Kitobni o'qish: «Araba Sevdası»
Recaizade Mahmut Ekrem, 14 Mart 1847 tarihinde Vaniköy’deki Recai Efendi Yalısı’nda doğar. Tanzimat Dönemi’nin tanınmış ve sözü geçen ailelerinden birinin oğludur. Babası Mehmet Şakir Efendi’nin edebî yönü kuvvetlidir. Recaizade Mahmut Ekrem de edebî zevkini ailesinden almıştır. Recaizade Mahmut Ekrem, Doğu kültürü ve eski edebiyatın tüm konularına hâkim olarak yetişir. Bu bilgileri ilk olarak babası Mehmet Şakir Efendi’den öğrenir. Fen bilimleri dersinin de iyi olması ve gelecek vadetmesi sebebiyle babası kendisini Harbiye İdadisine gönderir. Ancak babası gibi giderek sanat, özellikle edebiyat alanı ile ilgilenmeye ve ufak tefek yazı denemelerinde bulunmaya başlar. Hariciye Mektubi Kalemi’ndeki görevi esnasında öğrendiği Fransızca ve sürekli karşı karşıya geldiği Batı kültürü sayesinde Recaizade Mahmut Ekrem’in fikir ve düşünce hayatı bildiğimiz anlamda şekillenmeye başlar. Bu görevi esnasında Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet, Namık Kemal gibi zamanın ünlü fikir ve sanat adamlarıyla tanışma fırsatı yakalar. Onlarla birlikte Encümen-i Şuara toplantılarına katılmaya başlar. Böylelikle ilk yazılarını Tasvir-i Efkar, Terakki, Hakayıkü’l-Vekayi’de yayımlar. İlk çocuğu Piraye, doğarken ölür. Bu olay sonrasında edebiyattaki ilerleyişini daha çok çeviri eserler üzerinden gerçekleştirir. Trablusgarp’ta görev alır ve sonra Malta’ya geçerek oradan Avrupa’ya kaçmayı planlar. Fakat bu durumu anlayan padişah Abdülhamit, onu İstanbul’a getirtir ve Büyükada’ya gönderir. İki yılını burada geçiren Recaizade Mahmut Ekrem, buradaki hatıralarından yola çıkarak Nijad Ekrem adlı eserini yazar. Ülkenin durumu ve özel hayatında yaşadığı üzücü olaylar neticesinde rahatsızlığı gitgide ilerler ve 31 Ocak 1914’te vefat eder.
Eserleri:
Şiir: Nağme-i Seher, Yadigâr-ı Şebâb, Zemzeme, Tefekkür, Pejmürde, Nijad Ekrem, Nefrin.
Roman: Araba Sevdası.
Öykü: Saime, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi, Şemsa.
Düzyazı: Talim-i Edebiyat, Takdir-i Elhan,Kudemaden Birkaç Şair, Takrizat.
OKUYUCULARA
Malumdur ki insan eğlencesiz yaşayamaz. Benim gibi yaratılıştan inzivayı sevenler içinse okumaktan yahut yazmaktan daha iyi eğlence olamaz. Ancak bu çeşit meşguliyet mütemadi ve bilhassa ciddi olunca yorgunluğuna dayanmak kabil değildir. O hâlde yorgunluğu az, eğlencesi bol meşguliyetler aramak gayet tabiidir. İşte ben de bu ihtiyacın sevkiyledir ki ara sıra böyle şeyler yazarak vakit öldürmek zorunda kalıyorum.
İyi bilirim ki içimizde bu türlü meşguliyetleri, mesela satranç oynamaktan on kat daha saçma ve yine mesela bahçe kazmaktan on kat daha faydasız sayanlar az değildir. Onların bu düşünceleri belki de doğrudur. Ne fayda ki ben, satranç oyununa hiç merak edemedim; bahçe kazmaya ise mevsim elverişli değil!..
Bundan önce yazdığım “Muhsin Bey” hikâyesi hiçbir şey değilken okuyucular arasında hayli rağbet görmüştü. Sayın okuyucularımın teveccühünden cesaret alarak şu romanı yayımlıyorum. Niyetim acizane böyle birkaç eser daha meydana getirdikten sonra biraz daha büyüklerini yazmaktır.
İnsanlıkla ilgili olarak her gün etrafımızda geçen ibret verici olaylara ve ortaya çıkan durumlara şiir ve felsefe açısından bakılırsa hepsi de az çok hazin görünür. Bunlardan birtakımının gözyaşıyla, diğer bir kısmının da şaşkınlık ve gülümsemeyle karşılanmasındaki fark, olayların asıl mahiyetindeki fecaatten değil, tarafımızdan değerlendirilmeleri bakımındandır.
Konusu gerçek hayattan veya gerçeklere mümkün mertebe uygun olarak hayalden alınarak yazılan hikâye ve romanlar ise insanlarla ilgili olayları ve durumları sadakatle aksettiren birer ibret aynasıdır.
Bu düşünceye göre, “Muhsin Bey” hikâyesi, okuyanlar tarafından ağlanacak şeylerden görülmüş olduğu hâlde, bu “Araba Sevdası” bilakis gülünecek hâllerden sayılsa gerektir. Fakat dikkat edilirse bu ötekinden elbette daha ziyade hazin ve elbette daha çok elem vericidir.
İstinye, 16 Teşrinisani 1305 (28 Kasım 1889)Recaizade Mahmut Ekrem
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Üsküdar’dan Bağlarbaşı yolu ile Çamlıca’ya gidilirken Tophaneli-oğlu’ndaki dört yol ağzından aşağı yukarı yüz adım ileriye bakılacak olursa o geniş şosenin sonunda ve tam ortasında, etrafı bir buçuk arşın kadar yüksek duvarlarla çevrili bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı zaman şose, biri sağa, öteki de sola doğru iki kısma ayrılır. Duvarla çevrili olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki tam iki yolun birleştiği yerin ortasındadır.
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa karşı tarafı yine aynı ağaçlıkla çevrilidir. Ağaçların yanındaki duvar alçacık olduğu için hayvanlar ve bilhassa insanlar, üstünden aşmasın diye boydan boya teller uzatılarak ayrıca muhafaza altına alınmıştır.
Hafif meyilli birer yokuş üzerindeki bu yollardan normal yürüyüşle dört beş dakika kadar gidilince daima duvarla çevrili olan ağaçlık, bir meydancıkta sona erer. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine paralel bir kapısı vardır. Yukarıdan kuş bakışı bir bakışla bakıldığı takdirde koni şeklinde görünecek olan ağaçlık burada bitiyorsa da iki yol yine birleşmez. Meydancığın otuz adım kadar ötesinde, epeyce geniş ve yüksek bir set üzerinde, eski zaman işi binaları taklit suretiyle yapılmış, enli saçaklı, tek katlı bir bina ile bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar vardır. Onun üst tarafında başka bir setle başlayan yerde ise birtakım meşe ve servi ağaçlarıyla zamanında nasılsa kırılamayıp kalan ve oranın “Sarıkaya” adıyla anılmasına sebep olan iri iri sararmış kayalar ve inişli yokuşlu bir de metruk mezarlık vardır. Geçtiğimiz meydancıktan buraya kadar olan mesafe de aşağı yukarı beş dakika kadar sürer.
Bu mezarlık da geçildikten sonra iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine beş dakika kadar yürünürse artık Çamlıca Dağı’nın eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur.
Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de hududunu ve önemli noktalarını belirttiğimiz yeri inceleyelim. Bu incelemeye de bittabi yine mahut ağaçlıktan başlayacağız.
Burası “Çamlıca Bahçesi” adıyla İstanbul’da en önce düzenlenen ve halkın istifadesine açılan parktır. Birkaç zamandan beri halkın buraya rağbeti azaldığı için birçok günler kapıları kapalı durur.
Yazın ve bilhassa ilkbaharla sonbaharda bu bahçeyi açtırıp da aşağıki kapıdan içerisine girer ve birkaç adım ilerledikten sonra etrafınıza alıcı gözüyle şöyle biraz dikkatlice bakarsanız, büyük, mamur ve gerçekten gönül açıcı bir bahçe olduğunu derhâl anlarsınız.
Bahçenin sadece meydana getirildiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, yıllar gelip geçtikçe ileride de ağaçların, ormanların büyüyerek alacakları şekle göre, güzelliğini daha da artırarak muhafaza etmesi düşüncesiyle, usta eller tarafından, büyük bir titizlikle düzenlendiği ilk bakışta hemen belli olur. Bu kadar güzel bir bahçeyi meydana getirmek için gayret sarf eden zevk sahibi insanları takdir etmekten kendinizi alamazsınız.
Dışarının mütecessis bakışlarını kesmek için de kenarlara gayet kısa ve muntazam aralıklarla dikilip gereği gibi geliştirilmiş ve dal budak salıvermiş salkım, aylandız, at kestanesi gibi koyu gölgeli ağaçlarla orta kısımlarda yer yer dikili çınar, kavak, manolya, salkım söğüt ve benzeri türlü türlü, renk renk ağaçların ve bazı yerlerde, insan bakışlarının değil, güneş ışınlarının bile nüfuz edemeyeceği kadar sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır ve bunların hepsini birbirinden daha güzel, daha gönül çekici bulursunuz.
Biraz daha ilerleyince bir düzlüğün ortasında, üstü kapalı, etrafı açık kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında muntazam ufak ufak binalar görürsünüz. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin, fevkalade günlerde çalmak ve okumak için getirtilecek saz takımına mahsus bir yer ve o kulübeciklerin de yiyecek içecek satışı için yapılmış birer büfe olduğunu anlar, bunları da beğenirsiniz.
Biraz daha ilerleyince büyük bir lak1, onun ortasında şirin bir adacık ve bu adanın kıyı ile irtibatını sağlamak üzere, gayrimuntazam bir şekilde, gelişigüzel yapılan ve ilk bakışta insana tabiiymiş hissini veren çitten köprüler gözünüze çarpar. Adanın üstünde yine işlenmemiş ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmış zarif bir köşk görürsünüz. Bunlar da son derece hoşunuza gider. En yukarıki kapıdan çıkarak mahut meydancığı geçtikten sonra set üzerinde yükselen deminki binaya biraz dikkatlice bakarsanız bunun bir gazino olduğunu hemen anlar ve bu bahçenin her bakımdan mükemmel bir park olduğunu tasdik edersiniz.
2
Şu birkaç satırla kabataslak tarif ve tasvir edilen “Çamlıca Parkı” o zamanlar şimdiki gibi tenha, sessiz ve hüzünlü değil, bilakis çok şenlikli, çok neşeli, kalabalık bir eğlence yeriydi.
Çok emek sarf edilerek meydana getirilen bu parkın nihayet 1870 ilkbaharında halkın istifadesine açılacağı söylentisi ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu ilgi çekici havadis, eğlence düşkünü birtakım İstanbul gençleriyle bu gibi eğlencelere, yaratılışları icabı, erkeklerden kat kat düşkün olan hanımları harekete getirdi. Âdeta birbirleriyle yarışırcasına elbise ve süsle ilgili hazırlıklara başladılar. Parkın açılma günü yaklaştıkça bu hazırlıklar da gittikçe hızlanıyordu. Birçok aileler, her günün her saatinde hatta mehtaplı gecelerde, bu eğlence yerinden daha fazla faydalanabilmek için Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Topanelioğlu ve Bağlarbaşı2 taraflarında köşkler, evler kiralayarak daha şimdiden buralara taşınmaya başladılar.
Nihayet o yılın mayıs ayı başlarında Çamlıca Parkı törenle açıldı. Dinlenme ve gezintiye mahsus olan cuma ve pazar günleri Beylerbeyi, Üsküdar, Kadıköyü3 gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden başka İstanbul’un en uzak semtlerinden, Boğaziçi’nden ve diğer yerlerden arabalar, hayvanlar ve kayıklarla hatta yayan olarak gelen kadınlı erkekli insan sellerinin parka akışı gerçekten görülecek şeydi.
Etrafı bir çeyrek saatte ancak dolaşılabilen park, o kadar genişliğine rağmen bu kalabalığı almıyor; onun için halkın bir kısmı kapıdan girdikçe içeridekilerin diğer bir kısmı öteki kapıdan çıkmak zorunda kalıyordu. Böylece gerek yukarıki kapıdan gerek aşağıki kapıdan arka arkaya mütemadiyen girip çıkan kalabalıkla -benzetme biraz kabaca ise de- büyük bir arı kovanını andırıyordu. Arı kovanından farkı, arıların bal alacakları renk renk çiçeklerin de içeride bulunmasıydı… İçeride kalanlardan -alafranga bir deyimle- taife-i latifeye4 mensup olanlar, ilkbahar çiçekleriyle yarışırcasına, en parlak, en göz alıcı renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak hevesiyle birtakım genç beyler de çiçekten çiçeğe konan arılar gibi, bunların arasında ikişer ikişer dolaşıp dururlardı.
Parkın dışarısına gelince, o da bir başka âlemdi: İçlerinde süslü hanımlar, şık beyler bulunan birkaç yüz araba, parkın etrafını kuşatarak müteharrik bir zincir gibi birbiri ardınca biteviye dolaşırlardı.
Gerçi o tarihte parkın ağaçları henüz pek küçük, ormanlar ise pek seyrekti. Bununla beraber, bahçeleri süsleyen güzel manzaralı ağaç, çiçek ve çimenlerin her çeşidi bol bol mevcuttu. Bunlardan başka, zarif köşkler ve havuzlar, seyredenlerin gözlerini okşuyor, burasını bir kat daha güzelleştiriyordu. Dolaşmaktan yorulanların oturup dinlenmeleri için yolların iki tarafına renk renk birçok banklar konmuştu. Bütün bu cazip şeyler, İstanbul’un diğer gezinti yerlerine karşı halkın rağbetini azaltıyor; en uzak semtlerde oturanları bile buraya çekiyordu. Cuma ve pazardan başka günlerde ve bazı mehtaplı gecelerde bu park, nihayetsiz bir insan seliyle dolup dolup boşalıyordu. Hülasa, daha önce de belirtildiği veçhile, Çamlıca Parkı o devirlerde şimdiki gibi ıssız, sessiz ve hüzünlü değil, bilakis çok neşeli, çok eğlenceli bir yerdi. Bugünkü ihtiyar ağaçlar vaktiyle birer taze fidandı; en hafif rüzgârla nazlı nazlı sallanarak birbirleriyle öpüşür gibi dudak dudağa gelirler; birbirlerine sanki gizli bir şeyler fısıldaşırlardı…
3
O senenin haziran ortalarına doğru sıcaklar günden güne şiddetini artırdı. Sıcaklar ziyadeleştikçe park serinleşiyor ve kalabalıklaşıyordu. O sıralarda bir perşembe gecesi çıkan fırtınanın arkasından sabaha kadar devam eden yağmur, havayı temizleyip serinleştirmiş; tozları tamamen bastırmış; dağlara, bağlara da yeni bir tazelik vermişti. Ertesi gün cuma idi. Saat sekiz sularında5 park, o güne değin eşi görülmedik bir kalabalıkla dolmuştu.
Ziyaretçilerin birçoğu -kadınlar ayrı, erkekler yine ayrı olarak- üçer beşer gruplar hâlinde, parkın içinde aşağı yukarı geziniyorlar; bir kısmı da yol kenarlarında ve tarhların arasındaki banklara oturarak ve çalgıcıların -o zamanlar İstanbul’da pek moda olan- “Belle Hélène” operasından çaldıkları havaları dinleyerek gezinenleri seyrediyor ve eğleniyorlardı.
Bu seyircilerin içinde, tahminen yirmi üç yirmi dört yaşlarında, toparlak yüzlü, saz benizli, ela gözlü, siyah saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, gayet şık giyinmiş bir bey görülüyordu. Bulunduğu yer aşağıki kapıya yakın ve kapıdan girip çıkanları görmeye gayet elverişliydi. Bir masanın iki yanındaki sandalyeden birisine kendi kurulmuş, ötekine de pardösüsünü güya gelişigüzel atıvermişti. Pardösünün yakasının iç tarafındaki “Terzi Mir” markası6 yakından geçenlerin gözlerine derhâl çarpıyordu.
Masanın üzerinde bir tepsi içinde görülen bira bardağı, hemen bir saatten beri, geldiği gibi dolu durmaktaydı. Bu genç ve şık bey ise oturduğu yerde sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını müziğin ahengine uygun bir hareketle mütemadiyen oynatıyor; o ayağı pek de küçük olmadığı hâlde ziyadesiyle zarif, ziyadesiyle biçimli gösteren “Heral”7 işi parlak rugan iskarpininin sivrice burnuna elindeki bağa saplı ve sapının üstünde M. B. harfleri okunan gümüş markalı bastonu ile biteviye vuruyor; üç beş dakikada bir kere uçları altınlı bir siyah ipek şeride bağlı mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan sonra sabırsızlık ifade eden bir hareketle yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş on adım gidiyor; sonra yine sandalyesine dönerek evvelki vaziyetini alıyordu. Delikanlının bu hâline dikkat edenler, birisini sabırsızlıkla beklediğini derhâl anlarlardı.
4
Muhteşem Bihruz Bey, eski vezirlerden müteveffa … Paşa’nın oğludur.
Valilikten valiliğe nakledildiği için on beş sene kadar İstanbul’a hiç ayak basmamış olan babasıyla birlikte o da memleket memleket dolaşmış, bu müddet zarfında hiçbir tahsil görememiş, o yaştaki çocuklara birinci derecede lüzumlu olan malumatı on altı yaşına kadar elde edememişti. Nihayet babası son valiliğinden ayrılarak İstanbul’a gelince mahdum beyin bir rüştiyeye8 konulmasına nasılsa himmet olundu! Aradan henüz altı ay geçmemişti ki … Paşa yine bir vilayet valiliğine tayin edilerek İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat bu defa Bihruz Bey öğreniminden geri kalmasın diye annesiyle beraber İstanbul’da bırakıldı.
İki yıl sonra paşa bu son vazifesinden de uzaklaştırılarak İstanbul’a geldiği zaman mahdum beyi, kara cümleden, imladan, kıraatten bizzat imtihan ederek malumatını kendince yeter derecede buldu. Hiç değilse öğrenimini bitirip bir rüştiye diploması alıncaya kadar okula devam ettirmeye lüzum görmedi. Çocuğu kendi arzusu üzerine Babıali kalemlerinden birisine yerleştirdi. Beyefendi için öğrenilmesi artık vacip olan Fransızca ile ikinci derecede lüzumlu sayılan Arapça ve Farsça öğretmek üzere Bihruz Bey’e ayrı ayrı, maaşlı özel öğretmenler tayin edildi.
Bihruz Bey ilk hevesle beş altı ay kadar kalemdeki vazifesine devam etti. Fransızca bir cümleyi daha doğru dürüst okumayı bile beceremediği hâlde kulaktan dolma beş on kelime ile yalan yanlış güya Fransızca konuşuyor; en alafranga genç beylerin tavır, kıyafet, hâl ve hareketlerini bir maymun ustalığıyla taklit etmekte gerçekten büyük başarı gösteriyordu.
Bihruz Bey, anasının babasının biricik evladı olduğu için zaten pek şımarık büyütülmüştü. Paşanın zenginliği, oğlunun her istediği şeyi kolayca elde edebilmesine elverişli olduğu gibi gençlik icabı bazı aşırı temayülleri de hiçbir taraftan dizginlenmediği için, Babıali’deki görevine gidip gelmeyi de günden güne seyrekleştirmeye başlamıştı.
Kaleme gitmediği günler ise saçlarını kestirmek, terziye elbise ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir; cumaları, pazarları da sabahleyin özel öğretmenleriyle yarımşar saat, ders müzakeresinden sonra evden fırlar; o mesire senin, bu mesire benim akşama kadar haylaz haylaz sokakları arşınlar dururdu.
Babasıyla birlikte vilayetlerde bulunduğu günlerde en büyük zevki -sırmalı elbiseler içinde, midilli veya at üstünde- arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu cici bey, İstanbul’a geldikten sonra üç şeye merak sarmıştı: Birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha şık, daha süslü gezmek, üçüncüsü de Beyoğlu’ndaki tatlısu Frengi berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla, başını gözünü yararak Fransızca konuşmak…
Kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çamlıca’daki köşklerinde otururlardı. Kendisi gibi asil geçinenlerin rağbet göstereceği hiçbir gezinti yeri yoktu ki bu küçük bey, en son modaya uygun giyinmiş olduğu hâlde, bazen yağız, bazen kır bir çift at koşulu dört tekerlek üzerinde, üstü ve yanları açık, süslü bir peykeden ibaret olan ve seyis oturmaya mahsus yeri arka tarafında bulunan arabasıyla orada boy göstermesin…
Kış ortasında, mesela zemheri içinde, bir açık hava görünce sırtında sadece süse zarar vermemek düşüncesiyle giyilmiş, dar ve incecik bir ceket, yine sadece şık görünmek arzusu ile dizlerinin üstünde bir kadife örtü bulunduğu hâlde, Beyoğlu Caddesi’nde, Kâğıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle, en şiddetli poyrazın karşısında tiril tiril titreyen Bihruz Bey, yazın da mesela ağustos ortasında, otuz otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçe yollarında yine o hevesle, en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır ve fakat bu işkenceleri kendisi için en büyük zevk sayardı. Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa maksadı görünmekle beraber etrafı da görmek değil, yalnız ve sadece kendini göstermekti.
Nihayet … Paşa’nın ölümü üzerine bu züppe oğlan birden yirmi sekiz bin liralık bir mirasa konarak hareketlerinde de serbest kalınca büsbütün ne oldum delisi oldu. O koca serveti en kısa zamanda silip süpürecek müthiş bir sefahat âlemine daldı. Çünkü annesinin bu çocuk üzerinde öteden beri en küçük bir otoritesi yoktu. Kocasının ölümü ile oğluna ve kendisine kalan büyük servetin iyi bir şekilde idaresi için yakın akrabadan bazılarını işe karıştırmak gibi tedbirlere başvurduysa da müspet bir sonuç elde edemeyeceğini çabuk anladı ve bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Üstelik oğlunu da tamamen kendi havasına bırakmak zaafını gösterdi. Fazla olarak delikanlıya o bakımdan da sıkıntı çektirmemek düşüncesiyle evin mutfak masraflarını ve işlerinde alıkoydukları bazı emektar adamların aylıklarını kendi gelirlerinden ödemeye razı oldu.
Mirasyedi beyefendinin kendi sefahat masraflarından başka hemen hiçbir masrafı yoktu. Eline her ay yüz elli altın kadar para geçtiği hâlde yine de sefahatine yetmiyordu.
O sıralardaydı ki beyin Arapça ve Farsça özel öğretmenleri, artık soğuk karşılanmaya başladıkları için birer birer konaktan ayaklarını kestiler. Yalnız Mösyö Piyer adındaki özel Fransızca öğretmeni, beyin nabzına göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyar olduğundan onun eskisi gibi derslere devamına müsaade edildi ve hatta dört altından ibaret aylığı da altı liraya çıkarıldı.
Hemen bütün mirasyedilerin düşündüğü gibi Bihruz Bey de babadan kalma serveti yemekle bitmez tükenmez sanıyor, har vurup harman savuruyordu. Sonunu hiç düşünmeksizin ulu orta giriştiği ölçüsüz sarfiyata önce paralardan başlandı. Para suyunu çekince İstanbul tarafındaki en az gelir getiren dükkânlar birer birer defedildi. Daha sonra Beyoğlu’ndaki önemli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. Gelir namına Galata’da bir han kalmıştı. Nihayet o da okutuldu. Mülk olarak kala kala Süleymaniye’deki konakla Küçük Çamlıca’daki köşkten başka bir şey kalmamıştı. Bu mali çöküntüye rağmen Bihruz Bey, dalmış olduğu sefahat bataklığında arabasıyla, debdebesiyle ve etrafını saran dalkavuklarıyla yuvarlanıp gitmekte hâlâ devam ediyordu. Çünkü annesinin renk renk kadife mahfazalar içinde, çekmeceleri süsleyen mücevherlerine henüz el sürülmemiş, yine valide hanımın şahsına ait diğer beş on parça emlakına henüz dokunulmamıştı.