Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Tanrı Dağından Sesler», sahifa 2

Shrift:

İki satır hayat: Kazat Akmatov

Samet Azap: Kırgız edebiyatında önemli bir yere sahipsiniz. Kendi ağzınızdan sizi tanıyabilir miyiz?

Kazat Akmatov: Ben Kırgızistan’da nesir türünde eser veren yazar olarak anılırım. Issık Göl Bölgesinin Bosteri Köyü’nde doğdum. Kırgız Devlet Üniversitesi’nde gazetecilik bölümünü okudum. Ondan sonra Moskova’da Büyük Komsomol Okulunda eğitim gördüm. Sonra Komsomol’da ve partide üyelik yaptım, çeşitli görevlerde bulundum. Eserlerimde günümüz olaylarını anlatıyorum.

Gençken şiirle de ilgilendim, biraz şiir yazdım. 1974 yılında askerde subaylık yaptığım dönemde Boz Ulan (Genç) adında ilk kitabım yayımlandı. Boz Ulan adlı kitapta benim ilk hikâyelerim toplanmıştı. Bu kitapta “Eki Sap Ömür” (İki satır hayat) adındaki ilk hikâyem de yer almıştı. Bu hikâyem o dönemde bile eleştirmenler tarafından beğenilerek, Rusça’ya çevrildi. Moskova’da 9 milyon nüsha basıldı. Orada, Gazeta adında büyük bir dergi vardı. Bu dergi çok meşhurdu ve dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde okunurdu. O dönem Moskova bu konuda inanılmaz güce sahipti. İşte, bu dergide yayımlanan ilk hikayem, “Genç Yazarlar Ostrovskiy” adındaki ödülü kazandı.

O zamandan günümüze benim 17 kitabım yayımlandı. Onlardan 5’i roman, 4’ü oyun, 5-6 civarında uzun hikâye, diğerleri de kısa öykü kitaplarıdır. Geçenlerde Komsomolskaya Pravda gazetesinin verilerine göre, benim yüzden fazla öyküm mevcutmuş. Ben ise gazetenin söylediği, gençken yazdığım öykülerin büyük çoğunluğunu hatırlamıyorum artık.



Eskiden hem Kırgızca hem Rusça yazardım. Fakat sonra sadece Kırgızca yazmaya başladım. Çağdaşlarım bana şu telkinde bulundu: “Bırak Rusça eser yazmayı, Kırgızcayı geliştirmekte daha çok fayda var. Rusçayı, Rusların kendisi geliştirsinler, o artık onlara kalmış bir şey. Sen ana dilinde yaz.”

“İki satır hayat” adlı hikâyemi yazmadan önce, Rusça küçük bir hikâye yazmıştım. İşte o ilk Rusça yayımlanan öyküm Literaturnıy Kirgizistan adlı dergide yayımlanmıştı. İlk Rusça yazma denememin olumsuz tepki olması beni üzdü. O günden itibaren Kırgızca eser kaleme almaya çalıştım.

Dediğim gibi yüz civarında eserim yayımlanmıştı. Fakat geçenlerde yayımlanmış yedi ciltlik külliyatımda eser sayısı yüzden azdır; belki de Moskova’da farklı dergilerde yayımlanan eserlerim olabilir.

Dört oyunum Akademi ve Tunguç tiyatrolarında sahnelendi. Komparti, benim o dönem yayımlanmış bazı eserlerimi yoğun şekilde eleştirdi. İlk saldırı, benim Mezgil adlı romanıma yapıldı. 1980’lerin ilk yıllarında Mezgil romanım, “Toktogul Devlet Ödülü” için önerilmişti. Toktogul Ödül Komitesi, benim bu romanımı beğenerek ödül vermek istedi. Rakip eser olarak, Şükürbek Beyşenaliyev adlı yazarımızın “Kıçan” adlı hikayesi de seçilmişti. “Kıçan” hikâyesi, Parti’nin iftihar ettiği ve desteklediği önemli eser olarak bilinirdi. Rejimi öven eserin ödülü kazanmayıp, yerine başka bir romanın kazanması söz konusu bile olamazdı.

Toktogul Ödül Komitesi üyeleri o zamanlarda şu isimlerden oluşuyordu; Aalı Tokombayev, Tügölbay Sıdıkbekov, Cengiz Aytmatov, Toktobolot Abdımomunov, Abdrasul Toktomuşev ve Kubanıçbek Malikov gibi seçkin aydınlarımız idi. Onların arasında genç Beksultan Cakiyev de vardı. Ödül Komitesinde ilk olarak “Kıçan” hikayesini destekler şekilde oylama yapmışlar. Fakat oylamayı “Kıçan” hikayesi değil, benim hikayem kazanmış. Böylece ortalıkta büyük tartışma çıkmış.

O dönem Kırgız Yazarlar Birliği Başkanlık görevini Tendik Askarov yapıyordu. Tendik Askarov’a Merkez Komite’den kararnâme gönderilmiş: Mezgil romanı ortadan kaldırılsın, biz ödülü “Kıçan” hikayesine vereceğiz. “Kıçan” hikayesi, o dönem okullarda meşhurdu, siyasi açıdan büyük öneme sahip bir eserdi. Bu nedenle eserin mutlaka bu ödülü kazanması gerekiyordu.

Tendik Askarov, ilk başta benim eserimi destekliyordu, yani bu konuda hemfikirdik. Fakat hükümet karşısında yetkisinin sınırlı olduğundan yardım edemedi. Bu arada benim eserimi karalayan olumsuz makaleler ve eleştiriler yayınlanmaya başladı. Bu konuda bilhassa Azım Nuruşev ve diğer önde gelen eleştirmenlerimiz yeteneklerini gösterdiler. Bunlar Mezgil romanı Ruslara karşı, bu tür bir eser, “Toktogul Ödülü”nü kazanamaz!” diyerek eserime karşı olumsuz eleştiriler kaleme aldılar.

“Toktogul Ödülü” Komitesi azaları bu konuyu Merkez Komite’de Usubaliyev’in yanında tartıştılar. Tartışma sonucunda ödülü, Mezgil romanım listeden çıkartıralarak yerine “Kıçan” hikayesi kazandı. Yani büro ne kararda bulunduysa sonuç öyle oldu. Böylece eserim okul kitaplarından çıkartıldı. Hiçbir yerde hiçbir zaman yayımlanmasın diye karar alındı.

Mezgil romanından hemen sonra “Acıraşuu Tünü” adlı bir tıyatro eseri yazmıştım. Tiyatro eserim Akademi Tiyatrosu’nda sahnelenecekti. Fakat bu eserim de ondan önceki eserimin yaşadığı sansüre uğrayarak sahneden atıldı. Çünkü eser, başkanımız T. Usubaliyev hakkında yazılmıştı. Esere göre başkanımız adaletsizce davranan diktatör biriydi ve kafasına ne eserse onu yapan biri olarak yansıtıyordu.

Oyunda kahramanlardan biri, büronun kayıtsızlığı ve adaletsizliği yüzünden intihar eder. Tiyatro eserim sahneleneceği sırada, hükümet tarafından suçlanarak yazdığım tiyatro metni yakıldı. O dönem Merkez Komite bürosunda çalışıyordum. Fakat “Acıraşuu Tünü” adlı oyunum dolayısıyla işimden atıldım. Benim işimden kovulmam için yazılan dilekçede şu satırlar geçiyordu: “Bundan sonra Kazat Akmatov’u herhangi bir görevde bulundurmak yasaktır…”

Böylece sokakta işsiz ve beş parasız kaldım. 1983-1986 arası idi. Geçinmek için bir iş bulamıyordum. Gazete ve dergilerde ne yazılarım ne de makalelerim yayımlanıyordu. Çalışacak iş de bulamıyordum. Nihayet o dönem başkentimiz Frunze’de (Bişkek) bir okulda bekçi olarak çalışmaya başladım. 3 yıl sonra T. Usubaliyev görevinden ayrıldıktan sonra onun yerine Apsamat Masaliyev geçti. O dönem Cengiz Aytmatov, Kırgız Yazarlar Birliği’nde başkanlık yapmaya başladı. Fakat önceden Aytmatov, bu göreve bir türlü yaklaşamıyordu.

Cengiz Aytmatov Yazarlar Birliği’nde başkanlık görevine başlaması ile hemen beni yardımcısı olarak yanına aldı. Böylece okuldaki bekçilikten Yazarlar Birliği’nde Başkan yardımcısı oldum.

Yazarlar Birliği’nde Cengiz Aytmatov dahil beş vekil bulunuyorduk: Öskön Danikeyev, Colon Mamıtov, Kenes Cusupov ve ben.

Göreve başladığımız zaman Aytmatov, Mihail Gorbaçov’un yardımcısı olarak Moskova’ya gitti. Bu arada çağdaşımız şair Colon Mamıtov hastalandı. Ben başkan vekilliği yapmaya başladım. İşte bu dönem Kırgız yazarları olarak, demokratik oluşumu başlattık: Kasım Tınıstanov, Moldo Kılıç ve Moldo Niyaz gibi aydınlarımızın itibarını iade etmek için gazetelerde yazılar yayımlamaya başladık. Ama bu gayretimiz ülkemiz başkanı Apsamat Masaliyev tarafından hoş karşılanmadı. Bizim milli gurur ve itibarı iade etme konusunda çalışmalarımızın başlaması, Parti’nin hoşuna gitmedi. Böylece tekrar hakkımda tenkit dilekçeleri yazılmaya başlandı ve hükümet tarafından takibe alındım. Bu arada benim Kündü Aylangan Cıldar (Güneşi Dolaşan Yıllar) adlı romanım yayımlanmıştı. Hükümet, bu romanı Parti’ye karşı sakıncalı gördü ve tekrardan işsiz kaldım. Eserlerim yayımlanmadığı için parasız kalıp ailemle zor günler yaşadık.

Böylece 90’lara gelindi. 90’lı yılların başlarında özgürlük rüzgârı esmeye başlamıştı. Bazı aydınlarımız yeni hayat anlayışından bahsediyordu. Fakat henüz bağımsızlığımız yoktu.

Ukrayna, Letonya, Litvanya ve Estonya gibi ülkeler kendi bağımsızlıklarına ulaşmak için çaba gösteriyordu. Sovyetler Birliği’nde bulunan bizim ülkemiz sanki o dönemlerde, hiçbir şeyden habersiz uykuda yatıyordu.

90’lı yılların başlarında “Cogorku Keneş” (Büyük Meclis) üyeliği için oylamada ben de kendimi milletvekili adayı olarak gösterdim. Oylamayı kazanmıştım. Böylece milletvekili görevine başlamaya hazır bulunuyordum.

Milletvekili olduktan sonra, ilk olarak Demokratik Hareket başlığı altında bir siyasi hareket veya bir siyasi akım oluşturdum. Benimle birlikte Topçubek Turgunaliyev de vardı. Beraber bağımsızlık yolunda çalışmaya başladık. Ukrayna, Gürcistan, Türkiye ve Baltık ülkelerinden anayasa örnekleri getirerek “Bağımsız Kırgızistan Anayasası”nı oluşturmaya çalıştık. Sonra bu çalışmalarımızı kontrol etmesi için parlamentoya verdik. Kendim de milletvekili olarak komisyon üyeliğine dahil oldum. O dönem KGB ve Parti hâlâ güçlü idi ve biz devamlı siyasi baskılara maruz kalıyorduk. Bu sırada KGB bazı çağdaşlarımızı tutuklayıp hapise atıyordu. Milletvekili olduğumu hatırlatan rozet nedeniyle tutuklanmıyordum ilk zamanlar. Fakat Demokrat Parti üyeliğinde bulunan diğer çağdaşlarım tutuklanmıştı. Önce Cekşeyev’i sonra Turgunaliyev’i yakaladılar. Sonra diğer üyelerimizi tutuklayarak partimizi yok etmeye çalıştılar.

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ülkemiz bağımsızlığına kavuştu. Parlamentoda Egemenlik Bölümü açıldı. 114 millet vekili seçildi. Bunlar hem eski Parti hem yeni Parti üyelerinden oluşturuldu. Gündeme modernleşme meseleleri gelerek yeni sorunlar tartışıldı. Ülkemizin bağımsızlık belgesi anayasası hakkında, bağımsızlık meseleleri, başkentimizin ismini değiştirmek, devlet dilini belirleme vs. gibi konular gündeme geldi.

Ben bu sırada Bağımsızlık Bölümü Komisyonunda başkandım. Kırgız milli bayrağı ve armasını kabul eden komisyonda ben yine başkanlık yaparak bütün bu siyasi ve milli açıdan önemli olayların tanığı oldum.

Egemenlikten sonraki ilk Cumhurbaşkanımız olarak Askar Akayev’i seçtik. Tarihimizde onun sayesinde yaşadığımız iyi kötü olaylar artık konuşulur oldu.

Sonra ülkemiz Kurmanbek Bakiyev’in iktidarına geçti. Şimdiyse yeni Cumhurbaşkanımız Almazbek Atambayev’in iktidarı sürmekte. Bundan sonraki hayatımızı ben cidden merak ediyorum. Halkımızın barış, huzur ve refah içinde olmasını diliyorum. Çünkü Almazbek Atambayev’in Devlet Başkanı olarak seçilmesinde büyük katkıda bulunmuştum. Onun hakkında olumlu konuşmalar yaptım, yazılar ve makaleler yazdım. Başkanlık seçimlerinde hep yakından ilgilenerek propagandasını yaptım.

Bunların dışında yine eserlerime dönecek olursak; en son yazıp yayımlanmış eserim Arhat romanıdır. Bu eseri oluşturma düşüncesi yaklaşık yirmi yıl önce zihnimde oluşmuştu. Arhat romanı ve Hindu hakkındaki düşüncelerim dolayısıyla ortaya çıkmış eser olarak bilinir.

Üniversitede öğrenciyken ben Hindu hakkında bir eser okumuştum. Eseri okudukça çok ilgimi çekti. Kitabı sakladım. Bu konuda yazılmış kitaplar alarak, bilgiler toplayarak evde Hindu hakkında bir kütüphane bile oluşturdum. Hindu’nun hayatını araştırıyordum. Onun babasının adının Şodhodon, annesinin adının da Maya olduğunu öğrenince daha çok ilgilenmeye başladım. Çünkü Kırgızca Maya ismini Umay olarak, Şodgodon’u ise Şodokon olarak biliyorduk. Hindu ile ilgili bilgilere baktığımda Türkçe kelimelerde türeyen bazı sözcüklere rastlayınca, Hindu dilinin daha çok Sankritçe’ye benzediğini farkettim. Bütün bunları araştırırken Hindu hakkında bir roman yazmak düşüncesi oluştu. Fakat sadece Hindu’nun hayatı romana konu olamazdı. Ben güzel bir konu olsun istiyordum. Düşüne düşüne Arhat adında romanı yazmaya başladım.

Hindu’nun insanoğluna iletmek istediği en önemli mesaj, reenkarnasyon/yeniden dirilme, yani ruh gücü veya tenasühtür. “Hayatını kaybeden insanın tekrar doğması.” Hinduizm, işte bu anlayışla yaygınlaştı. Bu fikir sayesinde şu an, bildiğim kadarıyla 1,5 milyar insan Hinduizm’i benimsemektedir. Eğer din, insana ebediyeti, sonsuzluğu ifade ediyorsa, demek ki o gerçek dindir. Çünkü ölümsüzlüğün çözümünü sağlamaktadır.

Aslında tüm dinlerde ölümsüzlük meselesi olsa da, herbirinde bu fikir farklılaşmış ve çeşitli yönlerden açıklanmıştır. Fakat Hinduizm’de bu fikir başlıca mesajın yerini almaktadır.

Hiristiyanlarda ölümsüzlüğü İsa Peygamberin getireceğine inanılır. Bence bu biraz masala benziyor. Aynı şekilde Hinduizm dininin anlayışı bilim açısından daha açık, daha net açıklamalara dayanmaktadır. “Doğma” anlamına gelen Müslüman dininin göstergelerine göre, insan öldüğünde, bedeni kalıp ruhu uçup gider. Ruh, ebedidir. Bu konuyu söyle algılıyorum: peygamberimiz Hz. Muhammed, yaşayan insanlarla ölmüş insanları kendi aralarında birleştirmiştir. Kırgızlarda “Ölenleri saymadan hayattakilere hürmet gösterilmez” anlamına gelen atasözü yaygındır.

Böylece bir sürü eser okuduktan ve bilgi topladıktan sonra Ar-hat romanını oluşturdum. Bu arada Moskova’da düzenlenecek olan Dünya Kitap Festivali’ni duyduk. Arhat, Hinduizm’in en büyük derecesidir. Romanı da aynı adla belirttim. Bu festival, kitap festivaliydi. Festivale 17 ülke katıldı. Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya önde gelen devletlerdi. Rusya Federasyonu başkanı V.V.Putin’in eşi Lyudmila (Людмила Путина), tüm kitapları bir araya getirmişti.

İşte bu Festivali düzenlemeden önce L. Putina 17 memleket başkanına kendi ülkelerinde yayımlanmış olan yeni romanları yollamaları için mektup yazmış. O dönem ülkemiz başkanı, Kurman-bek Bakiyev’di. Eski başkanımız edebiyata, romana pek ilgisi olmayan biri olarak bilinirdi. K. Bakiyev mektubu Kültür Bakanı’na gönderdi. Kültür Bakanımız, Kanıbek İmanaliyev adlı yazarımızın Deputat (Millet Vekili) adlı kitabını seçmiş ve Moskova’ya yollamıştı. Moskova, o kitabı kabul etmemişti. Lyudmila Putina’nın akrabalarından olan K. Bakiyev’in eşi Tatyana Vasilyevna, bu festivali düzenleyen Proje Komitesine üye olarak, Kanıbek İmanaliyev’in, benim ve benzeri otuz civarında yazarımızın eserini toplayarak Moskova’ya yolladı.

Başkanımızın eşi Tatyana Vasilyevna ve bazı yazarlarımızdan oluşan heyetle birlikte Moskova’ya gittik. Gittiğimizde, Moskova’da bir yayınevi tarafından benim Arhat romanımın Rusçası beş bin nüsha olarak yayımlanmış olduğunu öğrendim. Bana şöyle dediler: “Eğer izin verirseniz, sizin romanı bizim okullarda, üniversitelerimizde tanıtalım.” Ben de izin verdim. Beş bin nüshalık eserin yayımlanmasında benden bir kuruş bile istemedilerse ben niye izin vermeyeyim ki. Yayınevinden bana iki yüz kitap verdiler ve diğerlerini de Moskova’da dağıttılar.

Dünya Kitapları Festivali’nin benim açımdan önemi büyüktü; çünkü Projeyi düzenleyenler, bu festivale getirilen kitaplardan bazılarını seçerek, onların tanıtımını yaptı. Benim Arhat adlı eserimin de tanıtımını yaptılar. Eserimi oyunlaştırarak sahnelediler.

Tanıtımı yapılan eserleri yayımlama hakkı için Moskova’da çok tanınan yayınevlerinin yarışmasını Parnas yayınevi kazandı. Böylece Arhat adlı eserimin ikinci baskısını Parnas yayınevi yaptı.

Eserim İngilizce yayımlandıktan hemen sonra bana Hindistan’dan mektup geldi. 2011’de Hindistan’da “Dünya Hindu Kongresi” sürüyordu. Mektupta şöyle bir mesaj geçiyordu: “Kırgızistanlı Kazat Akmatov adlı yazarın Hindu hakkındaki eseri dolayısıyla “Dünya Hindu Kongresi”ne onur konuğu olarak katılmasını istiyoruz. Kongreye sizin Arhat isimli romanınızı tanıtmak amacıyla gelmenizi talep ediyoruz…”

Böylece Hindistan’a Cengiz Aytmatov’un oğlu Askar Aytmatov ile beraber gittim. Askar, önceleri bakanlık görevinde bulunduğu için, tanıdıkları vardı.

Eserimin tanıtımını yaptıktan sonra Tibet Budistlerinin başrahibi ve başkanı Dalay Lama ile görüşmeyi planladılar. O arada Dalay Lama Delhi’de bulunuyormuş. Fakat Çin budistleri Dalay Lama’nın konferansa katılmasını yasaklamışlar. Çin budistleriyle Tibet budistlerinin bir araya gelmemesini/uyuşmazlığını bu olayda, Çin’in Tibet karşısındaki politikasından açık bir şekilde anlayabiliriz.

Biz, Dalay Lama’nın yardımcısına mektup yazdık ve yardımcısı mektubu aldıktan sonra bizim Dalay Lama ile görüşmemizi sağladı. Görüşme, sabah saat 5’te Dalay Lama’nın kaldığı otelde gerçekleşti. Dalay Lama’ya eseri uzattığımda memnun kalarak “okuyacağım” anlamında yan tarafına koydu. Bundan başka Dalay Lama’ya bir armağan daha verdim: Eskiden bir çayın kenarında mavimsi yuvarlak taş bulmuştum. Taşın üzerinde beyazımsı bir ufak leke vardı. Aslında bu taşı ben on yıl önce bulmuştum ve taş dikkat çekici olduğundan özel kütüphanemde yer vermiştim. Tam Hindistan’a gidecekken o taş gözüme çarptı ve şaşırdım: Eskiden önemsemediğim ufak leke Tibet’in coğrafi bölgesinin haritasını andırıyordu! Hemen taşı alarak Kıyal (hayal) pazarına gittim ve taşa uygun olarak süsleme yaptırdım. Dalay Lama’ya gittiğimde o taşı hediye ettim. Taşı alınca “Bu ne?” diye sordu. Ben de “Taş, dünyadır, bu leke de Tibet’tir.” diye cevap verdim. Cevabı duyunca Dalay Lama taşı göğsüne bastırdı ve üzerine giydiği kıymetli bornozunun iç taraftaki büyük ve geniş cebine koydu.

Sonra benim nereden geldiğimi sordu. Cevap verdim. O dönem için söylüyorum, belki de şu an için yanlış söylemiş olabilirim tabi ki. Güney taraftaki ülkeler, bilhassa Hindistan’ın bazı bölgelerinde Kırgızistan’ı bilmezler, Kırgızları hiç tanımazlar bile. Fakat Dalay Lama Kırgızistan deyince anladı galiba. Kırgızistan’da düzenlenen arkeolojik kazılarda Hindu anıtlarının bulunduğunu söyledi. Eğer Kırgızlar, Kırgızistan’da kazılıp bulunmuş anıtları esas alarak bir konferans düzenlerse, o zaman memnuniyetle ülkemizi ziyaret edeceğini söyledi. Dalay Lama o zaman 84 yaşında idi.

Konuşmadan sonra Askar ile ikimize beyaz bant taktı. Bizi yanına alarak fotoğraf çektirdi. Dalay Lama, Bombey’e gideceğini söyleyip bizimle vedalaştı.

Dalay Lama’nın bulduğu tavsiyesini dikkate alarak bizi Drahsalam Bölgesine götürdüler. Orada yirmi binin üzerinde Tibetli bulunuyordu. Biz oraya gidip Arhat eserimin tanıtımını yaptık. Drahsalam’daki Dalay Lama’nın oturduğu sarayı, ofisi gezdik. Drahsalam, Hindistan’ın Dalay Lama’ya bir armağanı olduğunu ve Dalay Lama’nın tüm şehre sahip olduğunu öğrendik. Drahsalam şehrinde toplam 40 bin kişi yaşıyorsa, bunun yarısı Tibetlilerdi.

Orada eserimin tanıtımını yaptık. Tanıtımdan sonra eserimi İngilizce’ye çevireceklerini ve İngilizce’den Tibet diline hemen aktaracaklarını söylediler.

Şu an eserimi çeviriyorlar. Çeviriyi bitirdikten sonra bana mektup yollayacaklar.

Ben Kırgızistan’a döndükten sonra ülkemizde bulunan Hindu Kuruluna gidip Dalay Lama’nın söylediklerini ilettim. Bildiğim kadarıyla, kurulun başkanı şu an arkeolojik konferans düzenleme projesi üzerinde çalışıyor olmalı.

Arhat romanından sonra ben iki roman daha yazdım: Erika Klaus’un On Üç Kadamı (Erika Klaus’un On Üç Adımı) adlı romanımın tanıtımını Londra’da yaptım. Bu eserim önce Rusça yazıldı sonra İngilizce yayımlandı. Romanın Kırgızca tercümesi ise henüz yok. Burada şu tesbiti yapmak gerekir. Bizde, Kırgızistan’da bir dilden diğer bir dile edebi eseri hızlı çeviren mükemmel tercümanlarımız çok az. Hatta şu an için yoktur. Eseri önce Kırgızca yazıp, onu Rusça’ya aktarıp, sonra da İngilizce veya Türkçe’ye çevirttirmek uzun sürerdi. Bu nedenle işi uzatmamak için romanı Rusça yazarak hemen İngilizce’ye çevirttirdim. Bu işimi çok kolaylaştırdı. Şu an 70 yaşının üzerinde bir ihtiyarım. Benim için işi uzatmak yanlış olurdu.

Erika Klaus’un On Üç Kadamı adlı eserimin tanıtımı Londra’da yapıldıktan sonra tanıtımcılar, Ağustos’ta Kırgızistan’a gelerek eserimin tanıtımını burada yapacaklarını söylediler.

Bu eserden sonra ben Şahidka adlı bir romanımı Kırgızca yazdım. Bu eserim Rusça ve İngilizce’ye de çevrildi. Eserimin İngilizcesi Kasım’da Londra’da yayımlanacak. Seneye Arhat adlı eserimin yeni baskısı Londra’da çıkacak. Bundan başka Norveç’te ve İsveç’te de yayımlanması planlanıyor.

Şunu da belirtmek istiyorum. Ben Cengiz Aytmatov’un 85. yıl dönümü için bir eser yazıyorum: Makalelerim, Röportajlarım ve Anılarım… Aytmatov’la 40 yıl iç içe çalışıp arkadaş olduğumuz için onun hakkında bir eser yazmayı düşündüm.

S.A.: Böyle bir eserin yazılmasını okurlar sabırsızlıkla bekliyorlardır. Sizi eskiden Cengiz Aytmatov’a benzetip de onun yerine ağırladıkları hakkında duyduklarımız doğru mu? O olaydan bahsedebilir misiniz?

K.A.: Evet doğru. Aynen öyle bir olay yaşadım. Sovyetler döneminde Sri Lanka’ya bir Kongre’ye gittim. Uçaktan inince beni çok samimi karşıladılar. Sri Lanka’nın Başbakan bizzat kendisi beni karşıladı. Beni güzelce ağırlamaya devam ettiler. Ben de içimden, “kendi memleketimde bile o kadar iyi tanınmamama rağmen beni burada ne güzel tanıyorlar.” diye sevindim.

Sonra Kongre başladıktan sonra herkes bana bakmaya başladı. Ben de “bunlar bana niye öyle bakıyorlar?” diye şaşırarak arkama dönüp baktığımda duvarda Cengiz Aytmatov’un kocaman portresinin asılı olduğunu gördüm. Gerçeği ancak o zaman anladım: Uçakta Aytmatov’u beklemişler. Fakat onun yerine Kongreye katılmak için gelen beni portredeki Aytmatov’a benzetemeyerek “bu nasıl bir şey?” diye anlayamamışlar işi.

Konuşmadan sonra ben “Aytmatov değilim, fakat onun yakın arkadaşıyım. İkimiz akrabayız. İkimizin farkı, tek bir harfte: O Aytmatov ise ben Akmatov’um. Onu ağırlamış gibi olabilirsiniz.” anlamında küçük konuşma daha ekledim. Kongre katılımcıları kahkahalar attı.

Kongre sona erdiğinde Sri Lanka’ya gelen tüm heyeti yollayıp bir tek beni göndermediler. Çünkü onların C. Aytmatov’a Sri Lanka’yı gezdirmek için düzenledikleri program varmış. Böylece üç gün Aytmatov’un yerine Aytmatov oldum.

Aytmatov hakkında anılarımdan bir kısmı Fabula gazetesinde yayımlanmıştır.

Londra’ya gittiğimde çok etkilendiğim bir şeyden bahsetmek istiyorum. Haberlerden, medyadan izlediğimiz kadarıyla İngiltere’yi çok kötü olayların yaşandığı bir yer olarak biliyorduk. Orada eşcinselliğin, uyuşturucu maddeleri kullanmaya izin verilen barların yasallaştırılmış olduğunu duyarak, İngiltere hakkında olumsuz düşüncelere kapılmıştık.

Ben Londra’ya gittiğimde fikirlerim değişti, çünkü gerçek İngilizlerle karşılaştım. Onların kültürünü, geleneklerini yaşattıklarını, müziğe önem veren halk olduğunu gördüm ve çok bilgili olduklarına kendim tanık oldum.

Oysa yaşanan tüm olumsuz şeyleri İngiltere-Londra değil, onun hemen yanında bulunan komşu küçük ülkelerin ürettiği ve yaşattığı olaylarmış. O küçük ülkelerin Londra’dan bölünmeleri istenince de onlar kesinlikle bu tekliften vazgeçmişler: “Kraliçe varken biz İngiltere’ye dâhil olmak isteriz…” Yani, tüm komşu memleketler Kraliçeyi çok sayarlar. Kraliçe’nin ailesi altmış yıldır hiçbir olumsuz olaya, iftiraya karışmadı. Hatta oğulları askerde subaylık yapıyorlar. Kraliçe’nin ailesinden hiç kimse yönetime el uzatmadı. Kraliçe ise haftada bir kere kütüphaneyi ziyaret ederek kendisi bir kitap seçip alıyormuş.

S.A.: Madem Cengiz Aytmatov ile 40 yıllık dostluğunuz var size o günleri hatırlatmak istiyorum. Sizin Cengiz Aytmatov ile yaşadığınız ilginç bir olay var mı? Ondan bahsedebilir misiniz?

K.A.: Çok ilginç olaylar yaşadık. Onlardan biri: Cengiz Aytmatov, Issık Göl Bölgesinde Çolpon Ata ilçesinde kendi Kıyamat (Dişi Kurdun Rüyaları) adlı romanı üzerinde çalışıyordu.

Kışın Sovyetler döneminden kalan gelenek olarak burada 31 Aralık’tan 1 Ocak’a geçen gece yılbaşı kutlaması yapılır. Yılbaşı kutlaması yaklaşıyordu. Bu arada Cengiz Aytmatov, benim yılbaşı kutlamasını nerede yapacağımı sordu. Ben de hiç bir şey planlamadığımı, evde ailemle olacağımı söyledim. Sonra “Hadi o zaman ikimiz birlikte Çolpon Ata’da kutlayalım yılbaşını” dedi. Teklifi kabul etmez miyim? O arada yeni araba satın almıştım. O günlerde Jiguli (Lada) mükemmel bir araba olarak kabul edilirdi.

K.A.: “Cengiz Törökuloviç, satın aldığım yeni arabayla gidelim.” dedim.

Cengiz Aytmatov: “Nasıl yani, kışın araba kullanmaktan korkmuyor musun?’ dedi.

K.A.: “Çıke, arabayı kırk yıldır kullanıyorum. Hiç sakıncası yok. Her şey yolunda.” dedim. Gittik. Çolpon Ata’da yazlı kışlı devamlı çalışan kulübeler olurdu. İşte o kulübelerden biri, 11 numaralı kulübe Aytmatov’a aitti. Sürekli 11 numaralı kulübede bulunur, eserleri üzerinde çalışır ve dinlenirdi.

Biz de o kulübeye gittik. Aytmatov cebinde anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdik. Yazlık evi derli topluydu; bizim gelmemizi bekliyordu sanki. Buzdolabında çeşitli içkiler ve mezeler de vardı. İkimiz saat gece on iki gibi gittiğimiz için hemen yılbaşıyı kutlamaya koyulduk. İkimiz olsak da neşeli bir şekilde gürültüyle birbirimizi kutluyorduk. Çeşitli konulardan bahsediyorduk.

Saat gece üç gibi hava almak için dışarı çıkalım istedik. Aytmatov, benden önce dışarı çıkmıştı. Fakat çıkar çıkmaz hemen içeri girdi: “Kazat, ikimiz galiba başka birinin yazlığına girmişiz…”

K.A.: “Nasıl yani, 11 numaralı kulübeye girmemiş miydik?”

Cengiz Aytmatov: “Her neyse de ikimiz başka birinin odasına girdik, rezil olduk.”

K.A.: “Fakat sizin anahtarınızla…” dediğimde

Cengiz Aytmatov: “Burada anahtarlar her kapıyı açabiliyor.” dedi.

Sokağa koştuk. Dışarıda evin hemen yanında polis kulübesi bulunuyordu. İçinde ışık yanıyor, bir genç polis uyuyordu. Bizim bungalodan gizlice çıkarak Aytmatov’un gerçek yazlık evini aramaktan başka şansımız kalmamıştı.

Cengiz Aytmatov, polis kulübesinin penceresini vurdu: “Sen burada ne yapıyorsun?”

Polis: “KGB emiri üzerine burada Cengiz Aytmatov’u korumak için görevde bulunuyorum!”

Cengiz Aytmatov: “Fakat ben istemedim ki öyle bir şey!”

Polis: “Bu bizi ilgilendirmez, emir çıktı mı görevi yerine getireceğiz.” dedi.

Cengiz Aytmatov: “Yok öyle bir şey. Hadi, oğlum durma burada, git!” dedi.

Ama Aytmatov, bir türlü genç polisi gitmeye ikna edemiyordu.

Endişemizi sonradan anladık: Biz 11 numaralı kulübeyi bulup içeri girerken dışarıda ne polis ne de polis kulübesi vardı. Korumayı biz içeride yılbaşıyı kutlarken koymuşlar. Ancak biz hava almak için dışarı çıkacakken onu fark edip, yabancı kulübeye girdik sanmışız. İkimizin endişemizi hatırlayıp epey güldük. Demek ki kendi kulübemize girmişiz! Bizi endişeye sürükleyen kafamızı karıştıran polis kulübesi imiş.

Aytmatov hakkında ilginç bilgiler de vereyim: Aytmatov’un pek hobisi yoktu. Ne masa oyunları bilirdi, ne satranç, ne iskambil kartları, ne de bilardo oynamayı biliyordu. Alkolü sevmezdi. Araba kullanmayı bilmiyordu. Tüm eserlerini elle yazıyordu. Daktiloda yazmayı da bilmiyordu. Fakat gönlü istediğinde tanıdıklarından biriyle bahçede yürüyerek sohbet etmeyi, dolaşmayı seviyordu. Yüzmeyi çok iyi biliyordu. Evinin önünde havuzu vardı ve sık sık havuzda yüzerdi. Issık Göl’deyken yüzdüğü zaman, iki üç kilometreye kadar yüzerdi. Çağdaşlarının: “Cengiz Törökuloviç, senatoryuma neden gitmiyorsunuz?” sorusuna da şöyle cevap veriyordu: “Senatoryumda yapacağım bir iş mi var? Sıkıntıdan boğulurum oraya gitsem. Evimde rahat rahat dinleniyorum. İstesem havuzda biraz yüzerim. Yorulsam gidip yatağa düşerim. Kalktıkça gidip biraz kitap okurum…”

Cengiz Aytmatov, sürekli çalışıp duran, dinlenmeyi pek bilmeyen biriydi. Tatil için bir yere gitmek gibi alışkanlığı da yoktu.

Aytmatov, altmış üç yaşına girdiğinde kendine verilecek olan emeklilik parasından vazgeçti. Misafirliğe gittiğimizde ona: “Cengiz Törökuloviç, ne istiyorsunuz”’ dedikleri zaman Aytmatov’un cevabı şu olurdu: “Bana bir fincan kaymak ile yeni yapılan ekmek getirin, yeter…” Aytmatov, süt ayırıcısından çıkartılan kaymağı çok seviyordu.

Bir kez Aytmatov’un evinde Moskova’dan gelen Rus yazarlarından oluşan bir heyeti ağırlıyorduk. Leonov, Jakovskiy gibi büyük Rus yazarları da vardı. Kırgız geleneğinde olduğu gibi kıymetli misafirler için bir koyun kesildi. Büyük tencerede koyun eti ve kafası pişiyordu. O zamanlar Aytmatov’un ilk eşi Kerez teyzemiz hayattaydı. Ustalıkla yeni pişmiş koyun etini kemiklerinden ayırarak misafirlere hazırlıyordu. Kerez teyze, gerçek Kırgız geleneği ve kültürüyle yetişen biri olduğu için, koyun kafasını ve böğürünü Rus yazarlarına ikram edecekken Aytmatov: “Olmaz onları getir buraya, pirzolaları ikram edeceğiz.” dedi. Ben de misafirlerin her birine birer pirzola dağıttım. Onlar pirzolayı memnuniyetle yediler. Bu arada Kerez teyzemiz: “Aman, bu nasıl iş? Niçin evimizde misafiri Kırgız geleneğine uygun şekilde ağırlamayız?” diye söyleniyordu. Aytmatov ise: “Kırgız geleneğini anlayana gösterelim. Ruslar pek gelenekle uğraşmaz. Şimdi koyun kafasını ikram etseydik yerinden fırlayacaktı korkusundan. Bak, pirzolayı nasıl yiyecekler şimdi…”

Derken, misafirlerimiz yemekten memnun kaldılar.

Misafiri gönderdikten sonra Aytmatov: “Kerez, demin sakladığımız koyun kafasını böğrünü şimdi getirsen olur. Onları Kazat’a ikram edelim.” dedi. Böylece koyunun kıymetli kısımlarını yiyerek ben değerli misafir rolünü üstlendim.

Büyük ruhlu insanlar, yaşlandıkça kendilerini ihtiyar görmezler. Daha çok hareketli olmaya çalışırlar. Aytmatov da öyleydi. Onun son zamanlardaki gündemini şöyle açıklayayım: Aytmatov, Avrupa’dan gelir gelmez onu Moskova’dan telefonla aradılar: “Film yapacağız, Kırgızistan’a gelmeyi düşünüyoruz, evinizde bulalım sizi” anlamında.

Film yapımcıları Moskova’dan gelip Aytmatov’la Issık Göl civarında bir hafta boyunca dolandılar. Sonra bir hafta Talas’ı gezdiler. Sonra Aytmatov, Bişkek’te bir hafta film çektikten sonra onları Almatı’ya götürecek oldu. Aytmatov, Almatı’ya gidecekken akşam beni arayıp yanına gelmemi istedi. Arabayla evine gittim. Aytmatov’la selamlaştıktan sonra sokakta kaldırımda dolaştık. Biraz yürüdükten sonra arabamla biraz dolaştık. Aytmatov: “Son zamanlarda belim çok ağrıyor.” dedi. Ben: “Belli etmiyorsunuz demek ki. Her zaman gördüğümde Hollywood aktörü gibisiniz.” dediğimde şöyle cevap verdi: “Hey hat, Kazat, ben her gün bir avuç tablet içiyorum…”

O zamanlarda Aytmatov, inflamasyon ve diyabet hastasıymış. Fakat asla “ben hastayım” ya da “rahatsız oluyorum, şuyum var bunum var” dememişti. Ve ilk defa ikimiz kaldırımda dolaşırken hastalığından bahsetti. Ben: “Neyiniz var?” dediğimde: “Boş ver, bende hastalıkların hepsi var.” demişti.

O akşam Aytmatov’u son kez gördüm. Ertesi gün film ekibiyle Almatı’ya, sonra Moskova’ya gitti. Moskova’da bir hafta bulunduktan sonra Tataristan’ın başkenti Kazan’a doğru uçakla giderken şekeri yükselmiş. Uçakta havalandırmayı açmışlar. Bundan dolayı akciğeri şişmiş, zaten iltihabı varmış.

Uçak, Kazan’a indikten sonra Kazan’daki doktorlar hep Aytmatov’un böbreklerine dikkat etmişler. Aytmatov’u hastanede tedavi etmeye başlamışlar. Onu ziyaret etmek için Tataristan Cumhurbaşkanı Mintimer Şaybiyev geldiğinde de ona, böbreğinin iyi durumda olmadığını söylemişler. O arada Aytmatov’un durumu kötüleşmiş. Akciğerleri suyla dolmuş ve o gece bilincini kaybetmiş.

Ertesi gün, M. Şaybiyev’in “Aytmatov’u buradan başka bir yere göndermeyiz. Burada tedavi edeceğiz.” lafına uymayarak Sağlık Bakanı, Cumhurbaşkanını, “Aytmatov’un durumu çok kötü. Burada vefat ederse biz suçlu olacağız.” diye ikna etmiş ve zaten ölümün eşiğinde bulunan zavallı Aytmatov’u Almanya’ya uçakla yollamışlar.

Bepul matn qismi tugad.

5 857,39 soʻm