Kitobni o'qish: «Köroğlu ile Kel Hamza»
Yıllar önce Azerbaycan’da, namına Köroğlu denilen yiğit ve civanmert bir adam yaşardı. Köroğlu adıyla yiğitlikleri bilinmeden önce, gerçek adı Ruşen idi. Ruşen’in babası da Ali Kişi namıyla tanınırdı. Ali, Hasan Han’ın seyisi ve yılkı atlarının bakıcısı, eğiticisiydi. At yetiştiriciliği ve bakımı konusunda eşi benzeri bulunmaz bir adamdı, herhangi bir atın nasıl bir huyu suyu olduğunu anlaması için ona bir kere bakması kâfiydi.
Hasan Han, oldukça zengin ama zalim hanlardan bir tanesiydi. Diğer hanlar ve emirler gibi, Hasan Han’ın da sürü sürü uşakları ve askerleri vardı, aklına ne eserse onu yapacak kudretteydi. Dilediğince adam öldürür, insanların topraklarına haksız yere el koyar, köylülerden ve esnaftan keyfî ve ölçüsüz haraç toplar, salma salar, özgürlük ve hürriyet isteyen yiğitleri zindanlara atar, onlara işkence yapardı. Kimse hoşlanmazdı bu adamdan. Onu sevip sayanlar yalnız büyük tüccarlar, bölgenin ileri gelen soyluları ve mal mülk sahipleriydi. Bunlar, hep birlikte halkın malını talan edip yağmalar, kendi işlerinde çalışmaya zorlardı. Sürekli eğlence ve işret meclisleri toplayıp eğlenir, suyu ve havası güzel yerlerde kendileri için saraylar yaptırır, lakin halkın hangi şartlarda yaşadığıyla hiçbir vakit ilgilenmezlerdi. Köylüyle çiftçiyi sadece bir kez hatırlarlardı, o da halkın sırtındaki vergileri artıracakları vakit.
Hem Hasan Han hem de diğer hanlar ve emirler, kendileri de bir başka büyük hanın kulu durumunda idiler ve ona itaat edip boyun eğerlerdi. Kendisine büyük miktarda vergi ve haraç ödemeleri ve bunu da her yıl artırmayı unutmamaları şartıyla, Büyük Han bu küçük hanları himaye eder ve desteklerdi, bunun karşılığında alttakiler halka her türlü kötülüğü ve baskıyı uygulayabilirlerdi.
Büyük Han’a “Hodkâr” derlerdi. Hodkâr, hanların ve emirlerin en varlıklısı ve en güçlüsüydü. Yüzlerce, binlerce han ve emir, askerî komutan, cellat ve savaşçı onun kapısında ekmek yer, ondan tıpkı bir köpek gibi korkup çekinir, her türlü emrine sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat ederlerdi.
Günün birinde, Hasan Han’ın dostlarından Hasan Paşa isminde birisinin ziyaretine geleceği haberi ulaştı. Han, derhâl işret ve eğlence meclisinin hazırlanmasını, Hasan Paşa’nın layıkıyla karşılanmasını emretti.
Hasan Paşa, Hasan Han’ın konağında birkaç gün misafir kaldı, sonra ayrılacağı vakit Hasan Han’a atlarının methini duyduğunu, çok güzel atlara sahip olduğunu bildiğini söyledi.
Hasan Han da böbürlenerek cevap verdi:
“Benimkiler gibi atlara buralarda kimse sahip değildir. Arzu edersen, sana bir çiftini hediye edebilirim.”
Hasan Paşa:
“Tabii, elbette isterim.”
Bunun üzerine, Hasan Han hemen yılkı atlarının bakıcısına (yılkıbaşı) emir verdi, yılkıların otlamaya götürülmemesini, Hasan Paşa’nın sürünün içinden kendisine iki tane at beğeneceğini söyledi.
Yılkıların yaşlı bakıcısı Ali Kişi, yılkı atlarının oldukça iyi hayvanlar olduğunu biliyordu ama hiçbirinin, babası denizatı olan iki tay gibi olmadıklarının da farkındaydı. Bir gün, yılkıları deniz kenarına götürmüş, kendisi de bir köşeye geçip uzanmıştı. Denizden aniden çıkan iki denizatının sürüdeki iki dişi ata yaklaşıp çiftleştiklerini görmüştü. Ali Kişi bu iki kısrağı yakından takip etmiş, günün birinde ikisinin de yavruladığına şahit olmuştu. Ali bu iki ufak tayı çok sever, bunların dünyanın en iyi atları olacaklarını söyler dururdu. İşte Hasan Han, konuğu için bir çift at hediye edeceğini söylediği zaman Ali Kişi’nin aklına bu iki tay geldi, kendi kendine;
“Niye bütün sürüyü otlamaktan geri koyayım, zaten yılkıların içinde bu ikisi gibi iyi at yok!” diye düşündü.
Yılkıları otlamaya gönderdi ve seçtiği iki tayı Han’ın konağının önüne getirdi.
Hasan Paşa sevinç içinde konaktan dışarı çıktı, sürünün içinden kendi atlarını seçecekti. Ama baktı ki ortada sürü falan yok, konağın önünde iki tane ufak ve cılız tay duruyor sadece. Hasan Han’a döndü ve yakındı:
“Hasan Han, bana armağan edeceğin atlar bu ikisi olmalı herhâlde, öyle mi? Bu beygirlerden bende çokça var. Hâlbuki sende iyi atlar olduğunu duymuştum. Sendeki en iyi atlar bunlar ise diğerlerini düşünemiyorum bile!”
Bu sözleri duyunca, Hasan Han’ın kan beynine sıçradı. Bir anda gözleri karardı. Ali Kişi’ye bağırıp çağırmaya başladı:
“Sana atları otlatmaya götürme diye tembihlemedim mi be adam!”
Ali Kişi:
“Han’ım selamette olsun. Siz de bilirsiniz ki ben bu saçlarımı sizin yılkı atlarınızın peşinde ağarttım. At bakımı ve yetiştiriciliğinde ne kadar usta olduğumu da bilirsiniz. Sizin yılkı sürünüzün içinde bu iki attan daha iyisi yoktur.”
Ali Kişi’nin bu cesur sözleri Hasan Han’ı daha da öfkelendirdi, hemen cellada emir verdi:
“Bu küstah adamın gözlerini oyun!”
Ali Kişi ne kadar yalvarıp dil döktüyse de bir faydası olmadı. Cellat hemen koşup Ali Kişi’nin elini kolunu bağladı ve gözlerini oydu. Ali Kişi:
“Han’ım, mademki hayatımdaki en büyük nimeti benden aldın, en azından şu iki tayı bana bağışla.” dedi.
Han’ın öfkesi hâlâ dinmemişti:
“Geberesi beygirlerini de al, hemen defol git buradan!”
Ali Kişi, bu iki tayı ve oğlu Ruşen’i de yanına aldı, kendini dağlara ve çöllere vurdu. İçinde hep intikam fikri vardı. Hem kendisinin intikamı hem de milyonlarca vatandaşının intikamı… Ama intikam vakti gelene kadar şimdi sabırla bekleme vaktiydi.
Günler ve geceler boyu, yanında bir oğlu ve iki tayıyla birlikte dağları, çölleri, sahraları çiğnedi, en sonunda geçit vermez bir dağın başını mesken tuttu kendine. Bu dağbaşına “Çenlibel” derlerdi. Ali Kişi, oğlu Ruşen’in de yardımıyla, bu iki tayı canla başla eğitmeye başladı. Bir süre sonra bu iki tay, gelmiş geçmiş en hızlı ve en iyi iki at hâline gelecekti.
Atların birine “Kırat”, diğerine de “Dorat” ismini verdiler.
Bu iki attan Kırat, öylesine hızlıydı ki üç aylık yolu üç günde katederdi. Bir o kadar da güçlü ve savaşçıydı, savaş meydanında karşısına çıkan bir orduya karşı koyardı. Hem de öylesine vefalı ve sadıktı ki sırtına Köroğlu’ndan başkasını asla bindirmezdi; yalnızca Köroğlu dizginlerini başkasının eline verirse o zaman binilmesine izin verirdi. Köroğlu’ndan biraz uzak kalacak olursa ağlar ve kişner, Köroğlu dönüp de kendisine saz çalıp yiğitlik türküleri söylerse, ancak o vakit sakinleşirdi. Kırat, Köroğlu’nu çok iyi anlardı, aklından ne geçirdiğini gözlerinden ve elleriyle beden hareketlerinden hemen çıkarırdı.
Elbette Dorat da Kırat’tan hiç geri kalmazdı.
Ruşen, babasının planlarından haberdardı ve intikam gününün bir an önce gelmesini canı gönülden iple çekiyordu.
Ali Kişi ölmek üzereyken, yüreği bir derece ferahtı. Çünkü ektiği intikam tohumları yeşerip boy vermeye durmuştu. Kendi intikam planlarının, bir gün gelip de Ruşen tarafından hayata geçirileceğinden emindi. Halkının intikamını da hem hanlardan hem Hodkâr’dan alacaktı.
Ruşen, babasının cenazesini Çenlibel’de toprağa verdi.
Ruşen, kısa süre içinde dokuz yüz doksan dokuz yiğidi, serden geçmiş cengâveri Çenlibel’de toplamayı ve bunlarla hanlara ve onların Büyük Han’ına karşı başkaldırısını başlatabildi. Tüm bu mücadeleler ve savaş dönemi boyunca “Köroğlu” namıyla tanınır oldu. Köroğlu, yani babası kör olan kişi…
Çenlibel, hızlı bir şekilde, zulme ve gadre uğrayanların, özgürlük peşinde koşanların ve intikam arzusuyla yananların sığınağı hâline geldi. Çenlibel’in yiğitleri Hodkâr’a, hanlara ve emirlere ait olan malları ve kervanları yağmalamaya, servetlerine el koymaya başladılar, ele geçirdiklerini de muhtaç ve fukara halka dağıtıyorlardı. Çenlibel, korunaklı bir kale hâline gelmişti ve içindeki yiğitlerin şiarı da şuydu:
Çalışan kişinin yaşama hakkı vardır. Başkalarının emeğine ve işinden elde ettiğine el koyan ve bunları işret ve eğlenceyle tüketen kişinin de yok edilmesi gerekir. Eğer ortada ekmek varsa bu herkesindir, herkes ondan yer. Eğer ekmek yoksa bütün herkes aç kalır. Ekmeği kazanmak için herkes çalışıp çabalamalıdır. Eğer huzur ve mutluluk varsa bu herkes için var olmalıdır, eğer yoksa da hiç kimse için olmamalıdır.
Köroğlu ve yiğitleri, her yerde halkın yanında, hanların ve sömürücü eşrafın da tam karşısında yer aldılar. Hiçbir hanın gözüne, Çenlibel yiğitleri yüzünden uyku girmez oldu. Hanlar, Çenlibel yiğitlerini yok edip ortadan kaldırmak için ne yapıp ettilerse de bir türlü buna muvaffak olamadılar. Büyük Han’ın ordusu ve askerleri birkaç defa hücum edip Çenlibel’e saldırıda bulundu ama her seferinde geçit vermez sarp kayalıklar onları perişan ve rezil rüsva etti.
Çenlibel’in kadınları da yiğitlikte erkeklerinden geri kalmadılar. Mesela, Köroğlu’nun Nigar ismindeki güzel karısı, kaç sefer savaş giysilerini üzerine giyip atına atladı ve yalın kılıç düşman saflarının merkezine hücum etti, gövde üstünde baş bırakmadı.
Köroğlu’nun her bir yiğitliği ve seferi başlı başına birer destandır. Köroğlu destanları kendi ana dilinde Türkçe olarak söylenir, Azerbaycan’ın âşıkları da bu destanları sazlarıyla çalar ve sözleriyle halka naklederler.
Kırat’ın Çalınması
Köroğlu ve Çenlibel yiğitlerinin kıyamı o kadar gelişip büyüdü ki Büyük Han artık köşeye sıkışmaya başladı. Köroğlu’na tek başına karşı koyamayacağını anlayınca, bütün hanlarına, emirlerine, çete başlarına, savaşçılarına, komutanlarına haber gönderip hepsini yanına çağırdı ve büyükçe bir istişare meclisi kurdu.
Meclisteki herkes yerini alıp da oturduğu zaman, Büyük Han konuşmasına başladı:
“Hepinizin bildiği üzere, bir avuç hırsız ve eşkıya dağlarda toplanmış, memleketin huzur ve güvenliğini tehdit ediyor. Bu yağmacı ve hırsızların başında da adına Köroğlu dedikleri bir seyis çocuğu var ki adam öldürmede ve hırsızlıkta hiç üstüne yok, yağma ve çapulda nam salmış. Memleketin hangi bir köşesinde bir hırsızlık, adam öldürme veya gürültü patırtı çıksa, muhakkak bu adamın o olayda bir dahli oluyor. Köroğlu’nun çetesinin eli kolu günden güne uzuyor, daha da güçlenip tehlikeli hâle geliyorlar. Eğer bu şekilde eli kolu bağlı hâlde oturmaya devam edersek, bir gün gelip de gözümüzü açtığımızda tüm malımızın mülkümüzün, topraklarımızın Çenlibel çetesinin eline geçtiğini, onlar tarafından gasbedildiğini göreceğiz. O vakit ya buraları bırakıp uzak yerlere kaçmak zorunda kalırız ya da bu serserilere kölelik yapmak durumunda oluruz. Hem bilmiyoruz ki bu hainlerin yüreklerine Tanrı bir zerre olsun merhamet koymuş mudur? Ey hanlar, emirler, komutanlar, yiğitler, bakın sizi uyarıyorum! Bu hırsız ve eşkıyalar topluluğunun kendi analarına ve kardeşlerine bile merhametleri yoktur!
Memleketin huzurunu tehdit eden bu büyük tehlike sizleri buraya toplamaya ve bir karar almaya zorladı beni. Şimdi nasıl bir tedbir almalıyız? Bu maceraperest hırsızı nasıl yapıp da durdurabiliriz? Bunca soylu kişi, bu kadar değerli hanlar, bunca namlı askerler, komutanlar, yiğitler bir seyisin oğlunun hakkından gelemeyecek mi?”
Hodkâr konuşmasını bitirdi ve kıymetli mücevherlerle süslü tahtına oturdu. Mecliste hazır bulunanlar el çırpıp alkışladılar ve yüksek sesle bağırmaya başladılar:
“Çok yaşayasın Hodkâr! Mülkümüzün ve milletimizin selametinin koruyucusu! Kahrolsun Çenlibel’dekiler! Kahrolsun asiler!”
Mecliste oturanların heyecan ve bağırış çağırışlarından duvarlar sallanmaya başlamıştı âdeta. Hodkâr bulunduğu yerden, meclistekileri eliyle ve başıyla selamladı. Sesler kesildikten sonra tartışma faslı başladı.
İçlerinden birisi;
“Biraz fazla para verirsek Köroğlu haydutluğu bırakır.” diye görüş bildirdi.
Bir diğeri:
“Çenlibel tarafındaki toprakları Köroğlu’na bırakalım tamamen, orayı istediği gibi çekip çevirsin, insanlara vergi ve haraç salsın, bir daha da bizi rahatsız etmez.”
Bir başkası;
“Köroğlu’nun yanına birini gönderelim de bakalım son sözü nedir, para ve topraktan ne kadar istiyorsa verelim ve aramızı düzeltelim.” diye konuştu.
Hasan Paşa da bu mecliste bulunuyordu. O sırada Tokat’ın hâkimiydi. Hasan Han, bu adamın hatırı için Ali Kişi’nin gözlerini oydurmuştu. Hasan Paşa aynı zamanda Büyük Han’ın da sağ koluydu. Büyük Han’ın sofrasında her zaman başköşeye kurulur, Hodkâr biraz hasta veya rahatsızsa bağdaş kurar oturur ve dışarıdan üzüntülüymüş gibi görünürdü. Savaş ve asker sevki konusunda da oldukça bilgiliydi. Her bir asker onun korkusundan köpek gibi titrer, bu korkuyla amirlerine koyun gibi itaat ederdi.
Velhasıl, Hasan Paşa da işte bu mecliste Hodkâr’ın sofrasındaydı ve henüz konuşmak için ağzını açmamıştı. Hodkâr her bir kişinin görüş ve tavsiyelerini dinledi, sonra da şunu söyledi:
“Hiçbirinizin önerisi de Çenlibel’deki ayaklanmaya çare sunmuyor. Şimdi Hasan Paşa’yı dinleyelim, bakalım o ne diyecek?”
Hanlar ve emirler içlerinden Hasan Paşa’ya küfrettiler. Sonuçta, bu tür paşalar ve beyler, her biri yekdiğerinin makam ve konumuna göz diker, içten içe kıskançlık ederlerdi. Hepsinin de arzusu, Büyük Han’ın yanında en gözde ve güçlü bey olarak sivrilmek, bu sayede de ellerinin altındaki halka daha rahat zulmedebilmek ve daha ağır vergi ve haraç toplayabilmek, kendi işret ve eğlenceleri için daha fazla para bulabilmekti.
Hasan Paşa ayağa kalktı, Hodkâr’ın önünde eğilip saygısını sundu, onun bastığı yeri öptü ve sonra da geçip yerine oturdu.
Bepul matn qismi tugad.