Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Salon Köşelerinde»

Shrift:

Mehmet Rauf Bey biraderime…

Uzun bir kış günüydü; zaman öldürmek için bir şey düşünüyor, sigaramın dumanlarını savurarak odamda dolaşıyordum; birdenbire kapı açıldı. Hizmetçi, elinde bir mektup ve ufak bir paketle içeri girdi. Mektup, okul arkadaşlarımdan Ahmet Hulusi tarafından gönderilmişti. Diyordu ki:

“Azizim, sana acı bir haberle tatlı bir hikâye yolluyorum. Zavallı Şekip!.. Dün, biçareyi görmek için Büyükada’ya gitmiştim. Keşke gitmeseydim, o hâli keşke görmeseydim… Validesini teselli etmek istedim; biçare kadın gözyaşları arasında oğlunun son arzusunu yerine getirmek istedi. Yolladığım paket, işte Şekip’in herkesten gizli, hasta yatağında karaladığı son hikâyesiymiş. ‘Hulusi’ye verin, okusun.’ demiş… Ben de okur okumaz sana göndermeyi düşündüm. Şekip’i hepimiz severdik; şüphesiz son eserini sen de okumayı arzu edersin… Gidip validesini görmeyi ihmal etme…”

Gözlerim yaşararak ellerim titreyerek paketi açtım. Uzun mavi kâğıtlar üzerinde düzgün, sevimli bir el yazısıyla şunlar yazıyordu:

O akşam Pera Palas’ta büyük bir balo veriliyordu. Kış mevsiminin ilk ve kibar balolarından biri olduğu için, Beyoğlu’nun kibar aileleri bu fırsatı kaçırmamışlardı… Saat ondan sonra takım takım, o büyük binanın muhteşem kapısı önünde arabalardan hızla inerek dans salonlarına ilerliyorlardı.

O gece, gönlümde yine anlayamadığım bir sıkıntı, içimde adını koyamadığım bir üzüntü hissettiğim için, birkaç kez baloya gitmekten vazgeçerek masamın üzerinde çoktan beri ele alınmayı bekleyen bir iki hikâyecikle kalıp onları tamamlamak ve temize çekmek istemiştim.

Ah o uğursuz sinirlerim! Bir kere ruhuma azap vermeye başladı mı artık yazı yazmak, kitap okumak, zihnimi bir şeyle meşgul etmek mümkün olamazdı! Yine en iyisi giyinip baloya gitmekti. Bu gönlümün üzüntüsü, bu ruhumun ezintisi geçer ve belki de eğlenebilirdim!

Büyük bir özenle giyindim… Ne yapayım?.. Böyle yerlere gidildiği zaman isterim ki bizler -Türkler- de zarafetimiz, tavrımız, duruşumuz, terbiye ve nezaketimizle dikkatleri çekelim. Bir fesliyle güzel bir kadının vals yaptığını görenlerin bir an durup “Şu genç Türk, ne güzel vals yapıyor!” demelerini arzularım.

Bastonumu koltuğumun altına aldım. Hem beyaz eldivenlerimi giymeye çalışıyor hem de yürüyordum… Böyle kış gecelerinde ortalık kurak, gökyüzü yıldız dolu, sokaklar aydınlık olduğu zamanlar yürümeyi, düşünmeyi, tesadüfün meçhul elinin bizim için hazırlamakta olduğu saadet ve felaketleri, muvaffakiyet ve mahrumiyetleri düşünmeyi, kısacası, hayatı hissetmeyi pek severim.

Beş on gün evvel, şiddetli bir kar yağmış; şimdi de keskin bir poyraz rüzgârıyla yerler buz kesilmiş, taşlar donmuştu. Yürürken ayaklarımın sesini duyuyordum. Gecenin serinliği, üzerimdeki sıkıntıyı alır gibi olmuştu. Kâh gökyüzünde o parıl parıl parıldayan yıldızlara bakıyor; bizden uzak bütün bu esrar dolu âlemlerin gizli kucağında benim için, benim gönlüm için gizlenmiş gibi duran kadın çehrelerine gönlümden tebessümler yolluyor, kâh mesut bir hızla geçen arabaların, dumanlı camları altından tanımadığım, fakat bütün letafet, gençlik ve işveleriyle hissettiğim, beyaz, pembe, mavi, birtakım kadın hayallerine karşı hasretle, yalvarırcasına boyun bükerek biraz sonra orada, o gösterişli, o süslü, o müzik dolu salonlarda bir valsın nağmeleri arasında kucaklayacağım bu meçhul hayallere, kadınlara, ruhumdan; bu üzüntülü, bu garip ruhumdan taşan ateşli tapınışlar sunuyordum.

Yol üzerindeki çiçekçiye uğradım; her zamanki gibi “fujr”suz, hiçbir yaprağı olmayan, sade, ufak bir menekşe demetini şöyle gelişigüzel, perişan bir şekilde bağlayıvermesini tembih ettim. Ve o anda gözlerim hazin bir manzaraya takıldı.

Orada, tahta bir masa üzerinde, yenmiş iki kap yemek yanında; solmuş çiçek yaprakları, kurumuş menekşe demetleriyle, o gün vefat eden bir genç kızın yarın kaldırılacak cenazesine yetiştirilmek üzere hazırlanmış beyaz krizantemlerle süslü bir matem tacının yanı başında; yaldızlı rengârenk kurdelelerle, taze kamelyalar, gardenyalar, menekşelerle bağlanmış, süslenmiş bir sepet duruyordu. Elimde olmadan yaklaştım. Üzerinde bir kart iğneliydi. Ötede, gür sarı bıyıklı, sevimli, güler yüzlü bir genç, hasır bir sandalyeye bir ayağını koymuş, dizinin üzerinde açmış olduğu cüzdanda bir şeyler arıyordu. Yine elimde olmadan yan gözle karta baktım. Üzerinde Fransızca olarak: “Benim minimini Siziska’cığıma!” biraz aşağıda basılı olarak: “Halis Bey” yazılıydı.

Benim!.. Minimini!.. Ve sonra Siziska! Yani Kristal’in, Konkordiya’nın en ucuz, orta malı fahişesi!.. Oof, Ya Rabb’i! Bu zavallı sefileyi minimini eden, ona sahiplenmeye özenen, bu masum, bu günahsız çiçekleri, ona kurban eden gence kalbimde bir merhamet hissi uyandı; sonra öteki kızı, genç yatağında ebedî uykusuna dalmış o masum bakireyi düşündüm, bütün bu pisliklerden kurtulmak, hayatın bu mevsimsiz fecaatlerinden ruhumu, fikrimi kurtarmak için gözlerimi kapayarak çiçekçinin hazırlayıp verdiği minimini menekşe demetini kokladım. Ve hemen oradan, bana hayatın bütün dertlerini, bütün haksızlıklarını bu yarı ölgün, zavallı çiçeklerin sessiz diliyle haykıran o uğursuz yerden kaçtım. Artık yürüyemiyordum; yürüyemezdim. Bir arabaya atladım. Arabacı:

“Bey, sonra darılmayınız…” diyordu. “İki çeyrekten aşağı olmaz.”

Oof, bu hayat mücadelesi, bu geçim kavgası! Niçin, niçin bu gece… Özellikle bu gece, bu balo gecesi, bana o dehşet dolu yüzünü göstermekte böyle ısrar ediyordu; niçin?

Büyük salona girilecek kapının önünde, bir demet taze tarafından “Fakirler için!” sözüyle mütebessimane bir demet çiçek uzatıldı. Ufak bir masa üzerinde duran tepsiye münasip bir şey bıraktım. Tebessüm ettim ve dedim ki: “Çiçeğim var, müsaade edin de bu demeti yine fakirleriniz için buraya bırakayım!..” Ve geçtim.

Pera Palas’ın iki büyük salonu baştan başa çiçekler, kıymetli halılarla süslenmişti. Ortada latif bir valsin latif havasıyla vecde gelmiş gençler, cazibeli tüller, ipekler, kokular arasında dönüp duruyordu. O zaman aklıma bir şey geldi, kapıya döndüm; orada balo komitesi üyelerinden bir bildiğime müracaatla bir “karne” istedim. “Neler oynanıldı?” diye sordum.

“Geç kaldın, azizim.” dedi. “İki vals kaçırdın.” Ve anlamlı bir tebessümle ilave etti: “Lakin kendini arzulatmak, aratmak istedinse…”

“Adam sen de!” dedim. Gülüştük. Ayrıldım…

Öteki uçta pek yakından görüştüğüm bir iki aile, bir köşede halka teşkil etmişler, yelpazelerin altında dedikoduya dalmışlardı. “Affedersiniz.”, “Müsaade buyurur musunuz?”, “Aman rica ederim.” cümleleri arasında süzülerek oraya yaklaştım. Aralarında tanımadığım iki kadın daha vardı. Onlara da hafifçe baş eğdikten sonra sandalyelerin gerisine çekilerek durdum.

Çok hikâye okuyanlar ve okudukları hikâyelerin gerçek hayatta benzerini aramayı merak edenler, o dakikada hissettiğim kalp çarpıntımı pek güzel tasavvur edebilirler. Evet, lakırtı etmekten men edecek kadar şiddetli bir kalp çarpıntısıyla o iki yabancı kadına göz atmıştım. Bunlar o derece birbirine benziyorlardı ki ya ana kız ya iki kız kardeş olduklarına ilk bakışta hüküm verilebilirdi. Derhâl Guy de Maupassant’ın Fort Comme la Mort’undaki (Ölüm Kadar Güçlü) düşesle kızı; Anny’le Annet hatırıma gelmişti. Kadınlardan gözümü ayıramıyordum. Ne benzerlik, Ya Rabb’i! Duruş, bakış, ses… Tekrar tekrar okuduğum ve her okuyuşta ağladığım o aşk faciasının ilk sayfaları, gerçek olarak gözümün önünde canlanıyor sandım.

Derhâl yüreğime bir korku; manasız, anlaşılmaz bir korku sindi. Hissettim ki bu kadınları, özellikle bu genç kızı -ve o zaman bakışlarım bütün kuvvetiyle tazesinin, mavilisinin, üzerine takılıp kalmış, genç kız da elinde olmadan kim bilir belki de tesadüfen dönüp bana bakmıştı- tanıyacak, onlarla konuşacak olursam mutlaka ama mutlaka bedbaht olacağım. Oradan savuşmak; onları tanımadan, bir daha yüzlerine bakmadan savuşmak, kaçmak istedim.

O dakikada Madam Jackson bana dönerek dedi ki:

“Şekip Bey, sizi Miss Lydia’ya takdim edeyim de vals yapınız. Kaç kişi rica ettiyse reddetti. ‘İstanbul’da kimse vals yapamıyor.’ diyor… Bir Türk olduğunuz için bu söz sizin onurunuza dokunmalı; matmazele valsinizi beğendirmelisiniz… Yoksa karışmam!”

Sonra mütebessim bir ağırbaşlılıkla takdim etti: “Şekip Bey… En iyi valsörlerimizden biri. Madam Sanşayn, Miss Lydia Sanşayn… Bu senenin en mükemmel ve en müşkülpesent valsözü.”

Saygıyla eğilerek kadınları selamladım. Her ikisi de aynı hareketlerle beyaz eldivenler içinde mahpus minimini bir el uzattılar. Yine aynı hareketlerle başlarını eğerek mütebessimane:

“Teşerrüf ettik!..” dediler. Sonra Miss Lydia, ortası büyücek bir gül yakutla süslü, altından kalın bir zincir bileziğe platinden incecik bir zincirle bağlı, gayet kısa saplı, bağa gözlüğünü sağ eliyle gözlerine doğru götürdü; gözlerini kısarak bana baktı ve dedi ki:

“Gözlerim o kadar kötü ki sizi daha göremedim. Müsaade edersiniz, iyice göreyim. Çünkü iyi valsörleri tanımak isterim.”

Sonra Madam Jackson’a döndü:

“Fakat siz beni korkuttunuz, madam.” dedi. “Beyle vals etmeye bir türlü cüret edemeyeceğim…”

Ben tekrar eğildim ve dedim ki:

“İsteğimin reddedileceğini bildirmek istiyorsanız, matmazel, beni üzersiniz.”

“Ooo!.. Mösyöö…” dedi ve hemen yerinden kalktı. Sol eliyle eteğini düzeltti; sağ kolunu hafif bir hareketle döndürerek gözlüğünün ince zincirini bileğine salıverdi. Gözlüğü de eldiveniyle avucunun arasına sıkıştırdıktan sonra:

“Başlıyoruz, değil mi?” dedi. Evet başlıyorduk. Miss Lydia sol elini, okşar gibi omzuma iliştirmişti. Ben parmaklarımın ucunun ucuyla denilecek saygılı ve hafif bir şekilde beline sarıldım… Bir iki defa döndük. Birbirimizi tecrübe ediyorduk; daha yek ahenk, yekvücut olamıyorduk…

Ben beline biraz daha sarıldım. Ellerimizi daha kuvvetlice sıktık. İşte o zaman o latif valsin büyülü ahengiyle kendimizden geçtik. Yekvücut olduk. Kalbimiz bile aynı çarpıntıyla, aynı şiddetle çarpıyordu. Mest edici bir aşk girdabı içinde dolanan ruhlarımız, raks perisinin pembe kanatları üzerinde uçuşuyor, çırpınıyor, dönüyor, sürekli olarak dönüyordu.Yarı kapalı gözlerim, o latif omuzlara, o billur sineye, o pembe cilde bakıyor… Yalnız o dalgalanma içinde hüzün dolu mütebessim bir çehre; helecanlı bir sine, ahenkle dalgalanan bir demet mavi tül görüyordum ve menekşe kokuları; hafif, nazik, tesirli menekşe kokuları duyuyordum.

Daima, ara vermeden dönüyorduk. Etrafımız tenhalaşıyordu. Ben bir şeyler söylemek istiyor, fakat başaramıyordum. Dudaklarımın bir kelime bile söyleyemeyeceğini hissediyordum. Bana öyle geliyordu ki eğer kalplerin dili varsa benim kalbim o dakika pek tesirli, pek perişan birçok söz söylüyordu ve bir türlü o sözleri kesmeye kıyamıyordum. Ah! Nasıl kıyabilirdim?.. Beni bu fikrimde desteklemek, devam ettirmek istiyormuş gibi o da, Lydia’nın minimini eli de bu defa korunma istercesine, bir teslimiyet edasıyla omzuma yaslanıyordu. Saçları… O gür, kumral, maharetle dalgalandırılmış kumral saçları, vakitli vakitsiz gözlerimi, dudaklarımı okşuyor, bıyıklarıma karışıyordu… Kendimden geçiyordum!

Birdenbire orkestra durdu; elde olmaksızın bir iki defa daha döndükten sonra biz de durduk. O zaman gördüm ki Lydia gözlerini açıyordu. Birbirimizden ayrıldık; içimde o derece bir keder, şu saadet rüyasından uyandırıldığımdan dolayı o kadar acı bir hüzün vardı ki… Miss Lydia gözlerini kısarak yüzüme baktı; kendim de bilmeksizin alışkanlıkla uzatmış olduğum koluma yavaşça kolunu geçirdi:

“İşte şimdi…” dedi ve gülümsedi. “Şimdi yine hayat başlıyor.”

Ve hemen ciddi bir tavır alarak ilave etti: “Fakat siz ne kadar güzel vals yapıyorsunuz! Bir Türk için harikulade bir şey!”

Bu tür bir övgüye canım sıkılıverdi. Kırgın bir sesle dedim ki:

“Matmazel, üzülerek bu sözünüzü bir iltifat kabul edemeyeceğim.”

Hayretle yüzüme baktı.

“Söylediğinizi anlayamıyorum, efendim.”

“Pek sade bir şey… Bir Avrupalı için tabii olan bir şey, bir Türk için neden harikulade olsun? Emin olunuz ki matmazel, şimdi memleketimizde Avrupalılar kadar, belki daha duygusal, daha ahlaki, terbiye ve tahsil görmüş pek çok genç vardır.”

Birdenbire kızardı. Sesi değişti:

“Emin olunuz…” dedi. “Hiç o maksatla söylemedim. Sizi gücendirdimse kendimi asla affedemem.”

Sesimi çıkarmadım. Elimde olmadan gücenik duruyordum. Mendilini dudaklarının kenarına götürdü. Saçlarını düzeltti. Durdu ve “İşte bunu severim!” dedi. “Bir erkek vatanını, milletini sevmeli.” Koluma daha çok yaslandı, hafif, dalgın bir sesle: “Ben de…” diye ekledi. “Ben de vatanımdan uzak yaşamaya mecbur olsaydım mutlaka ölürdüm!”

Evvelki sözlerinin tabii bir neticesi olduğunu ima eder bir tavır almıştı. Göğsü kabarıp iniyor, omuz başlarından parlak bir gölge titreyerek geçiyordu. Sözüne devam etti: “Şu hâlde zannediyorum ki sizinle pek iyi ahbap olacağız.”

Madamların yanına yaklaşmıştık. “Teşekkür ederim.” diyerek kolumu bıraktı. Yerine oturduktan sonra ben de teşekkür ettim. Oraya şimdi birkaç erkek gelmiş olduğu için, kadınların yanından ayrılabilirdim. Biraz dolaşmak, tanıdığım başka kadınları görmek üzere çekiliyordum. Lydia karnesini uzattı:

“İsminizi yazar mısınız, vals yaptığım mösyölerin ismini karnemde bulundurmak merakımdır; bir hatıra olur.”

“Ooo!.. Matmazel…” dedim. “Allah bilir ki bu defa değmez!..” Gelgelelim karnenin o valse isabet eden sırasına ismimi yazdım, fakat Türkçe. Defteri iade ettiğim zaman, Miss Lydia yine gözlerini kısarak baktı:

“Ne iyi düşünmüşsünüz.” dedi ve eliyle yanındaki iskemleyi göstererek neşeli neşeli “Otursanıza, canım!” diye ekledi.

Ve birden tavrını değiştirerek: “Fakat sizi alıkoymayayım, belki gitmek istersiniz.” dedi. Tebessüm ederek oturdum. Başını, başıma yaklaştırdı. Saçlarının latif dokunuşunu, vücudunun sıcaklığını hissediyordum.

“Okur musunuz? Nasıl telaffuz etmeli isminizi?” diye sordu.

“Şekip.”

“Şe-kip. Doğru mu? Şekip… Şekip… Fakat pek güzel sizin isminiz!”

Sonra bacağını, bacağının üstüne attı. Mavi atlastan mendilini bana uzatarak karnesini dizinin üzerine koydu.

“Durunuz, yanı başına da ben, isminizin Fransızcasını yazayım.” dedi. O latif baş, bir iki dakika minimini defterin üzerine dokunurcasına eğilip durdu. Eldiven içinde mahpus parmaklar güçlükle hareket ediyordu. Nihayet, “İşte.” dedi. “Yazdım… Fakat böyle mi yazılacak?”

“Pek iyi yazmışsınız.” dedim. “Tamamıyla böyle.”

Mendiliyle defterini iade ettim. Mendili, defterin arasına sıkıştırdı. Annesine döndü.

“Anne…” dedi. “Biraz yelpazeni versene, ateş içindeyim.” Ben bu fırsattan istifade ederek rica ettim:

‘‘Büfeye kadar teşrif etmez misiniz? Biraz serinlerdiniz.” Gidebilir miyim der gibi annesine baktı. Annesi bu sessiz soruya açıktan cevap verdi:

“Şüphesiz, beyle elbette!”

Kolumu verdim. Büfeye doğru ilerledik. “Siz, Şekip Bey…” diyordu. “Bana da, anneme de pek ziyade tesir ettiniz. Lakin bilseniz annem ne kadar müşkülpesenttir… Canım, bu balolarda insan bin türlü adam tanımaya maruz kalıyor; hele tazeler… Bunun için ben, pek fazla ölçülü davranarak pek aziz ahbabımız tarafından takdim edilmeyince kimseyi tanımak istemem… Pederim derseniz, ooo!.. Kolunda gezdiğim bir gencin üç kuşak evveline kadar ecdadını soruşturmadıkça rahat edemez… Eminim ki şimdi birisini yakalamış, sizi soruyordur!”

Gerçekten, o aralık tek gözlüklü, uzun kır sakallı, zarif giyinmiş biri, yanında dostlarımdan bir Avusturyalı subayla bize doğru ilerliyordu. Geldiler. Arkadaşım bizi tanıştırdı:

“Mösyö Sanşayn… Şekip Bey.”

El verdik. Şiddetle elimi sıktı.

“Sizi tebrik etmek isterim.” dedi. “Tebrik ve teşekkür etmek… Ne güzel dans ediyorsunuz. Lydia artık bahtiyardır…”

“Beni cidden mahcup ediyorsunuz.” dedim. “Asıl siz Miss Lydia gibi bir kızınız olduğu için tebriğe layıksınız. Bu kış, en birinci valsözümüz kızınız olacaktır.”

“Lütfediyorsunuz… Evet, fena dans etmez. Paris’te, Perem’den ders aldırdım.”

Sesindeki heyecan ve gözlerindeki sevinç alevi, bu babanın kızına hayran olduğunu gösteriyordu. Miss Lydia dedi ki:

“Büfeye gidiyoruz baba…”

“Hayhay, sizi alıkoymak istemem.”

Biz ilerlerken adamcağız arkamızdan haykırıyordu: “Lydia, Lydia! Sakın soğuk bir şey içme, hasta olursun!”

Lydia yelpazesini sallayarak, gözlerini kısarak etrafını süzüyor, küçük parmaklarıyla saçlarını dağıtıyordu.

“Sizi tebrik ederim, babamı büyülediniz. Evet büyülediniz, çünkü arkamdan büfeye kadar gelmeyip beni sizin refakatinize emanet etmesini başka türlü açıklayamam.”

Gülümsedim.

“Babaları büyülemek pek kolaydır; bunun için biraz ciddiyet ve itaat yeterlidir.”

Büfenin önündeydik. Korkarak sordum:

“Size ne ikram edebilirim?”

Güldü.

“Tabii ki soğuk bir şey!”

“Ooo!” dedim. “O hususta kesin emirler aldım, matmazel. Dünyada bir kişiyi büyülemeyi başardım. Onu da gücendirmek istemem.”

“Fakat terli değilim, bak, Allah bilir terli değilim.”

O aralık babası gözüme ilişti. Elimle işaret ettim.

“Mösyö…” dedim. “Yarım saattir matmazelle mücadele ediyoruz, ben mağlup olmak üzereyim. Soğuk bir şey istiyorlar.”

Yavaşça ilave ettim:

“Ancak hiç terli değiller. Zannederim ki bir kadeh şampanyaya müsaade edebilirsiniz.”

Derhâl bir kadeh şampanya buldum. Lydia teşekkür ederek aldı ve “Ben yavaş yavaş içerim, siz ayakta rahatsız olacaksınız.” dedi.

“Hayır matmazel.” dedim. “Size bakarım. O zaman yorulmam, emin olunuz.”

Güldü.

“Eğer bu sizi mutlu etmek için yeterliyse pekâlâ, fakat ben o kadar seyretmeye düşkün olmadığım için…” Cevap verdim:

“Kimse sizin kadar seyredilmeye değer değildir de onun için.” Yine güldü. Dudaklarının kenarında şampanyanın ince köpükleri duruyordu.

“Ondan değil.” dedi. “Bu hâl benim tabiatımda olmalı.” Şimdi felsefenin sırası gelmişti. Başladım:

“Sizi etkileyecek, düşündürecek bir kimseye tesadüf etmemişsiniz ve tabiatınızı tecrübe edememişsiniz de ondan böyle söylüyorsunuz. Genç kızların yerleşmiş hiçbir tabiatı yoktur. Onlar için her gün, her saat, yeni bir şey hazırlar. Bugün neşeli, yarın mahzundurlar. Şimdi hayattan bezgin görünürlerken biraz sonra hayata dört elle sarılırlar. Her defasında da ‘Ne yapalım, tabiatımız böyle!’ diyerek kendilerini temize çıkarmak isterler. Sözün kısası, genç kızlar saygıya ve sevgiye değer oldukları kadar; sakınılacak, çekinilecek varlıklardır. Başkalarına karışmam, fakat ben onlardan pek korkarım.”

“Biraz daha devam ederseniz beni de korkutacaksınız.” dedi ve gülerek kadehini uzattı.

“Şunu yerine bırakınız da sonra gelip şu genç kızların neden bu kadar korkunç olduklarını bana anlatınız.”

Yanına döndüğüm zaman, sarı bıyıklı bir subayla konuşuyorlardı. İkisinin de ellerinde karneleri; bir şey aramakla meşguldüler. Subay diyordu ki:

“Hiç unutmak mümkün olur mu matmazel! Siz bir şey vadedersiniz de ben onu yanlış anlar mıyım?.. Pek iyi biliyorum, bu fadrili (kadril) istirham etmiştim. Bir müddet düşündükten sonra dediniz ki: ‘Pekâlâ! Haydi bu olsun.’ Hatta karnenize ismimi de yazdırdınız. Gördünüz mü, işte.”

Lydia cevap verdi:

“Pekâlâ, pekâlâ, haklısınız. Kadril başlayınca gelir beni bulursunuz, olmaz mı?” Sonra bana döndü.

“Kolunuzu verir misiniz, biraz annemi görmek isterim.” Kol kola ilerleyerek o kalabalık içinde annesini arıyorduk. Lydia ara sıra gözlüğünü, gözlerine yaklaştırıp etrafı inceliyor, sonra ince platin zincirin şıkırtısı duyulacak derecede asabi bir hareketle gözlüğü elinden düşürüyordu. Birdenbire haykırdı:

“İşte annem! Galiba o da beni arıyor.”

Sonra yelpazesini yukarı doğru kaldırdı, salladı.

“İşte bizi gördü. Oraya gidelim, olmaz mı?”

Annesinin yanında bilmediğim birçok kadın ve taze vardı. Ben bu defa madamın yanına oturdum. Miss Lydia arkadaşlarıyla bir şeyler konuşup gülüşüyordu. Madamla oradan buradan konuştuk. Londra’da oturduklarını, altı ay için İstanbul’a geldiklerini, bir iki aya kadar yine memleketlerine döneceklerini, Lydia’dan başka çocukları olmadığını, İstanbul’dan pek hoşlandıklarını söyledi. Bilmem niçin, bu sözler beni hüzünlendiriyordu. Hele Lydia’nın ötede gizli gizli konuşup gülüşmesi bana bir kat daha azap veriyordu. Zannederim ki o tazelere benden bahsediyor, “İşte bu adam genç kızlardan korkuyormuş!” diyor ve onlarla birlikte çılgın çılgın gülerek benimle eğleniyordu.

Eminim ki madama verdiğim cevaplar, pek karışık, pek manasızdı. Miss Lydia’ysa benimle hiç meşgul değildi. Bulunduğu topluluğa şimdi birkaç genç daha katılmış, İngilizce konuşuyorlar ve sürekli gülüşüyorlardı.

Madam Sanşayn’dan izin alıp kalktım. Biraz uzakta pembe bir tuvaletin letafetini arttıran ince güzelliğiyle genç Madam Daven, tanıdıklarımdan birinin kolunda ilerliyordu. Beni görünce yelpazesiyle yanına gelmemi işaret etti. Hemen o tarafa yöneldim. Madam Daven “Şekip, kadrili kiminle oynuyorsunuz?” diye sordu.

“Kendi kendimle, madam!”

“O hâlde şu köşedeki ufak kanepeye kadar bana eşlik ederseniz palmiyelerin yaprakları altında sizinle, balodakileri rahat rahat çekiştiririz.”

Madam Daven’nun kavalyesi tebessüm etti ve dedi ki: “Siz ikiniz bir araya gelecek olursanız çaresiz insanlığın vay hâline!..”

Bu gayet güzel; lüzumundan fazla güzel, ince, az sarı bıyıklı, pembe -inadına pembe- yanaklı, ela gözlü bir gençti. İçimde birdenbire açılan bir neşeyle madama dedim ki:

“Hatta şimdiden başlayabiliriz. Elektrik ışıklarının gösterişi, palmiyelerin gölgesinden aşağı kalmaz. Hem uzağa gitmeye de gerek yok. Bakınız şu aziz Fernan’a -arkadaşını gösteriyordum-insaf edin. Madam, bir erkek için bu kadar letafete, bu derece güzelliğe izin var mıdır? Söyleyiniz, şimdi bu genç buradaki birçok kadının hukukunu gasp etmemiş mi? Azizim, ben senin yerinde olsam bu hâlde ortaya çıkmaya utanır, gidip bir yere başımı sokar, güzelliğimi gizlerdim. Öyle değil mi Allah aşkına, madam?”

Madam Daven kahkahalarla gülüyordu. Dedi ki:

“Zavallı Şekip seni kıskanıyor. Zaten bu genel bir kuraldır;

kadınlar pek güzel kadınların güzelliğini bazen affederler, fakat erkekler hiçbir zaman güzel erkekleri çekemezler. Ben sizin yerinizde olsam ne yapardım biliyor musunuz? Şekip Bey’i hangi kadının yanında görürsem derhâl gider, bir rakip olmak üzere kendimi takdim ederdim.”

Fernan da gülüyordu. Dedi ki:

“O hâlde, madam, sizin yanınızdan ayrılmamam lazım gelir.” Sonra bana döndü:

“Bana kalsa giderdim, azizim, lakin cezayı madam kendisi tertip etti, kadril başlayıncaya kadar burada kalmaya mecburum. Ancak ondan sonra gider, dediğiniz gibi başımı bir yere sokup güzelliğime ağlarım. Nasıl, işinize geliyor mu?”

“Hayhay, fakat esefler ederim ki kadril işte başlıyor. Şimdi size âcizane bir nasihat vereyim mi azizim? Durmayıp hemen gidiniz, valsözünüzü arayınız, çünkü biraz geç kalacak olursanız, ‘Güzelliğine mağrur da aceleye lüzum görmüyor!’ derler, karışmam.”

“Korktum, Şekip… Sizden korktum. Siz insanın yüzüne karşı böyle yaparsanız, kim bilir ufak kanepede, palmiyenin altında neler yapmayacaksınız!..”

Madam Daven arkasından haykırdı:

“Merak etmeyiniz, Fernan, arkanızdan ne söylerse birer birer size yetiştiririm.”

Madama kolumu takdim ederek dedim ki:

“Gittikten sonra da yine kendinden bahsolunacak ümidinde bulunuyorsa kendi hakkında güzel bir fikri var demek oluyor! Deminden beri o pek güzel çehresiyle canımızı sıktığı elvermemiş gibi…”

Madam sözümü kesti:

“Yok, düzeltelim rica ederim, azizim.” dedi. “ ‘Canımızı sıktı.’ demeye hiç hakkımız yok, yalnız ‘Canımı sıktı!’ derseniz o başka! Fernan’ın dilber çehresi benim pek hoşuma gider. Ben erkek değilim, beyefendi!”

Bir kahkaha salıverdim:

“Kadın da değilsiniz öyleyse! Çünkü, o derece güzel erkekten, hakikaten kadın olan hoşlanamaz.”

Madam Daven durdu, kolunu kolumdan çekti, yelpazesini yarım açtı; dikkatle yüzüme bakıyordu.

“Demek, ciddiymiş… Fernan’ı hakikaten kıskanıyormuşsunuz, öyle mi?..”

Sesime sahte bir hüzün verdim. Önüme baktım, helecanlı görünmemek için kendimle mücadele ediyormuşum gibi davranarak gayet yavaş

“Sizi…” dedim. “Sizi herkesten… Herkesten kıskanırım. Bilmem niçin, öteden beri siz de beni kıskandırmaktan, bana ızdırap çektirmekten zevk alırsınız.”

Yine koluma girdi, minimini tül yelpazesiyle çenesini, dudaklarını örterek konuşmaya başladı:

“Ben zannediyordum ki o sizin herkesçe bilinen ateşli sevdanız artık sönüp bitmiştir. Demek ki yanılıyormuşum. Bu kadar meşguliyet arasında, o ölmüş aşkı hatırlamaya tenezzül ettiniz öyle mi?..”

“Doğrusu beni güldürüyorsunuz!”

“Siz de benimle böyle eğlendikçe beni yaralıyorsunuz! Benim ne kadar hassas, ne kadar samimi, size olan hayranlığımın ne derece ciddi olduğunu bilirsiniz, o hâlde…”

“O hâlde, azizim, eski hastalığın nüksetmemesi için hemen tedbir almanızı tavsiye ederim. Bütün nükseden hastalıklar pek vahimdir! Hele kalp hastalıkları; âdeta öldürücü olurlar. Ölümünüze sebep olmayı istemem!”

Eliyle bir köşede duran kadınları göstererek

“Sonra bunların elinden kurtulamam, beni parçalarlar! Benimle eğleniyorsunuz, fakat zararı yok, ben bundan şikâyetçi değilim, çünkü beni de eğlendiriyorsunuz; benim aşk felsefeme göre kadınları eğlendirmeyi başarmak ilerisi için büyük bir ümittir.” dedi

Palmiyelerin altında duran kanepeye yaklaşmıştık. Madam Daven yorgun bir edayla kendini oraya attı, yelpazesiyle yanını göstererek dedi ki:

“Şimdi oturunuz da güzel güzel konuşalım.”

Düz, parlak ve gayet kalın pembe atlastan tuvaleti o kadar sade, o kadar sadeydi ki ne bir dantela ne bir kurdele parçası; hiçbir şey o sadeliği bozmuyordu. Yalnız, göğsüyle kollarının içinden ince bulutlar gibi pembe pembe muslinler dışarı doğru düşüveriyor; bunlar gayet nazik olan tenine âdeta bir şeffaflık veriyordu. Beline aynı renkte kurdeleden bir kemer takmış, kemerin yan tarafına da bir demet menekşe iliştirmişti.

Bu demetten bir iki menekşe çıkardı. Bunları dişleriyle koparıp dudaklarının arasında bir müddet oynadıktan, parçaladıktan sonra, ağzının şirin bir hareketiyle o zavallı menekşe parçalarını birer birer ufalayıp attı. Gülerek dedim ki:

“Şu hâliniz tabiatınızı ne güzel gösteriyor, bilseniz! Bir şeyi evvela göğsünüzde, kalbinizin üzerinde taşırsınız; sonra onu dişlerinizle parçalar ve dudaklarınızın ufak, tabii, elde olmayan, belki sizce de hissedilmeyen bir hareketiyle ayaklar altına atarsınız! İşte siz! Siz bu hareketlerle tamamıyla kendinizi açıklıyorsunuz!” Cevap verdi:

“İhtimal ki haklısınız, fakat bir müddet kalbimin üzerinde bulunmak için, daha sonra böyle yerlere atılmaya razı olanlar pek çoktur, dersem bana inanır mısınız?”

“Hatta iman ederim!..”

O aralık el ele tutuşmuş yüzlerce kadın erkek gülüşerek, birbirini çekerek önümüzden geçiyorlardı. Bu alay, önce sağdan sola doğru koşuşurken birdenbire bir ses “Sola!” komutunu verince hep birden sola döndüler. Kadınlar, kızlar, kendilerini büsbütün bırakmışlar, âdeta sürükletiyorlar, erkekler düşmemek, kadınların eteklerine ayaklarını dolaştırmamak için önlerine bakarak ilerliyorlardı. Bu çılgın, bu pürneşe dans alayı aralıksız önümüzden geçiyordu:

“Ne güzel!” dedim. O:

“Gerçekten pek güzel!” dedi; sonra kaşının ucuyla öteden gelen Miss Lydia’yı gösterdi.

“İşte kalbinizin hâkimi geliyor! Selama hazırlanın!” Ve ayağını ayağının üzerine atarak güzel başını kanepenin kenarına doğru bıraktı. Yelpazesiyle çenesini gizleyerek uzun ve gaddar bir kahkaha salıverdi.

“Ne tabiat Ya Rabb’i!” diyordu. “Ne tabiat!” Ben de elimde olmadan ona uyarak gülüyor ve soruyordum:

“Allah bilir ki ne demek istediğinizi anlayamıyorum?”

“Bırakın Allah aşkına, demincek nasıl vals ettiğinizi görmedim mı zannediyorsunuz?”

Eteğini okşayarak, kanepenin üzerinden mendilini, yelpazesini alarak ayağa kalktı. Ben hâlâ yerimden kımıldamamıştım. Ciddi bir tavırla dedi ki:

“Size gayet ciddi bir şey söyleyeyim mi, Şekip? Emin olunuz ki on beş güne kalmayacak, siz bu çirkin kızı çıldırasıya seveceksiniz!..”

Yine uzun bir kahkahadan sonra elini uzatarak “Şimdilik adio!” dedi, iki adım yürüdükten sonra döndü, hâlâ gülüyordu. Dedi ki:

“Bakınız ne kadar iyi kalpliyim, size bir haber daha vereceğim, iki ay sonra da…”

Gözlerini kırptı. Sol elini kaldırdı. Parmaklarını oynatarak uzağı gösterdi, pembe dudaklarıyla zayıf bir ıslık çalarak

“Uçtu… u… u…” dedi ve durmadan gülerek pembe atlas tuvaletinin alaycı hışırtısıyla ilerledi, kalabalığa karıştı. Gözden kayboldu!

İşte o zaman düşündüm; gönlümün pek harap olduğunu anladım; artık sevemiyordum… Bu karışık, kararsız, mağrur kadınları sevemiyordum. Bir buçuk sene evvel yanında her türlü çılgınlığı yapmaya hazır olduğum şu kadının yanında şimdi zerre kadar duygulanım, heyecan hissedemeyişimin sebeplerini incelemek istedim. Ah, acaba benim kalbim, başka erkeklerin, başka gençlerin kalbine benzemiyor muydu? Niçin en ufak, en adi bir sebeple bütün bağlılığım sona ermeye yüz tutuyor?.. Bir gün evvel sevdiğim, taptığım, yolunda her fedakârlığı yapmaya kendimi hazır hissettiğim bir kadından bir söz, bir tavır yahut adi bir his için nefret edercesine soğuyordum? Ah ben ne arıyordum?.. Nasıl bir kalp, nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum? Artık bıkmış, usanmıştım; bir romanın malum kısımları gibi sürüp giden o belirli, o bilinen devrelerden geçmeye mahkûm salon sevdalarından artık tiksinmiştim. Ya müsrif, havai bir eşin intikamını almaya yahut ihtiyar, hasta bir kocanın vazifesindeki noksanları, ihmalleri karşılamaya alet olmayı adi, pek adi buluyordum…

Fakat ne istiyordum? Acaba nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum?

Gönlümde, bütün o şehvetli, o titretici aşklar hakkında derin bir nefret hissi uyanmıştı. Artık bu aşk koleksiyonları yapan üzücü, harap edici kadınlardan; âlemi, huzurlarında tapınmak için diz çökmüş görme isteği uğruna bütün aşk heyecanlarını ekmek kırıntıları gibi avuç avuç salondan salona serpen bu üzücü, harap edici kadınlardan nefret etmiştim. Hissediyorum ki bütün kalbim, bütün ruhumla saf, hissî, tabii, samimi ve masum bir aşk özlüyordum; bir aşk, bir sevda ki belirli bir maksattan, her türlü ümitten arınmış olsun!..

Bir sevgi ki itiraf edilmeden, içyüzü bilinmeden, sırları açıklanmadan öylece kalbimde bir yer bulsun ve sevdiğim kadın onu hissetmekle mağrur ve mesut olabilsin… Öyle bir sevda ki beni geceleri yıldızlara karşı dilsiz ve hayran, karanlıklara karşı şaşkın ve kendinden geçmiş bıraksın… Güzel bir müzik dinlerken onunla ağlayayım, dünyanın, tabiatın güzelliklerini onunla seveyim, sevebileyim… Bir kadın ki beni düşündürsün, acı versin, istemeyerek, bilmeyerek kederlendirsin… Bir kadın ki karşı konulması, yok edilmesi mümkün olmayan engeller beni kendisinden ayırsın, söyleyemeyeyim, aşkımı mümkün olup da cüret edip de ona söyleyemeyeyim; o kadar mukaddes, o kadar muhterem… O kadın o derece her şeyin üstünde olsun!

23 100,50 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-625-99850-3-9
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap