Kitobni o'qish: «Gömülü Şamdan»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
Biraz önce, 455 yılının güneşli bir Haziran gününde Roma’nın Circus Maximus Hipodromu’nda Herulili1 iki dev adam ile Hyrkania’dan2 gelmiş bir yaban domuzu sürüsü arasında geçen dövüş kanlı bitmiş, öğleden sonrasının bu üçüncü saatinde binlerce seyircinin arasında gittikçe artan bir huzursuzluk yayılmıştı. Her yeri toz içinde, yaptığı hızlı yolculuktan sonra atından henüz indiği anlaşılan bir ulağın halılar ve heykellerle süslenmiş özel tribünde, çevresini saran saray memurlarının ortasında oturan İmparator Maximus’un yanına sokulduğunu ve hükümdara haberini verir vermez, onun dövüşün en heyecanlı yerinde gelenekleri çiğneyerek heyecanlı oyunun ortasında ayağa kalktığını önce en yakınındaki birkaç kişi fark etmişti, sonra bütün saray halkı dikkat çeken bir telaşla hükümdarın arkasından gitti, sonra da senatörler ve büyük rütbeliler de kendilerine ayrılmış koltuklarından kalktılar. Böylesine ani bir kalkışın önemsiz bir sebebi olamazdı. Tekrar çalan boruların tiz seslerinin yine bir hayvan dövüşü yapılacağını duyuruyor olması ve yüksek parmaklıkların arkasından çıkan Numidya’dan gelme kara yeleli aslanın, boğuk bir kükremeyle gladyatörlerin kısa bıçaklarına doğru koşturması bile boşunaydı. Huzursuzluğun yol açtığı, soran gözlerle bakan, korkmuş ve heyecanlı yüzlerin solgun köpükleriyle kabaran bir dalga, karşı konulamaz bir şekilde yükselmiş, bir sıradan ötekine ilerlemişti.
İnsanlar ayağa fırlamış, asillerden boşalan yerleri gösterip, sorular soruyor, gürültü yapıyor, sesleniyor ve ıslık çalıyorlardı; sonra ilk önce kimin ağzından çıktığını kimsenin bilmediği, Vandalların, Akdeniz’in korku saçan korsanlarının, güçlü bir donanmayla limana yanaştığı ve huzurlu kentlerine doğru yol almaya başladığına dair belirsiz bir dedikodu yayıldı.
Vandallar! Bu kelime önce kısık bir fısıltı olarak ağızdan ağıza yayıldı, sonra “Barbarlar! Barbarlar!” diye ansızın yükselen tiz bir çığlığa dönüştü, yüz sesli, bin sesli olarak arenanın daire şeklindeki taş basamaklarında çınladı; muazzam bir kalabalık, fırtınaya dönüşmüş bir rüzgârdan etkilenmiş gibi çılgın bir panikle çıkış kapısına doğru koşmaya başlamıştı bile. Tüm düzen çöktü. Muhafızlar ve nöbetçi askerler yerlerini terk edip diğerleriyle birlikte kaçmaya başladılar; koltukların üzerinden atlıyor, yumruklarıyla ve kılıçlarıyla kendilerine yol açıyor, ciyaklayarak bağıran kadınların ve çocukların üzerine basıyorlardı; çıkış kapılarında iç içe geçmiş insan yığınlarından fırıldak gibi dönüp duran ve çığlıklar atan daireler oluşmuştu. Biraz önce seksen bin insanın sıkışık, sesli ve tek bir kitle gibi durduğu koskoca arena, birkaç dakika içinde tamamen boşalmıştı. Yaz güneşi altında terk edilmiş bir taş ocağı gibi duran basamaklı oval alanın soğuk mermerleri sessiz ve boştu. Yalnız aşağıdaki arenada -dövüşçüler de çoktan ötekilerin arkasında kaçmışlardı- unutulan aslan kara yelesini sallıyor ve birdenbire oluşmuş boşluğa doğru meydan okuyarak kükrüyordu.
Vandallardı gelenler. Ulaklar şimdi peş peşe geliyorlardı ve her haber bir öncekinden daha kötüydü. Yüzlerce yelkenli ve kadırgayla karaya yanaşmışlardı, usta ve çevik bir halktılar; beyaz paltolu Berberi ve Numidyalı süvariler hızlı ve uzun boyunlu atlarıyla asıl alayın önüne geçip Portuen Caddesi’nde ok gibi ilerlemeye başlamışlardı bile; yarın öbür gün haydut sürüleri kapılara dayanacaktı ve savunmak için hiçbir hazırlıkları yoktu. Paralı askerlerden oluşan ordu uzaklarda bir yerlerde, Ravenna yakınlarında savaşıyordu, Alarich, kenti yağmaladığından bu yana sur duvarları yıkık durumdaydı. Kimse savunmayı düşünmemişti. Zenginler ve asiller, canlarıyla birlikte mallarının hiç değilse bir kısmını, katırlarını ve arabalarını kurtarabilmek için hızla silahlanıyorlardı. Ama artık çok geçti. Zira halk, asillerin iyi günlerde onlara baskı yapmalarına, kötü günlerde korkakça kaçmalarına katlanmak istemiyordu. İmparator Maximus, heyetiyle birlikte saraydan kaçmak istediğinde önce küfürler duyuldu sonra da taşlar atıldı; daha sonra da öfkeli ayaktakımı kalleşin üzerine saldırdı ve perişan hükümdarlarını yolun ortasında sopalarla ve baltalarla öldürdü. Her ne kadar daha sonra her akşam yapıldığı gibi kapılar kapatılsa da tam da bu sebepten dolayı korku tamamen kentin içine hapsedilmiş gibi oldu; korkunç şeyler olacağı önsezisi, çürümüş bataklık buharı gibi sessiz ve ışıksız evlerin üzerine çökmüş, karanlık, dehşet ve ürperti içinde kaybolmuş kentin üzerini boğucu bir örtü gibi kapatmıştı; daima kayıtsız duran yıldızlar, yukarıdan kaygısızca ve hafifçe parlamaktaydı ve ay, her gece olduğu gibi gümüş boynuzunu göğün lacivert duvarına asmıştı. Roma uyumadan ve titreyen sinirlerle yatıyor, başını bir hükümlü gibi taşa koymuş kaçınılmaz ve inmeye hazır son darbeyi bekliyordu.
Bu arada Vandallar limandan içeriye doğru, boş Roma Caddesi’nde ağır, emin, planlı ve muzaffer tavırlarla ilerlemekteydiler. Sarışın, uzun saçlı Germen savaşçılar yüzer yüzer, iyi eğitilmiş asker adımlarıyla muntazam sıralarla yürüyor, onların önünde çölün huzursuz yardımcı halkı, siyah derili ve kapkara saçlı Numidialılar güzel safkan atlarını üzengisiz ve parlak dönüşlerle çevreye yayılarak koşturuyorlardı. Vandalların kralı Genserik alayın ortasında atının sırtındaydı. Yayan giden halkına eyerinin üzerinden kayıtsız bir memnuniyetle gülümsüyordu. Yaşlı ve tecrübeli asker gözcülerinden çoktan ciddi bir direnişten korkmasına gerek olmadığı, bu defa ciddi bir meydan savaşına değil, sadece tehlikesiz bir yağmaya doğru hareket ettikleri haberini almıştı. Gerçekten de tek bir düşman askeri görünmüyordu. Ancak güzelce düzleştirilmiş sahil caddesinin, Roma’nın ortasındaki Porta Portuensis meydanına açıldığı dört yol ağzında Papa Leo, kralın karşısına çıktı; çevresi pırıl pırıl din adamlarıyla sarılı, tüm nişanlarıyla süslenmiş beyaz sakallı ihtiyar Papa Leo, daha birkaç yıl önce korkunç Attila’yı Roma’ya kıymaması için olağanüstü bir şekilde ikna etmiş ve dinsiz Hun onun bu ricasına akıl almaz bir biçimde boyun eğmişti. Genserik de haşmetli beyaz sakallıyı görünce atından indi ve topallayarak (sağ ayağı kısaydı) kibarca ona doğru gitti. Ancak ne balıkçı yüzüğünün takılı olduğu elini öptü ne de inançlılar gibi diz çöktü çünkü Arian bir kâfir olarak papayı gerçek Hristiyanlığı zorla ele geçiren kişi olarak görüyordu ve papanın bu kutsal şehri esirgemesi anlamına gelen Latince konuşmasını soğuk bir kibirle dinledi. Hayır, tasaya gerek yok yanıtını verdi tercümanı vasıtasıyla, insanlık dışı davranacağından kimse korkmamalıydı, kendisi de bir savaşçı ve Hristiyan’dı. İktidar hırsına kapılmış bu şehrin binlerce şehri yıkmış ve yerle bir etmiş olmasına rağmen Roma’yı yakmayacak ve harap etmeyecekti. Cömert davranarak hem kilise varlıklarını hem de kadınları koruyacaktı, güçlünün ve muzafferin hakkı doğrultusunda ganimetlerini yalnızca “sine ferro et igne”3 toplayacaktı. Ancak şimdi -ahır görevlisi yine üzengiye basmasına yardım ederken Genserik bunu tehditkârca söylüyordu-başka bir gecikmeye meydan vermeden kendisine Roma’nın kapılarının açılmasını tavsiye ediyordu.
Her şey Genserik’in söylediği gibi olmuştu. Tek bir mızrak sallanmamış, tek bir kılıç çekilmemişti. Bir saat sonra bütün Roma, Vandalların eline geçmişti. Ama galip korsanlar savunmasız kente, kendisini frenleyemeyen bir sürü gibi yayılmamıştı. Genserik’in demir gibi baskıcı eliyle dizginlenmiş uzun boylu ve iri, açık sarı saçlı askerler sıralara dizilmiş olarak kente girmişlerdi; sadece Zafer Caddesi’nden geçerken ganimet sözü veriyormuş gibi duran beyaz gözlü, suskun dudaklı binlerce heykele ara sıra meraklı gözlerle bakmışlardı. Genserik ise işgalden hemen sonra imparatorun terk ettiği ikametgâhına, Palatinum’a geçti. Ancak ne korkuyla sıralanmış bekleyen senatörlerin hürmetlerini kabul etti ne de şölen sofrası hazırlattı; zengin vatandaşların onu yumuşatmak için getirdikleri armağanlara bir bakış bile atmadı, sert bir asker olarak bir haritanın üzerine eğilerek şehrin hazinelerine en hızlı ve en esaslı şekilde el koyabilmenin planını çizdi. Her bölgeye yüz kişilik bir birlik ve her birliğin sorumlusuna da adamlarını yönetme sorumluluğu verildi. Çünkü şimdi başlatılan vahşi ve kuralsız bir talan değil; planlı ve sistemli bir soygundu. Önce bu dev şehirden tek bir saç tokası ya da sikkesi kaçırılmasın diye Genserik’in emriyle kapılar kapatıldı ve başlarına nöbetçiler dikildi. Sonra askerleri mavnalara, arabalara, yük hayvanlarına el koydular ve Roma’daki hazinelerin hepsinin olabilecek en hızlı ve eksiksiz şekilde Afrika’daki soygun yuvalarına taşınabilmesi için binlerce esiri çalışmaya zorladılar. Ancak o zaman soğukkanlı ve sessiz bir nesnellik içinde planlı yağma başladı. Bir kasabın öldürülmüş bir hayvanı parçalara ayırması gibi bu on üç gün içinde yaşayan şehrin karnı yarıldı ve içindekiler hafifçe seğiren bedeninden sessizce ve ustaca parça parça koparılıp alındı. Her birlik başında bir Vandal soylu ve onlara eşlik eden bir kâtiple beraber kapı kapı, tapınak tapınak dolaşıp değerli ve taşınabilir her şeyi, altın ve gümüş kapları, saç tokalarını, sikkeleri, mücevherleri, Nordland’dan gelmiş kehribar kolyeleri, Transilvanya’dan gelmiş kürkleri, Karadeniz’den gelmiş malakit taşlarını ve çekiçle işlenmiş Acem kılıçlarını birer birer aldılar.
İşçileri, mabetlerin duvarlarındaki mozaikleri itinayla sökmeye ve iç avludaki somaki taşından yer döşemelerini kırmaya zorladılar. Her şey önceden düşünülmüş, denenmişti ve uygun bir biçimde yapılıyordu. Zafer takındaki bronz eskizleri zarar görmemeleri için işçilere çıkrıklarla söktürdüler ve binayı yağmaladıktan sonra, Jüpiter Capitolinus tapınağının altın kaplama çatısını kölelere kiremitlerle tek tek kaplattılar. Genserik sadece acele yükleyip götürülemeyecek kadar büyük olan bronz sütunları madenlerini alabilmek için çekiçlerle kırdırttı ya da testereyle kestirtti. Sokak sokak, her ev itinayla tamamen boşaltıldı, canlıların evlerinde ne varsa hepsini aldıktan sonra, ölülerin mezarlarını kırdılar. Taş mezarların içinde yatan cansız kadın hükümdarların sönük saçlarından mücevherli tarakları ve üzerlerinde et kalmamış iskeletlerden altın bilezikleri söküp aldılar, cesetlerin üzerindeki metal aynaları ve mühür yüzüklerini gasbettiler; onları öbür dünyaya taşıyacak olan kayıkçının ücretini ödeyebilmeleri için ölülerin mezarlarına konulan bakır paraları bile açgözlü elleriyle çaldılar. Her bir yağmadan elde edilen vurgun ayrı yığınlar hâlinde, önceden belirlenmiş bir yerde bir araya getirildi. Altın kanatlı Nike4 içinde bir azizin kemikleri olan taşlarla bezeli bir sandık ile soylu bir hanımefendinin oyun zarının arasında duruyordu. Gümüş külçeler erguvan rengi kıyafetlerin, şahane döküm camlar kaba metallerin yanına yığılmıştı. Kâtip dik, kuzeyli harflerle soyguna göstermelik bir meşruiyet kazandırmak amacıyla, her parçayı uzun parşömen kâğıdına kaydediyordu; Genserik ise maiyetiyle birlikte karmaşanın içinde topallıyor, asasıyla eşyalara dokunuyor, mücevherleri inceliyor, gülümsüyor ve övgüler sıralıyordu. Büyük bir zevkle arabaların ve kayıkların peş peşe tepeleme doldurulmasını ve şehri terk etmelerini izledi. Ama hiçbir ev yanmamış, hiç kan akmamıştı. Bir maden ocağındaki nakil vagonlarının sakin ve düzenli bir şekilde inip çıkmaları, birinin boş diğerinin dolu olması gibi, on üç gün boyunca araba konvoyları limandan denize, denizden limana gelip gittiler. Dolunca aşağıya indiler, geriye boş çıktılar ve sonra öküzler ve katırlar taşıdıkları yükün altında soluk soluğa kaldılar, zira geçmişe bakıldığında bilindiği kadarıyla hiç on üç gün içinde bu Vandal soygununda olduğu kadar çok ganimet toplanmamıştı.
On üç gün boyunca bin haneli şehirde artık insan sesi duyulmaz olmuştu. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Kimse gülmüyordu. Evlerden gelen telli çalgı sesleri kesilmişti, kiliselerden ilahi sesleri yükselmiyordu. Sadece sabit olanları yerlerinden çıkaran çekiç darbeleri, düşen taşların gümbürtüsü, aşırı yüklenmiş arabaların gıcırtıları, yorulmuş ama sırtlarına gaddarların kırbaçlarının tekrar tekrar indiği yük hayvanlarının boğuk böğürmeleriydi. Bazen insanların kendi korkularından dolayı yiyecek vermeyi unuttuğu köpekler uluyor, bazen de nöbet değişikliği sırasında surlarının üzerinden boru sesleri geliyordu. İnsanlar ise evlerinin içinde soluklarını tutmuşlardı. Dünyayı yenmiş olan şehir düşmüştü ve geceleri bomboş sokaklarda esen rüzgârın sesi, damarlarındaki son kanın aktığını hisseden bir yaralının bitik iniltisine benziyordu. Talanın bu on üçüncü akşamında Roma’nın Yahudi cemaati Tiber’in sol kıyısında, sarı nehrin, aşırı beslenmiş bir yılan gibi tembelce kıvrıldığı o noktada, Mose Abthalion’un evinde toplanmıştı. Kendisi diğerleri gibi cemaatin büyüklerinden biri değildi, kitabı da iyi bilmezdi, yalnızca çalışkan, yaşlı bir adamdı, ancak toplanmak için onun evini seçmelerinin sebebi düzayak atölyesinin diğer dar ve girintili çıkıntılı odalardan daha geniş olmasıydı. On üç günden beri her gün böyle kül rengi ve yorgun yüzleriyle, beyaz kefenlerini giymiş birlikte oturuyor, kapalı kepenklerin gölgesinde, asılı bobinler, boyanmış bezler ve geniş variller arasında boğuk ve neredeyse uyuşmuş bir inatla dualar ediyorlardı. O ana kadar Vandallardan bir kötülük görmemişlerdi. İki veya üç kere soylular ve kâtipler eşliğindeki birlikler, sık sık yaşanan su baskınlarından geriye kalan rutubetin evlerin döşemelerine sünger gibi yerleştiği ve burada sıkıştırılmış taşlardan oluşan cüruflu duvarlardan gözyaşları gibi akmakta olduğu dar ve çukur Yahudi sokağından geçmişti; burada, bu sefillik içinde toplanacak bir ganimet olamayacağını tecrübeli haydutların anlamaları için küçümseyici bir bakış atmaları yetmişti. Burada mermer kaplı sütunlar parlamıyor, kristal kadehler ışıldamıyordu, bronz heykeller ve vazolar da saklanmış olamazdı. Bu yüzden soygun çeteleri adamların önlerinden ilgisizce geçtiler, ateşe verilme ve yağmalanma tehdidi de olmamış oldu. Ancak Romalı Yahudilerin yürekleri yine de sıkıntılıydı ve korkulu bir önseziyle bir araya toplanmışlardı. Zira -nesillerden beri bunu öğrenmişlerdi- yaşadıkları şehrin, yaşadıkları ülkenin başına felaket gelmesinin sonunda onlar için de mutlaka felaket oluyordu. Halklar mutlu olduklarında onları unutur ve dikkate almazdı. Böyle zamanlarda soylular süslenir, binalar inşa eder, gösteriş içinde yaşarlardı; aşağı tabaka da kendini ava ve kumara kaptırırdı. Ancak ne zaman tehlikeli bir durum olsa bundan kendileri sorumlu tutulurdu.
Düşmanların zafer kazanması kötüydü, şehrin yağmalanması kötüydü, ülkeye veba veya başka bir hastalığın gelmesi kötüydü. Çoktan beri dünyadaki bütün kötülüklerin mutlaka kendilerine dönen bir kötülük getirdiğini biliyorlardı; ayrıca kaderlerine isyan edemeyeceklerini de çoktan öğrenmişlerdi çünkü her yerde ve her zaman azınlıktılar ve her yerde ve her zaman zayıf ve güçsüzdüler. Tek silahları duaydı.
Bu yüzden bu karanlık ve tehlikeli yağma günlerinde Roma’nın Yahudileri her akşam gece yarılarına kadar dua ettiler. Zira adil bir insan her zaman kaba kuvvetin galip geldiği adaletsiz ve zalim bir dünyada, dünyadan kopup Tanrı’ya sığınmaktan başka ne yapabilirdi ki? Bu yıllar yıllar boyu hep böyle olmuştu. Kâh güneyden, kâh doğudan ve batıdan sarışın, esmer ve yabancı milletler geliyorlardı ve hepsi de haydutlardı ve bir grup zafer kazanır kazanmaz, hemen başka bir grup da onların üzerine çöküyordu. Dünyanın her yerinde dinsizler savaşıyor ve dindarları barış içinde bırakmıyorlardı. Kudüs’ü, Babil’i, İskenderiye’yi böyle almışlardı ve bugün de Roma aynısını yaşamaktaydı. Durup dinlenilmek istenildiği yerde huzursuzluk, barışın arandığı yerde savaş vardı; kaderden kaçılmıyordu. Bu bozuk dünyadaki tek çare, huzur ve teselli duadaydı. Zira dua harikadır. Korkuyu büyük umutlarla uyuşturur, ruhun korkularına toplu ilahilerle uyku verir, kalbin ağırlığını mırıltıların titreşimleriyle yukarıya, Tanrı’ya çıkarırdı; zor zamanlarda dua etmek bu yüzden iyi, birlikte dua etmek daha da iyiydi çünkü birlikte taşındığında bütün zorluklar hafifler ve birlikte yapılan iyilikler Tanrı katında daha da iyi olurdu. Böylece Roma’nın Yahudileri birlikte oturmuş, dua ediyorlardı. Aynı pencerelerinin önündeki Tiber Nehri’nin akıntılarının durmaksızın kıyıları yıkarken çağıldaması gibi dindar mırıldanmaları adamların sakallarından usulca ve kesintisiz akıp gitmekteydi. Adamlardan hiçbiri diğerlerine bakmıyor ancak yine de yaşlı ve çökmüş omuzları aynı ritimde sallanırken yüz kere, bin kere tekrarladıkları, onlardan önce; bu ürkek ve yakınan mırıltılar karanlık ve mahmur bir rüyadan akıyor gibiydi.
Birdenbire korkuyla irkildiler, aniden bükülmüş sırtları dikleşmişti. Kapının tokmağına dışarıdan sertçe vurulmuştu. Ve her zaman, artık kanlarına işlemişti bu durum, yabancı diyarlardaki Yahudiler aniden olan her şeyden korkarlardı. Zaten geceleyin kapı çalınırsa iyi bir şey olabilir miydi? Mırıldanmalar, makasla kesilmiş gibi durdu; nehrin monoton çağıldamasını sürdürmesi şimdi bu sessizlikte daha belirgin duyuluyordu. Hepsinin boğazları düğümlenmiş, dışarıyı dinliyorlardı. Kapının tokmağına tekrar vuruldu, bir yumruk sabırsızca dış kapıyı sarsıyordu. “Ben açarım.” dedi Abthalion kendi kendine ve ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Masaya yapıştırılmış olan mumun alevi, açılan kapıdan gelen sert hava akımıyla firar etmek istercesine kıvrıldı; alev birdenbire ve şiddetle bu insanların hepsinin kalpleri gibi titredi.
Korkmuş adamlar ancak içeriye geleni tanıyınca yeniden nefes almaya başladılar. Gelen, Hyrkanos ben Hillel’di, imparatorluk darphanesi haznedarı, cemaatin gururu, imparatorluk sarayına girme hakkına sahip olan tek Yahudi idi. Sarayın özel lütfuyla Trastevere’nin dışında oturuyor, renkli şık giysiler giymesine izin veriliyordu; ancak şimdi paltosu parçalanmış, yüzü kirlenmişti. Hemen etrafını sardılar -çünkü bir haber getirdiğini hissetmişlerdi- acele anlatması için sabırsızlanıyorlardı ama söyleyeceklerini daha duymadan rahatsız olmuşlardı çünkü onun heyecanından bir felaket olduğunu sezmişlerdi.
Hyrkanos ben Hillel derin bir nefes aldı. Boğazında bir kelimenin düğümlendiği ve dışarı çıkmak istemediği belliydi. Sonunda inledi:
“Her şey bitti. Onu aldılar. Buldular onu.”
“Neyi buldular? Kimi buldular?” Sorular hepsinin ağzından tek bir çığlık gibi çıkmıştı.
“Şamdanı, Menora’yı. Barbarlar geldiğinde onu mutfaktaki döküntülerin altına gömmüştüm. Kasıtlı olarak diğer kutsal eşyaları -üzerinde göstermelik hamursuz ekmeklerin, gümüş borazanların, arum zambaklarının ve günlüklerin buhurdanlıklarının durduğu sunağı- hazine dairesinde bıraktım çünkü o serserilerin arasından çok kişi hazinemizden haberdardı, her şeyi saklayamazdım. Tapınaktaki eşyalardan yalnızca birisini, Musa’nın şamdanını, Kral Süleyman’ın evinden gelen şamdanı, Menora’yı kurtarmak istedim. Ve hemen tüm hazineleri ele geçirdiler, artık hazine dairesi boşalmıştı, artık aramıyorlardı ve ben kalben hiç değilse tek bir kutsal işareti kendimiz için kurtardığımızdan emindim.
Ama kölelerden biri, ruhu kurusun onun, şamdanı saklarken beni gözetlemiş ve özgür kalmak karşılığında bunu haydutlara söyledi. Adamlara yerini tarif etti, onlar da toprağı kazıp şamdanı çıkardılar. Şimdi artık bir zamanlar en kutsal yerde, Süleyman’ın evinde duran her şey, sunak ve kaplar, papazın alınlıkları ve Menora çalındı. Vandallar bu gece, hemen bu gece şamdanı alıp gemilere götürecekler.”
Bir an için hepsi sustu. Sonra solmuş dudaklardan karmakarışık çığlıklar yükseldi peş peşe. “Şamdan… Eyvah, bir daha… Menora… Tanrı’nın şamdanı… Eyvah, eyvah… Efendimizin masasındaki şamdan… Menora!”
Yahudiler sarhoşlar gibi birbirlerine doğru sendelediler, göğüslerini yumrukluyor, acıdan yanıyormuş gibi kalçalarını tutuyorlar, itinalı yaşlı adamlar gözleri ansızın kör olmuş gibi davranıyorlardı.
Birdenbire güçlü bir ses bağırarak “Susun!” diye buyurdu ansızın ve hepsi hemen sustu. Zira onlara susmalarını emreden cemaatin en yücesi, en yaşlısı, en bilgesi, Kitap’ın ulu tasvircisi, Kab ve Nake, yani Temiz ve Berrak diye adlandırdıkları Haham Elieser’di. Neredeyse seksen yaşındaydı ve bembeyaz sakalı yüzünü pırıl pırıl çevreliyordu. Alnı, sürekli düşünmekten acımasız saban demirinin izleri gibi kırışmış, ancak ormana dönmüş kaşların altındaki gözleri yıldız gibi kalmıştı, şefkatli ve berraktı. Elini kaldırdı, eli inceydi, yazıp çizdiği pek çok parşömen gibi sarımsı ve kırışıktı, sanki kötü bir dumanı uzaklaştırmak ve ciddi konuşmalara yer açmak istercesine gürültüyü dindirmek için havayı eliyle enlemesine yardı.
“Susun!” diye tekrarladı. “Çocuklar bağırır korkunca, adamlar düşünür. Hepiniz oturun ve istişare edelim. Akıl, beden sakinken daha iyi çalışır.”
Adamlar utanarak taburelere ve sıralara oturdular. Haham Elieser usul usul kendi kendine konuşuyordu, sanki kendi kendisine öğüt veriyor gibiydi:
“Bir felaket oldu, büyük bir felaket. Kutsal eşyalarımızı bizden çoktan almışlardı ve Hyrkanos ben Hillel’in dışında hiçbirimizin imparatorun hazinesindekilere bakmamıza asla izin verilmemişti. Ama yine de biliyorduk ki Titus zamanından beri koruma altında, hâlâ orada ve bize yakındılar. Romalı yabancıları kutsal eşyalarımızın binlerce yıldır oradan oraya taşındığını, Kudüs’te ve Babil’de bulunduklarını ama tekrar tekrar vatanına geri döndüğünü düşündükçe daha sevimli buluyorduk; çünkü çalınan eşyalar, artık bizimle aynı şehirde dinleniyorlardı. Ekmeklerimizi kutsal sunağın üstüne koymamıza izin yoktu ama yine de ne zaman ekmeğimizi koparsak bu sunağı düşünüyorduk. Kutsal şamdana ışık yerleştiremiyorduk ama ne zaman bir ışık yaksak, yabancı bir evde ışıksız ve öksüz kalmış Menora’yı düşünüyorduk. Artık kutsal eşyalar bizim değildi ama güvende olduklarını ve korunduklarını biliyorduk. Ve şimdi şamdanın göçü yeniden başlayacak, üstelik düşündüğümüz gibi vatanına değil, alıp uzaklara ve kimsenin bilmediği bir yerlere götürüyorlar onu. Ama sızlanmayalım. Sadece sızlanmak çare olmaz. Gelin her şeyi iyice düşünelim.”
Adamlar başları önlerine eğik, sessizce dinliyorlardı. Yaşlı adamın eli hâlâ sakalında bir yukarı bir aşağı dolanıyordu. Hâlâ yalnızmış gibi kendi kendisine öğüt veriyordu:
“Şamdan saf altından. Tanrı’nın bizim armağanımızın neden böylesine değerli olmasını istediğini sık sık düşünmüşümdür. Neden Musa’dan şamdanın ağır, yedi kollu, aşırı süslemeli, bol çelenkli ve çiçekli olmasını istemiştir? Çoğu zaman bu tehlike yaratır mı diye düşünmüşümdür, zira zenginlik her zaman kötülük getirir ve değerli olan şeyler hırsızları cezbeder. Ama bizim düşüncelerimizin ne kadar kibir dolu olduğunu, Tanrı’nın buyurduğunun bizim bilgimizin ve aklımızın üzerinde bir anlam taşıdığını bir kez daha anlıyorum. Şimdi anlıyorum ki kutsal eşyalarımız sadece değerli oldukları için tüm zamanlarda korundular. Eğer kötü metallerden yapılmış süslemesiz şeyler olsalardı, haydutlar bunları dikkatsizce parçalar, eritir ve bunlardan kılıçlar ya da zincirler yaparlardı. Oysa kıymetli olanı kıymetli olduğu için ancak kutsallıklarını sezmeden muhafaza ettiler. Şimdi bunları haydudun biri ötekinin elinden çekip alıyor ve kimse bunları parçalamaya cesaret edemiyor ve her yolculukları onları Tanrı’ya geri götürüyor.
Şimdi iyice düşünelim. Barbarlar kutsallıktan ne anlar? Sadece şamdanımızın altından olduğunu görüyorlar. Onların açgözlülüklerinden faydalanabilecek olsaydık, şamdanın ağırlığının iki katı, üç katı altın verir, belki şamdanı böylece satın alabilirdik. Biz savaşamayız, biz Yahudilerin gücü sadece fedakârlıktadır. Başka ülkelere dağılmış Yahudilere haber göndermeli, kutsal eşyaları kurtarabilmek için yardım istemeliyiz. Bu sene tapınak bağışına iki katını, üç katını, sırtımızdaki giysiyi, parmağımızdaki yüzüğü vermeliyiz. İsterse altın ağırlığının yedi katına olsun, kutsal eşyayı onlardan satın almalıyız.”
Bir iç geçirme sözünü kesti. Hyrkanos ben Hillel üzgün gözlerini kaldırdı.
“Nafile. Ben denedim bunu.” dedi usulca. “Benim de aklıma ilk gelen düşünce buydu. Haznedarlarına ve yazıcılarına gittim ama hepsi kaba ve sertti. Genserik’e kadar çıkıp yüksek fidyeler önerdim. Beni somurtarak dinleyip ayağıyla itekledi. O an aklım başımdan gitti, onu zorlamak için şamdanın daha önce Süleyman’ın mabedinde olduğunu ve Titus’un zaferinin en harika kazancı olarak Kudüs’ten gizlice getirdiğini söyleyip övündüm. Esas o zaman ne kazandığını anladı barbar ve arsızca güldü; ‘Sizin altınınıza ihtiyacım yok.’ dedi. ‘Ahırların zeminine altın döşetecek ve atlarımın nallarına mücevherler çaktıracak kadar çok şey yağmaladım. Ama bu şamdan gerçekten de Süleyman’ın ise satılık değildir. Titus Roma zaferinde onu önünde taşıdıysa, ben de Roma’yı fethettiğimde önümde taşımalıyım. Sizin Tanrı’nıza hizmet etmişse, şimdi gerçek Tanrı’ya hizmet etmeli. Git!’ dedi ve böylece beni kovdu!”
“Gitmeseydin!”
“Gittim mi ki? Kendimi onun önünde yere atıp dizlerine sarıldım. Ama kalbi ayakkabılarındaki demir çubuklardan daha sertti. Beni bir taşmışım gibi tekmeledi. Sonra uşaklar beni döverek dışarı çıkardılar, ancak hayatımı kurtarabildim.”
Fakat şimdi Hyrkanos ben Hillel’in üstünün başının neden parçalanmış olduğunu anlamışlardı. Ancak şimdi şakağındaki kan izini fark ettiler. Konuşmadan oturdular, öyle sessizdiler ki gecenin içinden durmadan, hiç durmadan yol alan arabaların takırtılarını uzaktan duyuyorlardı; şimdi bir de kulaklarına tuhaf bir şekilde tekrarlanan, kentin bir ucundan öteki ucuna yayılan boğuk, yıkıcı borazan sesleri geliyordu. Sonra bütün gürültü bitti. Hepsi aynı şeyi düşündü: Büyük yağma bitti, şamdan kaybedildi!
Bepul matn qismi tugad.