Kitobni o'qish: «Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Erika Ewald’in Aşkı – Unutulmuş Düşler»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırt üstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU
Ünlü roman yazarı R., dağlara yaptığı üç günlük rahatlatıcı bir geziden sabahın erken saatlerinde tekrar Viyana’ya dönüp garda bir gazete aldığında şöyle bir tarihe baktı ve o günün doğum günü olduğunu fark etti. Kırk birinci, diye geldi hemen aklına ve bu tespiti ona ne bir mutluluk verdi ne de acı. Çabucak gazetenin hışırdayan sayfalarına göz attı ve bir taksiyle evine gitti.
Uşak, kendisine o yokken gelen iki ziyaretçiyi ve birkaç telefonu bildirdi ve bir tepsiyle biriken postayı getirdi. R., kayıtsızca gelenleri gözden geçirdi, gönderenler ilgisini çektiği için birkaç zarfı açtı; üzerindeki el yazısını tanımadı ve epey kalın gözüken bir mektubu kenara ayırdı. Bu arada çay servisi yapılmıştı, R. koltuğunda rahatça arkasına yaslandı, biraz daha gazetesini ve başka basılı kâğıtları karıştırdı; daha sonra bir puro yaktı ve kenara ayırdığı mektubu aldı.
Yabancı ve huzursuz bir kadının aceleyle yazdığı, mektuptan ziyade bir müsveddeye benzeyen yaklaşık iki düzine sayfa vardı. R. gayriihtiyari acaba içinde açıklayıcı bir yazı var mı diye zarfı bir daha yokladı. Ancak zarf boştu ve içinden çıkan kâğıtlar gibi onun da üstünde ne bir gönderici adresi ne de imza vardı. “Garip…” diye düşündü ve mektubu tekrar eline aldı.
En üste “Sana, beni hiç tanımamış olan sana.” diye yazılmıştı, bir hitap, bir başlık olarak. R. hayretle durdu: Kastedilen kendisi miydi, yoksa hayali bir insan mı? Ansızın merakı uyanmıştı. Ve okumaya başladı:
Çocuğum dün öldü. Üç gün ve üç gece boyunca o küçük, narin hayat uğruna ölümle savaştım, kırk saat süreyle, grip onun zavallı, sıcak vücudunu ateş nöbetleriyle sarsarken, yatağının yanında oturdum. Yanan alnına soğuk bir şeyler koydum, onun o huzursuz, küçücük ellerini tuttum, gece gündüz. Üçüncü akşam yıkıldım. Gözlerim artık dayanamamış, ben farkına varmadan kapanmıştı. Üç veya dört saat boyunca sert sandalyede uyuyakaldım ve bu arada ölüm onu benden aldı.
Şimdi orada yatıyor, o tatlı, zavallı oğlan, daracık çocuk yatağında, öldüğünde nasıl idiyse yine aynı öyle yatıyor; sadece gözlerini, o akıllı bakan, koyu renk gözlerini kapatmışlar, ellerini de beyaz geceliğinin üstünde kavuşturmuşlar ve yatağın dört köşesinde dört uzun mum yanıyor.
Oraya bakmaya cesaret edemiyorum, kımıldamaya cesaret edemiyorum, çünkü mumlar titrediğinde yüzünün ve kapalı ağzının üzerinden gölgeler geçip gidiyor, o zaman sanki yüz hatları kıpırdıyor ve ben onun ölmediğini düşünebilirim, yeniden uyanacağını, ince sesiyle bana çocukça tatlı bir şeyler söyleyebileceğini zannedebilirim. Ama biliyorum, o öldü, bir daha umuda kapılmamak için, bir defa daha hayal kırıklığına uğramamak için artık ona bakmak istemiyorum. Biliyorum, biliyorum, çocuğum dün öldü. Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayan veya her şeyle ve herkesle alay eden sen. Evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve benim hep sevdiğim sen.
Beşinci mumu aldım ve sana bunları yazdığım masanın üzerine koydum. Zira ruhumdakileri haykırmadan ölmüş çocuğumla yalnız kalamam ve bu korkunç saatte seninle değilse kiminle konuşabilirim? Benim için her şey olmuş olan ve şimdi de benim için her şey olan seninle!
Belki de seninle çok açık konuşamıyorumdur, belki beni anlamıyorsundur. Kafam çok bulanık, şakaklarım titriyor ve atıyor, bütün organlarım çok acıyor. Galiba ateşim var, belki de kapı kapı gezen grip şimdi de bana bulaşmıştır ve bu iyi olurdu, çünkü o zaman ben de çocuğumla giderdim ve kendime karşı bir şey yapmak zorunda kalmazdım. Bazen gözlerim kararıyor, belki bu mektubu bile sonuna kadar yazamam ama tüm gücümü toplamak istiyorum, bir kere, sadece bu defa sana anlatabilmek için, sana sevgilim, beni asla tanımayan sana…
Yalnızca sana anlatmak istiyorum, ilk defa sana her şeyi anlatmak istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen bunu hiç bilmedin. Ama benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, organlarımı şimdi böyle hem buz hem ateş gibi sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Yaşamaya devam etmek zorunda kalırsam bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmaya devam edeceğim. Ama mektubum şimdi ellerinde ise, o zaman bil ki, burada artık bir ölü sana hayatını, ilk saatinden canlı olduğu son saatine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Benim kelimelerimden korkma; bir ölü artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de istemez, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de. Senden tek istediğim, şu anda sana anlattığım acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır. Hepsine inan, senden sadece bunu istiyorum: İnsan tek çocuğunun ölüm anında yalan söylemez.
Bütün hayatımı, gerçek anlamda ilk defa seni tanıdığım gün başlamış olan hayatımı anlatmak istiyorum. Senden önce yalnızca bulanık ve karışık bir şeyler vardı, artık derinine inemediğim, hatırlayamadığım, tozlanmış, örümcek ağlarıyla kaplanmış, kalbimin artık hiç tanımadığı nesnelerle ve insanlarla dolu herhangi bir kiler gibi. Sen geldiğinde ben on üç yaşındaydım ve senin şimdi oturduğun evde oturuyordum, yani bu mektubu, hayatımın son nefesini ellerinde tutmakta olduğun evde, dairemiz aynı koridorda, senin dairenin kapısının karşısındaydı.
Bizi artık kesinlikle hatırlamıyorsundur, bir Sayıştay görevlisinin dulunu (hep matem elbiseleri giyerdi) ve onun ergenlik yaşındaki, sıska kızını -çünkü çok sessiz yaşardık, küçük burjuva yoksulluğumuzun derinliklerine gömülmüştük- belki isimlerimizi de hiç duymamışsındır, çünkü dairemizin kapısında isim levhası yoktu ve bize kimse gelmez, kimse bizi sormazdı.
Zaten aradan çok zaman geçti, on beş, on altı yıl, hayır, artık kesinlikle bilmiyorsundur sevgilim, ama ben, ah evet ben, her ayrıntıyı tutkuyla hatırlıyorum, senden söz edildiğini ilk defa duyduğum anı, seni ilk defa gördüğüm günü, ilk saati bile bugün gibi hatırlıyorum, nasıl hatırlamayayım ki, benim için hayat o zaman başlamıştı. Sabret sevgilim, rica ediyorum, sana her şeyi, hepsini en baştan anlatacağım için beni dinleyeceğin bu çeyrek saat yüzünden yorulma, çünkü ben seni bütün bir hayat boyunca sevmekten yorulmadım.
Sen bizim binaya taşınmadan önce senin kapının arkasında çirkin, kötü, kavgacı insanlar yaşardı. Kendileri fakir oldukları için komşudaki fakirlikten, yani bizden nefret ederlerdi, çünkü bizim onların o yerlerde sürünen, kaba saba proleter yaşantılarıyla benzerliğimiz yoktu. Adam ayyaştı ve karısını döverdi; geceleri çoğu zaman devrilen sandalyelerin ve kırılan tabakların gürültüsüyle uyanırdık, bir defasında kadın kanlar içinde, saçları darmadağınık merdivenlere çıkmış, kapılardan fırlayan insanlar polis çağırmakla tehdit edene kadar da sarhoş kocası arkasından bağırıp durmuştu.
Annem en baştan beri onlarla herhangi bir ilişki kurmaktan kaçınmış ve benim de çocuklarıyla konuşmamı yasaklamıştı, çocuklar bu yüzden bunun acısını her fırsatta benden çıkarırlardı. Sokakta karşılaştığımızda arkamdan pis sözler bağırırlardı, bir defasında bana o kadar sert bir kar topu atmışlardı ki, alnımdan kan akmıştı.
Bütün bina ortak bir içgüdüyle bu insanlardan nefret ederdi ve sonra birdenbire bir şey oldu -zannedersem adam hırsızlıktan dolayı hapse atılmıştı- ve kadın pılısını pırtısını toplayarak evden taşınmak zorunda kaldı; hepimiz rahat bir nefes aldık. Birkaç gün boyunca binanın ana kapısında kiralık yazısı asıldı, sonra indirildi ve kapıcıdan bir yazarın, tek başına yaşayan sakin bir beyin daireyi kiraladığı haberi hızla yayıldı. Senin adını ilk defa o zaman duydum.
Birkaç gün sonra boyacılar, badanacılar, temizlikçiler ve duvar kâğıtçıları, evi önceki pis sakinlerinden arındırmak üzere geldiler, yıkıldı, fırçalandı, kazındı, temizlendi, ama annem bütün bunların gürültüsünü duymaktan memnundu, karşımızdaki pis hayatın nihayet sona ereceğini söylüyordu. Seninle taşınma sırasında da karşılaşmadım: Bütün bu çalışmalara, uşağın, yani o ufak tefek, ciddi, kır saçlı yüksek tabaka uşaklarından olan o bey nezaret ediyor, her şeyi sakin bir tavırla ve yukarıdan bakarak yönetiyordu. Hepimizi çok etkilemişti, bunun birinci nedeni kenar mahallede bulunan evimiz için böyle bir yüksek tabaka uşağının çok yeni bir şey olmasıydı, ikinci nedeni ise, kendisini normal hizmetlilerle bir tutmadan ve onlarla arkadaşça sohbetler yapmadan herkese karşı son derece kibar davranmasıydı.
Daha ilk günden annemi bir hanımefendiymiş gibi selamlamaya başlamıştı ve benim gibi bir yaramaza karşı bile her zaman samimi ve ciddiydi. Senin adını söylerken, bunu özel bir saygı ifadesiyle yapıyordu. Sana alışılmış bir hizmet anlayışının çok üzerinde bağlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Ve bundan dolayı onu, o iyi yürekli ve yaşlı Johann’ı ne kadar çok sevmiştim, hem de her zaman senin etrafında olabildiği ve sana hizmet edebildiği için onu kıskandığım hâlde.
Sevgili, bütün bunları sana anlatıyorum, bütün bu küçük, neredeyse gülünç şeyleri sana daha en baştan itibaren o ürkek ve çekingen çocuğu, yani beni nasıl bu kadar etkilediğini anlaman için anlatıyorum.
Daha sen, şahsen benim hayatıma girmeden önce, senin çevrende sanki bir hale, zenginliğin, farklılığın ve sırların oluşturduğu bir atmosfer vardı. Bizler, banliyödeki o küçük binada yaşayanlar (çünkü dar hayatları olanlar, kapılarının dışındaki her yeniliğe karşı meraklıdırlar) sabırsızlıkla senin taşınmanı beklemeye başlamıştık.
Ve bendeki sana yönelik bu merak esas bir öğleden sonra, okuldan eve gelip nakliye arabasının, binanın önünde durduğunu gördüğümde başlamıştı. Eşyalarının çoğunu, ağır parçaları hamallar önceden yukarıya taşımışlardı, şimdi daha küçük parçalar tek tek götürülüyordu; ben her şeyi inceleyebilmek için kapıda durdum, zira senin bütün eşyaların daha önce hiç görmediğim kadar tuhaf ve farklıydı; Hindistan tanrılarının putları, İtalyan heykelleri, çok büyük ve parlak renkli resimler vardı ve en sonunda da kitaplar geldi, hiç tahmin edemeyeceğim kadar çok ve güzel kitap.
Kitapların hepsi kapının önünde üst üste diziliyor, uşak orada onları teslim alıyor, tüy süpürgeyle dikkatlice her birinin tozunu siliyordu. Merakla gittikçe büyüyen yığının çevresinde dolaştım, uşak beni oradan uzaklaştırmadı, ama cesaretlendirmedi de; bu yüzden hiçbirine dokunmaya cesaret edemedim, oysa bazılarının yumuşak derisini hissedebilmeyi çok isterdim. Sadece yan taraftan ürkekçe adlarına baktım: Aralarında Fransızca, İngilizce kitaplar vardı, bazıları da hiç anlamadığım dillerdendi. Zannedersem saatlerce hepsini seyredebilirdim: o sırada annem beni çağırdı.
Daha tanımadan bütün akşam boyunca seni düşündüm. Şahsen benim her şeyden çok sevdiğim ve tekrar tekrar okuduğum sadece bir düzine kadar ucuz, yıpranmış karton ciltli kitabım vardı. Ve şimdi bütün bu harika kitapların sahibi olan ve okuyan, bu dillerin hepsini bilen, zengin ve aynı zamanda da çok bilgili biri acaba nasıl bir insandır sorusu kafamı kurcalıyordu. Sanki dünyevi olmayan derin bir saygı, bu kadar çok kitabın varlığıyla birleşmişti.
Seni kafamda canlandırmaya çalıştım: gözlüklü, uzun beyaz sakalları olan yaşlı bir adamdın, coğrafya öğretmenimiz gibi, sadece ondan çok daha iyi, güzel ve yumuşak birisiydin. Seni kafamda yaşlı bir adam olarak canlandırdığım halde, nasıl olup da daha en baştan aynı zamanda güzel olman gerektiğine inanmış olduğumu bilmiyorum. O zaman, o gece ve daha tanımadan, ilk defa rüyamda gördüm seni.
Ertesi gün taşındın, fakat tüm gözetlemelerime rağmen seni göremedim. Bu, merakımı daha da arttırdı. Nihayet, üçüncü gün, seni gördüm ve şaşkınlığım çok sarsıcı oldu, çünkü çok farklıydın, benim o çocuksu Tanrı/Baba imgemle hiçbir benzerliğin yoktu. Gözlüklü, iyi kalpli, yaşlı bir adam görmüştüm rüyamda ve sonra sen çıkageldin. Sen, hâlâ olduğun gibi sen, yılların üstünden akıp gittiği, o hiç değişmeyen insan! Sırtında açık kahverengi, çok harika spor bir giysi vardı ve bir erkek çocuğunkini andıran, eşsiz hafifliğinle, her defasında basamakları ikişer olarak, merdivenden yukarıya koşmuştun. Şapkanı elinde tutuyordun, böylece aydınlık ve canlı yüzünü, gencecik saçlarını, anlatılması mümkün olmayan bir şaşkınlıkla gördüm: Gerçekten, ne kadar genç, ne kadar hoş, ne kadar esnek ve şık olduğunu görünce, şaşkınlıktan korkuya kapılmıştım.
Ve çok tuhaf değil mi? Daha ilk saniyede hem benim hem de başkalarının sendeki o kendine özgü bir nitelik olarak tekrar tekrar ve her defasında hayretle algıladığımız özelliğinin farkına varmıştım: Sen iki kişiliği olan bir insandın, hem sıcak, hayatı hafife alan, kendini tümüyle oyuna ve serüvene vermiş bir gençtin, hem de aynı zamanda sanatında acımasız bir ciddiliği ve görev bilinci olan, çok okuyan ve eğitimli bir adamdın. Herkesin sende hissettiği garip bir şeyi ben bilinçaltımda algılamıştım, sen ikili bir hayat sürdürüyordun, bir taraftan aydınlık, tamamen dünyaya açık, öteki taraftan ise çok karanlık ve sadece senin bildiğin bir şekilde -bu dipsiz derinliklerdeki ikiliği- senin varlığının sırrını ben, daha on üç yaşında olan çocuk, sihirli bir çekim gücüyle ilk bakışta hissetmiştim.
Şimdi anlıyor musun sevgilim, benim için, bir çocuk için nasıl bir mucize, nasıl cazip bir muamma olmuş olduğunu! Kitaplar yazdığı için, başka ve büyük dünyada ünlü olduğu için saygı duyduğun bir insanın birdenbire genç, zarif bir oğlan çocuğu gibi neşeli ve yirmi beş yaşında bir delikanlı olduğunu keşfetmek! Sana ayrıca söylememe gerek var mı, o günden itibaren evimizde, o fakir çocukluk dünyamda senden başka hiçbir şey ilgilendirmez oldu beni, on üç yaşındaki bir çocuğun bütün o yoğun ısrarcılığı ve inatçılığıyla yalnızca senin hayatının, senin varlığının çevresinde dolanmaya koyuldum. Seni izledim, alışkanlıklarını izledim, sana gelen insanları izledim ve bütün bunlar sana olan merakımı azaltacak yerde sadece arttırdı, çünkü kişiliğinin ikili yapısı bu ziyaretçilerin farklılığında dile geliyordu.
Genç insanlar, onlarla gülüp eğlendiğin, neşelendiğin arkadaşların geliyordu, çoğu dağıtmış üniversite öğrencileriydi bunlar ve sonra otomobillerle gelen hanımlar vardı, bir defasında operanın müdürü olan büyük orkestra şefi geldi, onu o güne kadar sadece uzaktan ve saygıyla kürsüsünün başında izlemiştim, sonra küçük, henüz ticaret okuluna giden ve kapıdan içeriye utangaç bir tavırla süzülüveren kızlar vardı, aslında çok, oldukça çok kadın geliyordu. Bu konuda onlarla ilgili özel bir şey düşünmemiştim, hatta bir sabah, ben okula giderken, yüzünü peçeyle tamamen kapatmış bir hanımın senin evinden çıktığını gördüğümde de bir şey gelmedi aklıma, çünkü henüz on üç yaşındaydım ve seni tutkulu merakımla gözetlerken, içimdeki çocuk kimliğim bunun aşk olduğunun henüz farkında değildi.
Ancak sevgilim, kendimi ne zaman tamamen ve sonsuza kadar sende yitirdiğimi kesinlikle gününe ve saatine kadar hatırlıyorum. Okuldan bir kız arkadaşımla dolaşmış, sonra da binanın kapısında durmuş çene çalıyorduk.
O sırada bir otomobil geldi, durdu ve sen, bugün bile benim için çekiciliği devam eden o sabırsız ve esnek tarzınla hemen arabadan atladın ve kapıya gitmek istedin. Gayriihtiyari sana kapıyı açmak zorunluluğunu duydum ve böylece yoluna çıktım, neredeyse çarpışacaktık. Sen, o yumuşak ve insanı sarmalayan şefkatli bakışınla bana baktın -evet, başka türlü anlatamam- şefkatle gülümsedin ve çok kısık, neredeyse samimi bir sesle konuştun: “Çok teşekkür ederim, fräulein.”1
Hepsi bu kadardı sevgili, ama ben o yumuşak, şefkatli bakışı hissettiğim saniyeden itibaren sana vurulmuştum. Daha sonra, çok geçmeden o insanı kucaklayıcı, hem kendine çeken ve sarıp sarmalayan ama aynı zamanda da karşındakini soyan bakışını, doğuştan, baştan çıkarıcı bir erkeğe has olan o bakışınla, sana değip geçen her kadına, sana satış yapan her tezgâhtar kıza, kapıyı açan her hizmetçiye baktığını, bu bakışın sende bir irade ve eğilim niteliğiyle bilinçli olmadığını, bakışlarının kadınlara duyduğun yakınlığın etkisiyle elinde olmadan yumuşak ve sıcak olduğunu anlayacaktım. Ancak ben, on üç yaşındaki çocuk bunun farkında değildi: Sanki bir ateşin içine düşmüş gibiydim. Bu şefkatin sadece ve tek bana yönelik olduğunu sanıyordum ve o bir an içerisinde ergenliğimin içinde saklı olan kadın artık uyanmış ve o kadın sonsuza kadar sana vurulmuştu.
“Kimdi bu?” diye sordu arkadaşım. Ona hemen cevap veremedim. Senin adını söylemem imkânsızdı: Daha o anda, o tek saniyede adın benim için kutsal bir şey, bana ait bir sır olmuştu. “Ah, bu binada yaşayan bir bey.” diye kekeledim daha sonra beceriksizce. “Ama öyleyse sana baktığında neden kızardın?” diye alay etmişti arkadaşım meraklı bir çocuğun tüm hainliğiyle. Ve onun sırrımı alaylı bir ifadeyle kurcaladığını anladığım içindir ki, yanaklarım daha da fazla kızardı. Utangaçlığımdan dolayı kabalaştım. “Aptal kız!” dedim öfkeyle: onu boğmak istiyordum. Ama o çok daha yüksek sesle ve daha da alaycı bir ifadeyle gülmeye başladı, sonunda çaresiz öfkemle gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissettim. Onu orada bırakıp yukarıya koştum.
O saniyeden itibaren seni sevdim. Biliyorum, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe kadınlar bu kelimeyi çok sık söylemişlerdir.
Ama inan bana, seni kimse o varlık, yani benim kadar, senin için hep öyle kalan ben kadar, bir köle gibi, bir köpeğin sadakatiyle kendisini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey geri planda kalmış bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz; çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umutsuz, kendini hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnız çocuklar tutkularının hepsini koruyabilirler, diğerleri duygularını sosyalleşme atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, samimiyetlerle köreltirler, aşk hakkında çok şey duymuş ve okumuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmış gibi oynar, ilk sigaralarını içen erkek çocuklar gibi, onunla böbürlenirler.
Benim içimi dökebileceğim kimsem yoktu, kimse bana bir şey öğretmiş ve uyarmış değildi, tecrübesiz, bilgisizdim: Bir uçuruma atlarcasına kaderime yuvarlandım. İçimde büyüyen ve dışarı taşan her şey sadece seni biliyordu, sırdaş olarak senin hayalini tanıyordu: Babam çoktan ölmüş, annem sürekli sıkıntılı, emeklilere has korkularıyla neşeyi ebediyen gömmüş ve bana yabancılaşmıştı, okuldaki yarı yozlaşmış kız arkadaşlarım beni dışlıyorlardı, zira benim için son nokta olan tutkuyla oynuyorlardı. Böylece ben de normalde parçalanan ve bölünen ne varsa hepsini, baskılanan ve sabırsızlıkla hep yeniden kabaran tüm benliğimi senin önüne serdim. Sen, benim için, -bunu sana nasıl söylesem? Bu konuda her benzetme yetersiz kalır- sen benim için her şeydin, bütün hayatımdın. Benim için her şey, ancak seninle ilgili olduğu kadar vardı, hayatımdaki her şeyin ancak seninle bağlı olduğu kadar anlamı vardı.
Sen benim bütün hayatımı değiştirmiştin. O güne kadar okulda kayıtsız ve ortalama bir öğrenci iken, birdenbire birinci oldum, senin kitapları sevdiğini bildiğim için gecenin geç saatlerine kadar binlerce kitap okudum, senin müziği sevdiğine inandığım için birdenbire, neredeyse inatçı bir ısrarla ve annemi hayretler içerisinde bırakarak piyano çalışmaya başladım.
Sana hoş ve temiz görünebilmek için giysilerimi temizliyor, tamir ediyor ve (annemin eski bir ev elbisesinden bozma) okul önlüğümün sol tarafındaki eski ve dört köşe lekeden dolayı kendimi çok kötü hissediyordum. Onu fark edip beni aşağılamandan korkuyordum; bu yüzden onu görebileceğin korkusuyla ne zaman titreyerek merdivenlerden yukarıya koşsam okul çantamı lekenin üstüne bastırıyordum. Ama bu ne kadar da aptalcaydı! Çünkü sen bana hiç, neredeyse hiçbir zaman bakmadın.
Ama yine de ben, bütün gün seni beklemekten ve gözetmekten başka bir şey yapmadım. Kapımızda pirinçten küçük bir göz deliği vardı ve bu yuvarlak delikten senin tam karşımızdaki kapın görülebiliyordu. İşte o göz deliği -hayır, gülümseme sevgilim, çünkü ben bugün bile, evet, bugün bile orada geçirdiğim saatlerden utanç duymuyorum!– benim dünyaya açılan gözümdü, o aylarda ve yıllarda orada, o buz gibi soğuk holde, annemi şüphelendirmekten çekinerek, elimde bir kitap her öğleden sonra pusuya yatıyordum, bir çalgı teli gibi gergindim ve varlığının her dokunuşuyla tınlıyordum.
Hep senin etrafındaydım, hep gergin ve hareket hâlinde; ama sen beni ancak cebinde taşıdığın ve karanlıkta sabırla senin saatlerini sayıp ölçen, yollarda sana duyulmayan kalp atışları gibi eşlik eden ve senin aceleci bakışlarınla saniyelerin tıktıklarının ancak milyonda birini gördüğün saatin içindeki yayın gerginliğini hissettiğin kadar hissedebiliyordun. Senin hakkında her şeyi biliyordum, her alışkanlığını, her kravatını ve her takımını tanıyordum, kısa sürede tanıdıklarının kimler olduğunu öğrenmiş ve ayırmaya başlamıştım, onları beğendiklerim ve bana itici gelenler diye sınıflandırıyordum: on üç yaşımdan on altı yaşıma kadar her saatimi sende yaşadım.
Ah, ne delilikler yaptım! Elinin değdiği kapı kolunu öptüm, dairene girmeden önce fırlatıp attığın bir puro izmaritini çaldım ve o benim için dudaklarına değmiş olduğundan kutsal olmuştu. Akşamları yüz kere bir bahane icat ederek, odalarından hangisinde ışık yandığını görmek, böylece de senin varlığını, o görünmeyen varlığını daha da bilerek hissetmek için aşağıya, sokağa koştum. Ve senin yolculukta olduğun haftalarda, -o iyi kalpli Johann’ın kullandığın sarı seyahat çantasını aşağıya taşıdığını gördüğümde kalbim korkudan duracak gibi olurdu- o haftalarda hayatım cansız ve anlamsız olurdu. Suratım asık, canım sıkkın ve kızgın dolanıp durur ve annem ağladığımı belli eden gözlerimden çaresizliğimi anlamasın diye sürekli dikkat etmek zorunda kalırdım.
Biliyorum, bütün bunlar, sana burada anlattıklarımın hepsi garip aşırılıklar ve çocukça çılgınlıklar olarak görünüyor. Aslında bunlardan utanmam gerekirdi, fakat utanmıyorum, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman o çocukça taşkınlıklar esnasında olduğundan daha temiz ve tutkulu olmadı. Saatlerce, günlerce o zamanlar nasıl benim yüzümü neredeyse hiç tanımayan seninle yaşamış olduğumu anlatabilirim, çünkü sana merdivende rastladığımda ve kaçacak yer olmadığında, o yakıcı bakışlarından korkarak, başım eğik, sanki ateş yakmasın diye suya atlayan birisi gibi yanından geçer giderdim.
Saatlerce, günlerce şimdi çoktan uçup gitmiş yılları anlatabilirim, senin bütün hayatının takvimini gözlerinin önüne serebilirim; ama canını sıkmak, sana acı çektirmek istemiyorum. Sadece çocukluğumun en güzel anısını seninle paylaşmak istiyorum ve anlatacağım şey çok önemsiz olduğu için benimle alay etmemeni diliyorum, ancak o zaman çocuk olan benim için o şey bir sonsuzluk gibiydi. Bir pazar günü olmuş olmalıydı. Sen yolculuğa çıkmıştın ve uşağın silktiği ağır halıları dairenin açık duran kapısından içeriye sürüklüyordu. O iyi adamcağız zorlanıyordu bu işi yaparken ve ben de ansızın hissettiğim bir cüretkârlıkla yanına gidip ona, “Yardım edebilir miyim?” diye sordum.
Adam şaşırmıştı, ama izin verdi ve böylece ben de -bilmem söylememe gerek var mı, büyük bir saygıyla, hatta huşu içinde!– evinin içini, dünyanı, yanında oturduğun ve üstünde, içinde birkaç çiçeğin bulunduğu mavi bir kristal vazonun durduğu yazı masanı görebildim, dolaplarını, resimlerini, kitaplarını. Hayatına kaçamak, neredeyse hırsızca bir bakıştı, çünkü sadık Johann, iyice incelememi mutlaka engellerdi, ama ben o tek bakışla bütün atmosferi içime çektim ve böylece hem uyanıkken hem de uyurken seninle ilgili gördüğüm sonsuz rüyalarım için gerekli besini almış oldum.
O dakika, o hızla geçiveren tek dakika, çocukluğumun en mutlu dakikasıydı. İşte o bir dakikayı anlatmak istedim sana, beni hiç tanımayan sana, bütün bir hayatın nasıl sana bağlı olduğunu ve nasıl geçip gittiğini artık anlamaya başlayasın diye anlatmak istedim. Bunu anlatmak istedim sana ve bir de ötekini, maalesef bu olaya çok yakın olan o korkunç saati de anlatmak istedim. Ben -bunu daha önce de söylemiştim- o sıralarda senin yüzünden her şeyi unutmuştum, anneme dikkat etmiyordum ve kimseyle de ilgilenmiyordum. Innsbruck’tan bir tüccar ve annemin uzak bir akrabası olan yaşlıca bir beyin gittikçe daha sık bize geldiğini ve daha uzun zaman kaldığını da fark etmedim, hatta bu, benim için de iyi oluyordu, çünkü bazen adam annemi tiyatroya götürüyordu, ben de yalnız kalabiliyor, seni düşünebiliyor, seni gözetleyebiliyordum ve bu benim en büyük ve tek mutluluğumdu.
Bir gün annem beni biraz sıkılarak odasına çağırdı; benimle ciddi bir şey konuşmak istediğini söyledi. Rengim soldu ve kalbim ansızın deli gibi atmaya başladı; bir şeyler sezmiş, tahmin etmiş olabilir miydi? İlk düşündüğüm sırrım sendin, beni dünyaya bağlayan sır. Ama aslında annemdi sıkılan, beni bir iki kere sevgiyle öptü, (bu, başka zaman hiç yapmadığı bir şeydi) kanepede yanına çekti, sonra çekingen ve tutuk bir tavırla anlatmaya başladı; dul olan akrabası, ona evlenme teklif etmişti ve annem de, her şeyden önce benim yüzümden bu teklifi kabul etmekte kararlıydı.
Kanım, kalbimde daha bir sıcak dolaşmaya başlamıştı: İçimde cevap olarak tek bir düşünce, sana ait düşünce vardı. Sadece “Ama yine de burada kalıyoruz değil mi?” diye sorabildim dilim dolanarak. “Hayır, Innsbruck’a taşınıyoruz, orada Ferdinand’ın güzel bir villası var.” Daha fazlasını duymadım. Gözlerim kararmıştı. Sonradan bayılmış olduğumu anladım; annem kapının arkasında bekleyen üvey babama usulca anlatırken duydum, birdenbire ellerimi açıp geri gitmiş, sonra da kurşun gibi yere yığılmışım.
Bepul matn qismi tugad.