Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Tarihimizdeki garip olaylar 2»

Shrift:

Önsöz

Tarihimizde Garip Olaylar serisinin ilk kitabı, yazar Sabri Kaliç’in “ilginç ve mütevazı” dediği bir eğilimin, yıllar süren birikimin sonucuydu. Yazarımız Kaliç, çocukluğundan beri Hayat Tarih Mecmuası ve Yıllar Boyu Tarih gibi dergilerin verdiği ilginç bilgileri derliyor, karşılaştığı ilginç tarihi bilgileri arşivliyordu.

İlkokul sıralarından beri dogmatik bir öğreti olarak önümüze konan tarihin, zor ve sıkıcı değil, eğlenceli ve ilginç olduğunu keşfediyor. Böylece tarih disiplinine yeni bir alan açan Kaliç, büyük bir zevkle okunan Tarihimizdeki Garip Olaylar kitabının ardından, ikinci derlemesiyle yeniden okurlarının karşısında.

Bu metin, okurlarına, cazip ve eğlenceli bir zaman dilimi vadediyor. Yaradılış Efsanesi’nden yüzyılları aşıp; kendi intiharı için barut mahzenini ateşe veren Alemdar Mustafa Paşa’yla birlikte ölen altı yüz yeniçerinin yasını tutuyor. Ölümü gizlenen padişahların haremlerine girip yüz iki çocuklu Osmanlı padişahını anlatıyor.

Çok sevilen ilk kitabının ardından, serinin ikinci kitabıyla yazarımız, tarihi tozlu raflardan indirip sade ve anlaşılır bir dille, en ilginç yanlarından tutup ellerinizin arasına bırakıyor.

Orta Asya Türkleri

Yaratılış Efsanesi

Gök ve yer yoktu. Uçsuz bucaksız deniz vardı. Tanrı (diğer isimleriyle Ülgen ya da Bay-Ülgen), bu deniz üzerinde uçuyor, konacak katı yer arıyordu ama bulamıyordu. O zaman gönlüne bir ilham oldu: “Önündeki nesneyi yakala!”

Ülgen bu sözleri yineleyerek ellerini öne uzattı; birdenbire su yüzüne çıkıveren bir taşı yakaladı ve bunun üzerine oturdu. Böylece oturacak yer bulduktan sonra dünyayı yaratmak istedi. Bu sırada “Ne yaratayım, nasıl yaratayım?” diye düşünürdü. Apansız, su içinde Ak ana(Ak ene) karşısına çıkıverdi ve: “Bir nesne yaratmak istersen ‘Yaptım, oldu’ de, ‘Yaptım, olmadı’ deme!” Ak ana bunları söyledikten sonra yok oldu. Bundan sonra kimseye görünmedi.

Ak ana’nın sözü üzerindedir ki Ülgen insanlara şu buyruğu verdi:

– Varı yok demeyiniz. Varı yok diyenler yok olur.

Ülgen “Yer yaratılsın!” dedi, yer yaratıldı. “Gökler yaratılsın!” dedi, gökler yaratıldı. Böylece bütün dünya yaratıldı. Üç büyük balık yaratıp onların üzerine yeri koydu. İkisini yerin kıyılarına ve birini yerin tam ortasına koydu. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse, kuzeyden tufan (yayık) olur. Eğer başını çok aşağı eğerse bütün dünyayı su basar. Bu balık büyük bir zincirle büyük bir direğe bağlanmıştır. Onu Mangdaşire yönetiyor. Bir gün Mangdaşire bu balığın başını çok aşağıya indirdiği için cihan tufanı olmuştu.

Dünyayı yaratırken Ülgen, “Ay güneş dokunan altın dağ” (ay, kün tiygen altın tu) üzerinde oturdu. Bu dağ gök ile yer arasında idi. Yere o kadar yakındı ki ancak bir adam boyu kadar aralık bulunuyordu. Dünya yaratılışı altı gün sürdü, yedinci gün Ülgen yatıp uyudu, sekizinci gün kalktı.

Bizim ay ve güneşimiz dünyasından başka 99 dünya vardır. Bunların hepsinde birer yer ve cehennem (tamu) vardır. İnsanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimini Ülgen kendi yardımcılarından Mangizin Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yeninin adı Altın telegey, cehennemi de Mangiz Toçiri tamu’dur. Bu cehennemin bekçisi Matman Kara’dır. 99 alemin ortancası Ezre Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimi Belgein keratlu Türün Musıkay Burkan’a verilmiştir; yerinin adı Altın Şarka’dır, cehennemi Tüpken Kara tanju’dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir. Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız en küçük dünyadır. Buna Kara tengere dünyası denir, Maytere yönetir. Cehennemi, Tepten Kara Teş’dir. Bu cehennemi Kerey Han yönetir.

Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.

Bir gün Tanrı Ülgen denize bakarken su üzerinde yüzen bir toprak parçası gördü. Bu toprağın üzerinde insan vücuduna benzeyen kil tabakası vardı. “Nedir bu cansız nesne? Kişi olsun!” dedi. Toprak hemen kişi oldu. Ülgen buna Erlik adını verdi ve bunu orada bıraktı. Erlik, Tanrı Ülgen’i arayıp buldu. Tanrı onu kendisine küçük kardeş yaptı. Erlik bir süre geçtikten sonra Ülgen’den daha büyük ve daha güçlü olmak istedi. “Ah, ben de Ülgen gibi yaratıcı olsam?” diye düşündü. Sonunda Ülgen’e düşman oldu. Ülgen bunun üzerine Mangdaşire’yi yarattı. Bunlardan başka yine bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktandı. Kulaklarına üfledi – can verdi. Burunlarına üfledi – akıl verdi. Yine bir ‘kişi’ yarattı ve buna Maytere adını verdi ve “Sen insanları yönet!” diye buyurdu.

Tufan Efsanesi

Şaman dinine bağlı Türk boylarında söylenegelen dünya tufanı efsanelerini Batılı bilginler derlemişlerdir.

Öz Altaylıların tufan efsanesi XIX. yüzyıl ortalarında Verbitski tarafından şöyle tespit edilmiştir:

“Tufandan önce yeryüzünün hükümdarı Tengiz (Deniz) Han idi. O zamanda Nama adlı ünlü bir adam vardı. Tanrı-Ülgen bu adama dünya tufanı olacağını, insanoğullarını ve hayvanları kurtarmak için sınanmış sandal ağacından (adıra sandal ağaç) gemi yapmasını buyurdu. Nama’nın Soozunuuul, Saruul ve Balıksa adlı üç oğlu vardı. Nama, bu oğullarına, dağ tepesinde gemi yapmalarını buyurdu. Gemi, Cılgen’in öğrettiği ve gösterdiği gibi yapıldı. Nama, Ülgen’in buyruğu ile, insanları ve hayvanları gemiye aldı. Nama’nın gözleri iyi görmezdi. Gemidekilere sordu: “Bir şeyler görüyor musunuz?” – “Yeryüzünü sis kaplamış, korkunç karanlık basmış.” dediler. O zaman yerin altından, ırmaklardan, denizlerden karalara sular fışkırmaya başladı. Gökten de yağmur yağıyordu. Gemi yüzmeye başladı. Gök ve sudan başka bir şey görülmüyordu. Sonunda sular çekilmeye başladı. Dağların tepeleri göründü. Gemi, Çomgoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Suyun derinliğini öğrenmek için Nama kuzgunu gönderdi. Kuzgun dönmedi. Kargayı gönderdi, o da dönmedi. Saksağanı gönderdi, o da dönmedi. Sonunda güvercini gönderdi. Güvercin, gagasında bir dalla geri döndü. Nama, kuzgunu, kargayı ve saksağanı görüp görmediğini sordu. Güvercin bunları gördüğünü, her üçünün de leşe konup gagaladıklarını haber verdi. Nama: “Onlar kıyamete kadar leş ile geçinsinler, sen benim sadık hizmetçim oldun, kıyamete kadar benim evladımla birlikte yaşa!” dedi. Tufandan sonra Nama, Yayaçı (yaratıcı) ve Yayık (tufan) Han adıyla tanrılar sırasına geçti. Yeni kuşaklar ona kurban kesmeyi sürdürdüler.” Nama, ya da sonraki adıyla Yayık Han’ın gemisinin son durağı, Altaylılara göre, Altay dağlarından birindedir. Ama her boy, kendi çevresinde bulunan yüksek dağlardan birini gösterir. Kuzey Altaylılara göre, Nama’nın gemisi hâlâ, Uludağ denen dağın tepesindedir.

Bilindiği gibi, Hıristiyanlar da, Nuhun gemisini Ağrı dağında aramaktadırlar.

Kıyamet (Kalgançi Çak) Efsanesi

Altaylı şamanlar bir gün bu yer dünyasının sonu geleceğine inanırlar. Bu gelecek güne «Kalgançi Çak» derler ki, harfi harfine «kalacak olan çağ» demektir.

W. Radioff ve V. 1. Verbitski tarafından Televütlerle Telengitlerin iki «kalgançi çak» efsanesi, manzum halde, tespit edilmiştir.

Televütlerinki şöyledir:

“Kalgançi çak geldiği zaman gök demir, yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır. Uluslar birbirine kötülük düşünür. Katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek (arşın) kadar küçük olur. Başparmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (Güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı Bay olur. Baba çocuğunu, çocuk babasını tanımaz (saymaz). Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez. Ayak altında altın bulunur, onu alacak kimse bulunmaz.”

Telengit söylentisi daha ayrıntılıdır:

“Kalgançi çak geldiği, kara yer ateşle kaplandığı zaman, Büyük Hakan kulaklarını tıkar. O çağda dünya bozulur. Yer ve insan soyu mahvolur. Fitne ve fesat saçan gaddar rüzgârlar insanları heyecanlandırır. Türe (töre) bozulur. Tepeler çalkanır. Demir özenginin dibi delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Ulus bozulur. Kara böcek (gibi insan) kanatlanır, gözlerine kan dolar. Kara su kanla karışık akar. Yer uğuldar. Dağlar sallanır. Çukurlar, hendekler yıkılır. Gök gürler, kenarı açılır, deniz çalkanır, dibi görünür, yerin altı üstüne gelir. Yosunlar öğütülüp kül (toz) olur. Gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür. Deniz dibinden dokuz parça kara taş çıkar. Dokuz taş dokuz yerinden yarılır, her taştan dokuz çemberli dokuz sandık çıkar. Her sandıktan demir atlı dokuz kişi çıkar. Bu kişilerden ikisi başkan olur. Bunların bindikleri atlar ‘Vuruşkan ulu sarı’ (adlı) olur. Ön ayakları kılıçlı, kuyrukları kamalı olur. Ağaca rastlarsa ağacı keser, canlıya çarparsa canlıyı mahveder; il güne rahat olmaz. Ay ve güneş aydınlık vermez, ışıksız olur. Ağaçlar kökünden kopar, Baba çocuğundan ayrılır. Bitkiler mahvolur. Nesil kurur. Analar sevgililerinden ayrılır, dul kalır. Yerde «köngül» denilen zehirli ot biter. Kökünden sarı çekirge çıkar. Hayvanlara çarparsa hayvanların, insanlara çarparsa insanların kanlarını sömürür. İşte o zaman Şal-yime Tanrı haykırır:

– Bu yana bak Mangdaşire, yardım et, «köngül» otunu mahvedemedim. Köngül otunun kökünde konur yılan var.

Mangdaşire’den ün çıkmaz. Ondan yardım olmadıktan sonra Şal-yime yine haykırır:

– Büyük Hakan halkını bıraktı, cins aygır sürüsünü bıraktı, yer altüst oldu, sular kurudu, yakalı giyimlerin yakası parçalandı, yönetilen yurt başsız kaldı, kuşlar yuvalarını, geyikler duraklarını (barınaklarını), kadınlar yuvalarını bıraktı.

Maytere’den ses çıkmaz.

Bundan sonra Erlik’e bağlı kahramanlardan Karaş ile Ke-rey yeryüzüne çıkarlar, onlar çıkınca Ülgen’in kahramanları Mangdaşire ile Maytere, bunlarla savaşmak üzere, gökten yere inerler. Maytere’nin kanı ateş olarak yeryüzünü kaplar, işte o zaman Kalgançi Çak olur.

At, Avrat, Toprak…

Milattan Önce 209 yılında liderliği kendisine değil de öteki kardeşine bırakmak isteyen babası Teoman’ı, üvey annesi ve öteki kardeşlerini öldüren Mete, Hun Kağanı oldu. Hedef gözetmeden rastgele ok atanı öldürecek kadar acımasızdı, sert bir kişiliği vardı. Bu onun genç yaşlarda başına gelen kötü olayların etkisine bağlanabilir. Ancak, büyük göçebe gruplarını disiplinli bir ordu durumuna getirebilmenin başka yolları da var mıdır, bilinmez. Mete Han, düzensiz savaş tekniğine, gelişmiş bir taktik katmıştı. Çavuş oku adı verilen taktik sayesinde, attığı oklar ıslık çalarak gider, bu oku takip eden yanındaki savaşçılar da oklarını tek bir hedefe doğru yöneltip düşmana ağır kayıplar verdirirlerdi. Komşu Tunguzlar, Mete tahta çıktıktan sonra, ünlü binek atını istemek üzere ona haberci yolladılar. Amaçları savaşmaktı, atın verilmediğini bilmekteydiler. Danışmanlar da, genç Hakan’a, atını vermemesini öğütlediler. Gelgelim Mete dinlemedi: “Bir at yüzünden iyi komşuluk ilişkileri bozulur mu?” deyip, habercilere atını verdiğini söyledi.



Tunguzlar yüz buldular. Biraz vakit geçince yeniden haberci gönderip, bu sefer de ondan eşlerinden birini istediler. Danışmanlar iyice ayaklanmışlardı. “Attan sonra avrat da verilecek mi?” diye sorarlardı.

Mete:

“Ya ne olacak? Bir kadın yüzünden iyi komşuluk yıkılır mı?” deyip kadınını da verdi.

Bir süre sonra ise, Tunguzlar iki ülke arasındaki verimsiz bir toprağın kendilerine verilmesini istemişlerdi. Mete:

“At benimdi, verdim.” dedi. “Kadın benimdi, verdim. Toprak ulusumundur, veremem!”

Ve kalktı, ordusuyla Tunguzların üstüne yürüdü. Ezdi, geçti. Mete, Türk destanlarında “Oğuz Kağan” adıyla anılır.

Türklerde Kartal

Belirtildiği üzere, kartal kutsal hayvandır. Yeryüzünden gökyüzüne, insanlardan Tanrı’ya haber ulaştırır.

Yakutlar inanmışlardır ki, karların ve buzların erimesi, ilkbaharın gelmesi, kartalın kanatlarını sallamasına bağlıdır. Kartal adını anarak yalan yere ant içenlerin ocağı söner, tohumu kesilir. Herhangi bir Yakut, evinin yanında bir kartal görürse ona et şöleni çekmeyi kendine borç sayar. Hazır eti yoksa bir hayvan kesmekten da çekinmez. Şamanlık geleneklerine karşı kayıtsız ve yeni düşünceleri benimsemiş olan bir Yakut’un buzağı keserek şölen çektiğini, V. M. Lonov adlı bilgin, 1913 yılında yayınladığı kitabında, şaşkınlığını bildirerek yazmıştır.

Türklerde At

Başlangıcından bugüne, Türk topluluklarında at, insanın en yakın yardımcısı, dostu olagelmiştir. Hun toplumunda at kullanımı oldukça yaygındır. Ayakta yeni durabilen, yürümeye çalışan çocuğun yanı başında eğerlenmiş bir atın durduğu söylenir. Bir Batılı tarihçi der ki: “Hunlar atlarının üzerinde iken, bir kentor (Mitolojide yarı at,yarı insan yaratık) bile, kendi gövdesiyle bu kadar sıkı bir bağlantı kuramaz.” Gerçekten, bu bağ o kadar sıkıydı ki, Hunlar, alışverişlerini at sırtında yapar, at sırtında uyurlar, at sırtında yerler ve içerler, türlü eğlencelerini (cirit) yine at sırtında yerine getirir, evlilik törenleri sırasında at sırtında eş alıp eş verirlerdi. Çok değer verdikleri bu hayvanı, yerin ve göğün hakimi Tengri’ye kurban olarak sunarlardı. Hatta yapılan arkeolojik kazılar sayesinde öğrendiğimize göre, mezarlarına bile atlarıyla gömülmek isteyen ve zaman zaman bunu başaran asker ve devlet büyüğü sayısı hiç de az değildir.


Yamalı Cübbe

Din adamlarının özel kılık taşımaları çok eski zamanlardan, ilkel çağlardan kalma bir gelenektir. Şamanlar 60 yamalı cübbe (cübbeleri meral ya da ak koyun derisinden yapılırdı), üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan külâh (külahlarda resimler ve boncuklar bulunur) giyerler, davul, dümbelek, tef, üç telli saz, çıngırak taşır ve çalarlar.

Dinsel törenlerde kurban edilen hayvanların kemikleri kırılmaz, köpeklere verilmez; ateşte yakılır, ya da yere gömülür.

Ayısıt

Ayısıt, yaratıcı, bereket ve bolluk sağlayıcı dişi ruhlar kümesine denir. Bunlardan kimi bebekleri ve kadınları, kimi de hayvan yavrularını ve dişi hayvanları korur. Ayısıtlar, dağınık durumda bulunan hayat öğelerini toplayıp birleştirerek ‘kut’ yaparlar. Bu ‘kut’ denilen nesneyi ana karnındaki çocuğa üflerler. Böylece çocuğa can verirler. Gebe kadınlar her zaman bu ruhların koruyuculuğu altındadırlar. Kuğu kuşları ‘ayısıt’ların temsilcisidir, onlara dokunulamaz. Yakutların inançlarına göre ‘ayısıt’lar gökten, gümüş tüylü beyaz kısrak biçiminde inerler. Yele ve kuyruklarını kanat gibi kullanırlar. İnsanları koruyan ayısıtlar yaz günlerinde güneşin doğduğu yerde, hayvanları koruyan ayısıtlar ise kış günlerinde güneşin doğduğu yerde bulunurlar.

Yakut kızları ayısıt adına ‘tangara’ (put) yapıp karyolalarının altına saklarlar.

Yakışıklılığın Anlatımı

Mete ya da Oğuz Kağan ilk Türk destanlarının başlıca kahramanıdır. Destan türünün yapısı gereği, bu anlatılarda, kahramanlar övülmektedir. Biz burada, “Oğuzname” adlı eserde, Oğuz Kağan’ın nasıl bir övgüyle anlatıldığına bakalım:

“Oğuz doğduğu zaman yüzü mavi, ağzı ateş gibi kırmızı, gözü, saçı ve kaşları kara bir dünya güzeliydi. Anasının memesinden ilk sütü emdikten sonra bir daha emmedi. Yiyecek istedi, konuşmaya başladı. Kırk gündü büyüdü. Oğuz’un ayaklan öküze, vücudu kurda, göğsü ayıya benzerdi. Böğrü kıllıydı.”

Şaman (Kam)

Kamlık (şamanlık) sanatı öğrenmekle elde edilemez. Kam olmak için belli başlı bir kamın soyundan olmak gerektir. Hiç kimse kam olmak istemez. Ama, geçmiş kam-ata’ların ruhundan biri kam olacak torununa tebelleş olur; onu kam olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar ‘töz basıp yat’ (ruh basıyor) derler. Ata ruhu tebelleş olmuş adam bundan kurtulmaya çalışır. Şamanlığı kabul etmemekte direnirse deli olur. Şamanların hepsi sinirli, hırçın adamlardır. Bir ailede çocuklardan biri şamanlık belirtileri ve yeteneği göstermeye başlarsa, büyükler hemen bunun önüne geçmeye çalışırlar. Çünkü, şamanın kazancı çok az olur, çok zaman maddi bir karşılık beklemeden ayin yapar. Evladından biri şaman olursa, aile bir işçi yitirmiş sayılır.


Şaman Duası

Bir papaz, bir haham, bir hoca dua eder. O dinden olanlar, onların ne diyeceklerini önceden bilirler. Tevrat’ın, İncil’in Kur’an’ın neler dediği, öğütlediği önceden bilinir.

Ama bir şamanın ayin sırasında ne diyeceği, neler okuyup üfleyeceği öncesinden belli değildir. Duruma göre, hastaya göre, içinden gelişine göre okur, dua eder şaman. Hemen hemen kendini yitirir (cezbeye girer), ayin bittikten sonra ne okuduğu sorulsa, o da hatırlayamaz. Genellikle belli kurallar içinde davransa bile, bu böyle olur.


Falcılık ve Bakıcılık (Kahinlik)

Farsça ‘efsun’, Türkçe afsun, büyü anlamındadır. Şamanlıkta olduğu kadar Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta da büyüye inanılır.

Falcılar, fal açmak için kullandıkları nesneye göre çeşitli ad alırlar. Hayvanların kürek kemiklerine bakıp geleceği bilenlere ‘yağrıncı’, koyun tezekleriyle fal açanlara ‘kumalakçı’, çeşitli şeylerden anlam çıkaranlara ‘ırımçı’ derler.

Şaman Türklerde Kırgız-Kazaklarda, Nogaylarda en ünlü, geçerli fal ‘kürek kemiği’ falıdır. Kürek kemiğinden fal bakmak, eski Yunanlılarda, Araplarda, Japonlarda da yaygındı.

Moğol saraylarında kürek kemiği falı önemliydi. Mengü Han, bir işe girişmek isterse, özel küçük iki evde yakılmış kürek kemiğine bakardı. Kürek kemikleri üzerindeki çizgi doğru ve düz ise yol açık, eğri ya da kemikte delikler meydana gelmişse, yol kapalıydı.

Bir Altaylı Kam’ın kürek kemiği falı ile, günümüzde salon hanımlarının, madamlarının iskambil ya da kahve telvesi falı arasında en küçük bir ayrılık yoktur.

İnsanoğlu, kendi geleceğini merak etmiş durmuş, çağına göre, ya kemikten, ya oyun kâğıdından, ya telveden, ya yıldızlardan ‘medet’ ummuştur.

Kız Kaçırma

Yakut boylarında kız kaçırmaya gidecek gençler şaman tarafından bir ayin yapıldıktan sonra yola çıkarlar. Şaman, direklere bağlı atların yanına kımız dolu bir tulumla gelir ve bundan bir avuç kımız alıp atların çevresine serper.

Yakutların bu âdetleri, çok eski çağlarda savaş ve baskınla kız kaçırma döneminin kalıntısıdır.

Birçok Türk boylarında gerçek anlamıyla baskın verilerek ‘kız kaçırma” seyrek olaylardandır. Eski çağların bu âdeti ancak düğünlerde görülen kimi âdetlerde izini bırakmıştır. Altaylılarda ‘kız kaçırma’da, kızın önceden bu işten haberi vardır. Üstelik, anası, babası da onaylamışlardır. Kız, kaçırılmaya razı olduğunun belirtisi olarak delikanlıya bir yüzük, ya da mendil gibi şeyler verir ki, ‘nişan yüzüğü’ yerini tutar. Kız kaçırıldıktan sonra delikanlının arkadaşları çalı çırpıdan bir otağ yaparlar. Kapısı yoktur bu otağın. Güvey ile gelin bu otağda üç gün kalırlar. Bunlar ateşlerini çakmak taşıyla, kendileri yakarlar. Dışardan ateş ve kibrit verilmez.

İlk Doğum

Yakutlarda ilk doğum çok önemsenir. Bunun törenleri yapılır. Doğum günü yaklaşınca erkek ormana gidip, bir kayın ağacı keser. Bu ağaçtan bir buçuk arşın uzunluğunda üç kazık hazırlar. Bunlar tek bir kayın ağacından alınmalıdır. Ev, kiler, sandık, hep açık bırakılır. Ateşe yağ atıp, ‘Ey doğum tanrısı Ayısıt Hatun, yel Yolun açık olsun!’ derler. Çocuk doğunca yağlı bir yemek yerler, bir hayvan kurban keserler. Hayvanı, kafasını kırmadan pişirirler. Kemiklerini bir kaba doldurur, ormana götürür, bir ağaca asarlar. Doğumun üçüncü günü Ayısıt Hatun’u evden çıkarma ayini yapılır.

Albastı (Alkarası) Efsanesi

Altaylı boylarda ve Kırgızlarda, doğum saati yaklaştı mı, oba ya da oymak kadınları loğusanın evinde toplanırlar. Görmüş geçirmiş bir kadın ebe (ineci) olur. Çadırın ateş yakılan tam orta yerine bir direk yerleştirerek ona bir urgan bağlarlar. Bu urganın bir ucu duvara bağlanıp loğusanın koltukları altından geçirilir. Kadın çok acı çekmeye başlarsa ‘Albastı’ ya da ‘Alkarası’ denilen kötü ruhun loğusaya tebelleş olduğuna hükmederler. Bu kötü ruhu korkutmak, kovmak niyetiyle erkekler de toplanır, ‘hay, huy!’ diye bağırmaya başlarlar. Tüfekle havaya ateş ederler. Bu gürültü, kadın doğuruncaya ve baygınlığı geçinceye kadar sürer.

Loğusaların başlarına gelen bu kötü ruh, Çin Seddi’nden Akdeniz kıyılarına, buz denizinden Hint’e kadar yayılmış Türk folklorunda Al karası, albastı, ahbîs, ahnîs adlarıyla yer almıştır.

Kırgız-Kazak Türklerinin hurafelerine göre albastı, kara ve sarı olmak üzere, iki çeşittir. Sarı albastı, hoppa şarlatan, aldatıcı, dokunmayacağına söz vermişken bir punduna getirip insana zararı dokunan bir kötü ruhtur. Sarışın bir kadın görünümündedir. Kiminde keçi ya da tilki kılığına girer. Loğusanın ciğerini kapar, götürür suya atar.

Albastı’yı yakalayan bakşı, eline kopuzunu alarak şu afsunu söyler:

 
“Ey, albastı zalim,
Koy ciğerini yerine,
Zavallının canını geri ver,
Sözümü tutmazsan
Bana saygı göstermezsen,
Gözlerini çıkarırım.”
 

Alkarası Efsanesi


15 469,44 s`om