Kitobni o'qish: «Tarihimizdeki garip olaylar»
ÖNSÖZ
Tarihi hiç sevmezdim. Ta ki 14 yaşında Reşat Ekrem Koçu’nun “Tarihimizde Garip Vakalar” adlı kitabını okuyana kadar. Kendi döneminde bazı çevreler tarafından “tarihi magazinleştirmek”le suçlanan ve bu nedenle kıymeti kendinden menkul akademisyen çevreler tarafından hakir görülen bu adam bana bir anda, tek kitapla sevdirdi tarih okumayı. Sonraları uzun uzun düşününce neden olduğunu anladım: O güne dek okuduğum tüm tarih kitaplarında (özellikle Türk tarihi kitaplarında) tüm padişahlar aslan yürekli, tüm padişah eşleri güzeller güzeli, tüm şehzadeler pırlanta tanesi, tüm devlet adamları dirayetli idi… Oysa Reşat Ekrem Koçu herkese hak ettiği kadar değer veriyor, özel bir önemi olmayanlara laf etmese de üzerlerine fazla eğilmiyordu. Zaten 629 yıllık Osmanlı İmparatorluğu tarihindeki herkesin “aslan parçası” olması hem olanaksız, hem de gereksizdi, ama bunu bana ilk kez hissettiren Reşat Ekrem olmuştu…
Bu kitabı hazırlarken internette dolaşan ve kaynağı belirsiz, ama gerçekten şaşırtıcı görünen olaylara yer vermekten kaçındım. Neredeyse on beş yıldır topladığım notları ve basılmış, ciddi kitapları kaynak olarak kullandım. Bunlar dışında hiçbir bilgiye yer vermedim. “Filanca padişahın bir kılıç darbesiyle adamı ikiye böldüğü” veya “falanca padişahın bir cirit atışıyla beş yüz metre uzaktaki kuşu vurduğu” türünden “bilimsel” hikayelere hiç yer vermediğim gibi, tarihimizde çok bol miktarda olan nüktedan anekdotlara da çok az yer verdim. Tamamen o tür anekdotlardan oluşan başka bir kitap hazırlıyorum zaten…
Neredeyse “internet icat oldu, araştırmacılık bozuldu” noktasına gelmeme ramak kaldığından, kaynakçamda fazla internet sitesine yer vermedim. İnternetten yararlandığımda ise, bu sitelerin çok seçkin olmasına özen gösterdim. Bu sitelerde bile gördüğüm hemen her bilgiyi başka kaynaklarla karşılaştırmayı da unutmadım. Birçok da hata buldum zaten. Özellikle akademisyenler tarafından hazırlanan dosyaların PDF formatlarına kolaylıkla ulaşılabildiğim siteler şüphesiz en güvendiğim kaynaklar oldu. İnternetin en tehlikeli yanı “copypaste” mantığı olduğu için, rastgele bir sitede sözgelimi “I. Abdülhamit” yerine yanlışlıkla “II. Abdülhamit” yazılmayagörsün, bir ay içinde yüzlerce sitede aynı yanlış bilgi bir virüs gibi yayılıyor. Çünkü internet kullanıcılarının çok büyük bölümü hoşuna giden bir yazı gördü mü hemen “kes-yapıştır” yapıveriyor, yazılanların gerçeğe uygunluğunu hiç kontrol etmeden hem de. Bu nedenle, elinizdeki kitap için, benzeri kitaplardan yararlanıldığını, ama hemen her bilginin temel kaynağa kadar inilerek kontrol edildiğini söyleyebilirim. Bazı yerlerde, kaynakta yazılan bilgiyi bir türlü onaylatamadığım durumlarda çekincelerimi de dipnot olarak belirtmeyi zorunlu gördüm…
Yıllar önce “Hayat Tarih Mecmuası” veya “Yıllarboyu Tarih” gibi dergilerin sayfalarında gördüğüm kısa ve ilginç bilgileri derlemekle başlayan bu zevkli hobimin sonucu olan bu mütevazı, ama eğlenceli kitabı değerli yazar ve araştırmacı Reşat Ekrem Koçu’nun (1905 – 1975) aziz anısına ithaf ederek bitiriyorum sözlerimi. Bu kitap onun bana aşıladığı “tarih okuma zevkini” bir tek çocuğa veya gence aşılarsa, yıllar yılı topladığım tüm o irili ufaklı notlara verdiğim emek yerini bulacaktır…
Sabri Kaliç
Piri Reis tarafından çizilen ilk Dünya haritalarından bir pafta
BUDİST TÜRKLER: TOBALAR
Türkler arasında Budizm 385-550 yılları arasında Kuzey Çin’de kurulan Toba Devleti zamanında yayılmıştır. Aslen Türk olan Tobalar memur olarak Çinlileri kullanıyorlardı. Tobalar zamanla Budizm’i kabul ettiler ve Çinlileştiler. 8. yy.da Çinlilerle iş birliği yapan ve diğer Türklerle savaşan Uygurlar önce Mani, daha sonra Buda dinini kabul ettiler. Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurlar dinlerini değiştirmekle beraber dillerini korudular ve Türkçe pek çok eser meydana getirdiler. Göktürkler ise kendi örf ve âdetlerine uymadığı için bu dini kabul etmediler. Gerçekten de Türklerin hayata bakışı ile Budizm arasında büyük fark vardı: Türklerde hayvan eti yemek günah değildir. Tam tersine onların başlıca gıdası hayvan etidir. Oysa Budizm’in beş büyük günahından biri hayvan dahil, canlı varlık öldürmekti. Kültüründe avcılık ve hayvan eti yemek olan Türkler bu nedenle Budizm’le çok uyuşamadılar ve Budizm bu nedenle Türkler arasında fazla yayılamadı.
HALLEY KUYRUKLUYILDIZI VE FATİH SULTAN MEHMET
Fatih Sultan Mehmet
Fatih Sultan Mehmet tahta çıktığı zaman bir kuyrukluyıldız görülmüştü ve Papa o zaman yıldızı “Türk ve Müslüman dostu zındık yıldız” olarak aforoz etmişti. Sonradan, bu kuyrukluyıldızın Halley kuyrukluyıldızı olduğu öğrenildi. Balkan Harbi’nde (1912) Bulgarlar Çatalca’ya kadar ilerlerken Halley kuyrukluyıldızı yine görülmüştü. O zaman kilise adamları: “Türklerin uğur yıldızı göründü, Bulgarlar yine mağlup olacaklar!” demişti ve gerçekten de öyle oldu. Çatalca Muharebesi’ni kazandık, Balkanlı müttefikler arasına nifak girdi ve Edirne’yi Bulgarlar’dan geri aldık.
ÇADIRI BAŞINA YIKILAN SADRAZAM
Osmanlı imparatorları bir sefer sırasında hareketlerinden memnun olmadıkları sadrazamı çadırını başına yıktırmak suretiyle azlederlerdi. Bu çeşit azli ilk defa uygulayan Fatih Sultan Mehmet’dir. Fatih, Karaman seferi sırasında Sadrazam Mahmut Paşa’yı (İstanbul’da bu adla anılan cami, hamam ve çarşıyı yaptıran Mahmut Paşa budur) çadırını başına yıktırarak azlettirmiştir. Bazı kaynaklar bu gözden düşmeye, Mahmut Paşa aleyhine çevrilen entrikaların sebep olduğunu kaydeder.
Çadırı başına yıkılarak azledilen bir başka sadrazam da Hersekzâde Ahmed Paşa’dır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran dönüşünde, Amasya civarında, halkın yeniçerilerin yağmacılığından şikâyeti üzerine gazaba gelen padişah, Sadrazam Hersekzâde ile Vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa’yı, çadırlarını başlarına yıktırarak azletmiştir. Ahmet Paşa bu olaydan altı ay kadar sonra idam edilmiştir.
Çadırın direklerini söktürerek yıktırmanın iktidardan düşme alâmeti olması, İslâm’dan önceki zamanlardan kalma bir Türk âdetidir.
BİZANS, TOPÇU URBAN’I REDDETMİŞTİ
Urban bu silahın zafer kazandıracağını biliyordu ve iyi bir silah tüccarı gibi bu fikri satmak için dolaşmaya başladı. Akla ilk gelen müşteri adayı tabii ki Konstantinopol’dü. II. Mehmet’in orduları Çanakkale Boğazı’nın doğu tarafında toplanıyordu ve Osmanlı Türkleri Bizans’a karşı kutsal bir savaş ilan etmişti. Urban’ın teklifini ilk olarak İmparator XI. Konstantin’e götürmesinde az da olsa din ve ırk birliğinin etkisi vardı.
Hazırladığı süper silahların planlarını göstererek buna sahip olacak herhangi bir şehrin tüm saldırıları kolayca püskürtebileceğini anlattı. Bu güçlü silahtan atılacak bir mermi, yüzlerce saldırganı öldürebilir ya da bir gemiyi batırabilirdi. Düşman karşılarına aynı büyüklükteki silahlarla çıksa bile onları daha kullanamadan etkisiz hale getirilebilirdi.
Ancak Urban reddedildi. Danışmanlar denenmemiş silahlara para harcamaktansa o parayla biraz daha kiralık asker tutulabileceğine karar verdi. Herhalde Bizans, Urban’ın bir silah tüccarı olduğunu ve bir dahaki durağının Boğaz’ın öte yakası olacağını düşünememişti. II. Mehmet teklifi hemen kabul etti ve Urban’la bu silahları hazırlaması için anlaştı.
Bir yıl sonra Mehmet’in ordusu şehri kuşattı. Kuşatmanın kaderini Urban’ın dev topları belirledi. Silahlar Bizanslıların Rum Ateşleri’nin menzili dışına yerleştirildi. Ayrıca bu silahların yapılması için harcanabilecek parayla tutulan askerlerin oklarından da uzaktı.
Surlar yıkıldı, Türkler içeri girdi ve XI. Konstantin öldürüldü. Urban’ın silahlarını reddeden danışmanların da Konstantin ile birlikte öldüğünü düşünmek isteyebilirsiniz ancak bu tür bir adalet nadiren gerçekleşir.
Urban’ın silahları Türklere satma fikri uzun vadede yanlış bir karar olabilirdi. İstanbul artık Türklerin önünde bir engel değildi, dahası Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuştu. Bu da tüm Güneydoğu Avrupa’nın savaş alanı haline gelmesi demekti. Dahası Türkler Viyana’ya kadar uzanacak ve Urban’ın kendi ülkesi de bir savaş alanına dönecekti. Urban’ın malını satıp para kazanma tutkusu Macaristan’ın bugün bile korkulu rüyası olan, beş yüz yıllık bir çatışmaya neden olmuştu.
AYI POSTU GİYEN ASKERLER
Fatih, Tuna üzerindeki kalelerden birini kuşatmıştı. Kale yedi ay toplarla dövüldü. Ordu yürüyüşe geçip yaklaşırken, kaleden bir kaç ayının çıktığını gören Fatih: “Buradan hırs(ayı) geliyor’’ dedi. Gelen ayılar askerleri görüp geri dönmüş, kalenin mağaralarına girmişlerdi. Bir kaç yürekli asker bu ayıların peşinden mağaraya daldı. Meğer bunlar sırtlarına ayı postu geçirmiş düşman askeri imişler. Mağaraların içi kaleye geçit veriyordu. Osmanlı askerleri bu geçitleri aşıp kaleyi fethettiler. Kale çevresinin adı “Hırsova’’ kaldı.
HAZIRA DAĞ DAYANMAZ
15. yüzyılın namlı zenginlerinden Molla Rüstem Bursa’da ölürken on dört yaşındaki oğluna yüz yıl ömür biçmiş ve her gününe yüz florin (Floransa altını) hesap ederek 3.600.000 florin gibi muazzam bir miras bırakmıştı. Bu mirasyedi çocuk babasından sonra ancak yedi yıl yaşadı ve bütün paralarını yedi. Yalın ayak, perişan bir kebapçı çırağı oldu. Sefalet içinde, bir hamam külhanında öldü. Bu parayı nasıl harcadığına bir örnek: Bir gün 100 florine bir tazı satın alır. Bir bağda bir tavşan olduğunu haber verirler, haberciye 100 florin verir, tavşanı ininden çıkaran adama da 100 florin verir, fakat tazı tavşanı tutamaz, Molla Rüstem’in oğlu da tazıyı bir kılıçta ikiye bölermiş.
FATİH’İN MUTFAĞI
1473 (Hicrî: 878) yılının Şaban ayına ait Fatih Sultan Mehmet sarayının bir mutfak defteri vardır. İstanbul fatihinin her gün ne yediğini, sarayında en çok pişen yemeklerin neler olduğunu, bir günlük ve bir aylık mutfak masrafının neye çıktığını gösteren bu defter tarih ve toplumbilim bakımından çok değerli bir belgedir. Reşat Ekrem Koçu bu defterden bazı ilginç notlar aktarır. 1473’te İstanbul’da erzak piyasası şudur:
• Sadeyağın okkası 8, zeytinyağının 6, armudun 5, üzümün 2, tuzun 2 akçe1… 200 yumurta 23, 1000 limon 70 akçe… Bulgurun kilesi 16, kestanenin kilesi 20 akçe… (Bir kile 8 okkadır)
• Defter o zamanın Türkçesi bakımından da pek ilginçtir. Örneğin balığa, ‘mâhî’; kaza, ‘gerdendiraz’ (uzun boyunlu); tavuğa ‘mâkiyan’ deniliyordu. Soğanın adı ‘piyaz’, lahananın adı ‘kalem’, cevizin adı ‘kirdigân’, karpuzun adı ‘kürbeze’, karabiberin adı ‘fülfül’ idi.
• Bu mevsim ve bu ayda sarayda hemen her gün pişen yemek, saray halkının yediği lahana çorbası idi. Fatih Sultan Mehmet de her gün balık, istiridye, karides ve ıstakoz yemişti.
OSMANLI’DA “DELİLER” BÖLÜĞÜ
15. yüzyılın başından itibaren Osmanlı ordusunda Balkan kökenli “deliler” diye bir bölük oluşturulmuştu. Gözü pek, hiçbir şeyden yılmayan ve akıllarına ne eserse yapan bu askerlere “deliler” denmesinin bir nedeni cesaretleri, bir nedeni de garip giyimleriydi. Başlarına pars veya benekli sırtlan postundan yapılma başlıklar takar, ayı, pars, aslan veya sırtlan postundan yapılmış şalvarlar giyerlerdi. Giysilerinde kullandıkları tüm postlar kılları dışarıya dönük giyildiği için, delileri ilk görüşte gerçek hayvanlardan ayırmak da kolay değildi. Delilerden başarılı olanları ‘ağa’ olur, ağaların en başarılısı da ‘delibaşı’ sıfatı kazanırdı. Törenlerde koruma olarak sadrazamın önünden yürüyen deliler halk tarafından da cesaretleri nedeniyle büyük saygı ve takdir görürlerdi. Bazı Osmanlı padişahlarının, özellikle de III. Selim’in kılık değiştirip halk arasında gezeceği zaman sık sık ‘deli’ kıyafeti giydiği söylenmektedir.
ANAN NE GİYİNSİN SÜLEYMAN?
Yavuz Sultan Selim devlet harcamalarında olduğu gibi kişisel harcamalarında da sadeliği ön planda tutardı. Lüks ve israfa kaçan süslü elbiseleri giymeyi sevmezdi. Süslü elbiselerin kadınlara yakıştığını düşünür ve erkeklerin böyle giyinmelerini de doğru bulmazdı. Günün birinde oğlu Şehzade Süleyman pek süslü ve parlak elbiseler giyinmiş ve pahalı mücevherleri takınmış olduğu halde huzuruna çıktı. Oğlunun bu süslü giyimini gören padişah, şöyle dedi:
“Sen böyle giyinirsen anan ne giyinsin Süleyman? Anana takacak ziynet bırakmamışsın.”
GALATASARAY LİSESİ
Galatasaray Lisesi Türkiye’de kuruluş tarihi en eski olan okuldur. Temeli Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Sultan Bayezit tarafından atılmıştı. Rivayet edilir ki:
O zamanlar, Galata’nın arkasındaki sırtlar, yani Beyoğlu, muazzam bir ormanla kaplı bir kırlıktır. Avcıların gezip dolaştığı yerlerdendir. Bir kış günü Sultan Bayezit da oralarda avlanmağa çıkar. Bugünkü Boğazkesen Caddesi’nin geçtiği vadide tipiye tutulur. Sığınacak bir yer ararken gözüne bacasından duman tüten bir kulübe ilişir ve hemen oraya at sürüp kapısını çalar… Kapıyı beyaz sakallı, yüzü nurlu bir ihtiyar açar, “Buyurun padişahım!” der. Sultan Bayezit içeriye girer. Girer ama şaşırır kalır; kulübenin içi gül saksılarıyla doludur. Fidanların hepsinde taze taze güller açmıştır. Padişah ile münzevi derviş saatlerce sohbet ederler. Sultan Bayezit kalkacağı sırada: “Gül Baba! Benden ne istersin?” deyince münzevi de: “Padişahım, burada bir mektep yaptır. Bu mektepte okuyup yetişenleri de devlet hizmetinde kullan” cevabını vermiş.
Saraya dönen Padişah hemen emir vermiş. Orada şu kadar bin dönümlük arazinin etrafına duvar çekilmiş. İçinde iki yüz çocuğun okuyabileceği üç koğuşlu bir okul yaptırmış. Okula bir camii, her koğuşa birer hamam, çocukların başındaki amirler için daireler yapılmış. Farsça, Arapça, okuma-yazma, musiki hocaları tayin edilmiş. Bu arada Gül Baba da bu yatılı okulun elifba hocası olmuş…
DÜNYANIN İLK BELEDİYE YASASI
Sultan II. Bayezid zamanında, 1502 yılında yürürlüğe giren kanun, Kanunname-i İhtisab-ı Bursa (Bursa Belediye Yasası) dünyanın bu alanda düzenleme yapan ilk ve en önemli yasal metinlerinden biridir. Bu fermanda hayvan ürünleri, türlü sebze-meyve, tuz, ekmek, sanayi ürünleri, tekstil ürünleri, tarım-tahıl ürünleri, orman ürünleri, deri ürünlerinin satışları, konulacak fiyatlar ve kaliteleri bir standarda bağlanmıştır.
Bu standartlardan bazıları şunlardır:
Çörekler: Ekmek ağırlığının yarısı olup, ak undan olacak ve unun bir kilesine bir okka (400 dirhem) yağ konulacak.
Meyveler: Kaplı (yeşil kabuklu) fındığın kaplı olarak bir okkası, bir akçeye olacak. Kapsızın 200 dirhemi, bir akçeye olacak ve mevsimi geçtikten sonra 125 dirhemi, bir akçeye olacaktır.
Sebzeler: Aş kabağına (taze kabak) üç gün narh olmayacak. Üç günden sonra üç okka, bir akçeye olacak. Haftasında 4 okka, ikinci haftasında 5 okka, üçüncü haftasında 6 okka, dördüncü haftada 8 okka, bir akçeye olacak.
Kuyumcular: Kullanılan gümüş 80 ayardan düşük olmayacak. Altının miskali de 60 akçelikten aşağı olmayacak.
İSTANBUL’DA KÜÇÜK KIYAMET
10 Eylül 1509’da İstanbul dünya tarihinin en şiddetli sarsıntılarından biri olduğu tahmin edilen bir depremle adeta yerle bir olmuştu. Halk arasında “kıyamet-i suğra” (küçük kıyamet) denilen depremde o zamanlar 160.000 nüfus ve 35.000 yerleşim birimine sahip olan İstanbul’da aralarında Osmanlı hanedanı üyelerinin de bulunduğu 13.000’den fazla insan ölmüş, on binlerce insan yaralanmış ve 1000’den fazla ev tamamen yıkılmış binlercesi de hasar görmüştür.
Tarihi Yarımada ve Pera’nın bazı bölgelerinde yerde yarılmalar, su ve kum fışkırmaları oluşmuş ve deprem ‘tsunami’ye neden olmuştur. Tsunami şehrin surlarını, Galata ve Suriçi’ndeki birçok duvarı aşmış ve ağır hasara neden olmuştur.
Deprem o kadar büyüktü ki Edirne, Gelibolu ve İznik’te bile önemli hasarlar meydana getirmiş, hatta Yunanistan’dan Nil Deltası’na (Mısır) kadar geniş bir bölgede hissedilmiştir. Depremin artçısı olduğu zannedilen irili ufaklı çeşitli depremler de ta 1512 yılına dek sürdüğü bilinmektedir.
TÜRK VERGİSİ
Osmanlı Devleti’nin 1521’de Belgrad’ı, 1522’de Rodos’u fethetmesi ve 1526’da da Mohaç’ta zafer kazanmasının ardından batı dünyasında büyük bir panik yaşanmış ve çeşitli kentlerde toplanan Alman Meclisleri Türklere karşı ordu toplayıp sefer düzenleyebilmek için “Türk Vergisi” adı altında yeni bir vergi konulmasını kararlaştırmışlardı.
MEZARINDA BAŞI KESİLEN ŞEHZADE
Solakzade Tarihi’nden:
“Yavuz Sultan Selim kardeşi Şehzade Ahmet’in vücudunu ortadan kaldırttığı sırada Ahmet’in Murat ismindeki bir şehzadesi İran’a kaçmıştı. Dört yıl kadar İran’da kalan Şehzade Murat’ın o arada katledildiği ve katilin de bulunamadığı haberi gelmişti. Bir ara bu haberin doğru olmadığı, Şehzade Murat’ın gizlice Anadolu’ya girerek Amasya’ya geldiği ve etrafında bir takım adamlar toplayarak Anadolu’da bir ihtilâl çıkarmağa hazırlandığı söylendi. Yavuz Selim derhal gizli tahkikata girişti ve bu rivayetin ucu Amasya şehrinde bir nalbanda dayandı. Nalbant derhal tevkif edilerek İstanbul’a gönderildi, inkâr etmedi ve şöylece anlattı:
“Bir gün dükkânımda işimle meşgul idim. Bir derviş geldi, karşımda boynunu büküp içini çekti ve ah etti. Devamlı yüzüme bakardı ve bir şey söylemek ister görünürdü, birkaç gün bu manzara devam etti, nihayet acıdım: “Ey âşık! Yoksa bir sevgili yârinden mi ayrı düştün?” diye sordum.
Hemen gözlerinden yaş yerine kan boşandı: “Bir canımdan aziz yârim, munis vefakârım vardı, hastalandı, yatağa düştü, perişan oldum, içimden kan gider, bilmem ki o yârimin yüz parça olmuş yarasına ne çare edeyim. Senin garip dostu, mert bir insan olduğunu söylediler, senden iyilik umarak geldim. Senin Sultan Ahmet merhuma muhabbetin varmış, elbet onun garip düşmüş şehzadesine de acırsın. Yâr-ı vefakârım dediğim Şehzade Murat’tır ki Acem diyarından çıktı geldi, ama ne çare ki gayet hastadır” dedi.
Ben de gittim, o civanı gördüm. Bitkin yatardı, hatırını sordum ve gönlünün dilediği yemekleri yaptırıp o derviş ile gönderdim. Şehzade ayağa kalktı ve memleketimin zenginlerinden Sabuncu İbrahim de çok yardımda bulundu. Benim bildiğim bundan ibarettir.
Nalbandın anlattığı Sabuncu İbrahim de getirildi o da inkâr etmedi: “Yol ihtiyaçlarını tedarik ettim, birkaç adamı ile İstanbul tarafına gitti.” dedi. Nihayet derviş de bulundu, Şehzade Murat’ın yanındaki diğer adamlar da bulundu, onlar da: “Beş on gün evvel, Üsküdar’da vefat etti, filân yere defnettik” dediler. Yavuz Sultan Selim emir verdi, adamlar gönderdi, gösterilen mezarı açtılar ve genç ölünün başını cesedinden ayırarak bir altın tabak içinde huzuruna getirdiler. Yavuz bu kesik başı eliyle muayene etti. Şehzade Murat’ın başında içinde ceviz sığabilecek bir çukur vardı, bu izi buldu ve Şehzade Murat’ın öldüğüne kesin emin oldu. Tutukluların hepsi, Yavuz gibi bir padişahın kendilerini sağ bırakmayacağını zannediyorlardı, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Fakat padişah ortada fiilî bir isyan hareketi olmadığına göre, sadece garip bir şehzadeye merhamet etmiş olan bu adamları affetti…”
YAVUZ’UN 1000 ALTINI
Solakzade Tarihi’nden bir alıntı daha:
“Yavuz Sultan Selim babasının zamanında Trabzon valisi iken bir derviş kıyafetine girip İran’a gider. Niyeti o memleketin durumunu kendi gözüyle görmektedir. Tebriz şehrinde misafir olduğu handa satranç oynayıp herkesi yenmeye başlayınca satranç meraklısı Şah İsmail’e haber verilir, o da dervişi huzuruna davet eder. Sultan Selim ilk oyunda hatır sayarak yenilir. Fakat ikinci oyunda Şah’ı mat eder. Şah kızar ve elinin tersiyle dervişin çıplak göğsüne vurarak: “Bre derbeder Âşık! Hiç şah olanlar mat edilir mi? Edebin yok imiş!” der ve Şehzade’ye bin altın hediye verir. Derviş huzurundan çıkıp atına bineceği sırada o bin altını kesesiyle beraber, kimseye göstermeden bir taşın altına saklar. Ertesi gece Tebriz’den kaçıp Trabzon yolunu tutar. Aradan yıllar geçer Yavuz Selim padişah olur. Şah İsmail’i Çaldıran’da mağlup ederek Tebriz şehrine girdikten sonra Şah’ın sarayına gider ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’ya: “Osman Ağa! Şu kapı eşiğinde Şah’ın ata bindiği taşın altında kendi elimle koyduğum bin altın vardır, helâl maldır, sana hediye ettim!” der. Herkes hayretle bakışır. Osman Ağa taşı kaldırır, kesesi çürümüş, bin altın bir kor yığını halinde dururmuş…”
HİÇBİR OSMANLI PADİŞAHI HACCA GİTMEMİŞTİR
Yavuz Sultan Selim’den, yani Sultan’ın Mısır Seferi sonucunda Hicaz’ın Osmanlı Devleti’ne katılmasından sonra, Osmanlı padişahları saç ve sakal tıraşı olduklarında kesilen kıllar dikkatle toplanır, bir altın leğen içinde gülsuyu ile yıkanır ve güzel bir çekmece içinde biriktirilirdi. Her yıl Hac zamanında, sürre-i hümayun ile İstanbul hacıları yola çıkarken bu çekmece sürre eminine teslim edilir, o da götürür, Medine’de Peygamberin kabri civarında bir yere defnederdi. İşin ilginç yanı, aynı zamanda bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı padişahları her yıl sakal ve saç kıllarını Hicaz’a gönderdikleri halde kendileri hacca gitmemişlerdir. Osmanlı hanedanından hacca giden tek kişi Fatih Sultan Mehmet’in küçük oğlu Cem Sultan’dır. Hanedan mensubu şehzadelerin de saray denetiminden uzak kalacakları ve siyasi bir etkinlik fırsatı bulabilecekleri endişesiyle hacca gitmelerine izin verilmemişti. Osmanlı padişahları hacca gitmek yerine, kendi yerlerine birden fazla vekil gönderdiler. Örneğin 1573’te hacda Osmanlı hanedanını II. Selim’in kızı Şah Sultan temsil etmekteydi.
Bugünün mantığıyla bakıldığında, eski dönemlerde 8-9 ay süren hac yolculuğu boyunca payitahtın başıboş bırakılması akıl alacak iş olmadığından dolayı, Osmanlı padişahlarının hiç hacca gitmemiş olmaları dinen değilse de, siyaseten çok anlaşılır bir durumdur…