Kitobni o'qish: «Viking Kılıcı»

Shrift:

Robert Leighton, (5 Haziran 1858 – 11 Mayıs 1934) İskoç gazeteci, editör ve yazardır. Gazeteciliğe 14 yaşında Liverpool Porcupine’da başlayan Leighton, 1879’da Londra’ya taşınmış ve burada Young Folks dergisinin yardımcı editörü olarak görev yapmaya başlamıştır. Robert Louis Stevenson’ın klasik eseri Hazine Adası bu dergide tefrika edilirken de editör kadrosunda yer alan Leighton buradan ayrıldıktan sonra kariyerine Daily Mail’in edebiyat editörü olarak devam etmiştir. Hayatı boyunca elliden fazla kitaba imza atmış olan yazar özellikle macera hikâyeleri, dönemin başarılı yazarlarından olan eşi Mary Conner’la birlikte kaleme aldıkları melodramlar, köpekler hakkında kitaplar ve erkek çocukları için çıkarılan dergilere yazdığı hikâyeleriyle tanınmaktadır.

Berke Kılıç, Adana’da doğdu; ilköğretim ve lise eğitimini orada tamamladı. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Hemen ardından bir yayınevinde editör olarak çalışmaya başladı. 2016 yılından beri kariyerine serbest redaktör ve çevirmen olarak devam ediyor. Onlarca İngilizce romanın Türkçeye kazandırılmasında emeği geçti.

I
BUTE CADISI

“Ah keşke Kenric burada olsaydı!”

1262 yılının Haziran ayının aydınlık bir pazar gününün akşam saatlerinde genç kız, endişeyle ellerini birleştirip denize açılan çakıllı yatağında neşeyle şıkırdayan suyun yanında huzursuzca ileri geri yürüdü. Gri yünden, geniş, basit elbisesi ve kıpkırmızı ipek kuşağıyla kilometrelerce alan içinde görülebilecek tek figür onunkiydi. Güneyde Arran’ın mavi dağları ve batıda, Boğaz’ın kuzeyinde batan güneşin arkasından gül rengi bir ışık yaydığı kahverengi Kintyre tepeleri bulunuyordu. Genç kız gözlerini güçlü ışıktan koruyarak Kilmory Kalesi yönündeki bozkıra doğru baktı.

“Keşke Kenric burada olsaydı!” diye tekrarladı.

Akarsuya döndüğünde birdenbire ayağının dibindeki çimenlere düşen bir şeyin sesiyle irkildi. Etrafa bakındığında oraya büyük bir orman tavuğunun düştüğünü gördü. Kuş ölmüştü ve göğsünde bir ok vardı.

Aynı anda ağaçların arasından neşeli bir bağırış duyuldu ve güçlü kuvvetli bir genç ona doğru geldi. Sağ elinde uzun yay taşıyordu, kemerindeyse ölü bir yabantavşanı, damlayan kanları gencin sağlam bacaklarından akan bir çift orman tavuğu asılıydı.

“Ailsa!” dedi şaşkınlıkla, öldürdüğü kuşu almak üzere geldiğinde kızı görünce. “Bu geç saatte burada mısın, hem de tek başına?”

Ailsa’nın solgun yanakları akşam gökyüzü gibi pembeleşti zira orada olmasını dilediği genç, cesur Earl Hamish’in oğlu Kenric yakınında olduğundan bir anda çekingenleşmişti.

Kenric on altı yaşındaydı, çok uzun olmasa da iri yapılı, güçlü bir vücudu vardı; omuzları geniş, göğsü belirgin, uzuvları kuvvetliydi. İpeksi saçları yoğun fındık rengi ve parlak gözleri koyu ve bir alageyiğinki kadar nazikti. Güneş ve kuvvetli deniz havası açık tenini, hatta sıkı, yuvarlak boğazıyla tabaklanmamış geyik derisinden ceketinin çıplak bıraktığı kalın kollarını kızartıyordu.

“Ağlıyordun Ailsa,” dedi kızın yaşlı gözlerinin içine bakarak.

“Efendim,” dedi genç kız, onun gibi gırtlaktan Gal dilinde konuşarak, “yalvarıyorum gelin, yuvaları şuradaki huş ağacının köklerinin altında olan şu iki zavallı karatavuğa yardım edin. Hemen yardım etmezseniz küçük yavruları az önce yuvalarına giren hırsız kakım tarafından yenecek.”

“Bir çift değersiz kuş ve yavruları için gereksiz yere yardım istiyorsun Ailsa,” dedi Kenric küçümseyerek. “Bugün bu kuşların on tanesini öldürdüm! Ve seve seve bu sayıyı ikiye katlarım.”

“Sizin öldürdüğünüz kuşlar insanların yemesi için,” dedi kız, “ama bu bahsettiklerim ardıçkuşları kadar hoş ötüyor, hem geçen pek çok güneşli günde onları dikkatle izledim. Benim için onları kurtarın, iyi Kenric; onları çok seviyorum ve başlarına kötü bir şey gelsin istemem.”

Sonra Kenric onunla akarsuyun yatağına gitti ve orada keskin gözleriyle suyun kenarındaki kısa otların arasında hareket eden şeyi fark etti. Hemen yayına bir ok sürüp ustaca nişan aldı. Ok hızla hedefine atıldı, kakımın vücuduna saplandı ve hayvanı yumuşak çime sabitledi.

“İşte, Ailsa,” dedi, “katil hırsız adilce cezalandırıldı!” Ve Ailsa kakımın dişlerinin arasında taşıdığı kanayan yavru kuşu alırken topuğunu kıvranan hayvana bastırdı ve bedenindeki oku yavaşça çekti. Kız yaralı küçük kuşu, Kenric’in yuvayı eski haline getirebileceği huş ağacına götürdü. Ancak yuvanın ağzında ebeveyn kuşlardan birinin ölü bedeni yatıyordu ve anne karatavuk eşinin ve yavrusunun ölümü için tiz bir şekilde bağırarak yakınlarda süzülüyordu.

“Ve şimdi,” dedi Kenric, “St. Blane’e çabucak dönmeliyim çünkü bizim Abbot Godfrey bana gece çökmeden dönmemi emretti. Ağabeyin Allan nerede? Öğleden evvel babam ve Alpin’le beraber Glen More’da kayığa gidenler arasında mıydı?”

Ne var ki karatavuklarının kaderine ağlayan Ailsa ona cevap vermedi.

Ailsa ondan iki yaş küçüktü. Bebekliklerinden beri birbirlerine yoldaş olmuşlardı. Kızın babası Kilmory Kalesi’nin Sör Oscar Redmain’i, Butelu Earl Hamish’in idarecisiydi, Ailsa da Rothesay Kalesi’nin iki oğlunun kız kardeşi sayılırdı. Kontun küçük oğlu Kenric’le birlikte bu zorlu yıllarda, Bute’taki Earl Hamish’ten sonra en saygın kişi sayılan bilge ve kutsal St. Blane’in Başrahibi Godfrey Thurstan’ın altında çok az şey öğrendi.

Kenric, Ailsa’yı yatıştıramayınca dönmeye hazırlandığında onunla akşam güneşinin arasına bir gölge girdi ve akarsu yatağının başında, sırtındaki kemerde bir yığın çalı çırpı taşıyan yaşlıca bir kadın göründü. Ailsa mavi gözlerini kaldırdı; yaşlı kadını fark edince geri çekildi ve koyu saçlarına cadılığa karşı tılsım olarak taktığı ince, tüy gibi üvez dalına dokundu.

“İyi akşamlar olsun, Butelu lordum,” dedi yaşlı kadın, Kenric’i görünce yığını yere bıraktı.

Bu tuhaf kelimeler Kenric’in yanaklarını kan kırmızısı yaptı.

“Ben lord değilim, Elspeth Blackfell,” dedi, iyice yaklaşıp kadının kırışık, kirli yüzüne bir anlam vermeye çalıştı, “ve bana bu soylu isimle seslenmeniz için bir neden göremedim.”

“Henüz,” dedi yaşlı kocakarı, “henüz. Ama hakikat öyle ki o vakit mutlaka gelecek ve hızla herkes seni Bute’un lordu olarak selamlayacak.”

“Senin gibi birinden hakikat arayacak değilim,” dedi Kenric, kaşlarını çatarak, “ve yalan yanlış dalkavukluklarınla bana kötülük yaptıramazsın.”

O anda Ailsa’nın ellerinin, onu yaşlı kadının kemikli parmaklarının yıkıcı dokunuşundan korumak ister gibi geri çekildiğini hissetti.

“Ona bu kadar yaklaşma!” diye fısıldadı genç kız, ıstavroz çıkararak. “Sana şeytani elleriyle dokunmasına izin verme, belki üzerine büyü yapar.”

Yaşlı Elspeth zalimce gülümsedi ve daralmış diş etlerinde kalan o yalnız dişi gösterdi.

“Çocuğun aptalca korkularına aldırış etme,” dedi Kenric’e, “ve söyle bana, ne diye ağlıyordu?”

“Bir kakım, karatavukların yuvasına saldırıp kuşları öldürdü,” diye cevapladı Kenric.

“Çocuklar en küçük şeylere bile ağlarlar,” dedi Elspeth, “küçük bir kuşun ölümünün ne önemi var? Kakım büyük Tanrı’nın kendisine verdiği yiyeceklerle yaşamalı ve kuşlar da vakti geldiğinde ölmelidir. Tanrı’nın yeryüzünde yarattığı her şey için geçerlidir bu. Rothesay Kalesi bile şu anda bu küçücük av kuşu yuvası kadar gizli düşmanından arınmış değil.”

“Rothesay Kalesi mi?” diye tekrarladı Kenric. “Bana bilmecelerini söyleme, Elspeth, zira anlaması başrahibin dua kitabından bile zor. Ne demek istiyorsun? Babamın adaların hiçbirinde düşmanı yok. O halde kim ona zarar verebilir?”

“Süratle Rothesay’e gidersen kendi gözlerinle görürsün,” dedi Elspeth, çalı çırpı yığınını tekrar aldı. “Butelu Earl Hamish büyük tehlikede diyorum. Vazifen hemen yanına gidip kapılarının ardındaki düşman konusunda onu uyarmaktır.”

Ve bunun üzerine topallayarak tepeden aşağıya, evi olan ahşap kulübeye doğru ilerledi. O giderken kızıl güneş Kintyre’ın kara tepelerinin ardında battı. Kenric kuşkuyla yerinde durdu.

“O kötü cadıyla konuşmana çok şaşırdım,” dedi Ailsa. “Bize korkunç büyülerinden yapmazsa talihli sayılırız.”

“Hayır, Ailsa, ondan korkma. Zavallı, zararsız bir bedenden başka şey değil o,” dedi Kenric. “Sadece akılsız çiftçiler ve köylüler onun sözlerinde kötülük olduğuna kolayca inanır.”

“Ama Elspeth’in cadı olduğunu gayet iyi biliyorum,” dedi Ailsa. “Onu hiç görmem ama korkusundan geri çekilip ıstavroz çıkarmak zorundayım. Yoksa Bute’un cesur erkekleri neden ondan silahlı bir grup Norveçliden daha çok korksun? Süt vermesinler diye ineklerimize, temiz içme suyumuz koksun ve kahverengi olsun diye kaynaklarımıza büyü yapıyor. Allan dün akşam Inch Marnock’tan geçerken ne yelkenini ne de küreklerini kullanan, kaburgaları ölü kemiklerinden oluşan bir tekne gördüğünü anlattı.”

Kenric artık Ailsa’nın korkularına gülmüyordu, o zamanın batıl inançları o kadar fazlaydı ki en az Ailsa kadar Elspeth’in kesinlikle cadı olduğuna kalpten inanıyordu.

“Peki, babanın kalesindeki düşman konusundaki uyarısı neydi?” diye ekledi Ailsa.

“Onu hiç önemsemiyorum,” diye karşılık verdi Kenric. “Batı Adaları’nda benim babam kadar az düşmanı olan biri yoktur.”

“Doğru,” dedi Ailsa. “Ama yine de Elspeth bilge bir kâhin ve uyarısını dikkate almazsanız akılsızlık etmiş olursunuz. Şimdi aklıma geldi de bugün sabah ayininden dönerken on iki sıralı kürekleri olan büyük bir gemi Kilbrannan Boğazı’nın batısından geldi ve Scalpsie Körfezi’ne demir attı. Ben o gemiye bakarken üç uzun boylu savaşçı küçük bir tekneyle karaya getirildi ve inerek kıyı boyunca Rothesay’e doğru yürüdüler.”

“Üç uzun boylu savaşçı mı dedin?”

“Evet. Çoban Lulach da gördü ve kesinlikle Kral Hakon’un kuzeyli adamlarından üçü olduklarını söyledi. Ve Lulach onlardan çok korkuyordu, Danimarkalı olduğunu öğrenip onu öldürme ihtimallerine karşın görüş alanlarından kaçtı. Ama Kenric şimdi gitmek zorundayım, gece çökmek üzere ve daha yolun uzun. Lulach şurada babamın ineklerini eve götürüyor. Yanına gidersen sana o tuhaf adamları anlatır.”

Böylece Alisa ve Kenric birbirlerine veda ettiler ve Kenric hızla genç çobanın uzun boynuzlu büyükbaşları eve yönlendirdiği fundalığa ilerledi.

II
BARONE’UN KARANLIK ORMANI

Lulach uzaktan tiz çığlık sesini duyup Kenric’i gördü ve hayvanlar denizin yanındaki bataklıklarda büyüyen lezzetli otları karıştırırken oyalandı. Ardından adamın karşısına çıktı, önünde diz çöktü zira Lulach bir köleydi ve Bute’un cesur lordunun oğullarına hürmet etmesi gerekiyordu.

“Ayağa kalk Lulach, ayağa kalk!” dedi Kenric, oğlan daha iyi anlasın diye Nors dilinde konuşarak. “Ve söyle bana, öğleden önce Scalpsie’deki koya indiğini gördüğün o üç yabancı kimdi?”

“Kuzeyden gelen adamlardı efendim. Benim dilimi konuştuklarını duydum,” dedi Lulach, güneşten yanmış yüzüne düşen uzun, kızıl saçlarını arkaya attı.

“Peki, barışçıl mıydı bu yabancılar?”

“Bilmiyorum efendim ama bana zalimlik etmemiş tek bir kuzeyliyle tanışmadığım için onlardan korktum ve görünce bir kayanın arkasına saklandım.”

“Korkak yanaşma! Sen ancak inek sürüsüne bakmaya layıksın. Bu adamların görünüşleri nasıldı?”

“Başlarındaki krala benziyordu,” dedi Lulach. “Uzun boylu ve güçlüydü, ayağını yere sağlam basıyordu. Altın ejderha tepeli bir miğferi ve yanında da büyük bir kılıcı vardı. Kesinlikle Butelu Earl Hamish olduğunu düşündüm çünkü yabancının saçları tilki kürkü rengindeydi ve babanıza bu kadar benzeyen birini daha önce görmemiştim.”

“Peki yanındakiler nasıldı?”

“Biri gümüş rengi sakallı, yaşlıca bir adamdı. Diğeri oğlu olabilir. Ah, bence iyi bir amaçla gelmediler efendim. Akıntı azken indiler ve bu durum Bute için kötüye işaret ediyor.”

“Tanrı korusun!” dedi Kenric, bu düşünceden rahatsız oldu.

“Ve şimdi,” diye ekledi, kemerindeki ölü kuşları çıkararak, “bu orman tavuklarını manastıra götür ve Başrahip’e bu akşam St. Blane’e dönmeyeceğimi, bu yabancıların olabileceği kalemize gidip amaçlarını öğreneceğimi söyle.”

Ama Lulach işleri kendi ellerine alarak geri çekildi, titreyen parmağıyla Rothesay’e çıkan yeşil yolu gösterdi.

“Bakın!” diye bağırdı. “Kötü şans peşinizde! Arkanızı dönün efendim, arkanızı dönün!”

“Ah! Bir saksağan ve tek başına!” dedi Kenric, yolda kuşu gördüğünde. “Bu gerçekten de kötü şans! Cüzdanından biraz tuz ver Lulach, bu işaret doğruysa cebime tuz koymadan ilerlemem akılsızlık olur.”

“Heyhat!” dedi Lulach. “Bende yok ki. Cüzdanım boş!”

“O halde Tanrı beni korur!” dedi Kenric ve böylece kalbinde kötü bir şey olabileceğine dair korkuyla yola çıktı.

Günün ışığı gökyüzünde solarken Loch Dhu’nun siyah sularının yanından geçti ancak Arran tepelerinin dik zirvelerinin üzerinde gümüş bir parıltı vardı, bu sayede ayın çıktığını ve çok geçmeden onun arkadaşça ışığının Barone’un karanlık çam ormanlarında ona yol göstereceğini anladı.

Her şey sakin ve durgun olsa da bu durgunluğun içinde çok uzaklardaki dağlarda akan şelalenin boş sesini ölen bir adamın inlemeleri olarak duydu. Bu sesle beraber kalbi endişeyle atmaya başladı çünkü gecenin karanlığındaki dağların hepsinde yer alan akarsulardan gelen o ağlama sesleri eskiden uzaktan duyulduğunda kötüye yorulurdu ve Kenric de bu işaretten etkilenmişti.

Ormanın sınırına geldiğinde ağaçların kasvetli gölgelerinin arasına girmeye neredeyse korkuyordu. Orada birçok garip ve gizemli elf yer aldığından, yolcuları yıkıma sürükleyeceklerine inanıyordu. Fakat ya o ormandan geçecek ya da tepelerden kilometrelerce dolanacaktı, o yüzden kemerini iyice sıkarak cesurca karanlığın içine girdi. İlerlerken ağaçların tepelerindeki bir çulluğun hüzün dolu sesi onu bir kere daha irkiltti; her vahşi hayvanın ya da kuşun ani hareketi, hatta kendi adımları bile onu yeni korkularla ürkütüyordu.

Gün ışığında ne insanların ne de hayvanların onu sindirecek gücü olurdu. Yüreklilik konusunda adanın en cesur ve gözüpek gençlerindendi ve bütün diyardaki en yiğit kılıç ustası olan ağabeyi Alpin dışında Kenric’e silah çekebilecek kimse yoktu. Ve açıkçası içten içe Elspeth Blackfell’in tuhaf sözlerinden fena halde etkilenmemiş, ayrıca pek çok felaket alameti göstermemiş olsa aynı gece karanlık ormanın yollarından kuşku ya da ürperti duymadan geçebilirdi.

Fakat o zamanlar doğanın çalışması çok anlaşılmıyordu, din henüz aslında yalnızca gizem olan kötücül şeylerin batıl inançlarına üstün gelecek kadar güçlü değildi, dolayısıyla Butelu Kenric’in babasının kalesindeki evine güvenle dönmeyi dilemesi veya St. Blane’in başrahibinin yanına dönmediğine pişman olması tevekkeli değildi.

Yine de onu rahatsız eden sadece troller ve elfler sayılmazdı. O zamanlar yabandomuzları ve kurtlar yürüdüğü ormanı mesken tutmuşlardı, bunlar mızrakları ve yazıları olan avcı gruplarınca hoş karşılanacak hayvanlar olsalar da karanlık gecede ortalarında yalnız gezen bir gence sorun çıkarıyorlardı.

Bir ara ormanın kalbinin derinliklerindeyken arkasından hızlı ayak sesleri duyduğunu sandı. Elini kamasına atarak arkasını döndü. Ayın ışınları ağaçların arasından sızarak bir yabankedisinin susuzluğunu dindirdiği su birikintisine düşüyordu. Onu uyaracak başka bir şey yoktu.

Ama biraz sonra aynı sesi tekrar duydu, bu kez önünden geliyordu. Kıpırdamadan durdu. Büyük, çıplak bir kayanın gölgesindeki bir çift gözün, ışığın yansıdığı alevler misali parladığını gördü; bir yeşil bir kırmızı olduklarını fark edince bunların kurt gözleri olduğunu anladı. Uzaktan gelen gök gürültüsü gibi derinden bir hırlama duyuldu. Ardından ayın ışığı bulut kümesinin arasından geçti ve kurdu gri kayanın önünde açıkça ve simsiyah halde gördü. Yayına bir ok sürdü ancak gıcırtısıyla kurt keskin bir havlama sesi çıkarıp ilerideki karanlıkta kayboldu.

Artık daha cesur hisseden Kenric yayını eğerek kurdun nereye kaçtığını görmek için kayaya doğru ilerledi. Taşın arkasında açık bir alan fark etti ve orada, ay ışığının altında kurt yerine tuhaf, uzun bir figür duruyordu. Bir kadına aitti bu figür, olağanüstü açık tenli ve güzeldi. Omuzlarına dökülen uzun saçları kan rengiydi ve beyaz, çıplak kolu soluk ışıkta mermer misali parlıyor, Rothesay Kalesi’ni gösteriyor gibi görünüyordu. Diğer elinde parlak bıçaklı bir kılıç tutuyordu.

Kenric o anda önünde gizemli bir halde beliren bu figürün gerçekten de bir insana mı yoksa korktuğu gibi çam ormanlarındaki hayaletimsi bir kimseye mi ait olduğunu bilmiyordu. Açıklığa doğru iyice ilerlediğinde bile karanlık bir bulut yine ayı gizledi ve etrafı tamamen karardı, kendi kalbinin atışı ve ağaçların arasındaki rüzgârın fısıltısı dışında tek bir ses dahi duyamadı.

III
EARL RODERIC’IN TUZU DÖKÜŞÜ

1262 yılının aynı Haziran akşamı Kenric, Ailsa Redmain’le beraber akarsuyun kenarındayken o günün erken saatlerinde Bute’un kıyılarına inen üç yabancı Rothesay Kalesi’nin büyük yemek salonundaki ziyafete katılıyordu. Yorgun Lulach’a ve Ailsa’ya düşman olarak görünseler de bu üç kişi Earl Hamish tarafından tanınıyordu. Gerçekte liderleri kontun kardeşi, Gigha Adalı Earl Roderic’ten başkası değildi. Diğer ikisiyse Jura’nın İhtiyarı Erland ve Colonsay’in Sessizliği Sweyn’di.

Ne var ki Bute lordu için yerine getirecekleri beklenmedik vazife henüz bilinmiyordu. Ama çabucak Rothesay Kalesi’nin kapılarına geldiklerinde Earl Hamish ve hizmetlisi Sir Oscar Redmain’in Glen More’un yabanlarına av seferi düzenlediklerini öğrendiler. Ve avcıların arasında Kenric’in ağabeyi Alpin’le genç Allan Redmain de vardı.

Yabancılar kaleye girerek yemeklerini yiyip boğazlarını şarapla ıslattıklarında kılıçlarını ve kamalarını silahhanede bıraktılar, yayları ve av mızraklarını aldılar. Teçhizatlarını hazırlamış halde Earl Hamish, pek çok adamı ve uzun bacaklı tazılarıyla yola çıktılar. O gün iyi avlanarak Earl Roderic’in öldürdüğü bir yabandomuzu, üç boynuzlu geyik ve diğer avlarla birlikte geri döndüler.

Onlar yokken Kenric’in annesi Leydi Adela hepsi için bir sürü av eti, biftek, haşlanmış siyah keklik, beyaz ve kahverengi ekmek, bol miktarda kırmızı şarap ve iyi baharatlanmış likörden oluşan bir ziyafet hazırladı. Her asil misafirin önüne gümüş bir içme kâsesi, Bute’un kralı içinse dövme altından bir kadeh koyuldu.

Salon meşe kirişlerden sarkan birçok testi lambayla aydınlatılmıştı ve akşamın serin olma ihtimaline karşın şöminede rayihalı çam odunlarından ateş yakılmıştı. Siyah meşe tahtalarla kaplanmış salon duvarlarında pek çok parlayan kalkan, zırh, av borusu, çeşitli av ödülleri yer alıyordu.

Ateşin yanında yaşlıca bir ozan oturuyordu, görevi ziyafetin aralıklarını arpının müziğiyle doldurmak ya da gerekirse Kral Somerled’in ve Bute krallarının diğer büyük atalarının destanlarını anlatmaktı.

Uzun boylu, zarif, üzgün yüzlü ve uzun, kahverengi sakallı İskoçyalı Earl Hamish masanın başında oturuyordu; güçlü elleriyle dumanı tüten geyik etini kesebilirdi. Sağ tarafında Jura kontu İhtiyar Erland, sağındaysa Sessiz Earl Sweyn oturuyordu. Güzel karısı, elbisesi pek çok ipek malzemeyle yapılmış ve Sudureyanlarca işlenmiş Leydi Adela masanın sonunda, karşısında yerini almıştı. Kadının sağında Gighalı Earl Roderic, solunda da oğlu Alpin vardı.

Böylece ziyafet, erkeklerin bugün Glen More’da avlanmalarıyla ilgili keyifli bir tartışmayla başladı.

Jura ve Colonsay’in küçük kralları Erland ve Sweyn, her yıl derebeyleri İskoçyalı Üçüncü Alexander’a haraç verseler de kuzeylilerdi ve Earl Hamish’le Norveç dilinde konuştular. Hikâyeyle alakası olmayan tartışmaları genelde sığırlar, koyunlar ve Kuzey Adaları’nın eski kadim kanunları üzerine yaptılar. Ancak Gighalı Roderic, İngiliz olmasına rağmen Leydi Adela’nın iyi anlayabildiği Gal dilini konuşuyordu.

“Ah, ama,” dedi, babasının topraklarında yapılan etkinlikleri öven genç Alpin’e, “bir gün Gigha’ya gelmelisin, seni temin ederim Bute’ta hayal dahi edemediğin maceralar yaşarsın.”

“Lordum, öyle bir şey olursa şaşarım,” dedi Allan Redmain küçümseyerek, “zira övündüğün krallık denizin ortasındaki çorak bir kayadan ibaret ve bence av hayvanlarınız ancak zararlı sıçanlar ve sivri farelerdir.”

“Benim bahsettiğim spor, genç adam,” dedi Roderic, kaşlarını çatıp kızıl sakalını geniş eliyle sildi, “sandığın gibi çocuk oyunları değil. Bizim av alanlarımız geniş okyanustur. Cesur adamlarımla ben maceralarımızı İzlanda ve İskandinavya’nın kuzeyine, hatta güneydeki, arayan için bolca bulunabilen Anglus topraklarına taşırız.”

Leydi Adela şokla karışık bir şaşkınlıkla başını kaldırdı.

“Ama,” dedi, “Anglusları düşmanlarımızdan saymıyorsunuz, değil mi lordum? İskoçlar yıllardır ülkem İngiltere’yle barış içindedir.”

“Dostun olan herhangi birine düşmanım dersem kahrolurum, güzel Lady Adela,” dedi Roderic gösterişle. “Fakat İskoçlar gerçekten de Kral Henry’yle barış içinde olsalar da cesur İrlanda doğuluları sık sık gururlu hemşerilerini öldürme isteği duyuyorlar ve onlara yardım edersem kurbanlarımızın kim, işgal ettiğimiz toprakların neresi olduğu ne fark eder? Fethetme gücü olanın almasına izin veriyorum. Bırak alabilen elindekini tutsun. Sen ne diyorsun Sör Oscar? Haklı değil miyim?”

“Ben barışçılım, Earl Roderic,” dedi, Sör Oscar Redmain vakur bir tavırla. “Kralımın ve ülkemin düşmanlarından başka düşmanım yok. Ve bana göre lordum, İskoç Kralı’nın sadık bir kulu, doğuluların ya da kuzeylilerin faydası için ve İngiltere’deki iyi dostlarımıza karşı silahlanırsa hain bir tazıdan farkı kalmaz. Lordum, siz belki de Majesteleri İskoçyalı Alexander kadar Norveçli Kral Hakon’a da bağlılık yemini edebilirsiniz. Herkes kolayca iki efendiye birden hizmet edemez.”

“Gerçekten de hain bir tazı! Beni kesinlikle hafife alıyorsunuz, Sör Oscar,” dedi Roderic, bu serzenişle kızararak. “Ben İskoç Kralımız dışında herhangi bir krala haraç vermem, Tanrı onu kutsasın! Kral Alexandar sahiden de çok az krallık hüneri bilen bir delikanlıdır ve henüz kundakta bebek olsa da sadece o benim hükümdarımdır.”

Böylece kadehini dudaklarına götürerek şaraptan büyük bir yudum aldı. Sonra hafifçe Rothesay’in leydisine dönüp narin, beyaz parmaklarıyla küçük parçaları daha kolay alacağını düşünerek tabağındaki av etlerini kesmesine yardım etti ve şöyle dedi:

“Yıllardır sürdürdüğüm zorlu gergin hayatımdan sonra leydim, bir kere daha Bute Adası’nın huzuruna dönmek benim için büyük bir keyif. Masasında sizin gibi güzel bir eşi olduğu için kardeşim Hamish’i fazlasıyla kıskanıyorum. Gerçekten de talihli bir adam!”

Adela’nın açık renkli yanakları bu iltifatla gül rengine dönse de gülümsemedi.

“Bana kalırsa, Lord Roderic,” dedi, gerginlikle beyaz ekmeği bölerken, “Bute’la Gigha’nın arasında bu kadar az mesafe varken bu kez kardeşinizi daha uzun ziyaret etmelisiniz. Earl Hamish sık sık sizden söz etse de bugüne dek sizi görmemiştim ki neredeyse yirmi yıldır burada yaşıyorum.”

“Heyhat!” dedi Roderic tedirginlikle. “Zavallı babam Earl Alpin öldüğünden beri buralara gelmeyi pek canım istemedi. Kardeşimle beni ayıran, bildiğiniz gibi lordumuz iki adayı böldüğünde oluşan öfkeydi. Bute’un topraklarının daha büyük kısmı Hamish’in payına düştü. Küçük çocuk olarak bana şu anda elimde olan acınası kısım kaldı. Gigha küçük bir adadan ibarettir leydim.”

“Mutluluğumuzun topraklarımızın genişliğine bağlı olmasına gerek yok Lord Roderic,” dedi Adela, “ve kuşkum yok ki küçük çocuk mirasına sahip olmanıza rağmen mutlusunuzdur.”

“Pek sayılmaz,” dedi Roderic, ağır dirseklerini masaya koyarak. “En yakınların elinden alınmışken nasıl mutlu olunur?”

“O halde acı çektiniz, öyle mi?” diye sordu leydi.

“Adadaki evimde hükümdarlığımı ilan etmeye gittiğimde,” dedi, “hayatım gerçekten de en parlak ve neşeli dönemindeydi ve o zamanlar kuzeye, İzlanda’ya gittiğimde (affınıza sığınarak söylüyorum) en az sizin kadar güzel biriyle tanıştım. Kuzeydeki en güzel genç hanımdı ve adı Güzel Sigrid’di. Onunla evlendim, mutluyduk.”

Roderic bir kez daha içki kâsesini doldurdu ve Alpin’in masanın karşısındaki yakışıklı, kahverengi yüzüne baktı.

“İki çocuğumuz oldu,” diye devam etti üzgünce. “Kız olan sizin oğlunuz yaşlarında olmalı, oğlansa ondan iki yaş küçüktü.”

“Ah, sakın öldüler demeyin!” diye bağırdı Adela.

“Heyhat! Ama öyle oldu,” dedi Roderic iç çekerek. “Güneşli bir günde her zamanki gibi el ele adamızın güneyinde kayaların ve mağaraların arasında oynamak için kaleden çıktılar. O zamandan beri dönmediler. Bazıları deniz perisinin onları alıp denizin altındaki kristal evine götürdüğünü söyledi. Bazılarıysa bir krakenin ya da ona benzer bir derin deniz canavarının onları yuttuğunu fısıldadı. Bunları Sigrid’in çocuklarını sevmediğine, onlara hep kaba davrandığına inanarak söylediler. Ama günler sonra tuhaf bir geminin Gigha’yla Cara arasında görüldüğünü öğrendim ve o gemi kuzey denizlerindeki en cani korsan İzlandalı Rapp’e aitti. Sonra çocuklarımı ne deniz perisinin ne de krakenin götürdüğüne inandım, bunu yapan Korsan Rapp’ti. O yüzden bir gemi alıp peşine düştüm. Üç uzun yıl boyunca İzlanda’nın buz tutmuş kıyılarında ve İskandinavya’nın her vikinde ve fiyordunda izini takip ettim. Ardından güneye, İngiltere’nin mavi denizlerine yelken açtım; hep arkasında olsam da bir türlü onunla karşılaşamıyordum. Ama en sonunda korkunç bir boranın olduğu gün geldi. Gemimde, benim dışımdaki herkes boğuldu; beyaz deniz martıları sularda benim kadar kolay yüzemez. Beni oradan geçen bir gemi aldı ve o gemi İzlandalı Rapp’indi. Onu öldürmek yerine hayatımı kurtardığı için sevdim. Sonra bana St. Olaf üzerine yemin ederek korsanlık yaptığı süre boyunca küçük Gigha Adası’na bir kere bile dokunmadığını ve kaybettiğim sevgili çocukları hiç görmediğini söyledi.”

“Sizin adınıza çok üzüldüm, Earl Roderic,” dedi Adela, ellerini kavuşturdu. “Peki, çocuklardan bir ize rastladınız mı?”

“Hayır,” dedi Roderic. “Ve artık hâlâ deniz perisinin kristal salonlarında oynadıklarına, bu yüzden kimsenin onları kurtaramayacağına inanıyorum.”

“Peki, karınız Sigrid, ona ne oldu?” diye sordu Sör Oscar Redmain.

“Gigha’ya döndüğümde,” diye mırıldandı Roderic, “bana ben yokken delirdiğini ve bir cinnet anında kendini uçurumlardan denize bıraktığını söylediler. O üzgün vakitlerde nereye gitsem mutsuzluğu buldum.”

Leydi Adela kara gözlerinde nazik bir acımayla adama baktı. Onun hayatının kendisi ve kocasınınkinden ne kadar farklı olduğunu hissetti. Kendi memleketi olmayan bir ülkede, yabancı dilde konuşan insanların arasında olmasına karşın son derece mutluydu. Earl Hamish onu seviyor ve her daim iyi davranıyordu. Erkekliğe adım atan oğulları Alpin ve Kenric’i derinden seviyordu.

Toprakları büyük York şehrinin yakınlarına kadar uzanan bir İngiliz baronunun kızıydı. Yirmi yıl önce Butelu Earl Hamish, Kral İkinci Alexander’ın diğer bilge danışmanlarınca, İngiltere ve İskoçya arasındaki barış antlaşması konusunda, ayrıca İngiltere Kralı’nın kızıyla İskoçya Kralı’nın oğlu arasında evlilik teklif etmek üzere İngiliz Kralı Üçüncü Henry’nin sarayına gönderilmişti. Antlaşma barış içinde sağlanmış, bugüne kadar da bozulmamıştı ve İngiltere Prensesi Margaret şimdi İskoçya kraliçesiydi. Fakat York’ta elçilik yaparken Butelu Earl Hamish hükümdarının minnetinden fazlasını, Leydi Adela Warwick’in kalbini kazanmış ve onu karısı yaparak Rothesay’deki, o günden beri mutlulukla yaşadığı kalesine getirmişti.

Leydi Adela, Earl Roderic’in büyük mutsuzluk öyküsünü duyduğunda bunları düşünüyordu, gözleri hülyayla önüne kilitlenmişti.

Bu tatlı ve güzel hanımın yanında olmayı yeni bir deneyim olarak gören Roderic onun dalgınlığını ve merakını gözlemledi. Gezinen bakışları kadının tabağında durdu.

“Ah!” dedi, “tuzunuz yok, leydim.”

Ve bunun üzerine Leydi Adela’nın bıçağını alarak ucunu tuz boynuzuna batırdı.

“Hayır, hayır!” dedi kadın telaşla ve Roderic’in bileğini tutarak tuzu masaya dökmesine yol açtı.

“Ne yaptınız?” diye haykırdı adam. “Bu olabilecek en talihsiz şeydir! Heyhat, heyhat!”

“O halde leydimin üzüntüsüne sen mi yardın ettin?” diye bağırdı Sör Oscar Redmain, öfkeyle ayaklanarak. “Haç önünde, düşüncesiz ahmağın tekisin!”

Masanın başındaki Earl Hamish leydisinin çığlığını duyarak aceleyle kalktı, ona yaklaştı ve ne kadar solgun olduğunu gördü.

“Ben çıkacağım,” dedi kadın, “salon fazla ısındı. Bitkin düştüm ve huzursuzum.”

Earl Hamish onu kapıya götürdü. Beyaz kaşından şefkatle öptü ve Leydi Adela odasına doğru yola çıktı.

24 852,95 s`om