Kitobni o'qish: «İntihar kulübü»
Biyografi
İskoç romancı, şair ve deneme yazarı Robert Louis Balfour Stevenson, 13 Kasım 1850’de Edinburgh’da Thomas ve Margaret Stevenson’ın tek çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. UNESCO’nun çeviri kitaplar konusunda oluşturduğu veri tabanına göre Stevenson, eserleri yabancı dillere en çok çevrilen yazarlar listesinde 26. sıradadır. Jorge Luis Borges, Bertolt Brecht, Marcel Proust, Arthur Conan Doyle, Henry James, Cesare Pavese, Ernest Hemingway, Rudyard Kipling, Jack London, Vladimir Nabokov, J. M. Barrie ve G. K. Chesterton gibi pek çok ünlü yazarın hayranlığını kazanmış ve övgülerini almıştır.
İskoçya kıyılarındaki deniz fenerlerinin pek çoğunu inşa etmiş olan Stevenson ailesi, İskoçya’nın tanınmış ailelerindendir. Özellikle Robert Louis Stevenson’ın büyükbabası olan Robert Stevenson ünlü bir inşaat mühendisi ve tasarımcıdır.
Hayatının ilk yıllarını ardı arkası kesilmeyen ateşli hastalıklarla geçiren Robert Louis Stevenson, bu hastalıkların etkilerinden hayatı boyunca kurtulamamış ve sonraki yıllarda da sürekli olarak sağlık problemleriyle boğuşmuştur. O tarihlerde hastalığı teşhis edilemediği gibi tedavi konusunda da herhangi bir şey yapılamamıştır. Ölümünden sonra yazarın hastalığının tüberküloz, bronşit ya da sarkoidoz olabileceği yönünde tahminler yapılmıştır.
Altı yaşına geldiğinde evinin yakınındaki okula gönderilen Stevenson, değişik görüntüsü ve karakter yapısı nedeniyle çevresine uyum sağlayamamıştır. On bir yaşına geldiğinde Edinburgh Akademisi’ne gönderilmiş, burada da aynı problemi yaşamıştır. Sağlık problemlerinin de öğrenim hayatını sık sık sekteye uğratması nedeniyle okula devam edememiş, çalışmalarını evde özel öğretmenler eşliğinde sürdürmüştür.
Yedi ya da sekiz yaşına kadar okumayı öğrenemeyen yazar, ilk hikâyelerini annesi ve bakıcısına dikte ettirmiştir. Çocukluğu boyunca büyük bir tutkuyla hikâye yazarken en büyük desteği babasından görmüştür. Gençlik yıllarında hikâye yazmayı babası yüzünden bırakmak zorunda kalan Thomas Stevenson, kendi oğlunun yazmaya duyduğu ilgiyi büyük bir sevinçle karşılamış, ilk kitabının yayımlanması için gereken maddi desteğin tamamını da sağlamıştır.
1867 yılına gelindiğinde ailesinin diğer bireyleri gibi mühendis olmak üzere Edinburgh Üniversitesi’ne girmiş, burada dersleriyle hiç ilgilenmemiş ve tüm vaktini ders dışı etkinliklere harcamıştır. Aile mesleğini sürdürmeyi reddedip sanat öğrenimi görmeye başlayan kuzeni Bob ve katıldığı bir kulüpte tanıştığı bazı arkadaşlarının etkisiyle okuldan iyice uzaklaşmıştır.
Yaz tatillerinde ailesinin mühendislik çalışmalarını yerinde inceleyebilmek için deniz fenerlerini gezen Stevenson, gördüğü yerlerden ve kişilerden aldığı ilhamla yeni hikâyeler kaleme almıştır. 1871’de mühendislikle ilgilenmeye devam etmeyeceğini ve hayatının geri kalanını yazarak geçirmeyi planladığını ailesine açıklamıştır. Bu durum ailesini biraz üzmüşse de beklemedikleri bir şey değildir. Aynı üniversitede hukuk öğrenimi alması koşuluyla mühendislik öğrenimini yarıda bırakmış, hukuk fakültesini bitirmiş olsa da hayatı boyunca hiç avukatlık yapmamıştır.
Bu yıllar aynı zamanda Stevenson’ın bohem hayatının da başlangıcı olmuştur. Uzun saçları ve kadife ceketiyle partilere katılmış, ailesinden aldığı harçlığı ucuz barlar ve genelevlerde harcamıştır. Hıristiyanlığı reddedip ateist olmaya karar vermiş; bu durum, Stevenson’ın üye olduğu bir kulübün broşüründe “Ebeveynlerimizin öğrettiği hiçbir şeye saygı duymayın!” sloganını gören babasının üzerine gelmesiyle ortaya çıkmış ve aile arasında ciddi problemler yaşanmıştır.
1873’te İngiltere’ye giden yazar, burada edebiyat çevrelerine girmeye başlamış ve kendisine bu alanda yardımcı olabilecek kişilerle tanışmıştır.
1880’e gelindiğinde Fanny Van de Grift Osbourne’la evlenmiş, bu esnada iyice ağırlaşan hastalığına iyi gelecek yerler arayışıyla sürekli seyahat etmek durumunda kalmıştır. Bu yıllar, hastalığına rağmen yazma konusunda en üretken olduğu yıllardır. Başta Define Adası’yla Doktor Jekyll ve Mr. Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi olmak üzere pek çok eserine bu dönemde imza atmıştır.
Stevenson, hayatının son yıllarını Samoa’ya bağlı Upolu adlı bir adada geçirmiştir. Burada ona, Samoa dilinde “hikâye anlatıcısı” anlamına gelen Tusitala lakabı verilmiş, kısa süre içinde ada halkının akıl danıştığı biri haline gelmiştir.
3 Aralık 1894’te karısıyla konuşmaktayken birden “Bu da ne?” diye bağırmış, karısına “Yüzümde bir tuhaflık var mı?” diye sormuş ve ardından yere yığılmıştır. Birkaç saat sonra da hayatını kaybetmiştir. Ölüm sebebinin beyin kanaması olduğu tahmin edilmektedir.
Samoalılar, kırk dört yaşında hayata veda eden Tusitala’larını mezarına kadar omuzlarında taşımıştır. Yazarın mezarı denize bakan bir tepenin başındadır.
I. Dünya Savaşı sırasında aile bireyleri tarafından açık arttırmaya sunulan Stevenson’ın orijinal elyazmalarının büyük kısmı günümüzde kayıptır. Define Adası da kaybolan elyazmalarından bir tanesidir.
Stevenson’ın dikkat çeken bir diğer özelliği de müziğe olan ilgisidir. Flüt ve piyano çalabilen Stevenson, hayatı boyunca 123 beste ve düzenlemeye imza atmıştır. Ayrıca 10 kadar şiirini de bestelemiş olduğu bilinmektedir.
Stevenson, yaşadığı dönemde de oldukça tanınan ve adını edebiyat çevrelerine duyurmayı başarabilmiş bir yazardı. Ancak I. Dünya Savaşı’nın ardından, çağdaş edebiyatın yükselişiyle birlikte, yalnızca çocuk kitapları ve korku hikâyeleri yazan bir yazar olarak görülmeye başlandı.
20. yüzyılın sonlarına gelindiğindeyse çok yönlü bir sanatçı oluşu, sosyal eleştirileri, yüksek öngörüsü, sömürgecilik dönemine dair tanıklığı ve hümanist söylemlerinin fark edilmesiyle hak ettiği ilgiye yeniden kavuşmuştur. Geçmişte, edebiyat incelemelerinde kendisine yer vermeyen araştırmacılar, yazarın hayal gücünün sınırsızlığından ve yazma yeteneğinin eşsizliğinden söz eder olmuşlardır. Robert Louis Stevenson, günümüzde tanınan ve çok okunan bir yazardır. Eserleri pek çok dile çevrilmiş ve çevrilmeye devam etmektedir.
Eserleri
Robert Louis Stevenson’ın en çok bilinen eseri hiç kuşkusuz Define Adası’dır. Define Adası ilk kez 1881-82 yıllarında bir çocuk dergisinde tefrika edilmiş, 1883 yılındaysa kitap olarak basılmıştır.
Günümüzdeki tek gözü bantlı korsanlar, omzunda papağanıyla gezen tek bacaklı denizciler, tropik adalar, “X” ile işaretlenmiş define haritaları gibi defineler ve korsanlıkla ilgili pek çok imgenin çıkış noktasının bu kitap olduğu varsayılmaktadır. Dolayısıyla, bugün benzer türdeki hikâyelerin pek çoğuna belli bir ölçüde kaynaklık ettiği düşünülebilir.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi, yazarın en çok bilinen kitaplarından bir diğeridir. İlk kez 1886 yılında yayımlanan bu kısa roman, Türkçeye 1942 yılında İki Yüzlü Adam adıyla çevrilmiştir.
Kişilik bölünmesi konusunu işleyen Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi, Victoria döneminde yaşayan bir avukat olan Mr. Utterson’ın gözlemlerini anlatmaktadır. Avukatın dostu olan Dr. Henry Jekyll, zaman zaman şehvet düşkünü bir canavara, Mr. Edward Hyde’a dönüşmektedir.
Mr. Utterson, Dr. Jekyll’la yan yana hiç görmediği yeni asistan Mr. Hyde’ın gizemini çözmeye çalışır. Dr. Jekyll’ın bıraktığı notu okurken Mr. Hyde’ın aslında Dr. Jekyll’dan başkası olmadığını öğrenir. Mr. Hyde, Dr. Jekyll’ın şeytani tarafıdır. Roman, insan doğasının bir alegorisi olarak yorumlanmaktadır. Dr. Jekyll insan ruhunun iyi tarafına, Mr. Hyde ise kötü tarafına işaret etmektedir.
Stevenson, bunların yanında Kaçırılan Çocuk ve Siyah Ok gibi romanlar, New Arabian Nights (Yeni Binbir Gece Masalları) adıyla topladığı hikâyeler, şiirler, makaleler ve gezi yazıları kaleme almıştır.
Kitap Hakkında
İntihar Kulübü, Stevenson’ın New Arabian Nights (Yeni Binbir Gece Masalları) adıyla bir araya getirdiği hikâyelerin ilk cildinin bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu hikâyeler ilk olarak 1877 ve 1880 yılları arasında dergilerde, 1882 yılına gelindiğindeyse kitap olarak yayımlanmıştır.
Bu derlemede, Stevenson’ın yayımlanan ilk kurmaca metinleri, bazı eleştirmenlerce yazarın en iyi çalışmaları sayılan ve İngiliz hikâye geleneğinin önde gelen örnekleri olarak kabul gören hikâyeler yer almaktadır.
İntihar Kulübü; Kremalı Turta Dağıtan Genç Adamın Hikâyesi, Doktor ve Saratoga Sandığının Hikâyesi ve Fayton Macerası adında 3 hikâyeden meydana gelir. Bir olay örgüsünün üç farklı parçasını odağına alan bu üç hikâye, birbirleriyle ilişkili olsalar da ayrı ayrı okunabilirler.
Stevenson’ın Binbir Gece Masalları’nın etkisiyle yazmaya başladığı bu hikâyelerde yapay görünen karakterlere yer vermiştir. Zira bu hikâyelerdeki amaç, Victoria dönemini ya da karakterlerin psikolojik durumlarını okura yansıtmak değildir. Yazar, gerçekleşmesi imkânsız görünse de okuru heyecanlandıracak tuhaf hikâyeler sunmayı amaçlamıştır.
Kremalı Turta Dağıtan Genç Adamın Hikâyesi
Bohemya’nın hünerli prensi Florizel, baştan çıkaran edası ve takdire şayan cömertliğiyle Londra’da yaşadığı süre içerisinde her sınıftan insanın sevgisini kazanmıştı. Hakkında bilinenler kadarıyla bile harika bir adamdı ki bilinen, asıl yaptıklarının küçük bir kısmıydı. Normal şartlarda sakin bir yapıdaydı ve dünyaya ancak bir köylü kadar felsefi bakabiliyordu. Buna rağmen Bohemya Prensi’nin kaderinde olandan daha maceracı ve tuhaf bir yaşam tarzı benimsemesi boşuna değildi. Arada sırada, mesela neşesi bozulduğunda, Londra tiyatrolarının hiçbirinde izlenecek komik bir oyun olmazsa veya tüm rakiplerini geçtiği saha sporlarının da mevsimi değilse, sırdaşı olan Ahırbeyi1 Albay Geraldine’i çağırır ve akşam gezintisine hazırlanmasını isterdi. Ahırbeyi, cesur ve atılgan yaradılışta genç bir subaydı. Bu haberi sevinçle karşılar, hemen hazırlığa koyulurdu. Uzun alıştırmalar ve edindiği çeşitli hayat tecrübeleri, kılık değiştirmede ona eşsiz bir yetenek kazandırmıştı; sadece yüzünü ve hareketlerini değil, sesini ve hatta düşüncelerini bile herhangi bir rütbe, karakter ve milletten bir kişiye uyarlayabiliyordu. Böylece dikkatleri Prens’ten başka yöne çekiyor ve kimi zaman da ikilinin tuhaf topluluklara dahil olmasını sağlıyordu. Sivil makamlar, bu maceraların sırrına vâkıf olamıyordu. Birinin temkinli cesareti, diğerinin keşfetme merakı ve kahramanca adanmışlığı sayesinde bu ikili, tehlikeli yolları aşmıştı ve zaman ilerledikçe kendilerine olan güvenleri arttı.
Bir mart akşamı, sulu sepken kar yağmaya başlayınca hemen yakınlarındaki Leicester Meydanı’nda bir istiridye restoranına sığınmak zorunda kaldılar. Albay Geraldine, yoksul bir gazeteci gibi giyinmişti; Prens ise yüzüne yapıştırdığı takma favoriler ve kocaman kaşlarla her zamanki gibi gülünç bir görünümü tercih etmişti. Dolayısıyla yüzü, kıllı ve yanık görünüyordu. Prens’in kibarlığı göz önüne alındığında bu, mükemmel bir kılık değiştirme olmuştu. Kumandan ve yol arkadaşı işte bu halde, konyak ve sodalarını güven içinde yudumluyordu.
Bar, kadınlı erkekli pek çok müşteriyle doluydu. Maceraperestlerimizle konuşmak isteyen çok olmasına karşın bunların hiçbiri yakından tanıma isteği uyandıracak kadar ilginç değildi. Londra’nın değersizlerinden ve her zamanki kabalıktan başka bir şey yoktu burada. Prens çoktan bu gezintiden sıkılıp esnemeye başlamıştı ki barın döner kapıları gürültüyle açıldı ve genç bir adam peşinde iki yardımcısıyla içeri girdi. Yardımcıların elinde birer tabak kremalı turta vardı, turtaların üzeri örtülüydü. Adamlar, tabaklardaki örtüyü hemen kaldırdı. Genç adam ise müşterilere tek tek giderek abartılı bir nezaketle tatlıdan ikram etti. İkramı bazen kahkahalarla kabul edilirken bazen de kesin bir dille, hatta nahoş bir şekilde reddediliyordu. İkinci durum yaşandığında genç adam, komik yorumlarda bulunarak turtayı kendisi yiyordu.
Nihayet Prens Florizel’e yaklaştı.
“Efendim,” dedi derin bir hürmetle ve başparmağıyla işaret parmağı arasına turtadan bir parça alarak devam etti: ‘’Hiç tanımadığınız bir yabancıyı onurlandırma lütfunda bulunur musunuz? Turtanın kalitesine kefilim. Saat beşten beri yirmi yedi tane yedim ne de olsa.”
“Ben,” diye cevapladı Prens, “sunulan hediyenin tabiatından ziyade, hediyedeki amaca bakarım.”
“Efendim, hediyenin amacı” dedi genç adam tekrar eğilerek, “alay etmektir.”
“Alay etmek mi?” diye tekrarladı Florizel. “Kiminle alay etmek niyetindesiniz?”
“Burada bulunmamın amacı, felsefemi açıklamak değil,” diye yanıtladı diğeri, “bu turtaları dağıtmak için burada bulunmaktayım. Bu alay etme eylemine kendimi de içtenlikle dahil ettiğimi söylediğim takdirde bana bu onuru bahşedeceğinizi umuyorum. Aksi halde beni, yirmi sekizinci turtamı yemek zorunda bırakacaksınız ki bu işten hakikaten yorulmuş bulunmaktayım.”
“Sözleriniz dokunaklı,” dedi Prens, “sizi bu ikilemden kurtarmak için elimden geleni yapacağım; ancak bir şartım var. Hiç canımız istemese de arkadaşımla birlikte turtalarınızdan yiyeceğiz. Buna karşılık, akşam yemeğinde bize katılmanızı bekliyoruz.”
Genç adam düşünüyor gibiydi.
“Hâlâ onlarca turta var elimde,” dedi nihayet; “yani işimin bitmesi için daha birçok restoran dolaşmam gerek. Bu da biraz zaman alacaktır. Ama karnınız açsa…”
Prens kibar bir hareketle genç adamın sözünü kesti.
“Ben ve arkadaşım size eşlik edeceğiz,” dedi; “zira akşamı geçirmek üzere seçtiğiniz bu güzel yöntemle yakinen ilgilenmekteyiz. Barış için önkoşulları da belirlediğimize göre ikimiz adına anlaşmayı imzalamama izin verin.”
Prens, mümkün olduğunca nazik bir şekilde turtayı yuttu.
“Enfes,” dedi.
“Bu işin erbabısınız sanıyorum,” diye cevapladı genç adam.
Albay Geraldine de aynı şekilde turtayı tattı. Bardaki herkes ikramını ret veya kabul ettikten sonra genç adam, elindeki kremalı turtalarla bunun gibi bir başka müesseseye doğru yola çıktı. Bu saçma işe alışmış gibi görünen iki yardımcısı da hemen arkasından gitti. Prens ve Albay ise onları takip etti. Kol kola yürürken birbirlerine gülümsüyorlardı. Bu sırayla ilerleyerek iki tavernaya daha gittiler. Yine benzer sahneler yaşandı; kimileri kabul ederken kimileri de reddetti bu amaçsız ikramı. Reddedilen turtaları genç adam yedi.
Üçüncü salondan ayrıldıktan sonra genç adam kalan turtaları saydı. Bir tepside üç, diğer tepside altı olmak üzere sadece dokuz turta kalmıştı.
“Beyler,” dedi iki yeni takipçisine seslenerek, “akşam yemeğinizi geciktirmek istemem. Karnınızın acıktığına da eminim. Size özel bir muamele borçluyum. Bu harika günde budalalık kariyerimi en şapşal hareketimle sonlandırırken bana destek olan herkese cömert davranmak istiyorum. Beyler, daha fazla beklemeyeceksiniz. Önceki aşırılıklarım nedeniyle bünyem harap halde; ama kalan turtalardan yaşamım pahasına da olsa kurtulacağım.”
Bu sözlerle beraber kalan dokuz turtayı ağzına attı ve tek seferde yutuverdi. Ardından yardımcılarına dönerek iki altın verdi.
“Olağanüstü sabrınız için size teşekkür etmeliyim,” dedi.
Bir reveransla azletti onları. Birkaç saniye kesesine bakarak dikildi, yardımcılarının ücretlerini bu keseden ödemişti. Sonra da gülümseyerek sokağın ortasına fırlattı keseyi. Akşam yemeğine ne kadar hazır olduğunu gösterdi.
Soho’da bir zamanlar fazlasıyla ün yapmış, ama bugünlerde unutulmaya başlamış küçük bir Fransız restoranına giden üç arkadaş, birkaç basamak yukarıdaki özel bir odada mükemmel bir akşam yemeği yedi. Üç dört şişe şampanya içtiler, değişik konulardan bahsettiler. Genç adam konuşkan ve neşeliydi; ama bu kadar kibar yaradılışlı birine göre fazla yüksek sesle gülüyordu, elleri şiddetle titriyordu ve sesi birden şaşırtıcı tonlara bürünüyordu. Bunları istemsizce yapıyor gibiydi. Tatlıyı bitirdiler. Prens şu sözlerle genç adama seslendiği sırada üçü de purolarını yakmıştı:
“Merakımı bağışlayacağınızdan eminim. Yaptıklarınız hoşuma gittiği gibi beni şaşırttı da. Gerçi patavatsız kimseler gibi gözüksek de bizim çok iyi sır sakladığımızı bilmenizi isterim. Bizim de kendimize ait sırlarımız çok ve bu sırları uygunsuz kulaklara duyuruyoruz sık sık. Ve eğer düşündüğüm gibi hikâyeniz aptalcaysa İngiltere’nin en aptal iki adamı olan bizlerden çekinmenize hiç lüzum yok. İsmim Godall, Theophilus Godall; arkadaşım Albay Alfred Hammersmith – en azından bu adla tanınmak istiyor. Hayatımızı ölçüsüz maceralar peşinde geçiriyoruz ve anlayamayacağımız hiçbir ölçüsüzlük yok.”
“Sizi sevdim, Bay Godall,” dedi genç adam; “bana güven verdiniz. Kılık değiştirmiş bir soylu olduğunu düşündüğüm arkadaşınız Albay’a da hiçbir itirazım yok. En azından asker olmadığına eminim.”
Albay bu iltifata mükemmel bir tebessümle karşılık verdi. Genç adam ise daha canlı bir şekilde devam etti. “Size hikâyemi anlatmamam için hiçbir neden yok. Belki de sırf bu yüzden anlatacağım. Mademki benimle ilgili aptalca bir hikâye duymaya bu kadar isteklisiniz, sizi hayal kırıklığına uğratmaya gönlüm razı gelmez. Adınızı söylemiş olmanıza rağmen ben kendi adımı gizli tutacağım. Yaşımın da anlatacaklarımla bir ilgisi yok. Soyum, sıradan bir nesle dayanır ve bugün hâlâ ikamet ettiğim konut ile yılda üç yüz sterlinlik gelirim de onlardan miras kalmıştır. Kullanmaktan büyük bir keyif duyduğum ahmaklara özgü mizah anlayışım da bana onlardan kalmıştır sanırım. İyi bir eğitim aldım. Sokak gösterilerinde para kazanacak kadar iyi keman çalabilirim. Aynısı flüt ve korno2 için de geçerlidir. İskambil denen bilimsel oyunu, her sene yüz sterlin civarında para kaybedecek kadar iyi öğrendim. Fransızca bilgim o kadar iyidir ki Paris’te para savurmam Londra’daki kadar kolaydır. Kısacası, yiğitçe başarılarla donatılmış biriyim. Her maceraya atıldım, amaçsız bir düelloya girmek de dahil. Daha iki ay önce tam da aklım ve bedenime uygun genç bir hanımla tanıştım. Kalbim eridi adeta. Kaderimdeki kişiyle karşılaştığımı anlamıştım ve âşık olmak üzereydim. Ancak elimdeki paraya bakınca dört yüz sterlinden az kaldığını gördüm! Size açıkça soruyorum: Kendine saygısı olan bir adam, dört yüz sterlinden az parayla âşık olabilir mi? Kesinlikle olmaz, diye düşündüm. Sevgilimi bıraktım ve her zamanki harcamalarımı artırdım. Bu sabah cebimde seksen sterlin kalmıştı. Bunu ikiye böldüm; kırk sterlini özel bir amaç için sakladım, geri kalanınıysa geceden önce harcayacaktım. Çok eğlenceli bir gün geçirdim ve sizinle tanışmama vesile olan kremalı turtaların dışında da pek çok maskaralık yaptım. Size de bahsettiğim gibi, aptalca kariyerimi daha da aptalca bir şekilde sonlandırmaya kararlıydım. Ve kesemi sokağa attığımı gördüğünüzde kırk sterlinim tükenmişti. Şimdi en az benim kadar tanıyorsunuz beni: Bir aptalım; ama aptallığımda tutarlıyım. İnanmanızı isterim ki ne ödlek ne de korkağım.”
Genç adamın anlattıklarından kendisi hakkında acı ve kınayıcı fikirler beslediği anlaşılıyordu. Onu dinleyenler, yaşadığı gönül macerasının ona sandığından daha çok dokunduğunu ve kendi hayatı konusunda bir planı olduğunu düşünüyordu. Kremalı turta komedisi, saklı bir trajedi halini almaya başlamıştı.
“Ah, çok tuhaf değil mi?” diye söze girdi Geraldine Prens Florizel’e bakarak, “Londra gibi uçsuz bucaksız bir yerde tamamen rastlantı sonucu karşılaştık ve nerdeyse aynı durumdayız.”
“Nasıl?” diye bağırdı genç adam. “Siz de mi mahvoldunuz? Bu akşam yemeği, benim kremalı turtalarım gibi bir aptallık mı? Şeytan üçümüzü son bir cümbüş için mi bir araya getirdi?”
“Emin olun, şeytan kimi zaman çok centilmence şeyler yapabilir,” dedi Prens Florizel; “Ben de bu karşılaşmadan çok etkilendim. Tamamen aynı durumda olmamamıza karşın eşitsizliğe son vereceğim. Son kremalı turtalar konusundaki kahramanca davranışınız bana örnek olsun.”
Böyle diyerek Prens, kesesinden küçük bir banknot tomarı çıkardı.
“Görüyorsunuz, sizden yalnızca bir hata kadar gerideyim; ama size yetişmekte kararlıyım,” diye devam etti. “Bu,” dedi banknotlardan birini masaya koyarak, “hesap için yeterli olacaktır. Geri kalanı ise…”
Ateşe attığı paraların dumanı tek seferde bacaya ulaştı.
Genç adam, kolunu yakalamaya çalıştı; ama aralarında masa olunca müdahale etmekte geç kaldı.
“Mutsuz adam,” diye bağırdı, “hepsini yakmamalıydın! Kırk sterlini saklamalıydın.”
“Kırk sterlin!” diye tekrarladı Prens. “Tanrı aşkına, neden kırk sterlin?”
“Neden seksen değil?” diye bağırdı Albay; “Eminim ki tomarda yüz sterlin vardı.”
“Sadece kırk sterline ihtiyacı vardı,” dedi genç adam düşünceli bir şekilde. “Ama para olmadan bizi almazlar içeri. Kural kesin. Herkes için kırk sterlin. Lanet olasıca hayatta parasız ölünmüyor bile!”
Prens ve Albay birbirlerine baktılar. “Lütfen izah edin,” dedi ikincisi. “Halen yeterli miktarda param var cebimde ve servetimi Godall’la paylaşmaya hazır olduğumu söylememe de gerek yok. Ancak amaç nedir, bunu bilmeliyim. Ne demek istediğinizi anlatmak zorundasınız.”
Genç adam uyanıyor gibiydi; huzursuzca bir ona bir diğerine baktı. Yüzü kıpkırmızı oldu.
“Benimle alay etmiyorsunuz, değil mi?” diye sordu. “Gerçekten benim gibi mahvolmuş bir halde misiniz?”
“Ben öyleyim,” diye cevapladı Albay.
“Ben de aynı durumdayım,” dedi Prens, “Size kanıtımı da sundum. Bitmiş bir adamdan başka kim parasını ateşe fırlatır? Yaptıklarım her şeyi anlatıyor zaten.”
“Bitmiş bir adam, evet,” dedi diğer şüpheyle “veya bir milyoner.”
“Yeter!” dedi Prens; “Söylediklerim doğru ve sözlerimden şüphe duyulmasına alışkın değilim.”
“Gerçekten,” dedi genç adam, “benim gibi bitmiş bir adam mısınız? Siz de bir sefa hayatı peşinde mi koştunuz? Öyle ki artık tek bir eğlenceden fazlasına gücü yetmeyecek durumda mısınız?” Sesini alçaltarak devam etti: “Bu son eğlenceyi armağan edecek misiniz kendinize? Şaşmaz ve kolay yolu izleyerek aptallığınızın sonuçlarından kaçacak mısınız? Yoksa şerifin vicdan memurlarını atlatmayı mı deneyeceksiniz?”
Birden durup gülmeye çalıştı.
“Sağlığınıza!” diyerek bardağını boşalttı, “ve iyi geceler sizlere, sevgili mahvolmuş dostlarım.”
Ayağa kalkmak üzereyken Albay Geraldine kolunu tuttu.
“Bize güvenmiyorsunuz,” dedi, “ve hatalısınız. Tüm sorularınıza olumlu yanıt vereceğim. Fakat o kadar da çekingen değilim. Kraliyet İngilizcesi konuşabilirim. Sizin gibi biz de hayattan bıktık ve ölmeye kararlıyız. Er ya da geç, yalnız ya da birlikte ölümü arayıp ona meydan okumaya karar verdik. Sizi tanıdığımız için ve durumunuz bizimkinden daha acil olduğu için dilerseniz bu gece ve üçümüz birlikte gerçekleştirelim bunu. Bizim gibi beş kuruşsuz üç genç,’’ dedi, “Plüton’un salonlarına kol kola girmeli ve gölgeler arasında birbirlerine destek olmalı!”
Geraldine, tam da rolüne uygun tavır ve tonlamalar ortaya koyuyordu. Prens de rahatsız oldu ve sırdaşına şüpheyle baktı. Genç adama gelince, yanakları yine kızarmış ve gözleri aydınlanmıştı.
“Tam aradığım adamlarsınız!” diye bağırdı neredeyse korkutucu bir neşeyle. “Anlaştığımıza göre el sıkışalım!” (Eli soğuk ve nemliydi.) “Yürüyüşe kimlerle başlayacağınızı pek bilmiyorsunuz! Kremalı turtalarımdan tattığınız an, ne kadar da mutlu bir andı, bilmiyorsunuz! Ben yalnızca bir bireyim; ancak bir orduya aitim. Ölümün özel kapısını biliyorum. Onun tanıdıklarından biriyim. Üstelik tören ve skandala gerek olmadan sizi sonsuzluğa ulaştırabilirim.”
Ne demek istediğini anlatmasını istediler hevesle.
“Aranızda seksen sterlin toplayabilir misiniz?” diye sordu.
Geraldine gösterişli bir şekilde kesesine baktı ve olumlu cevap verdi.
“Şanslı varlıklar!” diye bağırdı genç adam. “İntihar Kulübü’ne giriş kırk sterlin.”
“İntihar Kulübü,” dedi Prens, “o da ne öyle?”
“Dinleyin,” dedi genç adam; “rahatlık çağındayız, biliyorsunuz. Size şimdi mükemmel şeylerin en yenisinden söz etmek istiyorum. Farklı yerlerde işlerimiz oluyordu; bunun için demiryolları icat edildi. Demiryolları bizi arkadaşlarımızdan ayırdı. Sonra, uzaktakilerle haberleşebilmemiz için telgraf yapıldı. Otellerde bile birkaç merdiven çıkmamak için asansör kullanıyoruz. Biliyoruz ki hayat, bu rol bizi eğlendirmeye devam ettiği sürece aptalı oynadığımız bir sahnedir. Modern zamanlarda rahatlığı sağlayacak tek bir kolaylık eksik kamıştı; sahneyi saygın ve kolay bir şekilde terk edebilmek. Özgürlüğe giden arka merdiven ya da biraz önce söylediğim gibi ölümün özel kapısı. Hissettiğimiz bu makul arzuda yalnız veya istisnai olduğumuzu sanmayın. Her gün ve tüm ömürleri boyunca kendilerinden beklenen bu performanstan artık sıkılmış birçok dostumuzu uçmaktan alıkoyan bir iki düşüncedir yalnızca. Olay ortaya çıktığı takdirde bazı aileler şoka girecek, hatta belki de suçlanacaktır. Bazıları ise ölüm korkusu karşısında cesaretini kaybederek geri çekilecektir. En azından benim deneyimim böyle oldu. Kafama silah dayayıp tetiği çekemem; çünkü benden daha güçlü bir şey bu eyleme engel olur. Ayrıca hayattan tiksinmeme rağmen ölümü yakalayıp işimi bitirecek gücü bulamıyorum bedenimde. Benim gibiler ve öldükten sonra herhangi bir skandala adlarının karışmasını istemeyen herkes için kuruldu İntihar Kulübü. Kulübün yönetim şeklini, geçmişini veya diğer ülkelerde yaratabileceği sonuçları hiç bilmiyorum. Kulübün yapısı hakkında bildiklerimi ise sizinle paylaşma özgürlüğüne sahip değilim. Ancak hizmetinizdeyim. Hakikaten hayattan bıktıysanız sizi bir toplantıya götüreceğim bu akşam. Bu akşam olmasa bile hafta içinde bir gün buluşuruz ve varlığınızın yükünden kurtulursunuz. Saat (kolundaki saate bakar) on bir olmuş, en geç on bir buçukta bu mekândan ayrılmalıyız. Bu demektir ki teklifimi düşünmek için yarım saatiniz var. Kremalı turtadan daha ciddi bir mesele bu,” dedi, ‘’Ayrıca çok daha makbul,’’ diye de ekledi gülümseyerek.
“Kesinlikle daha ciddi,” diye cevapladı Albay Geraldine; “Bu nedenle arkadaşım Bay Godall’la özel görüşmek istiyorum. Bize beş dakika verir misiniz?”
“Elbette,” diye cevapladı genç adam. “İzninizle, ben çekiliyorum.”
“Çok naziksiniz,” dedi Albay.
İki arkadaş yalnız kalır kalmaz: “Bu sohbetin amacı nedir, Geraldine? Telaşını görüyorum. Oysa ben gayet eminim kararımdan. Bu işin sonuna kadar gitmek istiyorum.”
“Majesteleri,” dedi Albay, yüzü bembeyazdı; “hayatınızın önemini göz önüne almanızı rica ediyorum, sadece arkadaşlarınız değil, halk için de önemini düşünün. ‘Bu akşam olmazsa,’ dedi bu deli adam; ancak bir düşünün, bu akşam telafisi olmayan bir felaket sizi bizden alırsa benim halim ne olur, soruyorum. Ya bu büyük ulusun hali ne olur?”
“Bu işin sonuna kadar gideceğim,” diye tekrarladı Prens kararlı bir sesle, “Senden de soylu bir bey olarak onurun üzerine verdiğin sözü hatırlamanı rica edeceğim. Hiçbir koşul altında, benim özel iznim olmaksızın, dışarı çıkarken seçtiğim tebdili kıyafeti ele vermeyeceksin. Emirlerim bunlardır ve bu emirleri tekrar ediyorum. Şimdi,” diye ekledi, “hesabı istemeni rica ediyorum.”
Bepul matn qismi tugad.