Kitobni o'qish: «Bir Yüreğin Çöküşü – Bir Kadının Hayatından Yirmi Dört Saat»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
BİR YÜREĞİN ÇÖKÜŞÜ
Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman kaderin güçlü bir tokadı ya da her şeyi sert bir şekilde söküp atan kaba kuvveti gerekmez; hatta gelişigüzel bir sebeple yıkımı yaratmak, onun ele avuca sığmaz şekil verme arzusunu tahrik eder. Biz insanlar yetersiz dilimizde bu ilk ve hafif dokunuşlara, bahane deriz ve onun o küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam bir etkiyle devam eden gücüne şaşar kalırız; bir hastalık nasıl yetersiz bir sebeple ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak her şey gözle görülür hâle geldiğinde ve olaylar başladığında kendisini belli eder. Kader insana dışarıdan dokunmadan çok önce ruhunu ve kanını içten yönetir. İnsanın kendisini tanıması aslında kendisini savunmasıdır ve çoğu zaman boşa giden bir çabadır.
Yaşlı adam -adı Salomonsohn’du ve memleketinde Gizli Komite danışmanı olduğunu söyleyebiliyordu- Paskalya tatili için ailesiyle birlikte geldiği Gardone Oteli’nde şiddetli ağrılar nedeniyle uyandı: Bedeni sanki sert tahtalarla sıkıştırılmış gibiydi, daralan göğsünden güçlükle nefes alıyordu. Yaşlı adam korktu, uzun zamandır safra kesesi krampları oluyordu, doktorların tavsiyesine uyup Karlsbad’da kür yapmaya gideceği yerde, ailesinin isteği üzerine güneye gelmişti. Tehlikeli bir nöbetin geldiği korkusuyla şişman bedenini ürkerek yokladı, ama kısa bir süre sonra -devam eden şiddetli sancıların ortasında- rahatladı: sadece midesi ağrıyordu, herhâlde alışkın olmadığı İtalyan yemeklerindendi veya “Buradaki birçok yolcunun başına gelen zararsız zehirlenmelerden biridir.” diye geçirdi aklından. Rahat bir nefes alarak titreyen eli aşağıya indi, ama basınç henüz geçmemişti ve nefes almasını engelliyordu; bu yüzden biraz hareket etmek için zorla ve inleyerek yataktan kalktı. Gerçekten de ayağa kalkınca, daha ziyade de yürüdüğünde sancısı hafiflemişti. Ancak karanlık odada yürümesi için fazla yer yoktu, ayrıca diğer yatakta uyuyan eşini uyandırmaktan ve gereksiz yere endişelendirmekten de çekiniyordu. Üzerine sabahlığını aldı, çıplak ayaklarına keçe terliklerini giydi ve sancısını azaltmak amacıyla yürümek için el yordamıyla koridora çıktı.
Karanlık koridora açılan kapıyı araladığında ardına kadar açık pencerelerden kilise çanının çaldığını duydu: önce dört kez güçlü bir şekilde, ardından da gölün üzerinde yankı yapan hafif vuruşlarını duydu. Saat sabahın dördüydü.
Uzun koridor tamamen karanlıktı. Ama yaşlı adam gündüzden hatırladığı kadarıyla koridorun dümdüz ve geniş olduğunu biliyordu; bu yüzden ışığı açmaya gerek duymadan, derin derin nefes alarak, göğsündeki sıkışmanın gittikçe azaldığını, yürüyüşün kendisine iyi geldiğini hissederek memnun bir şekilde koridorun başından sonuna kadar bir daha, bir daha yürüdü. Bu yürüyüş ile neredeyse tüm ağrılarından kurtulmuş, tekrar odasına gitmeye yeltenirken duyduğu bir sesle korkudan olduğu yerde kalakaldı. Bir ses vardı; karanlığın içinden bir fısıltı, ince ama yine de anlaşılmaz bir ses. Tabanda bir şeyler çatırdamıştı, sanki birileri bir şeyler fısıldıyor, bir şeyler kımıldıyordu, derken hafif aralık olan bir kapıdan koridorun karanlığına cılız bir ışık süzüldü. Bu da neydi? Yaşlı adam gayriihtiyari bir köşeye sokuldu, merak ettiğinden değil, aksine sadece gecenin bir yarısında uyurgezer gibi dolaşmaya çıktığını birisi görecek olursa duyacağı utanç nedeniyle. Ancak tam o saniye, ışığın koridoru aydınlattığı anda, hiç istemese de beyazlar giymiş bir kadın silüetinin o odadan çıkıp koridorun derinliklerinde kaybolduğunu görür gibi oldu. Ve gerçekten de koridorun sonundaki kapılardan birisinin kapı kolunun hafif sesi duyuldu. Sonra her şey yine karanlığa ve sessizliğe gömüldü.
Yaşlı adam birdenbire sanki kalbine bir şeyler saplanmış gibi sendelemeye başladı. Orada, koridorun sonunda, o kapının kolunun olduğu yerde, orada… Sadece kendi odaları vardı, ailesi için kiraladığı üç odalı daire. Daha birkaç dakika önce odadan ayrılırken eşini derin uykuda bırakmıştı, öyleyse -hayır, yanılmış olamazdı- yabancı bir odada yaşadığı bir maceradan döndüğü anlaşılan o kadın silüeti, henüz on dokuz yaşındaki kızı Erna’dan başkası olamazdı.
Yaşlı adamın tüm bedeni titriyordu, dehşet içinde buz kesmişti. Kızı Erna, o çocuk, o pırıl pırıl, yaramaz çocuğun -hayır, imkânsızdı, yanılmış olmalıydı- yabancı bir odada ne işi olabilirdi? Eğer… Kızgın bir hayvandan kurtulmak ister gibi beynine hücum eden düşüncelerden kurtulmaya çalışıyor, ama kaçarcasına uzaklaşan kadının hayaleti andıran görüntüsü inatla şakaklarına yapışmış, bir türlü bırakmıyor, bir türlü gitmiyordu. Emin olmak zorundaydı. Soluk soluğa, kendisininkinin hemen bitişiğinde bulunan kızının odasının kapısına kadar geldi. Ama durum feciydi, tam burada bulunan o tek kapının altındaki aralıktan cılız bir ışık görünüyor, anahtar deliğindeki aydınlık nokta da her şeyi ortaya koyuyordu. Kızının odasında sabahın dördünde ışık yanıyordu! Ve sonra yeni bir kanıt daha, tam o anda odadaki elektrik düğmesinin kapandığı duyuldu ve dışarıya sızan beyaz ışık hiçbir iz bırakmadan karanlığa gömüldü, -hayır, hayır, burada kendisini aldatmasının bir yararı yoktu- gecenin yarısında yabancı birinin yatağından gizlice kendi yatağına dönen, kızı Erna idi.
Yaşlı adam dehşetten ve soğuktan titremeye başladı, aynı anda bütün vücudundan ter boşanmış ve gözenekleri sırılsıklam olmuştu. Kapıyı kırmak, yumruklarıyla onu, o utanmazı dövmekti aklından geçen ilk şey. Ama ağır bedeninin altındaki bacakları titriyordu. Ancak zorla odasına, yatağına kadar gidecek gücü toparladı ve orada başı yaralı bir hayvan gibi uyuşmuş duygularla yastığına düştü.
Yaşlı adam hiç kıpırdamadan yatağında yatıyordu; gözlerini karanlığa dikmişti. Yanında yatan karısı her şeyden habersiz, kaygısız nefes alıyordu. Aklına ilk gelen şey, karısını sarsarak uyandırmak, korkunç keşfini anlatmak, yüreğini boşaltmak, öfkesini kusmaktı. Ancak o korkunç gerçeği nasıl söyleyebilir, yüksek sesle nasıl kelimelere dökebilirdi? Hayır, asla, asla o kelime dudaklarından çıkmayacaktı. Ama ne yapacaktı? Ne yapacaktı?
Düşünmeye çalıştı. Ama düşünceleri kör yarasalar gibi karmakarışık uçuşuyordu. İnanılır gibi değildi: Erna, gözlerinin içi gülen o terbiyeli çocuk… Kitabının başında küçük pembe parmaklarıyla o zor harfleri güçlükle okumaya çalıştığını görmesi ne kadar zaman önceydi ki? Onu soluk mavi elbisesi içinde okuldan alıp pastaneye götürmesi, onun şekerli dudaklarıyla kendisini öpmesi ne zamandı? Bu daha dün olmamış mıydı? Hayır, yıllar önceydi bunlar… Ama daha dün, gerçekten de dün ona vitrinde en önde parlayan mavi, altın renkli kazağı alması için küçük bir çocuk gibi yalvarmıştı. “Babacığım, lütfen! Lütfen!” Ellerini birleştirmiş ve babasının asla karşı koyamayacağı o kendine güvenli ve neşeli gülümsemesiyle yalvarmıştı… Ve şimdi, şimdi ise babasının kapısından geceleyin sıvışmış, on adım uzakta, yabancı bir erkeğin odasında şuh ve çıplak olarak yuvarlanmıştı.
“Tanrı’m! Tanrı’m!” gayriihtiyari inliyordu yaşlı adam. “Böyle bir utanç! Böyle bir utanç! Gözümden esirgediğim narin çocuğum yabancı bir adamla… Kiminle? Kim olabilir? Ancak daha üç gündür burada Gardone’deyiz ve o buradaki süslü, kendini beğenmiş züppelerden hiçbiriyle daha önce tanışmamıştı, ne o ince kafalı Kont Ubaldi ile ne o İtalyan subayla, ne de Mecklenburglu o biniciyle… Ancak ikinci gün dans ederken tanışmıştı onlarla ve hemen birisiyle… Hayır, ilk burada olamaz, hayır… Çok daha önce başlamış olmalı… Evdeyken… Ve ben hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey fark etmedim, ben ahmak, kafası kopası ahmak! Ama ben zaten onlar hakkında ne biliyorum ki? Bütün gün onlar için çalışıyorum, günün on dört saati iş yerindeyim, tıpkı yıllar önce numunelerle dolu bavulumla trenlerde olduğum gibi… Sadece onlara para getirebilmek için, para, para… Kendilerine güzel elbiseler alabilsinler ve zengin olsunlar diye! Ve akşamları yorgun, bitkin eve döndüğümde, onlar gitmiş olurlardı: tiyatroya, baloya, toplantılara… Ne biliyorum ki onlar hakkında? Bütün gün neler yaptıklarını ne bileyim? Sadece şimdi çocuğumun gece yarısı genç ve saf bedeniyle erkeklerin yatağına girdiğini, tıpkı sokak kadınları gibi… Ah, utanç bu!”
Yaşlı adam inlemeye devam ediyordu. Her yeni düşünce, yarasını daha da deşiyordu. Sanki beyni yarılmış, kanıyor, kırmızı kurtçuklar da içini kemiriyordu.
“Ama neden tüm bunlara tahammül ettim? O, orada, o utanmaz bedeniyle rahat rahat uyurken ben neden hâlâ burada yatıyor ve kendime eziyet ediyorum? Kepazeliğini bildiğimi anlaması için neden hemen odasına girmedim? Neden kemiklerini kırmadım? Zayıf biri olduğum için… Korkak olduğum için… O ikisine karşı hep zayıftım… Yaptıkları her şeye göz yumdum… Kendi hayatımı mahvetmiş olsam da onlara rahat bir hayat sağlayabildiğim için gurur duydum… Parayı tırnaklarımla kazıyarak kazandım, kuruş kuruş… Onları mutlu görmek uğruna ellerimin derisi soyulana kadar kazıyabilirdim… Ama onları zengin eder etmez, benden utanmaya başladılar… Onların gözünde yeterince şık değildim… Fazla cahildim… Nereden eğitim alabilirdim ki? Daha on iki yaşındayken beni okuldan aldılar, para kazanmak zorunda bırakıldım, para kazanmak, para kazanmak… Numunelerle dolu bavulumu taşıdım, köyden köye gittim, sonra da kendi işimi kuruncaya kadar şehirden şehre… Ve tam yükselmiş, kendi evleri olmuştu ki eski, şerefli adımı beğenmemeye başlamışlardı… Eşime, ‘Bayan Salomonsohn!’ demesinler diye, onlar kibarlık taslayabilsinler diye… Komisyon danışmanı, özel danışman unvanı satın almak zorunda kaldım. Kibarlık! Kibarlık! Onların bu kibarlık budalalığına, o ‘kibar’ çevrelerine karşı olduğumda, annemin -nur içinde yatsın- sessiz, mütevazı olduğunu, sadece babam ve bizim için evi çekip çevirdiğini, anlattığımda benimle alay ettiler… ‘Geri kafalısın!’ dediler… ‘Sen çok geri kafalısın babacığım!’ diye alay etti kızım benimle hep… Evet, eski kafalı, evet… Ve şimdi o yabancı erkeklerle yabancı yataklarda yatıyor, benim çocuğum, benim tek çocuğum… Ah, bu nasıl bir utanç, nasıl bir utanç!”
Yaşlı adam göğsünü sıkıştıran acıyla öyle korkunç inledi ki, yanında yatan karısı uyandı. “Ne oldu?” diye sordu uyku mahmurluğu içinde. Yaşlı adam kıpırdamadı ve nefesini tuttu. Ve öylece düşünceleri beynini kurtçuklar gibi kemirirken, acılarının karanlık tabutunda sabaha kadar kıpırdamadan yattı.
Sabahleyin kahvaltı masasına ilk o geldi. İnleyerek oturdu, her lokma midesini bulandırıyordu. “Yine yalnızım.” diye düşündü. “Her zaman yalnız! Sabahleyin ben büroya giderken, ikisi de danslarından, tiyatrolarından yorgun düşmüş, keyiflerini bozmadan tembel tembel uyumaya devam eder… Akşam eve döndüğümde ise onlar çoktan gitmiş olur. Bana orada ihtiyaçları olmaz. Ah, para, o kahrolası para bozdu onları! Para onları bana yabancılaştırdı… Ben salak, bir sürü para kazandım ve o sırada kendimden bile çaldım, kendimi fakirleştirdim ve onların ahlakını bozdum… Anlamsız geçen elli yıl boyunca bir şekilde didindim, bir gün bile kendime ayırmadım ve şimdi yalnızım…”
Gittikçe sabırsızlanıyordu. “Neden gelmiyor? Onunla konuşmak istiyorum, ona söylemek zorundayım… Buradan gitmeliyiz, hemen! Neden gelmiyor? Herhâlde hâlâ yorgundur, ben salağın yüreği parçalanırken o, vicdanı rahat, mışıl mışıl uyuyor… Annesine gelince; saatlerce temizlenir, banyosunu yapmak zorundadır, hazırlanır, manikürünü, saçlarını yaptırır, saat on birden önce aşağıya inmez… Bunda şaşılacak ne var? Böyle bir kadının çocuğundan ne olur? Ah, para, kahrolası para!”
Arkasında hafif ayak sesleri oldu. “Günaydın babacığım, iyi dinlendin mi?” Yan taraftan bir şey yavaşça eğildi, zonklayan şakaklarına ufak bir öpücük değdi. Gayriihtiyari başını geri çekti: Coty parfümünün tatlımsı ağır kokusu iğrençti. Ve sonra…
“Neyin var babacığım? Yine keyfin yok. Bir kahve söyleyelim, garson… Bir de ham and eggs.1 İyi uyuyamadın mı, yoksa kötü haberler mi aldın?”
Yaşlı adam kendisini zorluyordu. Başını eğdi, bakmaya cesareti yoktu ve sustu. Sadece kızının ellerini gördü masanın üzerinde, o sevdiği elleri: Umursamaz, manikürlü elleri, şımarık ince tazıların çimenlerin üzerinde oynadığı gibi beyaz masa örtüsünün üzerinde oynuyordu. Adam titriyordu. Çekinerek bakışlarını dolaştırdı, yumuşak, el değmemiş kollarına, o çocuksu, eskiden kendisine… Ne kadar zaman önceydi? Yatmaya gitmeden önce sık sık babasına sarıldığı kollarına… Kızın yeni süveterinin altında nefes aldıkça hafif inip kalkan göğüslerinin yuvarlaklığını gördü. “Çıplak… Çıplak! Yabancı bir erkekle yuvarlanmak!” diye geçirdi aklından içindeki öfkeyle. “Her tarafını tuttu o adam, elledi, okşadı, kokladı, zevkini çıkardı… Benim canım, benim kanım… Benim çocuğum… Ah, o yabancı serseri! Ah, ah!”
İstemeden inlemişti yine. “Neyin var babacığım?” diye sordu kızı şımarıkça sokulurken.
İçinden “Neyim mi var?” diye gürledi. “Orospu bir kızım var, ama bunu ona söyleyecek cesaretim yok!” Ama sadece belirsiz bir sesle homurdandı: “Hiç! Hiç!” dedi ve kızının meraklı bakışlarıyla karşılaşmamak için, sert bir şekilde gazeteyi eline aldı, sayfalarını açarak yüzüne tuttu, çünkü onunla göz göze geldiğinde, kendisini gittikçe daha güçsüz hissediyordu. Elleri titriyordu. “Şimdi ona söylemeliyim, yalnız olduğumuz süre içinde söylemeliyim.” diye düşünürken eziyet çekiyordu. Ama sesi çıkmıyordu; başını kaldırmaya bile gücü yoktu.
Sonra birdenbire bir hamlede sandalyesini geri itti, ağır adımlarla bahçeye kaçtı; Gayriihtiyari gözünden büyük bir gözyaşının yanağına süzüldüğünü hissetmişti. Ve kızı bunu görmemeliydi.
Yaşlı, kısa bacaklı adam bahçede dolanıp durdu ve gözlerini uzun süre göle dikti. Her ne kadar tuttuğu gözyaşları gözlerini körleştirmişse de, buradaki doğanın güzelliğini yine de görebiliyordu. Gümüş rengindeki ışığın arkasında yeşil bir dalga gibi yükselen servi ağaçlarının siyah taranmış ince çizgileri, açık renkli tepelere ve onların arkasında kalan sarp dağlara bakıyor, tıpkı ciddi adamların, mutlu çocukların önemsiz oyunlarını seyretmesi gibi sert ancak kibirden uzak bakışlarıyla gölün sevimliliğini süzüyordu. Tabiat burada nasıl da parlak, çiçekli, misafirperver bir tavırla yayılmıştı, nasıl da iyi ve mutlu olmaya, Tanrı’nın ebedî kutsal gülümsemesiyle güneye doğru davet ediyorlardı. “Mutluluk!” yaşlı adam karmakarışık, ağırlaşmış başını salladı.
“Burada mutlu olunabilir. Ben de bir kere mutlu olmak, tasasız insanların dünyasının ne kadar güzel olabileceğini hissetmek istedim. Elli sene yazışmalar, hesaplar, pazarlıklar, pazarlamacılıktan sonra, ben de bir defa birkaç güzel gün geçirmek istedim, bir kere, ölmeden önce bir kere… Altmış beş yıl, Tanrı’m, dile kolay! O yaşta, ölümün eli insanın üzerinde oluyor, işte o zaman insana ne paranın ne de doktorların faydası oluyor… Sadece biraz rahat nefes alayım, kendim için de bir şey yapmak istedim… Ama rahmetli babam hep derdi: ‘Bizim gibiler için eğlence yoktur, bizler sırtımızdaki yükü mezara kadar taşırız.’ Dün bir kere olsun ben de rahat olabilirim diye düşünmüştüm. Dün, biraz mutlu bir insan gibi olmuştum, güzel ve temiz çocuğum olduğu için mutluydum, sevinçli olmasına sevinmiştim… Ama Tanrı beni hemen cezalandırdı, hemen elimdekini aldı. İşte şimdi her şey sonsuza kadar kayboldu… Artık kendi çocuğumla konuşamıyorum. Artık gözlerine bakamıyorum, o kadar çok utanıyorum… Hep düşünmek zorunda olacağım, evde, büroda ve geceleri yatakta: Şimdi nerede, neredeydi, ne yaptı? Artık asla huzurla eve gidemeyeceğim, işte orada oturuyor, bana doğru geliyor ve onu öyle genç ve güzel görünce kalbim çarpıyor… Beni öptüğünde, kendi kendime, ‘Dün bu dudaklar kimindi?’ diye soracağım. Benden uzaklaştığında hep korku içinde yaşayacağım, gözlerine her baktığımda hep utanç duyacağım. Hayır, böyle yaşanamaz… Böyle yaşanamaz!”
Yaşlı adam mırıldanarak sarhoş gibi bir o tarafa, bir bu tarafa sendeleyerek yürüyordu. Sürekli göle bakıyor, gözyaşları devamlı sakallarına akıyordu. Burnunun üzerindeki sapsız gözlüğü çıkarmak zorunda kalmıştı, miyop ve yaşlı gözleriyle dar yolda öyle hantal yürüyordu ki o anda oradan geçen bahçıvan çırağı şaşkın bir şekilde öylece durup ona baktı, yüksek sesle kahkaha attı ve şaşkın adamın arkasından İtalyanca komik bir şeyler söyleyip onunla alay etti. Bu durum yaşlı adamı daldığı acılardan çıkardı; gözlüğünü burnuna yerleştirdi, insanların onu fark etmeyeceği bir banka oturmak için bahçenin bir kenarına doğru gitti yavaşça.
Ama tam bahçenin kenarına varmıştı ki sol taraftan duyduğu bir kahkaha onu yeniden korkuttu. Tanıdığı ve şu an yüreğini parçalayan bir kahkahaydı bu. Bu kahkahalar on dokuz yıl boyunca onun müziği olmuştu, kızının o küstah, şuh kahkahası… Bu kahkaha için geceler boyu trenlerin üçüncü mevkilerinde Posen’e ve Macaristan’a kadar gitmişti, sadece onların önüne bir şeyler koymak için, bu tasasız neşenin tomurcuklanması için gerekli toprağı almak için… Sadece bu kahkahayı duymak için yaşamış ve bedenindeki safra kesesini hasta edecek kadar sinirlenmişti. Sadece o sevgili dudaklardaki, o kahkahanın hep çınlaması için. Oysa şimdi bu kahrolası kahkaha kızgın bir testere gibi içini dağlıyordu.
Ama istemese de adamı yine kendine çekiyordu bu kahkaha. Kızı tenis kortundaydı, çıplak elinde tuttuğu raketin hafif bir hareketiyle topu yukarı atıyor ve sonra gelen topu karşılıyordu. Ve her vuruşuyla aynı anda küstah kahkahası mavi gökyüzünde yükseliyordu. Üç erkek hayranlıkla onu seyrediyordu, rahat tenis gömleği içindeki Kont Ubaldi, bedenini sımsıkı saran üniforması içindeki subay ve kusursuz süvari pantolonu içindeki binici bey; üçü de kelebek gibi uçuşan kızın etrafında duran heykeller gibiydiler.
Yaşlı adamın kendisi de gözlerini dikmişti. Tanrı’m, ayaklarını meydanda bırakan bu açık renkli elbisesi içinde ve güneşin ışıldadığı saçlarıyla ne kadar da güzeldi! Körpe bedeni sıçrarken ve koşarken genç eklemleri kendi hafifliklerini nasıl da hissediyor ve bu ritmik coşkulu hâli ile keyif alıyordu. Şimdi beyaz tenis topunu havaya fırlatıyor, sonra bir ikincisini, arkasından da üçüncüsünü; genç kızın ince bedeninin böyle kıvrılıp, yükselmesi, son topu tutması muhteşemdi. Kızını hiç böyle görmemişti, böyle coşan alevlerle, beyaz, uçuşan alevlerle ateşlenmiş gibiydi, alevli bedeninden de gümüş rengi duman yerine sanki kahkahaları çıkmaktaydı. Güney bahçelerinin sarmaşıklarından, ışıldayan gölün yumuşak maviliğinden yükselen bakire bir tanrıçaya benziyordu; bu ince, sert kaslı, heyecanlı oyunda dans eder gibi olan bedeni, evdeyken hiç görmemişti. Hiç, hayır, duvarların sıkıştırdığı şehirde onu daha önce hiç böyle görmemişti, odada ya da caddede sesinin böyle kuş cıvıltısı gibi çıktığını hiç duymamıştı, dünyevi boğuk bir boğazdan neredeyse neşeli bir melodi çıkmaktaydı, hayır, hayır! O hiçbir zaman bu kadar güzel olmamıştı. Yaşlı adam gözlerini dikti, baktı. Her şeyi unutmuştu, sadece bakıyor ve bu beyaz, uçuşan alevi görüyordu. Kızı çevik bir hareketle dönüp soluk soluğa, âdeta uçarcasına bir sıçrayışla son topu da yakalayıp nefes nefese, gülerek gururlu bir bakışla göğsüne bastırmasaydı, yaşlı adam orada öylece durup, kızının o hâlini içine çekercesine sonsuza kadar orada kalacaktı. Kızın topu ustaca yakaladığını seyreden üç adam sanki operada bir arya dinlemişler gibi, “Bravo, bravo!” diyerek kızı alkışladı. Erkeklerin gırtlaklarından çıkan bu sesler, orada duran yaşlı adamı büyülenmiş hâlinden çıkarttı. Bakışlarını öfkeyle onlara dikti.
“İşte, oradalar şerefsizler!” derken yüreğine sanki çekiçle vuruluyor gibiydi. “İşte oradalar! Ama içlerinden hangisi acaba? Bu üçünden hangisi dün gece ona sahip oldu? Nasıl da süslenmişler, parfüm sürmüş, tıraş olmuşlar tembel herifler! Ben onların yaşındayken yamalı pantolonumla büroda oturmak ve ayakkabılarımın topukları eskiyene kadar müşterilerle uğraşmak zorunda olurdum. Ve babaları, belki onlar da hâlâ orada oturmuş, bunlar için tırnakları kanayıncaya kadar çalışmaktalar ama bunlar dünyayı dolaşıyor, Tanrı’nın her gününü boşa geçiriyor, bronzlaşmış, tasasız yüzleri ve açık, arsız gözleri… Böyle olunca zinde ve keyifli olmak kolay, benim kızım gibi kendini beğenmiş birisine birkaç tatlı söz söyleyip yatağa atlamasını sağlamak kolay tabii! Ama bu üçünden hangisiydi, hangisi o? İçlerinden biri, biliyorum, kızımı şimdi bile elbisesinin içinden çıplak görüyor ve ağzının suyu akıyor: ‘O, benim oldu.’ diyor. Kızımın ateşli ve çıplak hâlini biliyor ve aklından, ‘Bugün yine benim olacak.’ diye geçiriyor ve ona göz kırpıyor. Ah o köpek! Öldüresiye kırbaçlayabilirim o köpeği!”
Karşıdan onu fark etmişlerdi. Kızı raketini sallayarak ve gülümseyerek selamladı, erkekler de selam verdi. Adam, teşekkür etmedi, yalnızca dalgın ve kanlanan gözleriyle kızının neşeli ağzına baktı. “Hâlâ kahkaha atabiliyorsun utanmaz ama kim bilir içlerinden biri daha içinden gülüyor ve işte orada duruyor, ‘O yatağında horul horul uyuyan yaşlı aptal Yahudi.’ diye geçiriyordur aklından. Bir bilseydi, yaşlı aptal! Evet, biliyorum, gülüyorsunuz, pis bir kusmuğa basar gibi üstümden geçiyorsunuz. Ama kızım kıvrak ve istekli, koşa koşa yatağınıza geliyor! Annesine gelince; biraz şişman ve süslü püslü, makyajlı ve boyalı ama istense kim bilir o da dans etmek isterdi! Haklısınız köpekler, haklısınız, o kızışmış dişiler, namussuz karılar peşinizden koşarlarsa… Bir başkasının yüreğinin parçalanması sizi neden ilgilendirsin ki? Önemli olan sizin zevk almanız, o namussuz kadınlar sizi tabancayla kurşunlamalı, sizi kırbaçlamalı! Fakat bunu yapan birileri çıkmadığı için haklısınız. Tıpkı kendi kusmuğunu yiyen köpek gibi öfkesini tutanlar varsa… Haklısınız, insan böyle korkak, böylesine acınası korkak olduğu sürece haklısınız… Gidip o utanmazı kolundan tutup sizden uzaklaştırmayınca… Sadece susup orada durup, midem ağzımda, korkak… Korkak… Korkak!” Elleriyle parmaklığa tutundu yaşlı adam, öfkesinden titriyordu. Ve birden ayağının dibine tükürdü ve sendeleyerek bahçeden çıktı.
Yaşlı adam ağır adımlarla küçük kente doğru yürüdü, bir vitrinin önünde birdenbire durdu. Turistlerin ihtiyacını karşılayacak çeşitli eşyalar vardı; gömlekler, ağlar, bluzlar, balık avlamak için malzemeler, kravatlar, kitaplar, fırın kapları öylesine üst üste konulmuş ve bir piramit oluşturmuştu. Fakat onun gözü güzel eşyaların arasında silik kalan bir şeye takıldı; kalın, kaba, sivri ucu demirli, elde tutması zor ama vurdu mu karşısındakini yere indirebilecek boğumlu bir bastona. “Vuracaksın… Vuracaksın o köpeğe!”
Bunu düşünmek bile zevkten başını döndürmeye yetti. Bu keyifle dükkâna girdi ve o boğumlu bastonu ufak bir miktar karşılığında satın aldı. Ve bastonu eline alır almaz, kendisini daha güçlü hissetmeye başladı. Zaten silah fiziksel güçsüzlerin kendilerini güvende hissetmelerini sağlar. Bastonu tuttuğunda adalelerinin sertleştiğini hissetti: “Yere indireceksin! Yere indireceksin o hayvanı!” diye kendi kendine mırıldandı ve farkında olmadan sendeleyerek yürümeyi bıraktı. Adımları yere daha sert, daha sağlam, daha hızlı basmaya başladı. Yürümeye devam etti, kumsal boyunca bir aşağı, bir yukarı yürüdü. Ter içinde kalmıştı ama hızlı yürümekten değil, hırsı yüzünden. Çünkü eli bastonun kalın sapını gittikçe daha sert tutuyordu.
Silahıyla lobinin mavimsi gölgeli serinliğinin içine daldı, öfkeli bakışları hemen görünmez düşmanlarını aradı. Gerçekten de bir köşede, yumuşak hasır koltuklara kurulmuş, bir arada oturuyordu hepsi, ince kamışlarla viski ve sodalarını içiyor, dünyayı umursamadan neşe içinde sohbet ediyorlardı, karısı, kızı ve kaçınılmaz hep yanlarında olan o üç adam: “Hangisiydi o, hangisiydi?” diye içinden geçirirken ağır bastonu iyice sıkıyordu. “Bunların hangisinin kafasını parçalasam? Hangisinin, hangisinin?” Ancak onun böyle huzursuzca aranmasını yanlış anlayan Erna kalkıp yanına geldi: “Buradaymışsın işte babacığım. Her yerde seni aradık. Biliyor musun, Bay Von Medwitz bizi Fiat arabasıyla Dezensano’ya kadar gölün kenarından götürecek.” Bunu söylerken bir taraftan da onu nazikçe masaya doğru götürüyordu ve sanki bu davet için teşekkür etmesini istiyor gibiydi.
Beyler kibarca kalkmış, tokalaşmak için ellerini uzatmışlardı. Yaşlı adam titriyordu. Ama kolunda kızının yumuşak, yatıştırıcı varlığı vardı. İradesini zorlayarak kendisine uzatılan elleri peş peşe sıktı ve sessizce oturdu, bir puro aldı ve diğerleri onu yok sayarak sohbetlerine kaldıkları yerden Fransızca devam edip hep beraber neşeli kahkahalar atarken öfkesini birbirine vuran dişlerinin arasındaki yumuşak tütünden çıkardı.
Yaşlı adam sessizce koltuğa büzülmüş purosunu öyle çiğniyordu ki dişlerinin arası kahverengi sıvıyla doldu. “Hakları var… Hakları var…” diye geçirdi içinden. “Yüzüme tükürmeliler benim! Şimdi bir de elimi uzattım onlara! Üçüne birden ama onlardan birinin o şerefsiz olduğunu biliyorum! Onunla aynı masada sakin sakin oturuyorum… Kafasına bir tane vurmuyorum, hayır, kafasına bir tane vurmuyorum, nezaketle elimi uzatıyorum ona! Haklılar, benimle alay ediyorlarsa çok haklılar! Ve sanki ben hiç yokmuşum gibi kendi aralarında konuşmaları! Sanki ben çoktan toprağın altına girmişim gibi… Oysa ikisi de, Erna da annesi de benim tek kelime Fransızca anlamadığımı biliyor. İkisi de biliyor, ikisi de, ama en azından burada böyle gülünç, böyle korkunç gülünç bir şekilde oturmayayım diye göstermelik bir şey bile sormuyorlar… Onlar için havayım, hava! Rahatsız eden, huzursuz eden biriyim. Utandıkları, ama para getirdiği için atamadıkları biriyim. Para, para, bu pis ve iğrenç para! Vererek ahlaklarını bozduğum para! Tanrı’nın laneti üzerinde olan para! Tek kelime konuşmuyorlar benimle, karım, kendi kızım, sadece bu aylakları, bu züppeleri görüyor gözleri… Onlara nasıl da gülücükler dağıtıyorlar, sanki adamların elleri vücutlarında geziniyormuş da gıdıklanıyorlarmış gibi gülüşüyorlar! Ve ben, ben hepsine katlanıyorum… Burada oturuyor, nasıl güldüklerini dinliyorum ve hiçbir şey anlamıyorum, bir yumruk indireceğime burada oturuyorum. Gözlerimin önünde çiftleşmeye başlamadan önce bastonumu indirip kafalarını dağıtacağıma tüm bunlara izin veriyorum. Burada öyle oturuyorum, sessiz, aptal, korkak… Korkak… Korkak…”
Bepul matn qismi tugad.