Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT»

Shrift:

ŞEMSETTİN SAMÎ1

1850 yılında Yanya’ya bağlı bucak merkezlerinden biri olan Fraşeri kasabasında doğdu. Öğrenimini Yanya’daki bir Rum ortaokulu ve lisesinde yaptı. Eski Yunanca, Rumca, İtalyanca, Fransızca, Arapça ve Farsça öğrendi.

Yanya’da kısa süren bir memurluğun ardından 1871 yılında İstanbul’a geldi. Çevirilerin yanı sıra İbret ve Hadika gazetelerine de yazılar yazdı. İlk roman ve piyes denemelerini yayımladı. Sabah, Aile, Hafta gibi gazete ve dergiler kurdu; bu gazetelerdeki yazıları nedeniyle Trablusgarp’a sürgün edildi. Burada Trablusgarp isimli gazete çıkardı. Bir yıl sonra affedildi ve İstanbul’a döndü. Tercüman-ı Şark gazetesinde çalışmaya başladı. Rus savaşından sonra kurulan Teftiş-i Askeri komisyonuna başkâtip oldu. Ölümüne kadar bu görevinde kaldı; fakat Erenköy’deki evinden dışarı çıkmasına izin verilmedi. 1904 yılında İstanbul’da öldü.

Şemsettin Samî, Türk dilinin kendi öz benliğine dönmesini, sadeleşmesini bir dava olarak benimsedi ve bu yolda yazılar yazıp, incelemelerde bulundu. Çevirileriyle birçok eseri Türkçeye kazandırmasının yanı sıra, çok değerli sözlükler de kazandırdı. “Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesi bir tek dildir; arada yalnızca lehçe farkı vardır,” görüşünden yola çıkarak yazı ve konuşma dilinin ayrı ayrı olmasını şiddetle eleştirmesi, dilimizin en eski yapıtları üzerindeki araştırmaları, Türkçenin kendini bulmasında öncü çalışmalarıdır. Ayrıca, Türkiye’de Orhun Yazıtları ve Kutadgu Bilik üzerinde yapılan ilk çalışmalar da Şemsettin Samî’ye aittir.

Eserleri: Muhtasar Tarih-i Fransa (ilk çevirisi); Kaamus-ül Âlâm (altı ciltlik tarih-coğrafya sözlüğü); Kaamus-ı Türkî (Büyük Türkçe Sözlük); Kaamus-ı Fransevi (Fransızcadan Türkçeye büyük sözlük); Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (roman); Seyyid Yahya, Ahde Vefa, Gave (Tiyatrolar); Sefiller (Victor Hugo’dan çeviri); Hurdeçin (seçilmiş sözler, manzum parçalar); Robenson (De Foe’den çeviri); Esatir, Gök, Yer, İnsan, Kadınlar, Emsal, Letaif (Ansiklopedi); Müntehabat-ı Bâki (Baki’den seçmeler)

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (Talat ve Fitnat’ın Âşık Oluşu), Türk Edebiyatında Batılı anlamda yazılan ilk roman örneği olarak kabul edilmektedir. Tanzimat döneminde verilen diğer eserlerin aksine kurgusu, batılılaşma sorunu üzerine değildir. Yazıldığı dönemin sosyal yaşantısına, düşünce yapısına değinilmiş ve “kadın” ele alınmıştır. Kadının eğitimi, sosyal yapıdaki rolünün geliştirilmesi amaçlanmış; eğitimine izin verilmeyişi, rızası alınmadan hiç görmediği bir adamla evlendirilmesi eleştirilmiştir.

Romandaki kişilerin duyguları, istekleri, beklentileri derinlemesine anlatılmamış, çevre tasvirleri uzun uzadıya yapılmamıştır.

Dil ve anlatım açısından sadedir; fakat söz diziminde bozukluklar ve zamanlar, bazen gerektiği yerde kullanılmamıştır. Söz dizimindeki bozuklukları Agâh Sırrı Levend, Şemsettin Samî’nin Türkçe konuşulmayan yerlerde uzun süre yaşamasına bağlamış, bu eksikliğini sonraki eserlerinde düzelttiğini belirtmiştir.

Bu nedenle diliçi çeviri sırasında, zamanlardaki tutarlılığı sağlamayan bazı cümlelerde geniş zamanı, görülen geçmiş zaman ve şimdiki zamanın hikâyesi olarak kullandım. Öğe eksikliğinden ortaya çıkan anlatım bozukluğunu cümleye müdahalede bulunmadan, eksik olan öğeyi parantez içerisine alarak cümleye yerleştirdim. Yazıldığı dönemde kullanılan deyimler, ikilemeleri aynı şekilde kullandım. Arapça deyimlerin Türkçe karşılığını dipnotta belirttim.

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın dil ve anlatım bakımından önemli bir özelliği de kişilerin kendi ağız ve düzeylerine göre konuşturulmasıdır. Yazar, bu konuyla ilgili de romanın sonunda okura bilgi vermiştir.

Taaşuk-ı Talat ve Fitnat, birbirine âşık olan iki gencin görüşebilmek için katlandıkları zorlukları, buldukları çareleri, kadının toplumdaki yerini; o dönemde kadın olmanın daha da zor olduğunu anlamak için okunması gereken önemli bir eserdir.

Özlem Gündoğdu

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT

SÖZE BAŞLARKEN

Aksaray’da, ufacık bir oda. Gösterişli değil; fakat çok temiz döşenmiş bir odada yüzünde, güzel bir ânın kalıntılarının izleri görünen elli-elli beş yaşında bir kadın, minderin üstüne oturmuş bir şey dikiyordu. Gözü dikişte, eli iğnede; fakat zihni başka yerde olup, bir şey düşünüyor ve düşündükçe üzülüyor, kederleniyor gibi görünüyordu.

Zavallı ihtiyarlar, geçmiş şeyleri hatırlarına getirdikçe hüzünlenirler; çünkü ömürlerinde geçirmiş oldukları mutlu günlerini andıkları zaman, o günlerin bir daha dönmeyeceğine yazıklanırlar ve çektikleri sıkıntıları hatırladıkça gönüllerinin yaraları tazelenir. Bu kadının karşısında on sekiz, on dokuz yaşında, yüzünde hâlâ tüy olmayan, gayet güzel, geceliğiyle bir delikanlı oturuyor; elini başına dayamış ve yastığın üzerine de bir kitap açmış; fakat gözlerini kitaba değil, karşısındaki duvara dikip, derin derin düşünüyor ve hayran hayran bakıyordu. Minderin karşısında bir sandalye üzerinde, ne yaşta olduğunu fark edemem; fakat ihtiyarca görünen bir Arap karı oturuyordu. İki elini yüzüne, dirseklerini de dizlerine dayamış, büyük bir merak ve şaşkınlıkla gözlerini kadından oğlana ve oğlandan kadına gezdiriyordu.

Kadın, Arap’ın bu türlü bakışını yan gözle gördüğü gibi, başını kaldırıp Arap’ın yüzüne baktı. Arap ise renk vermemek için gözlerini, kapıya doğru çevirip, tavana doğru kaldırmaya, kısacası; kadının ve oğlanın yüzüne bakmamaya mecbur oldu. O zaman kadın, yüzünü delikanlıya çevirip, öyle dalmış olduğunu görünce:

“Oğlum Talat, ne oldu sana bugün? Okuduğun şeylerden bize de bir şey söylesen a! Baksana, dadı onun için bekliyor; hem de dadı o hikâyenin sonunu çok merak etti. İşte bir saat var ki bir sana bakıyor başlayasın, bir bana bakıyor ki sana söyleyeyim; fakat kendisi söylemeye utanıyor,” dedi.

Dadı, sandalyenin üzerinde hareket ederek:

“Ha, ha! Buyuk hanim iyi söyler. Ben şok ister o hıkaye dinlamak. Şok guzel hıkaye… Ama bakar ki hanim dikmağa dalmış, bey duşunmağa varmış. Ben de sukût eder durur. Kuşluk işün hazır yemak var. Ahşama yabacak, amma vakıt var bende…” diyerek sözü uzattı.

Talat Bey, Arap’ın manasız sözlerini dinlemeyip:

“Ah anneciğim, bilmem ne oldum, bugün keyfim yok,” dedi.

“Allah’a emanet oğlum, neyin var?”

“Bir baş ağrısı, bir sersemlik, bir…”

“Vah vah! Oğlum, hastalık şakaya gelmez. Kendini bir hekime göstermelisin.”

“Aman buyuk hanim bu hakımlar! Baş ağrisi hakım eyi yabmaz. Okutmalı ha! Baş iyi olmak ister, baş ağrisi gıtmak ister. Okutmali. Ha ne ya hanim! Gaşan sene bana nasil sıtma galdi! Uş ay sitma! Hakım galur gıdar. Hab verir. Hem ne hab! Zehir! Şok defa boğazımda galdi. İlâhî ya Rabbi! Ne şakdi ben o habla! Hab adamı eyi eder mi? Hab sıtmaya ne yabar? Sonra Allah razı olsun, bizim abla galdi, beni gordi, tanimadi. O kadar ben zayif oldi. Benim boyun ip gıbi oldi. Abla aldi habi, attı pencereden… Beni aldi, Kocamustafapaşa’ya goturdi. Orada bir herif var, amma onun nefesi meşhur. Heb İstanbul ona gıder. Amma sitma, yalniz sitma eyi eder o. Baş agrisine, başka şeye karişmaz. Beni okudi, bağladı. İşte bağ! Hâlâ kolumda duruyor. Hiş o vakıttan berü ben sıtma gormedi.”

“A, dadı! O şeylere sen, ben inanırız. Şimdiki gençler inanmaz, boşuna yorulma.”

“A! Ona kım inanmaz? O her kımi okudiysa eyi etti. O kıtabla, heb kıtabla, kıtabdan okumuş, amma nefesi de var. Ha! Herkes okur, amma nefes başka şey.”

Dadı nefese dair ne kadar söylese doymaz; fakat koy söylesin! Saliha Hanım bu tür inanca çok bağlı olmadığından Arap’a yukarıdaki cevabı verdikten sonra ne o ne Talat Bey dadının konuşmalarına kulak astı, birbirleriyle konuşmaya başladılar.

“Bugün kaleme2 gitme oğlum. Ayşe Kadın’ı eczaneye gönderelim. Bir hekim bulsun, getirsin.”

“Aman anneciğim, çok önem verdiniz. Bir şeyim yok. Kaleme gittiğim gibi açılırım. Ne hekime gerek kalır ne bir şeye.”

Talat Bey kalkıp, giyinmeye gitti. Giyinirken yüz bin hayal zihninden gelip geçti.

GÖRÜŞME

Ayşe Kadın, Talat Bey’in gitmesiyle beraber Saliha Hanım’a yaklaşıp:

“İşte hanim, ben sana her gun soyler. Maşallah, Allah’a emanet! Şocuğun yirmi yaşına vardi. Şimdi evlendirmeli; eve galin getürmeli. Allah saklasın, şocuğu aldadub da bir yere iş guvaysi alurlarsa biz ne yabar? Bir evde iki ihtiyar kadin… Galin evin şenlıgidir. Bu şocuğu evlendirelim,” dedi.

“Yok, yok dadı! Korkma, benim Talat’ı görmüyor musun ne kadar usludur. Beni ne çok seviyor. O beni bırakıp da hiç iç güveysi olur mu? Onu sen hiç merak etme. O benim bileceğim şeydir. Talat daha çocuk. O yaşta çocuğu evlendirmek hatadır.”

“Ah hanim, bu İstanbul fena… gızlar, hanımlar incecik birer yaşmakla şıkar, gazar. Guzel şocuk gorur, aşinalık eder. Şocuk da ne kadar olsa şocuk, aldanur da ben korkar hanim… Ben şok korkar. Bugun Talat Bey şok duşunur. Hasta değil ha! Ben sana soyler hasta değil, amma başinda sevda var. İşte ben bunu hanima soyler. Yine sen bilür, ben boyle anlar.”

“Aa, dadı! Sen ne söylediğini bilmiyorsun! Bilinmeyenden haber vermek istiyorsun. Oğlum öyle şeylere aldanmaz. Yok yok! Talat’ım usludur. Ah, çok hoşnudum oğlumdan. Allah bağışlasın, zamane gençleri gibi değil. Ah, rahmetli babası can çekişirken Talat’ı iki gözünden öpüp bana, ‘İşte bu çocuğa beraber terbiye verecektik; fakat ne çare, buna kader izin vermedi, bunun terbiyesi sana kaldı. Gevşeklik gösterme,’ diyerek bir eli çocuğun yüzünde ve diğer eli benim elimde olduğu halde can verdi. Talatçığım o vakit altı yaşındaydı. Zavallı babası ne kadar seviyordu. Zavallı, hasret gitti. Daima Cenâb-ı Hakk’a dua ederdi ki ‘Bu çocuğu terbiye edip okutmak için hiç olmazsa çocuk yirmi yaşına varıncaya dek bana ömür bağışlasın.’ Ne çare, kaderi öyleymiş, nur içinde yatsın. Hele bin kere hamdolsun, Talatçığım babasının istediği gibi terbiye edildi. Ah dadı! Allah’a şükredelim böyle çocuk İstanbul’da nadir bulunur ya da hiç bulunmaz. Sorsana bir defa, komşuların çocukları böyle mi? Her gece evlerine geliyorlar mı?”

“Allah’a emanet. Allah bağişlasın. Ben onu demez, amma bizim mamlakatta şocuk on beş – on altı yaşında evlenür. Heb böyle. Bu İstanbul’da otuz yaşinda, kırk yaşinda evlenür. Talat Bey şimdi kaş yaşindadir?”

“İşte şimdi nisan çıksın, mayısın beşinde on dokuza basacak.”

“Maşallah! Vakti gaşmiş. Bizim mamlakatda olaydi, dört sene evvel evlenürdü. Ah hanim nasıl geşiyor zaman! Nasıl geşiyor zaman! Su gıbi geşiyor zaman! Ben galdi, iki sene gaşdi Talat Bey doğdi.”

“Demek oluyor ki, senin geldiğinden sekiz sene sonra ben dul kaldım.”

“Ya…”

“Talat’ın babasını iyi bilirsin öyleyse.”

“Nasil bilmez? Rahmet canina, şok eyi insandi. Ah melek gıbi insan! Hiş bir vakit bana bir fena soz soylemedi. Kaş sene oldi, şimdi hanım ben galdi?”

“İşte yirmi bir sene oluyor.”

“Yirmi bir sene! Ah ya Rabbi! İhtiyar oldi, gıtdi.”

“Kaç yaşında varsın acaba dadı?”

“Ne bilür ben hanim. Ben ufak kızdi, mamlakatda ana var, baba var, karindaş, buyuk kız karindaş, ev dolu benim. Bir gun ben, başka kızlar beraber seyre şıkdi. Kasabadan uzak, uş saat, dört saat uzak. Orada uş adam galdi. Ecderha gıbi at binmiş. Uzun sungu elde, bizi aldi, amma aldatti bizi, ‘Anaya gıder, babaya gıder,’ dedi. On gun, on beş gun gitdık. Mısır’a galdik. Ah Mısır! Buyuk kasaba, guzel! Başka kızi Mısır’da satdi, beni aldi, gamiye koydi, Tunus’a goturdi. Tunus da guzel kasaba… Ah, Tunus’ta beni satdi, bir efendi aldi! Bu-yuk efendi, buyuk saray var. İki yüz halayık Arab… Bayaz… Uşak, kul şok… Atlar ne kadar… Ne kadar… Kırk sofra, elli sofra kurulur her gun. Orada yırmi sene oturdi ben, sonra azad oldi, buraya galdi. Şimdi kaş sene oldi hanim aman?”

“Peki, yirmi sene Tunus’ta oturdun, yirmi bir sene de burada, oldu kırk bir. Seni esir tuttukları zaman kaç yaşındaydın?”

“Ah hanim, ben ne bilecak? Ben kızdi, ufacık bir kız. Ben mamlakati az hatırlar, amma baba, ana beni şok sever o vakit. Bana gerdanlik yabmiş, küpe yabmiş, bilazik yabmiş. Heb gumuş, bayaz, şok zengin var bizim mamlakatda. Şok mal, deve, koyun ne kadar… Ne kadar, amma bu koyun gıbi değil, buyuk koyun bizde. Dört okka3 beş okka süt bir koyun.”

“Demek oluyor ki tahminen on – on bir yaşında olacaktın.”

“Ha, ha oyle! On, dokuz, on bir ne bilür?”

“Öyle olduğu halde elli-elli iki yaşında olacaksın dadı; fakat göstermiyorsun. Genç gibi görünüyorsun. Maşallah kuvvetin de var.”

“Şukur, şukur, amma ihtiyar ben şimdi hanim. Elli yaşinda. Ah, ne yabalim! Allah iman bağışlasun. Mezara imanla gıt-sin ya Rabbi! Ah, bu dunya ruya gıbi geşiyor. Ahret baki. Biz dunyaya dalar; Nekir’i, Munkir’i 4 unutur. Ah, ah ya Rabbi! Ne cevab verecak biz sana!”

Dadı hiçbir zaman yaşını hesap etmemiş olmakla, kendini genç biliyorken elli-elli beş yaşında olduğunu anladığı gibi umutsuzluğa kapılıp kendi kendine:

“Elli sene! Ah elli sene! Ne vakit gaşti!” diyerek içini çekmeye ve dualar okumaya; hanım da dikişine başladı.

Talat Bey kapıdan girip, “İşte ben gidiyorum anne,” diyerek annesinin elini öptü.

“Nasılsın oğlum, baş ağrısı hafifledi inşallah?”

“Deminki gibi değil.”

“Oh, hamdolsun!”

EVLİLİĞİN DURUMU

Talat Bey çıkıp gittiği gibi dadı elli yaşını, mezarını, Ne-kir’i, hepsini unutup bu vesileyle söze başladı:

“Gal hanim bana bir kare gonül yap. Şu şocuğu evlendirelim. Bir galin eve gatirelim. Ah ganc adam başka, Talat Bey burada; ev guler, Talat Bey gıder; ev cehennem olur. Sen ihtiyar, ben ihtiyar; ihtiyar gulmez ki. Ah ihtiyar ne gulsün. Bugun burada, yarın mezarda. Ah ben de ihtiyar. Elli yaşında adam ihtiyar değil mi? Anın işün ben gorur başımda beyaz saş şok a! Bugun baş taradım beyaz saş duşdü!”

“Ey, ne yapalım dadı? Gelinler çarşıda satılmaz ki çıkıp bir gelin satın alalım. Her şeyin vakti saati var.”

“Ah, nişün? Heb âlem nasıl yabar. Biz de öyle yabar. Sen fereceyi al, ben de başörtüsü alur; bugun bir mahalle, yarın bir mahalle gezar, gorur kız beğandi; alur.”

“Ah, dadı! Şimdi beni kızdırıyorsun. Yirmi bir sene var beraber yaşıyoruz tabiatımı anlamadın mı? Hiçbir defa sormadın, merhum kocam beni öyle mi almıştır? Ben bir kızı bir kere görmekle ne tanıyacağım? Çehresini bile anlayamam. Sonra gelinin yalnız güzel mi olması lâzım? Akıllı olmadıkça, namuslu olmadıkça, huyu iyi olmadıkça, ben hiç onu kendime gelin yapar mıyım? Sonra benim beğendiğimi, senin beğendiğini oğlum beğenir mi bakalım? Hep âlem nasıl yaparsa biz de öyle yapalım diyorsun; lâkin görmez misin ki halkın çoğu bugün evleniyor; yarın kocası, karısını veya karısı, kocasını bırakıyor. Bin türlü rezalet oluyor. Olacak a! Görmeden, bilmeden bir kız alıyorlar. Hiç sormaksızın bilmediği kocaya veriyorlar. Acaba çocuk, o kızla anlaşabilecek mi beğenecek mi, sevecek mi? Kız da onu isteyecek mi? Babası, anası buralarını hiç düşünmüyorlar.”

“Kız ne bilür, şocuk ne bilur. Onlar cahil. Baba, ana onlara nasıl emreder, onlar öyle yabar.”

“A! Yok dadı, öyle değil. Baba, ana evlâtlarının iyiliğini ister değil mi?”

“Ha, öyle ya… Ana var ki kendi evlâdına fenalık ister? Allah esırge!”

“Ha, öyle olduğu zaman da baba, ana evlâtlarına nasıl iyi olursa öyle yapmalıdırlar. Koca, karısıyla; karı, kocasıyla ömür geçirecek. Ev idare edecekler, evlâtları olacak, büyütecekler, terbiye verecekler. Birbirleriyle sevişmedikçe, iyi geçinmedikçe nasıl olur? Bu, bir gün değil, iki gün değil; bir ömürdür. Bir evdeki koca ile karı arasında sevgi yok, o eve Allah yardım etsin, sonra evlâtları ne terbiye alacaklar. Orasını düşünmeli artık… Hele hamdolsun, yüz bin kere hamdolsun… O saate… Ah, ben de senin dediğin gibi evlenecektim. Dadı, ah! İşte on üç sene var ki merhum kocamı istedim. O zaman ben, kırk yaşında bir kadındım; lâkin bin kere şükür! Yirmi dört sene beraber yaşadık. Ah, o ne yaşayış, o ne yaşayış. Sen gördün a! Bir kere o benim gönlümü kırmadı, bir kere ben onun hatırını bozmadım. Bizim eğlencemiz evdi. Ne onun Kalpakçılar’da gezmeye, ne benim Kâğıthane’ye gitmeye hevesim vardı. Birbirimizle konuşmakla eğlenirdik. Biz kendi sohbetimizden hoşlanırdık. Hele Talat dünyaya geldikten sonra… Ah, o ne saadet, o ne devletmiş! Çocuk ne kadar seviliyormuş, ama her çocuk öyle değil. Her baba ve ana çocuğunu öyle sevmez. Birbirini sevmeyen karı – koca çocuklarını mı sevecek? Talat iki yaşına geldi. Başka bir seviş, başka bir eğlence. Beş yaşına vardı, bir başka sevgi; lâkin ah! Kader istemedi, kısmet değilmiş. Ah, ne olurdu kocam bir on-on beş senecik daha yaşasaydı. O zaman kucağında oynattığı Talatçığının bugün okuyup yazdığını; mektebe, kaleme gittiğini, böyle babayiğit olduğunu göreydi. O da memnun olaydı.”

Saliha Hanım, bu noktaya geldiği gibi gözleri yaşla doldu, dudağı titremeye başladı, boğazı tıkandı, mendilini çıkarıp gözlerini sildi, biraz sonra gözlerini silerek, sesi titreyerek:

“Ah Talatçığım! Bugün hasta hasta kaleme gitti. Ah, oğlum ah! Ah çocuğuma bir şey olursa! Ah, bir hasta düşerse! Ah, zavallı ben! Allah kerem eyleye!”

“A! Hanım nişün öyle söyler? Sen şocuk gıbi oldu. Allah emanet şocuğun bir şeyi yok. Biraz baş ağrısı… Baş ağrısı da değil a! Ganclik işte, ganclik hükmünü yapacak… Ah, hanim! Heb ben sebeb oldu, seni ağlatdı. Amma hanım ben şok merak etdi. Sen heb halk gıbi evlenmedi, nasıl evlendi? Başka evlenmek nasıl? Ben anlamaz.”

SALİHA HANIM’IN HİKÂYESİ

Çocukların Aşkı

Aşağıda anlatılacak hikâyenin açıklamasından anlaşılacağına göre, aşk güneşinin ve sevdanın henüz ergenlik dönemine varmamış çocukların da kalbine doğabileceğini okur, şaşkınlık ve tuhaflıkla karşılamasın; çünkü aşk, doğal bir emirdir ki insanoğlunun hepsinde; yani erkeğinde, kadınında, küçüğünde, büyüğünde, çocuğunda, delikanlısında, gencinde ihtiyarında, fakirinde, zengininde, akıllısında, ahmağında, âliminde, cahilinde, medenîsinde, bedevîsinde ortaya çıkar. Herkesin gönlü aşkla yoğrulmuştur.

Beşikte olan çocukların gönülleri bile aşktan çok uzak değildir. Hele yeni olgunlaşmış çocukların gönlünde çok kere aşk ve sevgi coşar. Onlar bile severler, sevilirler. Gönüllerinde bir şeyler hissederler; fakat zavallılar o aşkın neden geldiğini ve güzel bir anın getirdiği bir şey olduğunu anlayamazlar. Aşkı işitirler, ama aşk denilen şeyin hemen hissettikleri olduğunu bilmezler. İşte tabiat, aşkı insanoğluna eşit paylaştırmış, hiç kimseyi mahrum bırakmamıştır. Akılsız, bilgisiz, yumuşak huylu, faziletsiz, sabırsız, merhametsiz, utanmaz insan bulunur da aşksız insan bulunmaz. Aşk ve sevgi herkeste bir kuvvet olarak vardır ancak, çekici bir güç olmadıkça eyleme dönüşmez. İşte bazı kimselerin aşkta yaygın bir ünü olduğu ve bazısının etkisiz gibi göründüğü bu sebebe dayanmaktadır. İnsandan başka bazı hayvanların da aşktan uzak olduğunu iddia etmeye cesaret edemeyiz.

Şu düşünceyi bırakıp asıl konuya gelelim: Saliha Hanım, Ayşe Kadın’ın ısrarı üzerine, aşağıdaki şekilde, kendi hayat hikâyesini kâh ağlayarak kâh gülerek anlatmaya başladı.

“Babam ve annem genç evlenmişlerse de Allah, uzun süre evlât vermedi, sonra anam kırk yaşındayken ben dünyaya geldim. Beş yaşına bastığım gibi babam mektebe götürdü. Dört sene okuduktan sonra benden daha iyi bilenler çıkıp gittiler; bazısını geçtim. Kısacası; derslerde, mektepteki kızların birincisi oldum.

Babam, anam böyle okuyup yazdığımı gördükleri gibi beni o kadar seviyorlardı ki tarif edilemez. Az zamanda ben, mektepteki kızların ikinci hocası oldum…”

Saliha Hanım, okuryazar bir kadın olmakla, söylediği sözlere biraz bilgince kelimeler karıştırdığından Ayşe Kadın, hanımının söylediklerinin hepsini anlamayıp, sadece ikinci hoca olduğunu işittiği gibi:

“Maşallah hanim! Maşallah! İnsan ufak akılli, buyuk de akılli, amma ufak akılli değil, buyuk da…” demeye başlar başlamaz Saliha Hanım:

“Sözümü kesme, dinle ne söyleyeceğim,” dedi.

“Mektepteki oğlanlardan ise en iyi bilen ve hepsinden büyük olan Rıfat Bey’di.”

“Kim Rıfat Bey? Bizim merhum efendi?”

“Evet, ama sözümü kesme dedim. Hepsini söyleyeceğim.”

“Suphanallah!”

“Rıfat Bey’le bir dersteydik, beraber okuyorduk. Ben onu çok seviyordum. Hiçbir kız veya çocukla konuşmazdım. Onunla konuşmak için can veriyordum. Başkalarının söyledikleri sözler bana tamamen saçma görünüyor, beni sıkıyordu. Rıfat Bey’in sözlerini ise pek manalı buluyordum. Hocanın sözlerinden de Rıfat Bey’in sözlerini daha mantıklı buluyordum. Gündüz, onunla olan konuşmaları gece, tekrar tekrar dilime dua gibi getiriyordum. Rıfat Bey’in hayali bir dakika bile zihnimden eksik olmuyordu. Gece daima rüyamda Rıfat Bey’i görüyordum. Kendi kendime ders okumaya başladım. İçim sıkılıyordu, ama Rıfat Bey’le beraber okuduğum zaman ders, bana büyük eğlenceydi. Anladım ki Rıfat Bey de beni seviyordu; çünkü o da başka çocukla, başka kızla konuşmuyordu. Sabah bize gelip, beni alıyor, beraber mektebe gidiyorduk. Mektebe çoğu zaman erken gidiyorduk, başka çocuklar gelince biz, dersimizi iki üç defa okumuş oluyorduk, sonra tenhada tatlı tatlı konuşmaya başlıyorduk. Ah! Rıfat Bey’le tenhada konuşmayı ne kadar seviyordum. Başka çocuklar olduğu zaman biri, Rıfat Bey’e bir söz söylese, Rıfat Bey başkasına bir baksa benim içim rahat etmiyor, meraklanıyordum. Cuma günleri kâh Rıfat Bey bana, kâh ben Rıfat Bey’e gidip, bütün gündüzü beraber geçiriyorduk.

1.Şemsettin Kutlu, Türk Edebiyatı Antolojisi, Remzi Kitapevi, İstanbul
2.Kalem: Devlet Dairesi
3.Okka: 1283 gramlık eski bir ağırlık ölçüsü birimi
4.Münker, Nekir: Sözlükte “bilmemek; şiddetli ve korkulu olmak” anlamındaki neker (nekâre) kökünden türeyen münker ve nekîr, “tanınmayan, şiddetli ve korkulu olan” demektir. İslâm inancına göre; berzah âleminde insanları sorguya çekeceği belirtilen iki meleği ifade eder.
11 985,22 s`om
18 438,80 s`om
−35%