Kitobni o'qish: «Ay Işığı Sokağı – Kadın ve Manzara – Leporella»
Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.
Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.
Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen her şeyle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.
Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.
Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.
Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.
1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.
Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.
Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.
1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.
22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.
Eserleri:
Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…
Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.
AY IŞIĞI SOKAĞI
Gemi fırtına yüzünden gecikip ancak akşamın geç saatlerinde Fransız liman şehrine varabilmiş, Almanya’ya giden gece treni kaçırılmıştı. Bu yüzden yabancı bir yerde beklenmedik bir gün, banliyödeki bir eğlence lokalinde melankolik hanım müziğinden veya tamamen tesadüfen tanışılmış yol arkadaşlarıyla monoton bir sohbetten başka cazip bir şey olmadan geçecek bir akşam vardı. Otelin küçük yemek salonundaki hava dayanılmazdı; yağlı, dumanlı ve ben dudaklarımda hâlâ denizin tuzlu, soğuk ve temiz soluğu olduğundan bu bulanık kirliliği iki kat daha fazla hissediyordum.
Bu yüzden dışarıya çıktım, öylesine aydınlık ve geniş caddeden yürüyerek bir halk orkestrasının çaldığı bir meydana ve sonra yine gezintiye çıkmış insanların rahat rahat aktığı bir yoldan devam ettim. Önceleri bu tanımadığım ve taşra usulü süslenmiş insan selinde yürümek bana iyi geldi ama kısa bir süre sonra bu yabancı insan kalabalığını ve onların kesik kesik gülüşmelerini, bana şaşkın, tanımayarak veya sırıtarak bakan gözleri, beni fark ettirmeden ileriye iten dokunuşları, binlerce küçük kaynaktan gelen ışık ve hiç bitmeyen adım seslerini kaldıramadım.
Deniz yolculuğu hareketli geçmişti ve kanımda hâlâ bir sallanma ve hafif bir çakırkeyiflik duygusu vardı: Hâlâ ayaklarımın altında bir kayma ve sallantı hissediyordum, toprak nefes alırcasına hareket ediyor ve cadde göğe doğru havalanıyor gibiydi. Bu gürültülü kargaşadan dolayı birdenbire başım döndü ve kendimi kurtarmak için ismine bakmadan bir yan caddeye döndüm ve oradan da tekrar anlamsız gürültülerin yavaş yavaş azaldığı daha bir küçüğüne geçtim ve amaçsızca yürüyerek büyük meydandan uzaklaştıkça gittikçe daha karanlık olan ve kılcal damarlar gibi dallara ayrılan yollardan geçtim. Büyük kavisli elektrik lambaları, şu geniş bulvarların ayları gibi olanlar buralarda artık yanmıyordu ve tek tük ışıklandırmaların üstünde nihayet yıldızlar ve bulutlu, siyah gökyüzü görünüyordu.
Limanın yakınlarında, denizciler mahallesinde olmalıydım, bunu bayat balık kokusundan hissediyordum; Şu yosun ve çürümenin tatlımsı kokusu, aynı dalgalarla karaya sürüklenen yosunların koktuğu gibi, bu kendine has kötü kokular ve havalandırılmayan odalar bu bölgelerde günün birisinde büyük bir fırtına kopup onlara nefes getirene kadar böyle kokardı. Bu belirsiz karanlık ve beklenmedik yalnızlık bana iyi geldi, adımlarımı yavaşlattım, şimdi tüm sokakları birer birer incelemeye başladım. Her birisi komşu sokaktan farklıydı, burada birisi huzurlu, orada birisi işveli ancak hepsi karanlıktı ve görünmeyen bir yerden, yer altındaki kaynakları tahmin edilemeyecek gibi mahzenlerin göğsünden gelen boğuk müzik ve insan sesleri ile doluydu. Çünkü hepsi kapalıydı ve sadece kırmızı veya sarı bir ışıkla göz kırpıyordu.
Yabancı şehirlerdeki bu sokakları, bu tüm ihtirasların kirli pazarını, yabancı ve tehlikeli denizlerde yalnız geçirdikleri gecelerden sonra bir geceliğine ve cinsel hayallerini bir saat içinde gerçekleştirmek için buraya gelen denizcilere sunulan baştan çıkartıcı şeylerin çoğunluğunu seviyorum. Bu dar yan sokaklar, büyük şehrin sosyal açıdan düşük bölgelerinde bir yerlerde saklanmak zorundalar, zira onlar kibar insanların oturduğu temiz camlı aydınlık evlerin yüzlerce maskenin arkasına sakladıklarını korkusuzca ve ısrarla söylerler.
Küçük odalardan cazip müzik sesleri gelir, sinemacılar parlak afişlerle tahmin edilemeyecek gösteriler vadeder, kapıların altına saklanmış küçük, dört köşeli ışıklar samimi bir selamla göz kırparak çok belirgin bir davet gönderir, bir kapının ufak bir aralığından altın renginde payetlerle süslenmiş çıplak et parlar. Kafelerden sarhoşların bağrışmaları ve oyuncuların kavga gürültüleri gelir. Denizciler burada karşılaştıklarında sırıtır, donuk bakışları çokça ihtiras yüzünden parlamaya başlar çünkü burada her şey kadınlar ve oyun, içki ve seyir, kirli ve büyük bir maceradan ibarettir. Ancak bunların hepsi çekinerek ama yine de indirilmiş pencere kepenklerinin ardından belirgindir, her şey sadece içeride kalır ve bu sahte gizlilik ve kolay ulaşılabilirlik iki kat daha fazla cazip gelir. Bu caddeler Hamburg’da ve Colombo’da ve Havanna’da hep aynıdır, aynı burada ve orada olduğu gibi lüks caddeler vardır, zira hayatın yukarıdaki ve aşağıdaki biçimi aynıdır. Cinsel zevklerin kuralsız olduğu bir dünyanın son fantastik kalıntılarıdır bu medeni olmayan caddeler, burada hâlâ dürtüler vahşice ve dizginlenmeden dışa vurulur, ihtiraslardan oluşan karanlık bir orman gibidir ve gösterdikleriyle tahrik ederken gizledikleriyle kışkırtır. Rüyalarına girer insanın.
Ve birdenbire kendimi içinde hapsedilmiş gibi hissettiğim bu sokak da böyleydi. Kılıçlarını eğri büğrü kaldırım taşlarında takırdatarak sürükleyen birkaç süvarinin peşine takılmıştım öylesine. Bir bardan kadınlar seslendi onlara, güldüler ve kaba şakalar yaptılar; birisi cama vurdu, sonra bir yerlerden bir ses küfür etti, adamlar yola devam ettiler, gülüşmeler uzakta kaldı ve sonra duyulmaz oldu. Sokak yine sessizleşti, birkaç pencere mat ve puslu ay ışığında biraz parlıyordu.
Durdum ve bana biraz garip gelen bu sessizliği içime çektim, zira arkasında gizemli, şehvetli ve tehlikeli bir şey vınlıyor gibiydi. Belirgin bir biçimde bu sessizliğin bir yalan olduğunu ve bu sokağın bulanık pususunda dünyanın kokuşmuşluğundan bir şeylerin parıldadığını hissediyordum. Durdum, bekledim ve boşluğu dinledim. Artık şehri hissetmiyordum ve sokağı da ne onun ismini ne de kendiminkini biliyordum, sadece burada yabancı olduğumu, bilinmeyen bir yerde harika bir biçimde serbest olduğumu, içimde hiçbir amaç, hiçbir mesaj, hiçbir ilişki olmadığını ve buna rağmen çevremdeki bu karanlık hayatı kendi derimin altındaki kanı hissettiğim gibi yoğun hissediyordum.
Hissettiğim şey hiçbir şeyin benim için olmadığı ama yine de her şeyin benim olduğuydu, yaşadığım ilgisizliğe rağmen çok derin ve çok gerçek şeyler tadıyor olmak müthiş mutluluk veren, iç dünyamın canlı kaynağını oluşturan bir duyguydu ve yabancı yerlerde zevk gibi üstüme çökerdi. Birdenbire, bu boş sokakta öyle etrafı dinleyerek dururken, aynı zamanda da olması gereken herhangi bir şeyi, beni bir uyurgezer gibi boşluğu dinlemekten çıkaracak bir şeyi merakla beklerken, uzaktan ya da bir duvarın arkasından bir yerlerden gelen çok boğuk Almanca bir şarkı söylendiğini duydum. “Freischütz”ün1 o çok basit dizeleriydi: “Schöner, grüner Jungfernkranz”2 Bir kadın sesi söylüyordu, çok kötüydü ama ne de olsa bir Alman şarkısıydı, dünyanın bu yabancı köşesinde Almanca okunduğu için bir bakıma dostça sayılırdı. Şarkı herhangi bir yerde söyleniyordu ama haftalardan beri ilk vatan sözleri olduğu için bir selam gibi hissetmiştim. Burada kim benim lisanımı konuşuyor diye sordum kendime, bu bakımsız ve karışık sokakta kimin içindeki bir hatıra bu basit şarkıyı kalbine hatırlatıyor?
Sesi takip etmeye başladım, kapalı panjurlarıyla yarı uyur gibi duran ama panjurların arkasındaki hayatı ışığın belli ettiği ya da bazen bir elin sallandığı bir ev, bir ev daha ilerledim. Binaların duvarlarında parlak yazılar, bağıran afişler yapıştırılmıştı; aralara saklanmış bir bar viski, bira ve çeşitlerini vadediyordu ama her yer kapalıydı, insanları hem geri çeviriyor hem de davet ediyordu. Ve bu arada -uzaktan birkaç adım sesi duyulurken- nakaratı şimdi tekrar tekrar ve daha tiz bir sesle söyleyen ve gittikçe yakınlaştığım o ses geliyordu ve evi buldum.
Bir an için tereddüt ettim, sonra beyaz tüllerle sıkıca örtülmüş iç kapıya gittim. Ama kararlı bir şekilde kapıya eğildiğim anda koridorun loşluğunda bir şey canlandı, galiba cama iyice yapışmış orayı gözleyen birisiydi, korkuyla irkildi, yüzüne yukarıda asılı olan fenerin kırmızı ışığı vursa da korkudan rengi solmuş, gözleri kocaman açılmış bir adam bana bakıyordu, özür gibi bir şeyler mırıldandı ve sonra sokağın alaca karanlığında gözden kayboldu. Garip bir selamdı bu. Adamın arkasından baktım. Sokaktaki kaybolan gölgesinde ona ait bir şey daha kıpırdar gibi oldu ama belirsizdi. İçeriden o ses hâlâ ve bana daha da tizleşmiş gibi geliyordu. Bu beni cezbetti. Kapıyı açtım ve hızla içeri girdim. Şarkının son sözü bıçakla kesilmiş gibi bitti. Ve korkuyla karşımda bir boşluk hissettim, suskun bir düşmanlık, sanki bir şeyi parçalamıştım. Yavaş yavaş gözüm neredeyse boş gibi olan odaya alıştı, bir dolap ve bir tezgâh vardı, belli ki arkadaki kapıları yarı aralanmış, loş ışıkları ve hazır yataklarıyla esas amacı hemen belli eden diğer odaların girişiydi burası. Masanın ön tarafında bir kız dirseklerini dayamış, masaya yaslanıyordu, makyajlı ve yorgun, tezgâhın arkasında iri yarı ve soluk gri tenli meyhaneci kadın, yanında çirkin sayılmayacak başka bir kız ile duruyordu. Selamım sert bir şekilde odaya düştü, epey sonra bıkkın bir yankı gibi cevap geldi. Böyle boşluğa, böyle gergin ve can sıkıcı bir suskunluğa girmekten rahatsızlık duydum ve hemen oradan çıkıp gitmek isterdim ama sıkılmama bir bahane bulamadım ve çaresiz öndeki masaya oturdum. O sırada görevini hatırlayan kız ne içmek istediğimi sordu ve kaba Fransızcasından Alman olduğunu hemen anladım.
Bir bira ısmarladım, gitti ve göz kapaklarının altından sönen ışıklar gibi bakan yavan gözlerinden daha da ilgisiz o miskin yürüyüşüyle geri geldi. O tür yerlerde âdet olduğu gibi benim kadehimin yanına mekanik bir hareketle kendisi için de bir tane koydu. Kadehini bana kaldırırken boş bakışları yanımdan geçip gitti; böylece ben de onu inceleyebildim. Yüzü hâlâ güzeldi aslında ve hatları düzgündü ama sanki içten gelen bir yorgunlukla maske gibi olmuş ve basitleşmişti; her şey sarkmış, göz kapakları ağırlaşmış, saçları incelmişti; yanakları kötü boyalardan lekelenmiş, makyajı bozulmaya başlamış ve dudaklarına kadar uzanan derin bir kırışıklık oluşturmuştu. Elbisesini de öylesine giymişti, sesi de bitkindi, sigara ve bira yüzünden boğuklaşmıştı. Geneline baktığımda yorgun olan ve sadece alışkanlıktan ve duygusuzca yaşamaya devam eden bir insan olduğunu algılıyordum. Çekinerek ve korkarak bir soru sordum. Bana bakmadan, dudaklarını neredeyse hiç oynatmadan, ilgisiz ve donuk bir ifadeyle cevap verdi. İstenmediğimi hissettim. Arkamdaki meyhaneci kadın esnedi; diğer kız bir köşede oturmuş bize bakıyor ve sanki onu çağırmamı bekliyordu. Aslında gitmek istiyordum ama her yerim ağırlaşmış gibiydi; bu yoğun, için için yanıyormuş gibi olan havada, tayfalar gibi sendeliyordum, merakın ve korkunun esiri olmuş gibiydim; zira bu kayıtsızlık bir biçimde çekiciydi.
Sonra yanımda atılan tiz bir kahkaha beni korkutarak sıçrattı. Aynı anda da titreyen alev ve hava akımı yüzünden arkamdaki kapıyı birisinin açmış olduğunu hissettim. “Sen yine mi geliyorsun?” diye sordu yanımdaki ses, Almanca tiz ve alaylı bir tonda. “Yine evin çevresinde dolanıp duruyorsun, adi herif seni! Gel içeriye, sana bir şey yapmam.”
Döndüm, önce geleni sanki bedeninden ateş çıkıyormuş gibi bağırarak selamlayan kıza baktım, sonra kapıya. Ve kapı daha tam açılmadan titreyen kişiyi tanıdım, biraz önce kapıya yapışmış gibi duran bu insanın yalvaran bakışlarını tanıdım.
Şapkasını bir dilenci gibi utangaç bir tavırla elinde tutuyor ve kadının cırtlak bir sesle ve iri bedenini sarsan kahkahasından ve ona eşlik eden arkadaki tezgâhtaki meyhaneci kadının fısıltılarından dolayı titriyordu.
“Oraya, Françoise’ın yanına otur.” diye azarladı kız, ürkek adımlarla ayağını sürüyerek yaklaşırken zavallıyı. “Görüyorsun, bir bey var.”
Almanca bağırarak söylemişti bunları adama. Hiçbir şey anlamış olmamalarına rağmen meyhaneci kadın ve diğer kız yüksek sesle güldüler ama müşteriyi önceden tanıyor gibiydiler.
“Ona şampanya ver, Françoise, pahalısından, bir şişe!” diye gülerek karşıya bağırdı kadın ve adama yine alaycı bir tavırla: “Eğer senin için pahalı ise dışarıda kal, adi cimri seni! Beni bedava seyretmek istiyorsun, biliyorum, sen her şeyi bedava istiyorsun.” dedi. Bu berbat kahkahayla uzun boylu şahıs sanki eridi, kamburu eğri bir biçimde yükseldi, yüzünü köpekler gibi saklamak istiyor gibiydi, eli şişeye uzanırken titredi ve şarabı koyarken döktü. Devamlı yukarıya, kadının yüzüne yönelmek isteyen bakışları yerden kalkamıyor, tabandaki fayansların üzerinde daireler çiziyordu. Ancak şimdi bu takatsiz yüzü lambanın ışığında daha net gördüm; yıpranmış ve solgundu, kemikli kafasındaki saçları nemli ve inceydi, eklemleri kırılmış gibi sallanıyordu, güçsüz bir zavallıydı ama yine de bir sinsiliği vardı. Ondaki her şey eğri ve yerinden oynamış gibiydi, boynu büküktü ve şimdi bir kere kaldırıp sonra hemen korkarak kaçırdığı bakışlarında hain bir ışık vardı.
“İlgilenmeyin onunla!” diye buyurdu kız bana Fransızca ve beni döndürmek ister gibi kolumu çekti sertçe. “Bu benimle onun arasında eski bir mesele, bugünün meselesi değil.” Ve sonra yine ısırmaya hazırmış gibi dişlerini göstererek adama seslendi, “Burayı dinle, kart hilekâr.” diye bağırdı. “Ne konuştuğumu duymak istiyorsun. Seninle gelmektense kendimi denize atarım dedim.”
Meyhaneci kadın ve diğer kız yine ağızlarını yayarak aptalca gülüştüler. Onlar için alışkın oldukları bir eğlence, her gün tekrarlanan bir şaka gibiydi bu. Ama şimdi diğer kızın sahte bir sevecenlikle adama sokulduğunu ve tatlı sözlerle okşadığını, adamın bunlardan korkup titremesine rağmen karşı koyma cesaretini gösteremediğini görmekten sarsıldım ve adamın bu kargaşa esnasında korkulu, mahcup ve tedirgin bakışları benimkilerle karşılaşınca ürktüm. Şimdi birdenbire miskinliğinden kurtulup canlanmış ve gözleri elleri titreyecek kadar hainlik dolu parlayan yanımdaki kadından iğreniyordum da ayrıca. Masanın üzerine para attım ve gitmek istedim ama kadın parayı almadı.
“Seni sıkıyorsa atarım dışarı o köpeği. İtaat etmek zorunda. Bir bardak daha iç benimle, hadi!”
Bana tutkulu bir sevecenlikle yanaştı; diğer adama işkence etmek için rol yaptığını hemen anlamıştım. Kadın bu hareketlerinin her birisinde adama yan gözle hızlı bir bakış atıyordu ve kadınının her hareketinde adamın uzuvlarının kızgın demirle dağlanır gibi titrediğini görmek benim için çok can sıkıcıydı. Kadına dikkat etmeden gözlerimi sadece adama diktim ve içinin öfke, hiddet, kıskançlık ve şehvetle kabardığına ama kadın başını ona doğru çevirdiğinde hemen sindiğini görünce ürperdim.
Sonra kadın bana iyice sokuldu; bu oyundan aldığı hain bir zevkle titreyen bedenini hissettim, parlak yüzünden gelen kötü pudra kokusundan ve yıpranmış bedeninin buharından tiksindim. Onu yüzümden uzaklaştırmak için bir puro çıkarttım, bakışlarım daha masanın üzerinde bir kibrit ararken kadın adama bağırmıştı bile: “Buraya ateş getir!”
Ben adamdan daha fazla kadının bana hizmet ettirmek için yaptığı bu uygunsuz ve haince istekten korktum ve kendim ateş bulmak için harekete geçtim. Ama kadının sözlerinden kırbaç yemiş gibi olan adam yan yan attığı adımlarla sallanarak geldi ve çakmağını masaya dokunursa eli yanacakmış gibi hızla masanın üzerine bıraktı. Bir an için bakışlarımız karşılaştı: Gözlerinde büyük bir utanç ve müthiş bir mutsuzluk vardı. Ve bu köle bakışı içimdeki insana, kardeşe dokundu. Ben de kadının aşağılamasını hissediyor ve adamla birlikte utanıyordum.
“Size çok teşekkür ederim.” dedim Almanca. Kadın irkildi, “Zahmet etmenize gerek yoktu.” Sonra elimi uzattım. Bir duraksama, adam uzun bir süre duraksadı sonra avucumda nemli, kemikli parmaklar ve birdenbire kasılırcasına şükranla sıkıldığı duygusu. Adamın gözlerime bakan gözleri bir saniye kadar parladı, sonra yine gevşek göz kapaklarının ardına gizlendi. İnadımdan adamı yanımıza oturmaya davet etmeye hazırlanıyordum ancak davetkâr tavrım elimden belli olmuş olacak ki kadın adama hemen: “Git yine otur ve burayı rahatsız etme!” diye buyurdu.
O zaman kadının cırtlak sesinden ve yaptığı bu işkenceden midem bulandı. Bu boğucu batakhanede, bu itici fahişenin ve bu geri zekâlı adamın yanında, bu yoğun bira, sigara dumanı ve ucuz parfüm kokusu içinde ne işim vardı? Açık havaya çıkmak istiyordum. Kadına doğru para uzattım, ayağa kalktım ve kadın gülerek yanıma yaklaşırken hızla geriye çekildim.
Bir insanın alçaltılması için oynanan bu oyunda rol almak beni tiksindiriyordu ve kararlı davranarak kadının beni cinsel olarak ne kadar az tahrik ettiğini açıkça belli ettim. Kadının kanı öfkeyle kabardı, dudağının kenarında hain bir çizgi oluştu ama bir şey söylemekten kaçındı, hızla ve kinini gizlemeden adama döndü; adam ise kendini olabilecek en kötü şeye hazırlamış olarak kadının tehdidi yüzünden kovalanıyormuş gibi aceleyle elini cebine attı ve titreyen parmaklarıyla bir cüzdan çıkardı. Şimdi kadınla yalnız kalmaktan korkuyordu, bu çok belliydi ve acelesinden cüzdanındaki düğümleri çözemiyordu: köylülerin ve basit insanların kullandığı türden örülmüş ve boncuklarla süslenmiş bir cüzdandı bu. Ceplerinde şangırdayan paralarını bir el hareketiyle çıkarıp masanın üzerine atan denizcilerin aksine parasını çabucak harcamaya alışkın olmadığı hemen anlaşılıyordu; belli ki parasını dikkatle sayıp madenî paraları parmaklarıyla tartmaya alışıktı.
“Nasıl da sevgili tatlı kuruşları için titriyor! Çok yavaş mı oluyor? Bekle!” diye alay etti kadın ve bir adım yaklaştı. Adam korkup geriledi, kadın onun korktuğunu görünce omuzlarını kaldırarak ve bakışlarındaki tarif edilemez bir tiksintiyle: “Senden bir şey almam, parana tüküreyim.” dedi. “Kıymetli paracıklarının hepsi sayılı biliyorum, fazladan bir tanesi bile gün yüzüne çıkmamalı. Ama asıl… -kadın birdenbire parmağıyla adamın göğsüne dokundu- Kimse çalmasın diye içine diktiğin kâğıt paracıkların!” Ve gerçekten de bir kalp hastasının kriz geçirirken birden göğsünü tutması gibi, adamın titreyen solgun eli ceketinin belli yerindeki bir noktaya gitti, elleri gayriihtiyari gizli yuvayı yokladı ve sonra rahatlayarak düştü. “Cimri!” diye püskürdü kadın. O anda işkence çeken adamın yüzü birdenbire kızardı, cüzdanını bir hamleyle önce korkudan çığlık atan, sonra gülen ve koşarak kadının yanından geçerek bir yangından kaçıyormuş gibi kapıdan dışarıya fırlayan diğer kıza doğru attı.
Kadın bir an kapıldığı nefret ve öfkenin ateşiyle öylece dimdik durdu. Sonra göz kapakları yine düştü, yorgunluğu gergin bedenini gevşetti. Bir dakika içinde yaşlanmış ve bitkinleşmiş gibiydi. Şimdi bana dönen bakışlarını belirsizlik ve boşluk matlaştırmıştı. Utanacak bir şey yapmış duygusuyla sıkılarak ayılan bir sarhoş gibi öylece duruyordu. “Dışarıda parası için sızlanacak, belki de polise gidip bizim çaldığımızı söyleyecek. Ve sonra yarın yine gelecek. Ama bana sahip olamayacak. Herkes olabilir ama o değil!”
Tezgâha gitti, paraları fırlattı ve bir dikişte bir kadeh konyağı yuvarladı. Gözlerinde yine o kızgın ışık yanıp sönüyordu ama sanki öfke ve utanç dolu gözyaşlarından dolayı şimdi buğulanmış gibiydi. Kadına hissettiğim içimdeki tiksinti acıma duygumu yok etmişti! “İyi akşamlar.” dedim ve çıktım. “Bon soir” diye cevap verdi meyhaneci kadın. Kadın etrafına bakmadan tiz ve alaycı bir sesle kahkaha attı sadece.
Dışarıya çıktığımda sokak sadece geceden ve gökyüzünden oluşuyordu, boğucu ve karanlıktı, ayın ışığı çok uzaklardaydı. Ilık ama sağlam havayı hırsla içime çektim, içimdeki dehşetin yerini kaderlerin çeşitliliği karşısında duyduğum büyük şaşkınlık aldı ve tekrar -gözlerimi yaşartacak kadar beni mutlu eden bir duyguyu- her pencerenin arkasında bir kaderin beklediğini, her kapının bir maceraya açıldığını hissettim yine; bu dünyanın çeşitliliği her yerdeydi ve en pis köşelerde bile böceklerin parlayarak çürümeleri gibi önceden belirlenmiş olaylarla doluydu. O itici karşılaşma artık uzakta kalmış ve gerginliğim yerini yaşananları güzel bir rüyaya dönüştürmek isteyen tatlı bir yorgunluğa bırakmıştı. Bu birbirlerini kesen, karışık dar sokaklar arasından otelimin yolunu bulmak için gayriihtiyari gözlerimle çevreyi araştırdım. O sırada yanımda -duyurmadan yakınıma gelmiş olmalıydı- bir gölge belirdi.
“Affedersiniz -bu mütevazı sesi hemen tanımıştım- ama zannedersem buraları pek bilmiyorsunuz. İzin verirseniz size… Size yolu gösterebilir miyim? Beyefendi nerede kalıyor?..”
Otelimin adını söyledim.
“Size eşlik edeceğim… İzin verirseniz.” diye ekledi hemen yine mütevazı bir tavırla.
Beni yine dehşet sardı. Yanımda sürünürcesine, hayalet gibi, neredeyse hiç duyulmadan atılan ama hemen dibimdeki bu adımlarla, denizciler sokağının karanlığı ve yaşadıklarımın anısı yavaş yavaş değerlendiremediğim ve karşı koyamadığım karmakarışık bir rüyaya benzer bir duyguya dönüşüyordu. Gözlerine bakmadan onlardaki teslimiyeti ve dudaklarının titrediğini hissettim; benimle konuşmak istediğini biliyordum ama duygusal bir sersemlik içinde olduğumdan ve yüreğimdeki merak ile bedenimin uyuşukluğu artarak birbirine karıştığı için bunu ne kolaylaştıracak ne de zorlaştıracak bir şey yaptım. Birkaç defa hafifçe öksürdü, kelimelerin boğazında düğümlendiğini fark ettim ama o kadından gizemli bir şekilde bana geçmiş bir zalimlik hissediyor, adamın utançla ve ruhsal sıkıntıyla boğuşmasından âdeta zevk alıyordum: Ona yardım etmedim, aksine bu kara ve ağır suskunluğun aramızda kalmasına izin verdim. Bu kirli dünyadan kaçmak için attığımız, onun hafif sürünen ve yaşlı, benimse kasten güçlü ve sert adımlarımızın sesleri birbirine karışıyordu. Aramızdaki gerginliği gittikçe daha fazla hissediyordum: Bu suskunluk tamamen içten gelen tiz bir çığlıktı ve çok gerilmiş bir çalgı teli gibiydi ve sonunda -önce çok zorlanarak da olsa- tek bir kelimeyle koptu.
Bepul matn qismi tugad.