; dua etmek için kollarını kaldıran rahibeler ve – yan tarafta – uzun saplı, uzun kıllı bir boya fırçasını yerden almak için eski bir dolabın dibine çömelmiş bir erkek çocuk… Ölüm böyle gelmeli. Değil mi?

Babamın nihayet büyük denize açıldığı o gece, onun atölyesine – artık benim olan atölyeye – döndüm. Asistanları eşyalarını toplayıp gittiler. Maestro ölmüştü, bakmaları gereken aileleri vardı ve on bir yaşındaki bir çocuktan onlara hayır gelmezdi. Her şeyi almışlardı. Boya kavanozları, panel yığınları, ipler, muşambalar, atölyenin iki tavuğu, hepsi gitmişti. Geride bıraktıkları tek şey karmaşaydı. Devrilmiş boş şişeler, yere saçılmış kılsız boya fırçaları, eski bir ahşap masaya yaslanmış üç ayaklı bir sandalye… Bir kova su aradım ama o bile gitmişti. Kapı eşiğinde diz çöküp cebimden babamın uzun saplı boya fırçasını çıkardım (o fırçayı babamın sertleşmiş parmaklarından çekip aldığımda ağlıyordum, bir rahipse beni sürüklemeye çalışıyordu, hiç de mükemmel bir manzara değildi). O fırçayı çamurlu yağmur suyu birikintisine daldırdım ve kıllarını ovaladım. Ovaladım, ovaladım ama yine de o yeşil tonundan kurtulamadım.

Cenazede Urbino Dükü Guidobaldo da Montefeltro’ya babamın güzelce çerçevelenmiş en iyi tablolarından birini – Bakire ve Çocuk – bana hediye ettiği için teşekkür ettim (eğer hayatta olsalardı dük ve düşese bu zarif olay için hâlâ borçlu olurdum). Ertesi sabah Dük beni bölgemizin en büyük ressamı Pietro Perugino’nun yanına çırak olarak gönderdi. Babam panel resimlerinde ağırlıklı olarak tempera12 boyaları kullanmıştı ama Perugino bana pigmentleri yumurtayla karıştırmayı bırakıp ketentohumu yağıyla karıştırmayı öğretti. Perugino, büyük Kuzeylilerin, Leonardo da Vinci’nin ve geleceğin boyası olan yağlıboyada ustalaşmama yardım etti. Tempera zayıftır, yağlıboya zengindir. Tempera hızlı kurur, yağlıboya yavaş. Tempera düz renk bloklarına dayanırken yağlıboya gölgelerde yaşar. Geç yattım, erken kalktım ve o kadar çok renk karıştırdım ki havanım ve tokmağım incelmeye başladı.

On dört yaşına geldiğim zaman Perugino, ustaları incelemem için beni Floransa’ya götürmeyi kabul etti. O altı günlük yavaş yolculukta dağları aşarken çok önemli olduğumu düşünmüştüm. Floransa’nın kötü günler geçirdiğine dair söylentiler duymuştum. Medici ailesi ne zamandır Floransa’nın fiili hükümdarıydı? Yüz yıldan fazla mı olmuştu? Aile sürgün edildikten sonra, birinin yetki boşluğunu doldurması gerekiyordu, bu yüzden de o deli rahip sahneye girdi. Medici açgözlülük öğretisini vaaz ederken, o keşiş yoksulluk ve Tanrı’nın gazabını konu edinen menkıbeler anlatıyordu. Ama uyarıları ciddiye almadım. Hiçbir vaiz, ne kadar iyi olursa olsun, Floransa gibi bir şehri sanat sevgisinden uzaklaştıramazdı.

Yanılmışım, certo.

Kanıt, Botticelli portresinin etrafını alevler sararken eskiz defterimi ellerimden almaya çalışan o kadındı. Onu kurtarmak için zamanım daralıyordu, bu yüzden kadına baktım ve en iyi gülümsememi takındım – sadece gamzelerimden birinin göründüğü çarpık gülümsememden bahsediyorum – ve “Bunlar ibadet için yapılmış resimler, hanımım. Esasen Meryem Ana’nın resimleri,” dedim.

“Meryem Ana mı?” Etrafımızda birkaç adam toplandı. Kendimi o deli rahibin garip müritlerinden oluşan duvarlarla dolu bir kuyunun dibinde duruyormuş gibi hissettim.

“Bir çocuk başka ne çizebilir?” Eskiz defterimi çıkardım ve sayfaları karıştırdım. Gerçeği söylüyordum – büyük ölçüde yani. Çoğunlukla Meryem çizimlerinin olduğu bir defterdi. Arka arkaya birkaç güzel Meryem çizimi olduğunu bildiğim yerde durdum. “Dünyadaki en mükemmel kadının çizimlerinden başka bir şey yok.”

Arkadan bir sayfa çekerken “Ve çıplaklar!” diye bağırdı o kadın.

Çizim, pagan Yunan tanrıçası Afrodit’i gösteriyordu, bu tür bir dini toplantı için tam olarak uygun bir konu değildi. Kaçmama engel olan şişman bir adama doğru gerilerken “Meryem böyle çizilir,” dedim. “Önce doğal vücudu çizersin, sonra da kıyafet eklersin.”

“Ne olursa olsun o çizimler ateşe atılacak.” Kadın boynumdan tuttu ve beni ateşe doğru itti.

Bana eskiz defterimi yaktırırsa içindeki çizimleri yeniden yapabilir miydim? Hayır. Bir eskiz, yalnızca bir sahneyi değil, bir sanatçının kariyerindeki belirli bir ânı da kâğıda yansıtır ve o an her zaman değişir. Leonardo’nun dediği gibi eskiz yapmak, hızla akan bir nehre adım atmak gibidir; asla aynı nehre iki kez giremezsin. (Tamam, evet; Leonardo, Herakleitos’un sözünü başka şekilde ifade ediyordu sadece, ama ben, kötü şöhretli, hoşnutsuz bir Yunan yerine bu sözü büyük usta Vinci’den alıntılamayı tercih ediyorsam ne olmuş?)

Botticelli’ye baktım – neredeydi? İşte orada. Tablodaki kadının solgun yüzünde bir parıltı vardı. Hâlâ kurtarabilirdim ama o sırada önümde kaç kişi eşyalarını ateşe atmak için bekliyordu? On beş mi, yirmi mi? Sıra neden bu kadar yavaş ilerliyordu? Ve ateş neden bu kadar sıcaktı? Duman burnuma ve ağzıma sızdı. Gözlerim yanmaya başladı.

Bir çocuğun yanağında yaşlar görmek kadını yumuşattı. “Annenle baban nerede?”

Büyük, yuvarlak gözlerimi yukarı çevirdim – yangını hayli dramatik bir şekilde yansıtacaklarını biliyordum – ve içimi çektim. “İkisi de büyük denize gitti, sinyora.”

“Neden…” Gözleri yaşlarla doldu. “Sana örnek olacak kimsen yok mu yani?”

Başımı iki yana salladım.

Yüzümü ellerinin arasına aldı ve “Günahkâr eşyalarınızı Tanrı’ya verin. Böylece sizi – hepimizi – kurtarıp bir mucizeler denizine alacak,” dedi. Yüzü inançla parladı. Gözlerindeki yaşlar, umut gözyaşlarıydı. Onun için üzüldüm.

Babamın karnındaki şişkinliği ilk gördüğümde, Tanrı’nın bir mucize bahşettiğine ve babamı hamile kalan ilk erkek kıldığına inanmıştım. Babam, hiç şüphesiz bir kız olacak ve büyüyünce kendi kızlarını doğurup anne olacak o bebeği dünyaya getirecekti. Evimiz yine anneler ve kız kardeşlerle dolacaktı. Ama bu, Tanrı’nın mucizeler bahşetmediğini ve bir adamın karnında büyüyen bir şişkinliğin asla yeni bir yaşamın emaresi olmadığını, yalnızca bir hastalığı gösterdiğini keşfetmemden önceydi.

Bu yüzden o hanımefendi – o deli rahibin müridi – için üzüldüm çünkü Tanrı’nın mucizeler bahşetmediği gerçeğini henüz öğrenmemişti ve bunu öğrenmek acı vericiydi, öyle değil mi?

“Evet, evet!” Ağladım, bir kolumu havaya kaldırdım ve İncil’de bahsi geçen, iblislerden kurtulan şu çocuk gibi gözlerimi tekrar yukarı çevirdim. “Tanrı’yı hissediyorum!” Kadın beni kurtuluşa götürdüğü için Tanrı’ya şükretmek üzere dizlerinin üzerine çökerken yüzümü bıraktı. Geriye doğru tökezledim, ayaklar ve bacaklardan oluşan bir ormanın arasına düştüm.

Kadın, “Çocuk!” diye haykırdı. “O çocuğa yardım edin, bayıldı!”

Eskiz defterimi göğsüme sıkıca bastırarak bacak ormanının arasından fırladım. Ateşin kıyısına doğru ilerledim. Tablo neredeydi? Bir ayna, bir yığın kitap, bir klavsenin kapağı… İşte! Neredeyse kül olmuştu ama yüzü hâlâ sağlamdı. Sol elimle – çünkü sol elim olmadan da resim yapabilirdim – alevlere uzandım ama ateş kıvrıldı ve bir tarafı çöktü. Küller beni örttü. Öksürdüm ve Botticelli’ye, daha doğrusu bir zamanlar olduğu yere baktım. Artık geriye külden başka bir şey kalmamıştı.

Meydanın bir kenarında bekleyen Perugino’yu bulmam uzun sürmedi. “Botticelli nerede?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım.

Kolunu omzuma attı ve bizi aceleyle meydandan çıkardı. Yapmamam gerektiğini biliyordum – Lut’un karısı, Sodom, tuz falan-13 ama geriye dönüp baktım. O gece kaç sanat eseri alevler içinde kalmıştı?

Annem öldükten sonra, babamı atölyesinde Kutsal Aile’nin bir resmine altın varak eklerken bulmuştum. Saray eşrafının geri kalanı sarayda yas tutuyordu, bu yüzden “Burada ne yapıyorsun?” diye sordum.

O da, “Dünyayı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi resmediyorum,” diye yanıtladı.

O geceki ateşe dönüp baktığımda, ben de öyle yapmaya karar verdim. Endişe, sefalet veya şiddet sahneleri çizmeyecektim; dünya bunlardan çoktan bıkmıştı. Hayır. Güzelliğin resmini öyle çok çizecektim ki hiçbir ateş hepsini birden yok edemeyecekti. Ve belki, sadece belki, yeterince resim yaparsam, dünya benim resimlerime benzer ve olması gerektiği kadar mükemmel olurdu. Ve dünyayı – biraz da olsa – güzelliğe yöneltecek kadar iyi resim yapabilirsem, o zaman babama verdiğim sözü de tutmuş olurdum ve ben, Raffaello Sanzio, gerçekten de tarihin en büyük ressamı olurdum.

1.Raffaello Santi, Raffaello da Urbino, Rafael Sanzio da Urbino gibi isimler kullandığı da bilinmektedir. (ç.n.)
2.İt. Evet, elbette. (ç.n.)
3.İt. Lütfen. (ç.n.)
4.İmparator I. Konstantin’in girişimiyle İznik’te toplanan konsilde kaleme alınan iman simgesi. (ç.n.)
5.İt. İşte! (ç.n.)
6.İt. Bakire Meryem. (ç.n.)
7.İt. Gidelim. (ç.n.)
8.İt. Üzgünüm. (ç.n.)
9.İt. İyi. (ç.n.)
10.İt. Bana söz ver. (ç.n.)
11.Altar masasının üst gerisinde yer alan ve kutsal kişiliklere, azizlere ve İncil’de geçen konulara ilişkin resimlerle bezenmiş pano. (ç.n.)
12.Ortaçağda tutkallı su ile boyanın, çoğu zaman yumurta akıyla karıştırılması suretiyle elde edilen boya türü. (ç.n.)
13.İncil’de Lut’un karısı meleklerin uyarısına rağmen dönüp tekrar Sodom’a baktığı için tuzdan bir direğe dönüşür. (ç.n.)
40 045,30 s`om