Kitobni o'qish: «Eleştiri Yazıları»
Takdim
Abzal SAPARBEKULI
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Son çeyrek asırda Türkiye’de Kazak edebiyatıyla ilgili birçok kitap yayımlanmıştır. Bunların bir bölümünü bilimlik çalışmalar, bir bölümünü de çeviri eserler oluşturmaktadır. Çok sayıda edebî eserin Türkçeye çevrilip yayımlanmasına Elçiliğimizin önayak olduğunu da burada belirtmekte fayda vardır.
Kazakçadan Türkçeye tercüme edilen eserler daha çok hikâye, hikâyet (povest’/novel), roman gibi nesir alanına ait eserlerdir. Bugüne değin sözgelimi eleştiri ilgili hiçbir eser Türkçeye çevrilmemiştir. Hâlbuki Kazak edebiyatı köklü ve güçlü bir edebî eleştiri geleneğine de sahiptir. Elinizdeki eser, Kazak edebiyat ve sanat eleştirisini Türkiye’de tanıtmak için atılmış ilk adım özelliğini taşımaktadır.
Sağat Aşimbayev (1947-1991), Kazak edebiyat eleştirisinin önde gelen temsilcilerinden biridir. Kısa ömrüne çok sayıda eleştiri çalışması sığdıran Aşimbayev, aynı zamanda iyi bir yazar ve gazetecidir de. Eleştirmenin bütün ömrü Kazak edebiyatını millî ve yerli çizgilerini koruyarak evrenlik ve uluslararası alanda söz sahibi bir edebiyat hâline getirmek için çalışmakla geçmiştir. Sovyet döneminde sosyalistik realizmin yetişmekle beraber çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Aşimbayev, sanat ve edebiyata da farklı açılardan bakmayı başarabilmiş bir aydındır. O, eleştiriyi disiplinler ve kültürler arası bir bağlamda ele almış ender eleştirmenlerdendir. Elbette bu, büyük bir birikimin tezahürüdür. Nitekim Sağat Aşimbayev, Kazak kültür ve edebiyatını bildiği kadar Rus, Batı, Arap, Amerikan, Çin, Hint kültür ve edebiyatından da haberdardır. Diğer yandan yazılarında edebiyat tarihi, tarih, coğrafya, sanat, estetik, felsefe, toplumbilim, ruhbilim, ruh çözümlemesi gibi birçok disiplini edebî değer açısından harmanlamayı başarmıştır. Bu bakımdan Aşimbayev’in yazılarını okumak bir kültür, sanat ve bilgi şölenidir aynı zamanda.
Eleştiri Yazıları adlı bu kitapta Sağat Aşimbayev’in değişik yıllarda yazılmış yirmi altı yazısının Türkçe çevirisi yer almaktadır. Kitabın, Türk okurlarına yeni bir eleştirici bakış açısı kazandıracağı muhakkaktır. Eseri Türkçeye kazandıran Nilüfer Sevde’ye ve yayımlanmasına vesile olanlara teşekkürü bir borç bilirim.
Büyük Katkı
Günümüz Kazak edebiyatında profesyonel sanat seviyesine yükselmiş bir edebî eleştiri bulunduğu sık sık dile getiriliyor. Bu görüşün elbette kendine göre delil ve dayanakları vardır.
Eleştiri sahasında uzun yıllardan beri yapageldiği incelemeleriyle dikkatleri çeken birikimli edebiyat araştırmacılarından biri de Profesör Muhamedjan Karatayev’dir. Karatayev eleştiri cephesinde ilk göründüğü günden itibaren millî edebiyatımızın en önemli işinde bütün birikimini ortaya koyarak yüksek yeteneğiyle hizmet etmektedir.
Karatayev’in derin bilgi, yüksek kültür ve popüler bir ruhla yazdığı estetik etkisi güçlü eleştirileri, Birlik çapında da bilinmektedir. Sıkılmadan ilgiyle okunması ve düşüncelerinin mantıki kesinliğiyle okuyucuyu kendine bağlaması onun eleştirilerinin önemli özelliklerindendir. Eleştirmen ele aldığı her eseri büyük bir ustalıkla estetik ve sosyolojik açılardan çözümlemektedir.
M. Karatayev’in eleştirilerinin diğer önemli bir yanı, kendi ifadesiyle “Eleştirmenin ustalığı, yazarın ustalığını gösterebilmelidir.” ilkesine son derece bağlı kalmasıdır.
Bizde edebîliği herkes kendine göre anlıyor ve anlatıyor. M. Karatayev’in “Kazak Nesrinde Sosyalist Realizmin Oluşumu” (1965) adlı monografisinde ifade ettiği şu görüş çok isabetli gibidir: “Edebîlik dediğimiz şey, tip ile hayat gerçeğinin uyumu, başka bir deyişle biçim ile içeriğin uygunluğudur.” Söz konusu kitapta buna benzer önemli ve ciddi fikirler oldukça çoktur.
Müellifin iki kitabı Kazak SSC Devlet Ödülü’ne aday gösterildi. Söz konusu kitaplar hakkında vaktiyle gazete ve dergi sayfalarında birçok olumlu düşünce beyan edilmişti. M. Karatayev’in özellikle sosyalist realizm hakkındaki kitabı Kazak edebiyat biliminin önemli başarılarından biridir.
1967
Ciddi Söz, Özgün İz
Her edebî türü denemesiyle dikkat çeken genç yazar Abiş Kekilbayev’in “Bir Tutam Bulut” adlı eseri, kitapçılarda yerini alalı fazla olmadı.
Kitapta kısa bir hikâyet ile iki üç hikâye yer almaktadır. Eser, edebiyatımızın son kuşağı sayılan, söz sanatına büyük ülkü, yüksek amaç, derin zevk ve temiz yürekle bakan yetenekli öbekteki bilgili gençlerimizden biri A. Kekilbayev’in ciddi nesirdeki ilk imzasıdır.
Çok yönlü, sayısız gizeme sahip, fethetmesi zor, geçitleri ve aşıtları çok olan bir türdeki ilk eseridir. Buna rağmen A. Kekilbayev bu ilk eseriyle edebiyatımızda önemli bir yer edineceğini, bütünüyle yeni bir olgu gibi yüksek bir zirveye yerleşeceğini göstermiş bulunmaktadır.
Kitabın baş eseri olan hikâyet (povest’), savaş yıllarının avılındaki1 olaylar temelinde yazılmıştır. Anlatının merkezinde yani olay örgüsünün odağında, kirpiklerden kan damladığı sıkıntılı savaş zamanında taşradaki uzak bir Kazak köyünde yaşanan hayat gerçeklikleri, insanlar arasındaki dostluk ilişkileri, kardeşlik görünüşleri yer almaktadır. Daha açık söylemek gerekirse “ağıldaki kuzuları dahi birlikte emen” iki ailenin savaşın açtığı yaradan sonraki yazgıları realist bir biçimde anlatılmaktadır.
Müellifin eserdeki temel düşüncesi, bir tutam bulut kadar küçük bir ailenin başındaki bel büken tragedyalık ve sert dramatik çatışmalarla dolu hayat kesitlerinin o devirde herkesi yakan, herkesin başındaki bir gerçeklik olduğunu göstermektir.
Eserin merkez kahramanları Akkaymak ile Şayzada’dır. “Hareketi az, hayali çok” bozkırda yetişen lale gibi güzel kız ile başından geçen nice zorluklara, ağır günlere rağmen şikâyet etmeyen ve işini savsaklamayan “yer sallansa bile sarsılmaz” Kazak kadınlarının portresi çok sağlam ve inandırıcıdır.
Akkaymak ile Şayzada’nın iç dünyalarını, karakter özelliklerini, tutum ve davranışlarını müellif, oldukça başarılı vermiş, dış görünüşlerini ustaca betimlemeye gayret etmiştir. Ayrı ayrı özeliklere ve ruh dünyasına sahip bulunan, farklı insani tabiatları birbirine benzer olan bu iki kişi, her bakımdan birbirini tamamlamaktadır.
Hikâyette Akkaymak ve Şayzada’nın aydınlık görünüşleri, okuyucunun hayalinde tam olarak belirdiği için güçlü bir etki bırakıyor. Bunlar sıradan, mütevazı, merhametli, güzel yürekli, temiz ruhlu, tabiatları güneş gibi parlak insanlardır.
Müellif özellikle Akkaymak tipini çok sağlam ve açık bir biçimde resmetmiştir. O, acımasız feleğin buyruğuna baş eğmeyen zirvedeki bir çınar gibi dik başlı ve hayata âşık iyimser bir candır. Öz babasını savaş aldı. Can anasını kendi elleriyle vakitsizce kara toprağa verdi. Sevdiği delikanlı Karjav, yelin önündeki yaprak gibi sürüklenip başka diyarlara gitti. Can dostu ve tek dayanağı kaynanasını da ecel yendi. Hayata gözlerini yumdu koca başörtülü koca kadın Şayzada.
Güz gelmeden yaprağı dökülüp çırılçıplak akkayın gibi Akkaymak da yapayalnız kaldı. Sürekli feleğin sillesini yemesine rağmen asla yıkılmadı, pes etmedi. Direndi. Eğilip de ne yapacaktı? Hayat onu eskisinden de güçlü hâle getirdi. İnsan, insansız yapamaz. Akkaymak, karısı ölüp ikisi çocuğu ile yalnız kalan, iki gözünü ise savaş alan Taybağar ile hayatını birleştirirler. Bu da tabii idi. Akkaymak’ın karakterine tamamıyla uygun tabii bir olgu. İnsan mutluluk için yaratılmıştır. Onun bir insanı mutlu edip yüzüne üzüntü gölgesi düşürmeyeceğine, yanına üzünç izi düşürmeyeceğine okuyucu şüphesiz inanır. Çünkü Akkaymak’ta merhametli bir yürek, akıl ve anlayış var.
Akkaymak’ın namusu dağ suyu gibi temiz ve duru. Avılın itinden dedikodusu daha ısırıcıdır. Karjav’ı beklerken Akkaymak’ın arkasından nice dedikodular yapıldı. Bire bin katıldı, yalan gerçek oldu ve dedikodu ateşi tutuşturuldu. Onun dalayan alevinden, boğazını sıkıp soluğu kesen derdi daha yamandır. Akkaymak buna da dayandı. Gerçek eğilse bile kırılmaz diye düşündü.
Akkaymak’ın içi tertemiz, ahlakı ise yüksek. İnsanlığı benzersiz. O, geçici ve anlık duyguların insanı değildir, kendisini denetlemeyi biliyor. Parti temsilcisi delikanlının açgözlülüğüne teslim olmuyor. Böyle yüreğini aklın denetimine aldığı zaman okuyucu Akkaymak’ı takdir ediyor.
Yazar, hikâyette Ojan ve Janılsın tiplerini de çok iyi tasvir etmiştir. Deveyi pire yapan, ayak işlerinin adamı olan postacı Tüsip de çok dikkat çekici bir kişiliktir. Yazar, onun iç dünyasını özel ayrıntılarla ortaya koymamıştır ancak dış görünüşü, hâl ve hareketleri nasıl bir adam olduğunu göstermektedir.
Hikâyetin diğer önemli bir özelliği ise yalınlığıdır, ancak bu sıradan bir yalınlık değil bedii yalınlıktır. Eserde olay örgüsüne fazla gelen çatışmalara, anlatıya sığmayan çekişmelere, anlaşmazlıklara yer verilmemiştir. Olay yavaş yavaş gelişerek devam ediyor. Olay örgüsünde akla sığmayan, mantıki olmayan gelişmeler yoktur. Hikâyetin omurgasını oluşturan olay hayat gerçekliğinden alınmıştır. Yazar anlatıyı kurarken iç ve dış ahengi sağlamayı başarmıştır.
Elbette anlatı hata ve eksiklikten azade değildir. Sözgelimi eserin dilinde, üslubunda ve olay örgüsünde bazı kusurlar vardır. Ancak hususen hikâyet, umumen ise kitap, Kazak nesrine yeni ses ve renk getirmiştir. Bunun içindir ki genç yazarın kusurlarından ziyade başarılı olduğu yönlerini dile getirmeyi uygun gördük. Edebiyatımıza ciddi ve düşünen bir nasirin katıldığını sevinerek belirtmek istedik.
1967
Edebiyat Ufku Genişlemeye Devam Ediyor
İlk değerli eserlerinin bir kısmı dünya edebiyatında hak ettiği yeri almış, bugün artık enikonu gelişip büyümüş bulunan Kazak nesrinin sanat hayatından ve gelişim yönlerinden bahsederken geleneğin tabii devamı, ayrılmaz parçası sayılan gençlik edebiyatının hâl gidişatını gözden ve gönülden ırak tutmamak, iyi niyetle koruyup kollamak gerektir.
Edebiyatın taze kanı, temel kaynağı gençlerdir. Edebiyat sadece gerçek yakutlarını derinlerde saklayan dünü ve incileri olgunlaşıp henüz su yüzüne çıkmamış bugünüyle değil aynı zamanda değerli elmaslar çıkaracak yarınki vârisleriyle de güçlüdür. Genç kuşakların dalga dalga gelip katılmadığı bir edebiyat, besleyici kaynağını yitirmiş, çekilmeye başlamış ve nihayet büsbütün kurumuş denize benzer. Çünkü koskoca edebiyatı yapan sadece bir yazar değildir. Gökyüzü de sayısız yıldızlarla güzel ve çekici değil midir?
Gençlik nesri dediğimiz şey ağızdan öylesine çıkıverip giden basit bir tamlama değildir. Gençlik nesri, hikâye, hikâyet, roman yazmayı en önemli amaçları hâline getirmiş ve bunları yazmanın elifbasını ancak bulmuş gençlerin oluşturduğu bir edebiyattır. Bunların sayısı oldukça çoktur.
Genç yazar denen şey göreceli bir kavramdır, meşe ağacının özü gibi kaskatı kesilmiş bir kavram değildir. Genç yazarlık, yazarın hayatının belli bir dönemini, henüz tüylerinin güçlenmediği çağını kapsar. Ak tüylerden kartal kanadının hışırtısını işitmek mümkündür, ancak göklerde süzülüşünü görmedik demek için çok erkendir…
Madalyonun iki yüzü olduğu gibi edebiyatta yetenek de istek de hep yukarıları bakmaktadır. Yukarı ise basit bir yer değildir, göğü delen yüksek doruklara denktir. Zirveye tırmanmak tepe aşmadan farklı bir şeydir. Bu yolda sevinç ile üzünç, başarı ile başarısızlık omuz omuza durmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse edebiyat, geniş anlamıyla halkın bedii tarihi, manevi ruh sistemi, onuru, aklı, duygusu, inancı, ahlaki andı, estetik ve hümanistik ülküsüdür.
Dünya ulusları Kazak kavramını yalnızca Baykonur ve Manğıstav2 dolayasıyla bilmez; M. Avezov’un romanları da Kazakların tanınmasında çok önemli rol oynamıştır.
Elbette hikâye zor bir türdür. Bu, söylene söylene artık enikonu kanıksanmış bir tespittir. Buna rağmen söylemeden geçmek olmaz. Kolay bir türdür deseniz de hiç kimse inanmaz, hatta herkes güler.
Hikâye, diğer türlere nazaran biraz da şanssız bir türdür. Hacminden dolayı çabucak okunmakta, dolayısıyla bir anda övgülere veya yergilere muhatap olabilmektedir. Buna rağmen hikâye bir tür olarak devam edegelmiştir. Nice zor zamanlar geçirmesine rağmen itibarı hiç düşmemiş, bilakis artarak devam etmiştir.
Hikâyenin çekirdeğini gerçekliğin bir parçası oluşturur. Romanın özünü teşkil eden düşünceyi usta yazar, hikâye vasıtasıyla da verebilir. Bu ispat edilmiş bir olgudur.
“Karanlık Hıyabanlar” hikâyeler dizisi için Nobel Ödülü alan İ. Bunin’in “Üç Ruble”, “Geceleme Evi” hikâyelerini okuyan kişinin, bu edebî türün gücü karşısında saygıyla eğileceği açıktır. İ. Bunin hikâyelerindeki psikolojik lirizmden bir miskal dahi olsa alabilenin sırtı yere gelmez. Genç kuşak hikâyelerinde psikolojik lirizmin hâlâ geniş biçimde kullanılmıyor olması sevinilecek bir durum mudur?
Bunu burada dile getiriyoruz çünkü kısa nesirlerde de büyük meseleleri ele almak mümkündür ve bu, kıs nesrin tabiatına ters değildir. Bizde Bunin’inki gibi Birlik arenasına çıkabilecek hikâye yok denecek kadar azdır.
Genç nasirlerin hemen hepsi hikâye ile tanınmışlardır. Kaliyhan ve Sayın gibi yazarları katmadan da bayağı bir isim saymak mümkündür: K. Jumadilov, S. Narımbetov, D. İsabekov, T. Abdikov, A. Sarayev, K. Kaziyev, K. Muhambetkaliyev, M. Kumarbekov, T. Nurmağanbetov…
Bazen yazar olmak için dili bilmenin yeterli olduğunu veya ön şart olduğunu ileri sürerler. Bu, tartışmalı bir meseledir. Yazarlık için ön şart dil değildir, doğuştan yetenekli doğmak birinci şarttır. Yazara sıra dışı zekâyı, ufku, anlayışı, duyguyu tabiat bin kere ölüp tartarak cimrice vermektedir.
Kabdeş Jumadilov adı geçen gençlerin bazılarından önce dikkat çekmiş olmasına rağmen bazılarıyla da birlikte ortaya çıkmıştır.
Kabdeş’in hikâyelerinde dikkat çeken en önemli şey lirizm bolluğudur. Yazar iletmek istediği duygu ve düşünceyi, çok samimi bir heyecanla dile getirmeyi bir tarz hâline getirmişe benziyor.
Ana vatan hakkında yazmak çok karmaşık bir iştir. Bu temi her yazar kendince ele almaktadır. Kimi romanı, kimi ise şiiri kullanmayı tercih eder. Kabdeş ise vatan duygusunu “Kazlar Göç Ediyor” hikâyesinde oldukça başarılı bir biçimde ortaya koymuştur. Bir ayağı mezarda olan, hâlden güçten düşmüş ihtiyar adamın, vatanına ve milletine beslediği temiz sevgiyi kanat yaparak düşe kalka yürürken tanık olunan acınası hâli herkesi derinden etkileyecektir. Kabdeş’in hikâyede psikolojik çözümlemeye başvurmasını destekliyoruz.
Satıbaldı Narımbetov’un yazarlığa yeteneği ve eğilimi olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Son yıllarda ortada çok görünmemesine rağmen Narımbetov’un yayımladığı ilk hikâye üzerinden dört beş yıl geçti. Bu süre içinde müellifin bu süre zarfında bazı yazı teknikleri konusunda ustalaştığı kesindir. Narımbetov’un “Şımarık” adlı hikâye kitabı yakında elimize geçmiş bulunuyor.
Bazen falanın veya filanın özelliği, farkı demeye istekli olmuyoruz. Gençlerin özelliği veya farkı konusuna gelince ise ağzımızı açmaktan imtina ediyoruz. Genç dahi olsa herkesin özelliğini ve farkını söylemekten neden çekiniyoruz? Bu çekince, çoğuz zaman gelişmenin önünde bir engel olarak durmuyor mu?
Her canlı varlıkta çeşitli biçimlerde özelliklerin bulunması tabii bir olgudur, hatta bu durum canlıların varoluş sebebidir. Bunu hiçbir eski ve yeni öğreti inkâr etmemiştir.
Genç yazarın cana yakın bulduğumuz iyi yanlarını, özelliklerini açıkça dile getirmek, onun gelişimi bakımından çok önemlidir; bu, genç yazar için büyük teşvik ve destektir.
Genç yazarların yürüdüğü inişli çıkışlı yollara göz ucuyla bakan okuyucu, Enes Sarayev’in adını işitince her hâlde şaşırmayacaktır. Çok fazla hikâyesi bulunmayan yazar, edebiyat eşiğinden geçeli çok uzun zaman da olmadı. Enes, bu kapıdan böbürlenmeden, alçak gönüllü ve kibar bir şekilde girdi.
Enes’i meşhur eden hikâyelerden biri “Dombıra”dır. Bu hikâye, E. Sarayev’in yazı kabiliyetinin açık göstergesi gibidir. Enes’i diğerlerinden ayıran ise akıcı üslubu ve inandırıcılığıdır.
“Kaldıramayacağın topuzu beline bağlama.” diyor halk bilgeliği. Bu atasözü edebiyat dünyası için de geçerlidir. Zira bazı genç nasirlerimiz temi gücüne göre seçmiyorlar. Parlayan her şey altın değildir. Seçici davranmıyorlar. Öncelikle yazarın iyi bildiği, sonra önemli düşünceler verebilecek, mutlaka yazılması gereken bir temi seçmek gerektiği evvelden beri bilinen bir gerçektir. Lakin bu mesele nedense unutuluyor. Yürekten çıkmayan bir nesne yüreklere nasıl yol bulsun!
“Dombıra”daki sevindirici husus, Enes’in yazacağı konuyu iyi bilmesidir. İyi bilinen bir yere her hâlükârda bir yolunu bularak ulaşmak mümkündür. Tem de buna benzer. Enes, bu hikâyesini hangi tarzda yazarsa yazsın başarılı olurdu çünkü tem avuçlarının içindedir.
Karavılbel Kaziyev’in “O Tek, Biz İkiyiz”, Tınımbay Nurmağanbetov’un “Kadın Dünür” hikâyeleri de müelliflerin doğru yolda olduklarının göstergesidir.
Tölen Abdikov’u “Sabah Çiyi” kitabındaki “Reyhan” hikâyesinden tanıyoruz.
Elimizdeki eserlerinden Tölen’in hikâyeyi düşünceyle yoğurmaya, duygu üzerine kurmaya meyilli olduğunu anlıyoruz. Hikâyeleri kısa, yoğun ve canlı. Tölen’in yüğrük at gibi koştuğunu görmek istiyoruz.
Okuyucu, Duvlat İsabekov’u esasen “İstasyon” adlı kitabıyla tanımaktadır. Son yıllarda da bazı hikâyeler yayımladı ancak bunların çok da etkili olmadıklarını düşünmeden edemiyoruz.
İliyas Jakanov esasen bestekâr olarak ünlenmiştir. Ancak seyrek dahi olsa hikâyeler de yayımlıyordu. Müellifin bu yıl basılan küçük hacimli kitabı elimize geçmiştir. Kitabın adı ve sanı yoktur. İçinde “Geri Dönen Şarkı” adlı hacimli anlatı yer almaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse Jakanov’da yazı kabiliyeti vardır, yazdıkları takdire şayandır. Yine belirtilmesi gerekir ki müellif, önemli bir mesele olan hümanizm temini işlemiştir. Diğer yandan eserin dilinde bazı sorunlar var. Cümleler ile söz öbeklerinde bir kısım hatalar ve boşluklar mevcut.
“Jüreginiñ jupar iyisin iyiskep jatıp köz şımırın alatınbız.” (s. 96) (Yüreğinin mis kokusunu koklayarak şekerleme yapardık.) Bu, Askar adlı okumuş adamın sözüdür. Gepgenç adamdır. Müellifin, kahramanının ağzına böyle bir söz yakıştırması öncelikle karakterinin ortaya çıkması açısından hiçbir şey ifade etmiyor. İkinci olarak, genç Askar’ın böyle bir cümle kurması hiç de inandırıcı değildir. Diğer yandan çiçekten alınması gereken mis gibi kokunun yürekten alınması ise büsbütün abestir!
Burada genç nasirlerimizin sürekli bir arayış içinde olduklarını da belirtmeliyiz. Kendilerinden talep edilenleri ileride vereceklerdir. Şimdilik bu gençlerin isimlerini okurlara tanıtmakla yetiniyoruz.
Her şeye rağmen şunu da belirtmek zorundayız. İster birkaç hikâye ile edebiyat dünyasına adım atanları olsun, ister enikonu tanınmışları olsun, genç yazarlarda iki kusur dikkati çekmektedir: Birincisi konu benzerliği, ikincisi ise olgunlaşmamış, zayıf kahramanlar.
Genç nasirler henüz gününüz sosyal gerçekliğini tanıtan eserler verememişlerdir. Dikkat çekilmesi gereken başka bir mesele şudur: Esasen şiir eleştirisinde felsefi düğüm, değer gibi kavramlar sıkça zikredilir. Bunlar nesre yabancı kavramlar mıdır? Elbette hayır!
Edebiyat ufku yalnızca gençlerle genişleyecektir.
1968
Genç Eleştirmenler Üzerine
Kazak edebiyat eleştirisinin gündeme getirilecek sorunları olduğu bir gerçektir. Bugünkü eleştirinin durumu, sanat atmosferinin seviyesi, gelişme eğilimleri de üzerinde konuşulması gereken konulardır. Çünkü günümüzde eleştirinin önemi artmıştır, bundan dolayı eleştirinin görevleri de çoğalmıştır, diğer yandan insanların eleştiriden beklentileri de oldukça yükselmiştir.
Edebiyat, yüreği uyanık, gözü açık, gönlü aydınlık insanların zevkle tutunduğu manevi bir tutamaktır. Onsuz insanın ruhu karanlık bir zindandır, düşüncesi puslu bir çöldür, duygusu boş bir mekândır. İmdi edebiyat eleştirisi de edebiyat gibi manevi bir tutamaktır. Onu edebiyattan ayrı düşünmek asla mümkün değildir. Büyük eleştiriyi, büyük edebiyat doğurur. Herhangi bir ulusun eleştirisine bakarak edebiyatının durumunu, edebiyatına bakarak eleştirisinin durumunu tespit etmek mümkündür. A. S. Puşkin’in yerinde tespitiyle “Eleştirisinin seviyesi, edebî bilginin seviyesini gösterir.”
Sosyopolitik olarak keskin, felsefi olarak derin gerçek eleştirinin etkisi edebî çıkarmadan daha az değildir. Düşünüldüğünde sanatın aynı köklere ve etkiye sahip olduğu görülecektir. Ancak bu etki hepsinde farklı estetik biçimler vasıtasıyla oluşturulur.
Marksizm-Leninizm öğretisi eleştiriyi, insanlığın estetik düşüncesinin, devrimci tarihî gelişiminin bir neticesi olan, sosyal gereklilikten doğmuş bir hayat gerçekliğini tanıtıcı eğitim araçlarının en önemli parçası olarak görür. Eleştirinin sosyal ve estetik işlevini bundan daha iyi güzel, daha yansız, daha açık biçimde değerlendirmek de mümkün değildir sanırım.
Kazak edebiyat eleştirisi, Marksizm-Leninizm öğretisinin gösterdiği kuramlık duruşu esas alarak elli yıl içinde çok önemli gelişmeler gösterdi ve estetik ustalıkta önemli seviyeler kaydetti. Uzman sayısı arttı, taze kan sayılan yeni kabiliyetler eleştiri kervanına katıldı. Edebiyata özgü meseleleri çözme konusunda eleştirimiz, edebiyat bilimi ile birlikte hareket ederek işin tam merkezinde bulunagelmiştir.
Eleştiri dünyası son on yıl içinde birçok genç insan, yeni güç, taze kan kazanmıştır. Şöyle birazcık düşününce aklımıza hemen birkaç isim gelmektedir: Z. Serikkaliyev, A. Kekilbayev, M. Mağavin, R. Nurğaliyev, O. Sarsenbayev… Bunlardan bazıları akademik unvan sahibi kişilerdir ve yazdıklarında araştırmacılık yönlerini de göstermektedir. Bunu da memnuniyetle alkışlamak lazımdır. Sözgelimi genç eleştirmen M. Mağavin’in “Kopuz Sarını”3 kitabında edebiyatınızın gerçek tarihinin on beşinci yüzyılda başladığın ispat edilmesi bilim dünyası açısından büyük bir yeniliktir. M. Mağavin eleştiri alanında da başarılı çalışmalar yapmaktadır. Sözgelimi eleştirmenin, önemli ve büyük olarak tanınan romanlar hakkında yazdığı makale de umumen takdirle karşılanmıştır. Eleştirmen bu yazısında söz konusu romanların başarılı yönlerini de, ilkelik eksikliklerini de yansız bir biçimde ortaya koymuştur. Ancak M. Mağavin’i son zamanlarda eleştiri cephesinde göremez olduk.
Genç Z. Serikkaliyev biraz farklı yazmaktadır. Farkı, eleştiri yaparken şahsi düşüncelerini söylemeye gayret edişi ve edebî eseri çoğu kez bir kahramanı derinlemesine tahlil yoluyla eleştirmesindedir. Onun eleştiri yazıları çoklukla ciddi fikirleri, somut delilleri ve inandırıcı sonuçlarıyla diğerlerinden ayrılmaktadır.
Z. Serikkaliyev’in “Teme ve Yazgı”, “Anlayan Söylenecek Söz” adlı makaleleri de düşüncelerindeki canlılık ve dinamiklik ile dikkatleri çekmektedir.
Bu makaleler üç dört yıl önce yazılmıştır. Bu kabiliyetli gencin o zamanki heyecan ve hızı biraz azalmış gibi görünmektedir. Bugünkü eleştirilerinde o eski coşku yok, düşünce hızı ise yavaş. Genç eleştirmenin bu kadar ara vermiş olması, edebî sürece soğuk bakması, edebiyat dünyasına mesafeli durması okuyucularını endişelendirmektedir.
Genç eleştirmeler arasında kendine özgü sesi, yazma tarzı ve üslubu bulunanlardan biri de A. Kekilbayev’dir. Abiş Kekilbayev’in eleştirmen olarak ünlenmesini sağlayan ise “Ölü Canları Niçin Puşkin Yazmadı?” adlı makalesidir. Eleştirmen söz konusu yazıda düşüncelerini tam olarak ortaya koymamıştı. Buna rağmen yazı, tür meselesi hakkında öne sürdüğü fikirler ve gündeme getirdiği konular açısından değerli ve ilgi çekicidir. Müellifin aşırıya kaçtığı ve açık biçimde ortaya koyamadığı konular vaktiyle yeterince tartışılmıştı. Ancak bütüncül olarak bakıldığında makale, Abiş’in yabancı edebiyatlardan haberdar olduğunu, birçok meselenin kökenine indiğini, sanata derin bir estetik bakışa sahip bulunduğunu da göstermektedir. “Eleştiri Neden Eleştiriliyor?” başlıklı makalesi de Abiş’in derin düşünce, yüksek anlayış ve ciddi bir felsefeye sahip olduğunu ispat etmektedir.
Abiş’in artık edebî nesre yöneldiği görülüyor. Buna rağmen ara sıra eleştiri de yazdığı için şu hatırlatmada bulunmak istiyoruz: Yazılarında edebî değeri düşük, inandırıcılık vasfından uzak eserleri açık bir şekilde ifşa etmekten uzak durması, meseleye şöyle bir değinip geçmesi üzüntü vericidir. Okuyucu, ağzını açar açmaz eleştirmeden her eser hakkında yansız ve doğru değerlendirmeler beklemektedir.
Düşüncesini hiç kimseden çekinmeden cesurca ortaya koymak, eleştirmenin en önemli özelliğidir. Bunsuz her eleştirmen kanadı kırık kuş gibidir.
Eleştiride ileri görüşlülük örnekleri akraba Rus edebiyatı tarihinde sıkça görülmektedir. V. G. Belinski’ni “Biçare Canlar” yazarında büyük Gogol’ün halefini görmesi yazmaya yeni başlayan F. M. Dostoyevski için büyük bir teşvik olmuştur. Hiç şüphesiz yazarın gelişmesine olumlu etkide bulunmuştur. Taşra köyünden gelen delikanlı Sergey Yesenin’in şiirlerini dikkatle dinleyen A. Blok’un söylediği sözler, geleceğin büyük şairinin duygu ve heyecanının alabildiğine yükselmesini sağladığı bir gerçektir. Biz ise gençler şöyle dursun, büyüklerin bile herkesçe bilinen özelliklerine söylemekten çekiniyoruz. Bu durum elbette kabul edilemez.
Ciddi yazmayı amaç hâline getiren genç eleştirmen R. Nurğaliyev de kendine özgü bir sese sahiptir. Burada yazar Ğ. Müsirepov’un “Ömür Seferi” hikâyesi hakkında yazdıklarına değineceğiz. Söz konusu hikâye hakkında hiç kimse ağzını açıp bir şey söylememişti. Eseri çoğunluk beğendi, ancak zevkleri farklı olan insanlardan bazılarının da beğenmemesi gerekmez miydi?
Rımğali Nurğaliyev’in adı geçen hikâyenin iç estetik gücünü tespit edip onu büyük bir hikâyecilik başarı olarak değerlendirmesi boşuna değildi. Hikâye gerçekten de bu övgüyü hak ediyor. Bunu hemen hissetmiş olması, bu cesur eleştirmenin tespitlerindeki isabetini de göstermişti. Peki, biz bu delikanlıyı, kabiliyetinin gerektiği yerde yani eleştiri meydanındaki açık mücadelede görebilecek miyiz?
Yakın zamanlarda Askar Süleymenov da eleştiri yazıları yazmaya başladı. Askar’ın neşredilen yazıları iki elin parmağını geçmez. Ancak eleştirmenin yazıları ciddiyeti ve ağırlığı ile temayüz etmektedir. “Biçim Üzerine”, “Genç Nasirler Hakkında” makaleleri bu bilgili gencin kendine özgü bir tarza sahip; derin edebî bilgiye, düşünceye ve kavrayışa sahip olan; estetik bir duruşu bulunan kabiliyetli bir eleştirmen olduğunu göstermişti. İleri sürdüğü düşüncelerde yanlışlık veya çelişki mi vardı, bir eseri çok sert bir şekilde mi eleştirdi (Ne de olsa biz böyle gençlerden hoşlanmayız!) bilinmez, artık eleştiri cephesinde hiç görünmez oldu.
Aşırıya kaçmak, genç eleştirmenlerde rastlanan tabii bir özelliktir. Gelişme düz bir çizgi biçiminde olmaz. Çelişki ve aykırılık da Marksçı felsefeye göre bir tür gelişme değil midir? Vaktiyle büyük eleştirmen D. İ. Pisarev de şüpheyle bakarak A. S. Puşkin’in şairliğini eleştirmemiş miydi? A. Süleymenov, Kazak edebiyat eleştirisi için lüzumlu bir yetenektir. Bunu Askar’ın da diğerlerinin de iyice anlaması lazımdır.
Umumen genç eleştirmenlerden ziyade genç şairler ve genç yazarlar hakkında daha çok konuşulup yazılmaktadır. Onlar hakkında sürekli resmî toplantılar düzenlenmekte, makaleler yazılmakta, yazılar yayımlanmaktadır.
Elbette bütün bunlar faydalı ve gerekli işlerdir. Bu işlerin birer sosyal düşünce ve bilinç görünüşü; genç edebiyatçıların eserlerine gösterilen ilgi ve sevginin samimi birer tezahürü, genç yazarlar için gerçek birer destek olduğu inkâr edilemez.
İmdi esas meseleye dönecek olursak genç nasir ve şairlere gösterilen ilgi ve himayenin hiçbirinin genç eleştirmenlere gösterilmediğini söylemek zorundayız. Hatta çok az dikkate alındıklarını da belirtelim. Belki de bu yüzden bilgili ve hevesli gençlerden bir kısmı bu sahada kalamıyorlar. İşte bundan dolayıdır ki genç eleştiri alanı durgundur, bu alanda hareket çok az ve yavaştır.
Biri belli bir eser hakkında eleştiriş yazısı yazdığını çoklukla bunu yansız değerlendirme ve yerinde tespit olarak kabul etmiyoruz, bilakis müellifin kuyusunu kazma, fitne çıkarma, öç alma hatta kin besleme şeklinde değerlendiriyoruz ve böylece eleştirinin değerini düşürüyoruz. Bazen kötü eserler çoğalınca yansız eleştiri azalır demek yanlış olmayacaktır. Elbette son zamanlarda eleştirinin iyice niteliksiz zayıf eserlerin çoğalmasına bağlamak düşüncesinden uzağız. Lakin bizde edebî eleştiriyi eğitimci değil de dayakçı olarak algılama âdeti hâkimdir. Genç eleştirmenlerin böylesine önemli bir sanattan âdeta kaçar gibi uzaklaşmasının bir sebebi de bu olmalıdır.
Burada şunu da belirtmek lazımdır ki yukarıda adı anılan gençlerin büyük çoğunluğu kendilerini altmışlı yılların başında göstermeye başlamıştır. Ondan sonra büyük eleştiri kervanına katılan bir genç aday bile bulunmuyor. Bu elbette sebepleri araştırılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Yeni ve orta kuşağın, elde bulunanla yetinmeyip eski kuşakların yaptıklarını yeterli görmeyerek gelişip büyüdüğü gerçeğini kabul edersek söz konuşu yeni kuşağın, eski kuşağın taşıdığı bayrağı alıp daha ileri götürecek bilgi ve beceriye sahip olması gerektiğini de unutmamalıyız.
Yeri gelmişken söylemek gerekir ki bizde edebiyat dışındaki sanat eleştirmenlerinin yani resim, müzik, sinema ve tiyatro eleştirmenlerinin de hâlâ bir iki kişiden aşmaması da eleştiriye karşı soğuk bakışımızın açık göstergesidir. Bizde söz konusu sanat alanlarının eserlerini tahlil ve tenkit edebilecek gerçek eleştirmenler yok denecek kadar azdır desek yanlış olmaz.
Yukarıda genç eleştirmenlere destek ve ilgi gösterilmediğini söyledik. Bu iddiamızı ispatlamak için somut delillere ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Bunun için çok araştırmaya yapmaya gerek yok. “Genç eleştirmenler vardır!” diye bağırıp işi bitirmek de mümkündür. Ancak bir nesnenin daima iki yüzü bulunur. Öyleyse genç eleştirmenlerin başarılarının da eksiklerinin de olduğunu belirtmek durumundayız. Gazete ve dergi sayfalarında genç şair ve nasirleri değerlendiren -çok eleştiri içermese de- birçok yazı yayımlanmaktadır. Ancak herhangi bir genç eleştirmen hakkında böyle hoşa gidecek güzel bir söylendiğini işittiniz mi? Elbette değişik yerlerden gelen, telgraf uzunluğunda bir iki söz oluyor; ancak bunların bir sürü parlak gence ne yararı olabilir? Kısaca söylemek gerekirse eleştiriye de eleştirmenin hem hatasını hem savabını gösterecek akıllı ve ciddi kişiler gerektir.
Genç eleştirmelerin az yazması, gazete ve dergilerde seyrek görünmesi, kendilerine gösterilen ilgi, yapılan destekle doğru orantılıdır. Destek de gerekli olduğuna inanılan işler için geçerlidir.
Eleştiriyi estetik mantığa sahip bir sanat olarak kabul etmeleri, genç eleştirmenlerin en önemli başarısıdır.