Kitobni o'qish: «Şimdi ve Sonsuza Dek »

Shrift:
Sophie Love

Hayatı boyunca romantizm kitaplarının fanı olan Sophie Love, ilk romantik serisini çıkarmaktan ötürü heyecan duyuyor: ŞİMDİ VE SONSUZA DEK (SUNSET LİMANI KONAĞI – 1. KİTAP). Sophie söyleyeceklerinizi duymak istiyor; ona e-posta atmak, e-posta listesine kaydolmak, ücretsiz e-kitap almak, güncellemelerden haberdar olmak ve bağlantıda kalmak için www.sophieloveauthor.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.

Telif Hakkı © 2016 Sophie Love'a aittir. Tüm hakları saklıdır. Bu eserin hiçbir bölümü hiçbir şekilde kullanılamaz, yayınlanamaz veya bir başkasına iletilemez veya yazardan izin alınmadan bir veritabanında saklanamaz veya yüklenemez. Bu e-kitap sadece kişisel zevkler çerçevesinde yararlanılabilir. Bu e-kitap hiçbir şekilde bir başkasına verilemez veya bir başkasıyla paylaşılamaz. Eğer bu e-kitabın içeriğini biriyle paylaşmak isterseniz lütfen bir kopya daha satın alınız. Eğer bu kitabı satın almadıysanız ve okuyorsanız lütfen bu kopyayı sahibine geri verin ve kendiniz için bir başka kopya edinin. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Bu kitapta anlatılan hikaye bir kurgudur. Kurguda geçen isimler, karakterler, işletmeler, örgütler, yerler, olaylar bazen tamamen hayal ürünüdür bazen de kurgusal bir şekilde kullanılmıştır. Hayatta olan veya olmayan herhangi bir kişiye olan benzerlik tamamen rastlantısaldır. Kapakta kullanılan görselin telif hakkı STILLFX'e aittir ve Shutterstock aracılığıyla kitapta kullanım için lisanslanmıştır.

Birinci Bölüm

Emily, muhtemelen bu gece yüzüncü kez, kırışıklıkları açmak için, ellerini elbisenin siyah ipeksi kumaşında gezdirdi.

"Gergin gözüküyorsun," dedi Ben. "Yemeğine neredeyse hiç dokunmamışsın."

Önce, tabağındaki yarı yenmiş tavuğa, sonra da Ben'e bir bakış attı. Ben, özenle doldurulmuş yemek masasında, karşısında oturuyor ve yüzü mum ışığıyla aydınlanıyordu. Yedinci yıl dönümleri için onu New York'taki en romantik restorana getirmişti.

Tabii ki gergindi.

Hele de üç hafta önce çorap çekmecesinde saklı bulduğu, küçük Tiffany's kutusunun bugün öğleden sonra baktığında yerinde olmadığını gördükten sonra. Bu gece nihayet ona evlilik teklif edeceğinden emin hissediyordu.

Bu düşüncenin beklentisi kalbinin hızlı atmasına sebep oluyordu.

"O kadar aç değilim," diye cevapladı.

"Hmm," dedi Ben, biraz endişeli gözüküyordu. "Bu tatlı istemiyorsun anlamına mı geliyor? Benim gözüm tuzlu karamel musta."

Tatlı falan istemiyordu ama birden Ben'in yüzüğü belki de musun içine saklamış olabileceği telaşına kapıldı. Evlilik teklif etmek için biraz klişe bir yöntemdi ama artık yöntemi önemseyecek durumda değildi. Ben'in bağlılıktan korktuğunu söylemek hafif bile kalırdı. Diş fırçasını Ben'in evinde bırakabilmesi için birlikteliklerinin üzerinden iki yıl geçmesi gerekmişti – onun yanına taşınabilmesi için ise dört yıl.

Çocuk yapmaktan bahsedecek olsa, suratı kağıt gibi bembeyaz oluyordu.

"İstiyorsan, mus siparişini ver lütfen," dedi. "Benim hala bir bardak şarabım var."

Ben belli belirsiz omzunu silkti ve gelir gelmez onun boş tabağını ve Emily'nin yarısı yenmiş tavuğunu alan garsonu çağırdı.

Ben, ellerini uzattı ve onun ellerini, ellerinin içine aldı.

"Bugün güzel göründüğünü söylemiş miydim?" diye sordu.

"Henüz değil," dedi sinsice gülerek.

Ben de gülümsedi. "O zaman, güzel görünüyorsun."

Sonra cebine uzandı.

Emily'nin kalbi duracaktı. İşte bu kadardı. Gerçekten oluyordu. Yıllar boyu süren ızdırap ve Budist keşişi misali sabrının karşılığını almak üzereydi. Ben gibi bir adamı asla nikah masasına oturtamayacağını söyleyen ve bundan sanki zevk alan annesine yanıldığını kanıtlamak üzereydi. Son zamanlarda, bir bardak şarap içtikten sonra, Ben ile daha fazla vakit kaybetmemesi çünkü otuz beş yaşın doğru aşkı bulmak için çok da geç olmadığı konusunda onu telkin etmeye çalışan, en yakın arkadaşı Amy'den bahsetmiyordu bile.

Ben, cebinden Tiffany's kutusunu çıkarıp, masanın üzerinden ona doğru uzatırken boğazındaki düğümlenmeyi yuttu.

"Bu nedir?" diyebildi.

"Açsana," dedi sırıtarak.

Dizinin üzerine çökmüyor diye düşündü Emily, ama olsun. Geleneksel olmasına gerek yoktu. Sadece bir yüzük bekliyordu. Herhangi bir yüzük olurdu.

Kutuyu aldı, açtı – sonra kaşlarını çattı.

"Bu… ne…" diye kekeledi.

Şok içinde kutuya bakıyordu. Küçük bir parfüm şişesiydi.

Ben sırıttı, eseriyle gurur duyuyor gibiydi.

"Parfüm sattıklarını ben fark etmemiştim," diye cevapladı. "Sadece pahalı mücevherler satıyorlar sanıyordum. Sıkmamı ister misin?"

Emily, bir anda duygularını kontrol edemedi ve göz yaşlarına boğuldu. Tüm umutları yıkılıyordu. Bu gece teklif edeceğini düşünebildiği için bile salak gibi hissetti.

"Neden ağlıyorsun?" dedi ben kaşlarını çatarak sonra kırgın bir ifade oluştu suratında. "İnsanlar bakıyor."

"Düşünmüştüm ki…" diye kekeledi Emily, gözlerini masa örtüsüne dikerek, "geldiğimiz restorana ve bugünün yıl dönümümüz olmasını göz önünde bulundurarak…" Ağzından kelimeler çıkmıyordu.

"Evet," dedi Ben, sakince. "Bugün bizim yıl dönümümüz ve sana hediye aldım. Beklediğin kadar iyi bir şey değilse üzgünüm, ama sen bana hiçbir şey almamışsın."

"Bana evlilik teklif edeceğini sanmıştım!" Emily, peçetesini masaya fırlatarak ağlamaya başladı.

Odadaki insanlar yemeklerini bırakıp, onlara dönüp baktıkları için odadaki uğultu kesilmişti. Artık umurunda değildi.

Ben'in gözleri korkudan büyümüştü. Bir aile kurmaktan bahsettiği zamankinden bile daha korkmuş gözüküyordu.

"Niye evlenmek istiyorsun ki?" dedi.

Gerçek, Emily'nin yüzüne çarpmıştı. Onu ilk kez görüyormuş gibi yüzüne baktı. Ben asla değişmeyecekti. Asla bağlanmayacaktı. Annesi, Amy, her ikisi de haklılardı. Olmayacağı apaçık bir şeyi bekleyerek senelerini geçirmişti ve bu minik parfüm şişesi de bardağı taşıran son damla olmuştu.

"Bitti," dedi Emily nefes almadan, göz yaşları birden durmuştu. "Gerçekten bitti."

"Sarhoş musun sen?" dedi Ben, kuşkuyla. "Önce evlenmek istiyordun şimdi de ayrılmak mı istiyorsun?"

"Hayır," dedi Emily. "Sadece artık kör değilim. Bu, yani sen ve ben, hiçbir zaman doğru değildi." Ayağa kalktı, peçeteyi koltuğuna bıraktı. "Ben taşınıyorum," dedi. "Bu gece Amy'de kalacağım, yarın da eşyalarımı toplarım."

"Emily," dedi Ben, ona uzanarak. "Bu konu hakkında konuşabilir miyiz?"

"Neden?" dedi. "Kendi evimizi almadan önce bir yedi sene daha beni bekletmen için mi? Ortak bir banka hesabımız olmadan önce bir on yıl daha? Ya da beraber bir kedimiz olması konusunu düşünmen için bir on yedi yıl daha geçmesi için mi?"

"Lütfen," dedi ben sessizce, tatlısını getiren garsona bakıyordu. "Olay yaratıyorsun."

Farkındaydı ama umurunda değildi. Fikrini değiştirmeye niyeti yoktu.

"Konuşacak bir şey kalmadı," dedi. "Bitti. Tuzlu karamel musunun keyfini çıkar."

Ve söylediği son sözlerden sonra, restorandan hızlıca çıktı.

İkinci Bölüm

Emily, parmaklarının bir şey yapmasını, her hangi bir şey yapmasını umarak klavyesine baktı. Gelen kutusuna bir e-posta daha düştü ve ona da boş boş baktı. Ofisteki uğultu bir kulağından girip, diğerinden çıkıyordu. Konsantre olamıyordu. Sersem gibiydi. Amy’nin rahatsız kanepesinde geçen uykusuz gece, her şeyi daha da zorlaştırıyordu.

Bir saattir iş yerindeydi ama bilgisayarını açmak ve bir bardak kahve içmekten başka bir şey yapamamıştı. Aklı tamamen dün geceden hatırladıklarıyla doluydu. Kafasında Ben’in suratı canlanıp duruyordu. Korkunç akşamı düşündüğü her an panik oluyordu.

Telefonunun ışığı yanıp sönmeye başlayınca, milyonuncu kez arayan Ben’in ismini görmek için ekranına baktı. Gene arıyordu. Bu çağrılardan hiçbirini cevaplamamıştı. Şimdi konuşulacak ne olabilirdi ki? Son yedi yılını Emily ile birlikte olup olmak istemediğine karar vermeye çalışarak geçirmişti – şimdi bir son dakika girişimi bir işe yaramazdı.

Ofis telefonu çalmaya başlamıştı, yerinden sıçradı sonra telefonu açtı.

“Alo?”

“Merhaba Emily. Ben on beşinci kattan Stacey. Bu sabahki toplantıya katılman gerektiğiyle ilgili bir not almışım, neden katılmadığını sormak istedim.”

“SİKTİR!” dedi, telefonu indirerek. Toplantıyı tamamen unutmuştu.

Masasından kalktı ve ofisin içinden asansörlere doğru koştu. Delirmiş hali, çocuk gibi fısıldaşmaya başlayan çalışma arkadaşlarını eğlendirmiş gibi gözüküyordu. Asansöre ulaşınca elinin içiyle butona bastı.

“Hadi, hadi, hadi!”

Çok uzun sürmüştü ama sonunda asansör gelmişti. Emily aceleyle içeri girerken dışarı çıkmaya çalışan birine çarptı. Geri çekilirken fark etti ki çarptığı kişi patronu Izelda idi.

“Çok üzgünüm,” diye kekeledi.

Izelda onu baştan ayağa süzdü. “Tam olarak ne için? Bana çarptığın için mi yoksa toplantıya katılmadığın için mi”

“Her ikisi için de,” dedi Emily. “Şimdi oraya geliyordum. Tamamen aklımdan çıkmış.”

Ofisteki herkesin bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. Şu an en son ihtiyacı olan şey topluluk önünde aşağılanmaktı, ki Izelda bunu yapmaktan oldukça zevk alıyordu.

“Bir takvimin var mı?” dedi Izelda kollarını önünde bağlayıp sakince.

“Evet.”

“Nasıl kullanıldığını biliyor musun? Nasıl yazı yazacağını?”

Emily, arkasındaki insanların gülüşlerini bastırmaya çalıştıklarını duyabiliyordu. İlk yapacağı şey bir çiçek gibi boynunu bükmekti. İzleyici kitlesi önünde küçük düşürülmek ona göre kabustu. Birden garip bir netlik hissi geldi, dün gece restoranda olduğu gibi olmalıydı. Izelda saygı duymak ve kaprislerine boyun eğmek zorunda olduğu bir otorite figürü değildi. Sadece yapabildiği herkesten sinirini çıkarmaya çalışan sert bir kadındı. Ve arkasında fısıldaşan çalışma arkadaşlarının da hiçbir önemi yoktu.

Bir farkındalık dalgası Emily’yi adeta aydınlattı. Hayatında hoşlanmadığı tek şey Ben değildi. İşinden de nefret ediyordu. Bu insanlar, bu ofis, Izelda. Bu yerde sıkışıp kalmıştı, aynı Ben’de olduğu gibi. Ve buna daha fazla katlanmayacaktı.

“Izelda,” dedi Emily, ilk kez ona ön adıyla sesleniyordu. “Şimdi dürüst olacağım. Toplantıyı kaçırdım, aklımdan çıktı. Bu dünyadaki en büyük problem olmamalı.”

Izelda ters ters baktı.

“Bu ne cüret!” diye patladı. “Gelecek aya kadar gece yarısına dek, bir şeyleri zamanında yapmayı öğreninceye kadar çalışacaksın!”

Bu sözlerle birlikte Emily’ye omuz atıp, ona sürtünerek gözlerinde rahatlamış bir ifadeyle hızlıca geçti.

Ama Emily henüz rahatlamamıştı.

Emily uzandı ve Izelda’yı omuzundan yakalayarak durdurdu.

Izelda döndü ve yüzünü ekşitti, Emily’nin elini sanki bir yılanmış gibi itti.

Ama Emily durmuyordu.

“Bitmedi,” diye devam etti Emily, sesi oldukça sakindi. “Dünyadaki en kötü şey bu yer. Sensin. Bu salak, küçük, ruh çürütücü iş.”

“Pardon?” diye bağırdı Izelda, suratı sinirden kızarıyordu.

“Beni duydun,” diye cevapladı Emily. “Aslında, eminim herkes beni duydu.”

Emily, omuzunun üzerinden şaşkına dönmüş iş arkadaşlarına baktı. Kimse sessiz, uysal Emily’den böyle bir çıkış beklemiyordu. Ben’in dün geceki “olay yaratıyorsun” uyarısını hatırladı. Ve işte, bir tane daha yaratıyordu. Sadece bu seferkinden zevk alıyordu.

“İşini alıp götüne sokabilirsin Izelda,” diye ekledi Emily.

Arkasındakilerin nefesinin kesildiğini duyabiliyordu.

Asansöre doğru, Izelda’yı geçip gitti ve topuklarının üzerinde döndü. Bunu son kez yaptığını fark etmenin verdiği rahatlıkla zemin katın butonuna bastı ve sonra nutku tutulmuş çalışanların bakışlarını asansör kapısını kapanıp onları yok edene kadar seyretti. Daha önce hiç olmadığı kadar rahatlamış ve hafif hissederek derin bir nefes verdi.

*

Emily evinin merdivenlerini, aslında hiçbir zaman onun evi olmadığını fark ederek hızlıca çıktı. Her zaman Ben’in evinde yaşadığını düşünüp kendini olabildiğince küçük ve dikkat çekmeyecek kılmaya çalışmıştı. Neyse ki işte olduğunu ve onunla uğraşmak zorunda kalmayacağını düşünerek anahtarlarını aradı.

İçeri girdi ve oraya başka gözlerle baktı. Buradaki hiçbir şey onun zevkine uymuyordu. Her şeyin yeni bir anlamı vardı: Ben ile kavga ederek aldıkları korkunç kanepe (Ben galip gelmişti); bir ayağı diğerlerinden kısa olduğu için oynayıp duran ve her zaman atmak istediği salak sehpa; gereksiz büyüklükteki ve haddinden fazla pahalı ve yer kaplayan televizyon (Ben’in ihtiyacı vardı çünkü onu hayatta makul hissettiren ‘tek şey’ olan spor programlarını izlemek istiyordu). Kendi romans kitaplarının nasıl da alt raflara itelendiğini fark ederek raftan birkaç kitap aldı (Ben, her zaman, eğer arkadaşlarının raflarda romans kitapları görürse onun daha az entelektüel birisi olduğundan şüpheleneceklerini düşünürdü – onun tercihleri akademik makaleler ve felsefe idi, gerçi hiçbirini okuduğunu görmemişti.)

Şömine rafındaki fotoğraflara, almaya değer bir şey var mı diye göz attı ve fark etti ki olduğu her fotoğraf Ben’in ailesi ileydi. Şunda yeğeninin doğum günündelerdi, bunda da kız kardeşinin düğününde.  Ailesindeki tek kişi olan kendi annesiyle tek bir fotoğraf olmaması bir yana, Ben ikisiyle hiç yalnız vakit geçirmemişti. Emily birden kendi hayatında bir yabancı olduğunu fark etti. Kendi yolundan gitmektense yıllardır bir başkasının yolunda yürümüştü.

Dairenin içinde, banyoya doğru hızlıca yürüdü. Burası onu gerçekten ilgilendiren şeylerin olduğu tek yerdi – güzel banyo ürünleri ve makyaj malzemeleri. Ama bunlar bile Ben için problemdi. Sürekli olarak ne kadar çok ıvır zıvırı olduğu ve bunlara ne kadar çok para harcadığıyla ilgili söylenip duruyordu.

“Harcadığım kendi param!” diye bağırdı aynadaki yansımasına, bütün eşyalarını bir torbaya doldururken.

Banyoda oradan oraya koşturup yarı dolu şampuan şişelerini torbasına doldururken deli bir kadın gibi göründüğünün farkındaydı ama umurunda değildi. Ben ile olan hayatı yalandan başka bir şey değildi ve bundan olabildiğince çabuk kurtulmak istiyordu.

Yatak odasına geçti ve yatağın altından valizini çıkardı. Tüm kıyafetlerini ve ayakkabılarını çabucak içine doldurdu. Eşyalarını toplamayı bitirdiğinde valizi sokağa kadar sürükledi. Sonra, final bitirişi olarak, daireye geri döndü ve anahtarı Ben’in “hassas” sehpasının üzerine bıraktı ve çıktı, hiç dönmemek üzere.

Kaldırımda beklerken her şeyin bittiğini henüz anlamıştı. Birkaç saatlik bir zaman dilimi içerisinde kendini evsiz ve işsiz bırakmıştı. Yeniden bekar olmak tamamdı ama bütün hayatına son vermek biraz farklı bir konuydu.

Küçük panik ataklar etrafını sarmaya başlamıştı. Telefonunu çıkarıp Amy’nin numarasını tuşlarken elleri titriyordu.

“Selam, n’aber?” dedi Amy.

“Çılgınca bir şey yaptım,” diye cevapladı Emily.

“Devam et…” dedi Amy.

“İşten ayrıldım.”

Amy’nin tuttuğu nefesi verdiğini duydu.

“Oh, çok şükür,” diyordu arkadaşının sesi. “Ben’le barıştığını söyleyeceksin sanmıştım.”

“Hayır, hayır, tam tersi. Eşyalarımı topladım ve evden ayrıldım. Sokakta evsiz gibi duruyorum şu an.”

Amy gülmeye başladı. “Nasıl göründüğünü hayal edebiliyorum.”

“Komik değil!” Emily öncekinden daha panikli cevaplamıştı. “Şimdi ne yapacağım? İşten ayrıldım. İşim olmadan bir ev de tutamayacağım.”

“Biraz komik olduğunu itiraf etmek zorundasın,” dedi Amy kıkırdayarak. “Hepsini buraya getir” diye de ekledi soğukkanlı bir ses tonuyla. “İşleri yoluna koyana dek benimle kalabileceğini biliyorsun.”

Ama Emily istemiyordu. Hayatının en güzel yıllarını başkasının evinde, kendi evinde misafir gibi hissettirilerek, orada olması Ben’in ona yaptığı bir iyilikmiş gibi geçirmişti. Bunu daha fazla istemiyordu. Kendi iki ayağı üzerinde durmak ve kendi hayatını yaratmak zorundaydı.

“Teklifin için teşekkürler,” dedi Emily, “ama bir süre için kendimle kalmalıyım.”

“Anladım,” diye cevapladı Amy. “O zaman ne yapacaksın? Şehri bir süreliğine terk etmek? Aklını toplamak?”

Bu Emily’yi düşündürmüştü. Babasının Maine’de bir evi vardı. Çocukken yazları orada kalırlardı ama yirmi yıl önce ortadan kaybolduğundan beri boş duruyordu. Eskiydi, bir karakteri vardı, ve bir nokta da mükemmeldi; yani tarihi açıdan bakıldığında, bir evden daha çok kötüye giden bir pansiyona benziyordu.

Eskiden de durumu vasatın altında olan evin, yirmi yıl boyunca terk edildikten sonra, şimdi daha iyi durumda olmayacağını biliyordu Emily; üstelik şimdiki boşluğu eskisiyle aynı olmayacaktı – ya da artık o çocuk değildi. Yazın yanından geçmediğimizden bahsetmeye gerek bile yoktu. Aylardan şubattı!

Ve birden birkaç günlüğüne, onun olan (kısmen) bir yerde  sadece verandada oturup okyanusa bakma fikri çok romantik gelmişti. Hafta sonu için New York’tan ayrılmak kafasını temizlemek ve bundan sonra ne yapacağına karar vermek için harika bir yoldu.

“Kapatmalıyım,” dedi Emily.

“Bekle,” diye cevapladı Amy. “Önce nereye gideceğini söyle!”

Emily derin bir nefes aldı.

“Maine’e gidiyorum.”

Üçüncü Bölüm

Eski, terk edilmiş ve hırpalanmış arabasının park halinde durduğu, Long Island City’deki uzun dönem otoparka ulaşmak için Emily’nin birkaç metroya birden binmesi gerekmişti. Bu şeyi sürmeyeli yıllar olmuştu çünkü Ben her zaman kendi değerli Lexus’unu gösterebilmek için sürücü olma görevini üstlenmişti ve şimdi bu devasa, gölgeli otoparkta, valizini arkasında sürükleyerek yürürken arabayı kullanıp kullanamayacağını merak ediyordu. İlişkisi yüzünden elinden kaymasına izin verdiği bir başka şey de buydu.

Buraya – şehrin dışında kalan bu otoparka – gelmek için yaptığı yolculuk sonsuza dek sürecek gibi gelmişti. Arabasına doğru yürürken ayak sesleri buz gibi otoparkta yankılanıyor ve gitmeye devam edebilmek için oldukça yorgun hissediyordu.

Yanlış mı yapıyorum? diye düşündü. Geri mi dönmeliydi?

“İşte burada.”

Emily, hırpalanmış arabasına doğru, sempatik olmaya çalışarak gülümseyen görevliyi görmek için, döndü. Adam, uzandı ve anahtarlarını elinde salladı.

Önünde hala sekiz saatlik bir yolculuk olduğunu düşünmek onu yoruyor, imkansız gözüküyordu. Zaten hem fiziksel hem de mental olarak yorulmuş durumdaydı.

“Anahtarları alacak mısınız?” diye sordu adam sonunda.

Emily daldığını fark etmemişti, gözlerini kırptı.

Bunun ne kadar önemli bir an olduğunu bilerek orada durdu. Çöküntüye uğrayıp eski hayatına geri mi dönecekti?

Yoksa önüne bakabilecek kadar güçlü mü olacaktı?

Sonuç olarak kötü düşünceleri savuşturdu ve güçlü olmaya kendini zorladı. En azından şimdilik.

Anahtarları aldı ve bir zafer kazanmış gibi arabasına doğru yürüdü, adam yürürken cesaretli ve rahat gözükmeye çalışıyordu ama içten içe arabanın çalışmayacağından endişeleniyordu – çalışsa bile nasıl kullanılacağını hatırlayamamaktan.

Buz gibi olmuş arabaya oturdu, gözlerini kapattı ve kontağı çevirdi. Eğer çalışırsa, bu bir işaretti. Eğer çalışmazsa, geri dönecekti.

Bunu kendine itiraf etmekten nefret ediyordu ama içten içe çalışmamasını istedi.

Anahtarı çevirdi.

Çalışmıştı.

*

Biraz dengesiz bir şoför olmasına rağmen hala yapacağı temel şeyleri hatırlıyor olması Emily’yi hem rahatlatmış hem de şaşırtmıştı. Tek yapması gereken gaza basmak ve gitmekti.

Dünyanın yanından akıp gittiğini görmek özgürleştiriciydi ve yavaş yavaş kendine geliyordu. Hatta hatırlayıp radyoyu bile açmıştı.

Radyo yüksek sesle çalışıyordu, camlar açıktı ve Emily direksiyonu sıkı sıkı tutuyordu. Aklındaki görüntüsünde, 1940’ların siyah beyaz filmlerinden fırlamış gibiydi, rüzgar mükemmel yapılı saçlarını yalayıp geçiyordu. Gerçekte ise dondurucu Şubat havası burnunu vişne gibi kızartmış saçlarını ise darmadağın etmişti.

Kısa bir süre içerisinde şehirden çıktı, kuzeye yaklaştıkça yol kenarlarında dört mevsim yeşil kalan ağaçların sıklığı artıyordu. Yanlarından hızla geçerken ne kadar güzel olduklarını düşündü bir süre. Kendini ne kadar da çabuk şehir yaşamının itiş kakışına kaptırmıştı. Doğanın güzelliğine gerçekten kendini bırakmadığı kaç sene kayıp gitmişti acaba ellerinden?

Kısa süre sonra, şerit sayıları artan yollar daha da genişledi ve işte otoyoldaydı. Motorun devrini arttırdı, eski arabasını hızlanmaya zorlayarak, hızın verdiği büyüyle canlı hissediyordu. Arabalarında giden tüm diğer insanlar, başka bir yere, kendi yolculuklarına çıkmışlardı, ve o, Emily, en sonunda o da kendininkine gidiyordu. Hızını cesaret edebildiği kadar artırıp, arabayı ileri sürerken heyecan tüm vücudunu sarmıştı.

Yollar tekerlerinin altında geride kaldıkça, kendine olan güveni artıyordu. Connecticut eyalet sınırını geçtikçe, gerçekten gidiyor olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordu. İşi, Ben, tüm yüklerinden sonunda kurtulmuştu.

Kuzeye gittikçe daha da soğuk oluyordu ve Emily sonunda pencerenin açık olması için fazla soğuk olduğunu kabullenmişti. Pencereyi kapattı, havaya daha uygun bir şeyler giymiş olmayı ümit ederek ellerini birbirine sürttü. New York’u işte giydiği takım elbisesiyle terk etmiş, yolda gelen kontrol edemediği bir dürtüyle de ceketini ve stilettolarını camdan dışarı atmıştı. Şimdi üzerinde yalnızca ince bir gömlek vardı ve çıplak ayak parmakları buz küplerini dönmüş gibi gözüküyorlardı. Dikiz aynasındaki görüntüsüne bakar bakmaz 1940’lar film imajı yerle bir olmuştu. Berbat görünüyordu. Ama umursamıyordu. Özgürdü ve önemli olan tek şey buydu.

Saatler geçmişti ve Connecticut artık mazideki bir hatıra, daha iyi bir geleceğe giden yoldaki bir duraktan ibaretti. Massachusetts arazisi çok daha açıktı. Her mevsim yeşil kalan ağaçların koyu yeşilinin yerine, buradaki ağaçlar yapraklarını dökmüş, her iki yanında zayıf iskeletler gibi duruyorlar, diplerinde kar ve buzun ip uçlarını barındırıyorlardı. Emily’nin tepesinde, gökyüzü renk değiştiriyor, açık maviden bulanık bir griye dönüyordu, bu da Emily’ye Maine’e vardığında gece olacağını hatırlattı.

Worcester’dan geçiyordu, buradaki binaların çoğu uzun, ahşap levha ile kaplanmış ve pastel renklere boyanmıştı. Emily buradaki insanların yaşantılarını ve tecrübelerini merak ediyordu. Evden uzaklaşalı sadece birkaç saat olmuştu ama şimdiden her şey ona yabancı gözüküyordu – bütün olasılıklar, yaşayabileceği, olabileceği ya da ziyaret edebileceği bütün yerler. Tek tip bir hayatı yaşayarak, eski, tanıdık rutine devam ederek, her gün ama her gün bir önceki günü tekrar ederek ve daha fazlasının olmasını bekleyerek, bekleyerek ve bekleyerek nasıl yedi yılını geçirmişti. Bunca zaman, hayatının bir sonraki bölümüne geçebilmek için, Ben’in kendine çeki düzen vermesini beklemişti. Ama, başından beri, kendi hikayesinin itici gücü olacak kudreti vardı.

Kendini 290 numaralı yoldan 495 numaralı yola dönen bir köprünün üstünde buldu. Olağanüstü güzellikteki ağaçlar yerini sarp kayalıklara bırakmıştı. Karnı guruldamaya başlamıştı, öğlen yemeği saatinin gelip geçtiğini ama hiçbir şey yemediğini hatırladı. Bir dinlenme tesisinde durmayı düşündü ama Maine’e bir an önce varma düşüncesi ağır basıyordu. Oraya vardığında da yiyebilirdi.

Saatler geçiyordu ve o da New Hampshire eyalet sınırını geçmişti. Gökyüzü açık, yollar genişti, her iki tarafındaki tarlalar göz alabildiğince uzanıyordu. Emily dünyanın ne kadar büyük olduğunu, içinde gerçekten kaç kişinin yaşadığını düşünmeden edemedi.

Her şeyin iyi olacağı düşüncesi onu, üzerinden inişe yaklaştıkça motorları gümbürdeyen uçakların baskın yaparcasına geçtiği, Portsmouth’a kadar getirmişti. Hızlandı, çevre yolunun her iki tarafındaki bankların buzla kaplandığı bir sonraki kasabayı geçti, sonra Portland’a doğru yol, bir trenin yanından akmaya başladı. Emily her şeyi en küçük ayrıntısına kadar dikkate alıyor ve dünyanın boyutlarını düşündükçe dehşete kapılıyordu.

Portland’dan çıkmasını sağlayacak köprünün üzerinde hızlandı, umutsuzca arabayı durdurmak ve okyanusa bakmak istedi. Ama hava kararıyordu ve Sunset Limanı’na gece yarısından önce varmak istiyorsa bastırması gerektiğini biliyordu. Daha en az üç saatlik yolu vardı ve göstergelerinin olduğu paneldeki saat 21:00’i gösteriyordu. Midesi gene onu protesto ediyor, kaçırdığı öğle yemeği bir tarafa, akşam yemeği için de onu azarlıyordu.

Vardığında yapmak istediği her şey bir tarafa, en çok yapmak istediği şey gider gitmez bütün gece uyumaktı. Tükenmişlik hissi çökmeye başlamıştı; Amy’nin kanepesi pek rahat sayılmazdı, tabii tüm gece içinde bulunduğu duygu karmaşasından bahsetmiyordu bile. Ama, Sunset Limanı’ndaki evde, anne ve babasının mutlu günlerinde kaldığı ana yatak odasındaki koyu renkli meşeden sayvanlı karyola onu bekliyordu. Bütün yatağın onun olacağı fikri çok çekiciydi.

Kar yağma olasılığına rağmen, Emily Sunset Limanı’na dek otoyoldan çıkmaya karar verdi. Babası daha az kullanılan yola düşkün olmuştu hep – Maine’nin o kısmındaki, okyanusa dökülen sayısız nehrin etrafından dolanan yol.

Otoyoldan çıktı, en azından hızını düşürdüğü için rahatlamıştı. Yollar daha karmaşıktı ama manzara muhteşemdi. Emily, parlak su üzerine yansıyan yıldızlara baktı bir süre.

Kıyı boyunca 1 numaralı yolda kaldı ve ona sunduğu güzelliklere bıraktı kendini. Gökyüzü griden siyaha döndü, su da öyle. Sanki boşlukta ilerliyor sonsuza varmaya çalışıyormuş gibi hissetti.

Bundan sonraki hayatının başlangıcına gidiyordu.

*

Saatler süren yolculuktan bitap düşmüş, gözlerini açık tutmaya çabalarken, Sunset Limanı’na girdiğini gösteren tabelayla canlandı. Kalbi, rahatlama ve beklenti ile daha hızlı atmaya başladı.

Küçük hava alanını geçti ve onu Mount Desert Adası’na götürecek köprüye doğru sürerken ailesinin arabasına bu yollardan geçtiği günleri hatırladı. Eve yaklaşık on beş kilometrelik yolu kaldığını yani en fazla yirmi dakika sonra evde olacağını biliyordu. Kalbi heyecandan ağzında atıyordu. Yorgunluğu ve açlığı yok olmuş gibiydi.

Sunset Limanı’na hoş geldin diyen küçük ahşap tabelayı gördü ve kendine gülümsedi. Uzun ağaçlar yolun iki tarafında sıralanmıştı ve Emily, küçükken, arabayı kullanan kişi babasıyken, aynı yolda, yanından geçtikleri ve baktığı ağaçların aynı ağaçlar olduğu hissiyle rahatladı.

Birkaç dakika sonra, çocukken, güzel bir sonbahar gününde, ayaklarının altında dökülen kırmızı yaprakları ezerek yürüdüğünü hatırladığı köprünün üzerinden geçiyordu. Bu anı aklında o kadar canlıydı ki, babasının elinden tutarken giydiği parlak mor yün eldivenleri bile aklında canlandırabiliyordu. Beş yaşından daha büyük olamazdı ama bu anı sanki dün olmuşçasına aklına kazınmıştı.

İlerledikçe aklına daha başka anılar da geliyordu – harika krepler yapan restoran, tüm yaz boyunca izci gruplarıyla dolan kamp alanı, Salisbury Koyu’na giden tek şeritli yol. Acadia Milli Parkı tabelasına ulaştığında, evden sadece üç kilometre uzakta olduğunu bilerek gülümsedi. Eve tam zamanında ulaşacakmış gibi görünüyordu, karlar düşmeye başlamıştı ve eski arabası muhtemelen tipiye dayanamazdı.

Sanki bir işaretmiş gibi arabasından, kaportanın altından bir yerden garip bir ses gelmeye başlamıştı. Emily, acıyla dudağını ısırdı. Ben, her zaman, ilişkideki pratik olan, bir şeyleri tamir edebilen kişi olmuştu. Emily’nin bu konudaki yeteneği ise içler acısıydı. Kar daha hızlı düşmeye ve kalınlaşmaya başlamıştı ve arabası da bu durumdan giderek daha da şikayetçi hale geldi ve sonra da çıtırdayarak durdu.

Duran motordan çıkan ıslığımsı sesi dinleyen Emily, çaresizce, ne yapacağını bilemez halde durdu. Saat gece yarısını gösteriyordu. Trafikte başka kimse yoktu, gecenin bu saatinde herkes evlerindeydi. Ölüm sessizliği vardı ve farları haricinde zifiri karanlıktı; bu yolda hiç trafik lambası da yoktu, ay ve yıldızlar da bulutların arkasına saklanmıştı. Tüyler ürperticiydi ve Emily bu anın korku filmi için harika bir set olabileceğini düşündü.

Telefonunu eline aldı, biraz güvende hissedebilecekti, ama çekmiyordu. O beş çubuğun boş olduğunu görmek onu daha da endişelendirmiş, daha yalnız hissettirmişti. Hayatını geride bıraktığından beri ilk kez, korkunç bir hata yapmış gibi hissetmişti.

Arabadan çıktı ve soğuk hava tenine değer değmez titredi. Arabanın etrafında dolandı ve motora şöyle bir baktı, ne aradığını bile bilmiyordu.

Hemen sonra bir araba sesi duydu. Kalbi rahatlamayla çarptı, gözlerini kısarak ona doğru gelen yolun başındaki farlardan yayılan ışığa baktı. Ellerini sallayarak gelen aracı durdurmaya çalıştı.

Şanslıydı, araba kenara çekip hemen arabasının arkasında durdu, egzozundan çıkan gaz soğuk havaya karıştı, parlak farları düşen kar tanelerini aydınlatıyordu.

Sürücü kapısı gıcırdayarak açıldı ve iki adet botlu ayak karlı zemine indi. Emily, önündeki kişinin yalnızca siluetini görebiliyordu ve birden buranın yerel katilini durdurmuş olabileceği gibi korkunç bir paniğe kapıldı.

“Kendini zor bir duruma soktun, değil mi?” dedi yaşlı bir adamın rahatsız edici sesi.

Emily kollarını ovuşturdu, tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyor ve titremesine engel olmaya çalışıyordu – ama en azından yaşlı olduğu için rahatlamıştı.

“Evet, ne olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Tuhaf sesler çıkarmaya başladı sonra da durdu.”

Adam bir adım yaklaştı ve nihayet yüzü arabanın farlarından çıkan ışıkla aydınlandı. Çok yaşlıydı, kırışık suratı ve dalgalı beyaz saçları vardı. Emily’ye sonra da arabaya bakan gözleri koyu renkliydi ama merakla ışıldıyordu.

“Ne olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu, hafifçe gülerek. “Nasıl olduğunu sana anlatayım. Bu araba külüstürden başka bir şey değil. En başta çalışmasına bile şaşırdım! Arabayla, uzun süredir hiç ilgilenilmiş gibi gözükmüyor, sonra da karda dışarı çıkarmışsın.”

Emily pek de dalga geçilmeyi kaldıracak modda değildi, hele ki adam haklıyken.

“Aslında New York’tan geliyorum. Sekiz saat boyunca gayet iyiydi,” dedi, ses tonu ağlamaklıydı.

Yaşlı adam fısıldayarak konuşuyordu. “New York mu? Ben, hiç… Bu kadar yolu neden geldin?”

Emily hikayesini anlatacak durumda değildi o yüzden sadece “Sunset Limanı’na gidiyorum,” dedi.

Adam daha fazla soru sormadı. Emily, yaşlı adamın ona yardım etmesini umarak durdu, parmakları soğuktan hızla hissizleşiyordu. Ama adam daha çok eski arabanın etrafında dolanıp, tekerlerini botunun ucuyla hafifçe tekmelemek, arabanın kalkmış boyasını baş parmağıyla ufalamak, kafasını sallamak gibi şeyler yapıyordu. Kaportayı açtı ve motoru uzun, uzun süreler arada homurdanarak inceledi.

“Yani?” dedi Emily sonunda, adamın yavaşlığı onu çıldırtıyordu. “Sorun neymiş?”

Arabanın önünden, sanki Emily’nin orada olduğunu unutmuş gibi şaşırarak, bakmış ve kafasını kaşımıştı. “Bozulmuş.”

“Onu biliyorum,” dedi Emily ters ters. “Peki tamir etmek için bir şeyler yapabilir misin?”

“Ah, hayır,” diye cevapladı adam kıkırdayarak. “Hiçbir şey yapamam.”

Emily çığlık atmak istiyordu. Uzun saatler araba kullanmanın verdiği açlık ve yorgunluk onu etkilemeye başlamıştı, neredeyse ağlayacaktı. Tek istediği uyuyabilmek için eve gidebilmekti.

“Ne yapacağım?” dedi umutsuzca.