Kitobni o'qish: «Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü»
Yone Noguchi, hem İngilizce hem de Japonca olarak birçok eser kaleme almıştır. Etkili bir şiir, kurgu, deneme ve edebi eleştiri yazarıydı. Batıda Yone Noguchi olarak bilinir. Ünlü heykeltıraş Isamu Noguchi’nin babasıdır.
Macidegül Batmaz, İzmir’de doğdu. İzmir Kız Lisesi’nde ortaöğrenimini tamamladıktan sonra Ege Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı ile Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümlerinde eğitim gördü. Ardından Hacettepe Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde ‘’Eski Uygur Türkçesinde Tıp terimleri’’ adlı tez çalışmasıyla yüksek lisansını tamamladı. Almanya ve Belarus’ta dil eğitimi aldıktan sonra çevirmenlik alanına yoğunlaşarak çeşitli yayınevleri ve web siteleri için çeviri ve içerik üretme projelerinde yer aldı. Halen Uluslararası İlişkiler alanında yüksek eğitimini tamamlamaya çalışmakta ve Maya Kitap için kitap çevirileri yapmaktadır.
Ocak 1902
Japonya İmparatoriçesi Majesteleri HARUKO’ya,
Çocukluğumdan beri sizin şahane güzelliğiniz, benim için hem ihsan hem de ilham kaynağı olmuştur.
Tokyo sokaklarından geçtiğiniz zaman görkemli mevcudiyetinizi nasıl da sevinç dolu bir hayranlık içinde seyrederdim! Gözden kaybolduğunuzda ne hüzünlü bir his kaplardı yüreğimi! Sizin kızlarınızdan biri olduğumu bilseydiniz keşke! Yaptığım her şeyin annemize sunulmasına uzun zaman evvel karar vermiştim. Keşke kendi anneme diyebilseydim! Siz annemsiniz, ey ilahi kadın!
Amerika yolculuğum hakkındaki sade günlüğümü yayımlıyorum.
İşte bu günlüğü naçizane size armağan ediyorum sevgili imparatoriçemiz! Dileğim, kızlarınızdan birinin yabancı bir ülkede birkaç hoş saat geçirmiş olduğunu onaylamaya lütfetmenizdir.
Gündüzsefası
Okyanusa Açılmadan Önce
23 EylülTokyo
Hayatımın yeni sayfası açılıyor.
Denizaşırı bir gezi, yani Amerika’ya seyahat sıradan bir olay değil.
Hakikaten, sülalemizin altı yüz yıllık tarihindeki ilk büyük olay bu.
Bugün çiyleri hüpleten bir kelebeği düşlediğim Amerika rüyam, bahçemdeki yüz güvercinin sanatsız cıvıltıları yüzünden bölünüverdi.
“Cik, cik! Cik, cik, cik!”
Yaramaz güvercinler!
Rüyam aptalcaydı ama çok güzeldi.
Her rüya aptalcadır ve bu yüzden de şiire benzer.
Ah, şu rüyam bir gerçek olsa!
24 Eylül
Neşeli çocukların sokağa yayılan sesleri dinmişti. Hasat dolunayı gökyüzünde “Nono Sama”nın sarı bir halesi gibi parlıyordu. Küçücük karıncalara kadar kutsal Mitsuho No Kuni’de bulunan her şey, güzelliğin ilham verici ve tatlı ışıklarında yıkanıyordu. Havada, işitilmeyen ama hissedilen o sakin şarkı vardı.
Böylesi hoş bir saati evde tembellik ederek harcamak bir suç olurdu.
Hizmetçimle birlikte Konpira tapınağına doğru yavaş yavaş yürüdük.
Kızın tatlı patatesleri andıran kırmızı iri parmakları bu gece o kadar da kötü gözükmüyordu zira dolunay her türlü çirkinliği güzelleştiriyordu.
İmparatorumuz kadınların dolunay haricinde dışarı çıkmasını yasaklayan bir ferman çıkarmalı.
Güzellik olmadan kadın hiçbir şeydir. Yüz bütün ruhtur. Bana bir çift koyu kadife göz bahşedilmemişse, ölmeyi tercih ederim.
Kadınların bile yaşlanmak zorunda olması ne yazık!
Yüzümdeki aptal bir kırışıklık dahi beni şaşkına çevirmeye yetecektir.
Gururum, ipek ciltli ince parmaklarımın arasında.
Amerika’ya varmadan evvel gül pembesi tırnaklarımı dikkatle temizleyeceğim.
Ahşap takunyalarımızın sesi, göğe ulaşan ahenkli bir dua gibi hoş geliyordu kulağa. Japonlar ayakkabılarıyla bile müzik yapmaya alışkındır. Girişinde bir fener bulunan her ev, içeride binlerce putun özenle saklandığı bir tapınak gibidir.
Tanrı Konpira için diz çöktüm.
Ne türden bir tanrı olduğundan bihaberdim. Bu yüzden ona nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum.
Eve vardığımda susamıştım. Kuyudan bir kova su çekmeden önce içine baktım. Ay ışığı, sulara doğru güzelce süzülüyordu.
Kaplumbağa kabuğundan yapılmış tarağım başımdan kuyuya düştü.
Ta aşağıdaki sular, Amerikey’e1 gidecek olmam sebebiyle beni içtenlikle tebrik ederek gülümsüyordu.
25 Eylül
Amerikan elbiseleriyle nasıl görüneceğimi düşündüm durdum bütün gün.
26 Eylül
Yeni ayakkabılarım ve altı çift ipek çorabım geldi.
Ah, çoraplarımın Nippon ipeğinden olmasını ne çok istemiştim!
Bir çift çorabın fiyatı 4 yen.
Ne savurganlık! Ne kadar da pahalı!
Çıplak ayakla gezmemek için hiçbir sebep göremiyorum.
Tabii ki bu, ayakların şekline bağlı.
Bir Japon kızının ayakları pek şirindir. Düz ve kavissiz biçimleri, acıklı kadınsılıklarını gösterir.
Ayaklar, avuç içleri kadar çok şey söyler.
Ayaklarıma da tıpkı ellerim gibi yorucu bir özenle baktım. İşte şimdi Amerika’nın ağır ve sıkı ayakkabılarına girmek zorundalar.
Yine de ayaklarımı böylesi muhteşem ipeklerle sarmak hiç fena bir şey değil.
Ayakkabılarım olağanüstü bir şekle sahip. Hafif de topuklu.
Bu ayakkabıların beni daha uzun göstermesinden çok memnunum.
Üç yaz evvel diktiğim bir bambu ağacı, alışılmamış derecede hüzünlü gölgesini odamın yuvarlak kâğıt penceresine fırlatıp fısıldıyordu: “Sara! Sara! Sara!”
Bu ses bana soluk bir sayonara2 gibi geldi.
(Bu arada bambu ağacımın sivri uçları, yeni Amerikan şapkamın devekuşu tüylerine benziyor.)
“Sayonara” hiç bu denli hüzünlü ve heyecanlı gelmemiştir kulağa.
Kamelyalar ve kasımpatı çiçekleri arasındaki “evim güzel evim”e on gün içinde veda edeceğim. “Belgic” adlı gemi önümüzdeki ayın altısında Yokohama’dan ayrılacak. Sevgili amcam Amerika’ya yapacağım yolculukta şaperonum3 olacak.
27 Eylül
Amerikan dergilerindeki resimleri makasla kestim.
(Hepsi yıpranmış eski sayılardı. Yeni sayıları kendi ülkelerinde satıyorlar. Unutulmuş eski yıldızlar sönük bir tur için köylere dağılır. İşte dergiler de böyle. Sanırım, Japonya’ya sadece işe yaramaz sayılar getiriliyor.)
Resimler bana uzun eteğin nasıl giyildiğini gösterdi. (Meriken bir kadınlar ülkesidir. Bu yüzden dergilerdeki resimler genellikle kadınların resimleri diye düşünüyorum.) Sokakta hoş ve çekici gözükme “işi”, bunu bilmekten ibaret. Anladığım kadarıyla Amerikan hanımlarının zarafeti, yılansı kıvrımlarında ve ince bellerinde gizli.
Kadın güzelliğin kölesidir.
Yeni korsemi taktım. Ama öyle çok sıkmışım ki canım yandı.
28 Eylül
Kalbim bir tarlakuşuydu.
Bir okul şarkısından küçük bölümler söylüyordum ama bir tarlakuşununki gibi titrek bir sesle değil.
Bahçemin etrafında sekiyordum.
Çünkü yeni giysilerimle çok güzel gözükeceğimi nihayet anlamıştım.
Bir kasımpatı koparmak için uzattığım koluma düşen güneş ışığına gülümsedim. Sonbahara has sarı lekeleri vardı ışığın. Hakikaten sapsarıydılar!
Kabul ediyorum ki kolum esmer.
Ama güzel biçimli.
29 Eylül
Amerikan İngilizcesi tekrar hoşuma gitmeye başladı. (Efendim, bu pek hafif, teklifsiz ve kolay bir dildir.) Bu dile olan sevgim, tutkuyla seyrettiğim bir mangaldaki ışıltı gibi geri döndü ama sonra yaz günleri boyunca beni terk etti. Kışın adımları yaklaşırken özür dileyerek yüzümü ona geri döndüm.
Oy, oy, Longfellow kitabım toz içinde kalmıştı!
Tıpkı bir ay önce Rabbin küçük bir resmini temizlerken yaptığım gibi kitabı özen ve hürmetle temizledim.
Amerikan şairinin o tanıdık güler yüzü, kitabın ön sayfasından bana bakıyordu. (Sizi temin ederim ki bir şairin daima trajik matemlerden ya da “çok uzaklar”dan bahsetmesi gerekmez.) Acaba kitabının bir Japon kızın minik esmer elleriyle açılacağını hiç hayal etmiş midir? O anda sanki şair, yani resminin ruhu, o keskin ve titiz bakışlarını mercan uçlu istekama yahut yüzüme fırlatmış gibi geldi.
Sevimli bir genç kız değil miyim yoksa?
Longfellow’u aylar evvel ağırbaşlı bir örümceğin yerleşmiş olduğu en üst rafa atmıştım. Böylece ketum ve çalışkan kır saçlı Bay Güve’ye “Arcadie” etrafında dolaşması için her fırsatı sağlamıştım.
Sayfaları çırptığımda Bay Güve, halk şairine dair kendi “muhterem” fikirlerini paylaşamadan kaçıp gitti.
Heybetli, babacan bir şairdir fakat benzersiz değildir. Ne var ki benzersizlik sıradanlaştı artık.
“Sade” sadeliğin şairidir o. Düşüncede ve renkte sadelik.
Bir sene önce bahar esintisinde uzanıp yaptığım gibi Bay Longfellow’u yeniden okumam gerek. En azından A Psalm of Life ile The Village Blacksmith’e göz atmalı ve Evangeline ya da The Song of Hiawatha’dan parçalar okumalıyım. Bunun nedeni şairin hayranı olmam değil (itiraf etmeliyim ki şiirleri benim zevkime uymuyor). Sadece sık sık işittiğim üzere Amerikan hanımlarının büyük bir idolü olduğu ve onun eserlerinden mısralar alıntılayacak kadar tatlı davranmadığım takdirde Amerika’da aptallıkla suçlanabileceğim için okumalıyım şiirlerini.
30 Eylül
Nice yıllar boyunca bir evlilik teklifinden daha iyi bir şey için dua ettim.
Acaba beni o görkemli “önce hanımlar” ülkesine götürecek cömert kader, dualarımdaki “bir şey” mi?
Bir kadın olarak Amerikey’e doğru denize açılacak olmaktan mutluyum.
Acaba Amerika’da “vatandaşlığa girmek” zorunda kalacak mıyım?
Eski barbarlıkları arzulayan Japon “beyefendisi”, kızları hâlâ mal olarak görmekte ısrar ediyor.
Aşkın ne olduğunu ne zaman kavrayacak?
Yazık ona!
Bir defasında tanımadığım biri bana evlenme teklif etmişti. Hayatımda hiç o kadar aşağılanmış hissetmemiştim.
Doğulu hiçbir erkek medeniyet için uygun değildir.
Erkekleri eğitin ama kusura bakmayın da kadınları eğitmenize gerek yok!
Meiji’nin aydınlanmış döneminde doğmuş modern kızlar olağanüstü bir ruhla donatılmıştır.
Ben gönlümün istediği gibi davranırım. Canım istediğinde gülmek için annemin izin vermesini beklemek zorunda değilim.
1 Ekim
Saçlarımı son defa Japon stilinde görmek için sessizce aynaya baktım. Hakikaten, ayna olmayınca kadınlar yaşama sevincini yitirir.
Saçlarım kelebek stilindeydi!
Memleketimden uzaklara gittiğimde küçük başımı süsleyen bu saç şeklini özleyeceğim.
Japonların saçlarına şekil verirken doğuya has bir retorik ortaya koyduklarını düşünmüşümdür hep. Bu, ruhu felç eden bir retoriktir. Güzelliği, canlılığından gelmez.
Başımda yeni bir cazibe olsun istiyordum.
Ne var ki saçımdaki bütün kâğıt ipleri kestiğimde üzülmüştüm.
Amerikalıların saç şekillendirme yönteminin başımı gülünç ve ufacık bir şeye dönüştüreceğinden korkuyordum.
Uzun saçlarım, takatsizce omuzlarıma iniyordu.
Denizden yeni çıkmış bir denizkızının dalgın haliyle bambu verandaya uzandım.
Meriken saç stili vahşi ve sanattan uzak görünüyor. Bana kalırsa bunun sebebi, bu stilin doğal güzelliğe daha çok kıymet vermesi.
Doğallık bütün güzelliklerin en üstünüdür.
Sayo şikaraba!4
Amerikan hürriyetinin güzelliğini saçlarımdan başlayarak öğreneyim!
Bunun pejmürdelik olmadığına emin misin?
Kadınların pejmürdeliği yalnızca hiç erkek olmayan yerlerde afedilebilir.
2 Ekim
Ara sıra unutkan olmak, bir kadının cazibelerindendir diyebilirim.
Fakat korkarım ki benim durumum sıradan unutkanlığı ziyadesiyle aşıyor.
Bazen (eğer bir gün evlenirsem) kocamın ismini de unutur muyum diye düşünüp gülüyorum.
İngilizcedeki “shall” ile “will” kullanımlarıyla nasıl başa çıkacağım? Bu konuyu hayal meyal hatırlıyorum.
Bir pusula aradım. “Shall ve Will nasıl kullanılır?” sorusunu yanıtlayan bir pusula. Hatta kilere bile baktım.
Sonra şunu hatırladım: Öğretmen, Amerikalıların gramer konusunda titiz olmadıklarını söylemişti. Hiçbir öğretmenin onayı yeterince güçlü değildir. Ama yine de huzursuzluğum biraz yatıştı.
* * *
“Bu, Japon kızların çağı olmalı!” diye haykırdım.
Bambularla kaplı arazimizde Bay Birisi tarafından kaleme alınmış bir yazı okuyordum.
Tarzı, Irving’inkinden zayıftı.
Onun keyifli “Hikâye Kitabı”nı okumuştum. Ahşap yastığımın altına bu kitabı koyarak uyurdum.
Kadınlar rüyalarında bile ellerini uzatıp kendilerine ait bir şeye dokunmaktan mutlu olur. “Hikâye Kitabı” nice aylar boyu benim çocuğum olmuştu.
Bay Birisi kız kardeşlerim için sevgi dolu sözler savuruyordu.
Arigato! Tanrı’ya şükür!
Ama keşke “Aklı başında hiçbir musume5 yabancı bir elbiseyi kimonosuna yeğlemeyecek!” diye buyurmasaydı.
Beni büsbütün şen bir bülbül yapmayı başaramadı.
Amerikalıları rüzgârda dalgalanan elbisemizle mi karşılamalıyım?
Bir Amerika şehrinin beşinci caddesi boyunca takunyalarımla dikkatli adımlar atarak “Karan Coron”dan bir melodi çalarken hayal ettim kendimi. Kalabalık etrafıma üşüşmüştü. İpek elbisemin neredeyse yerde sürünen kollarından beni çekiştirip şöyle soruyorlardı: “Bir metresi kaça?” Sonra bir Japon şarkısı okumam için yalvardılar.
Hiçbir fiyat karşılığında sansasyonel bir rol oynamam.
Meriken elbiseleri konusunda hünerli olmasam da gösterişsiz bir kız olarak kalayım.
Korse takınca korkunç mu görünüyorum?
Bence Pekin’deysen Pekinliler gibi davranırsın.
3 Ekim
Ellerim, omuzlarıma salınan saçlarımı şekillendirmek için kullandığım bir taraktan ağır bir şeyi nadiren kaldırmıştır.
(Ruslarla savaşmaya yetecek kadar büyük ve keskin) “Gümüş” bıçak düşüp büyük tabağın kenarını biraz çizdi.
Ellerim yorgundu.
Amcamla birlikte “Western Sea House” adındaki meşhur Amerikan restoranında yuvarlak bir masada oturuyorduk.
İlk defa gerçekten ağır bir Amerikan usulü tabldotla karşı karşıyaydım.
Bereketli tadı yağlı, baskın kokusu ise kusturucuydu.
Acaba bu yemeğe alışmaya çalışsam mı?
Korkarım ki küçük midem bir kâse pirinç ile birkaç parça çiğ balıktan fazlasına müsait değil.
Japon yemeklerinden daha hafif ve daha iştah açıcı bir şey yoktur. Birçok sürgülü shoji6 bulunan tatlı bir yaz villası gibidir. Bu kapılardan esintiyi selamlayıp yıldızlara şarkı söylersiniz.
Benim seçimim, hafiflik.
Acaba Amerikan yemeklerine ne zaman alışacağım diye merak ediyordum!
Amcam bir Meriken adamı. Amerika’da bana bir sürü şey göstereceğine söz verdi.
Yale Üniversitesi’nden 1884’te mezun oldu. “Nippon Maden Şirketi”nin baş sekreterliğinde önemli bir mevkide. Bir senelik izin aldı.
* * *
Şu tabaktaki şüpheli parçalar da neydi?
Üzerlerinde çiçek bozukları olan parçalar!
Bu şeylerin muhterem ismi peynirdi!
Amcam peynirlerin içinde birkaç “sevimli” solucanın yaşadığını söyleyerek korkuttu beni.
Pöf, pöf!
Peynirler kötü bir koku yayıyordu. Bunlarla en ufak bir temasa geçtiyseniz, en kalitelisinden bir kutu diş tozunu boşaltmanız gerekir.
Bana gelince, bu peynirlerle tanışmaya asla cesaret edemem. Karşılığında bin yen verseler bile!
Sırf meraktan birkaç tanesini cebime koydum.
Acaba haşereleri evimizden uzak tutmak için onları kapıya assam mı?
(Çünkü baş belası haşereler bile peynirden uzak duruyor.)
4 Ekim
“Belgic” bir gün gecikecek. Ayın yedisinde yola çıkacak.
“Neden bir hafta değil ki?” diye ağladım.
Evimde birkaç gün daha uyuyabilmek için dua ettim. Ülkemden ayrılacağımı düşündükçe daha da hüzünleniyordum.
Annem Meriken rıhtımına gelmemeli. Çünkü onu ağlarken görürsem, Amerika maceramdan kolayca cayabilirim.
Hizmetçimle birlikte Budist manastırımıza gittik.
Büyükannemin ve büyükbabamın mezarlarına gidip veda ettim. Onları zarif kasımpatılarla bezedim.
Adımlarımızı eve yönelttiğimiz esnada kaşları karlı keşiş (sanki bu dünyadan değil gibiydi!), Amerika’ya gidince ailemin mabedini unutmamamı rica etti.
“Hıristiyanlar barbardır. Cenazede biftek yerler,” dedi.
Sesi bir ilahiyi andırıyordu.
Rüzgârlarla birlikte tapınaktan hüzünlü bir akşam duası akın ediyordu.
Manastır çanı acı acı çalıyordu.
“Gon! Gon! Gon!”
5 Ekim
Bir “chin koro” arkamdan havladı.
Japon kuçukuçusu başka bir şey bilmez. Bir sürü tuhaf şeyle karşılaşmak zorundadır.
Ayakkabılarımın hafif vuruşu, onun için büyük bir heyecandı. İpek eteğimin hışırtısı (ne kadar da değişken bir sesti) ise onu korkutmuştu.
Meriken elbisemle amcamın yanından eve doğru koşturuyordum.
Yerde sürünen koshi goromomun altında ayakkabılarımın ara ara gözüken uçlarını yakalamak yeni bir keyifti.
Daha tatmin edici bir bakış arzuladığım için eteğimi dalgalandırdım.
Şüphe uyandırıcı biri gibi mi görünüyordum?
Mutluydum. Köpeğin beni yabancı bir kız sandığını düşününce pek eğlendim.
Ah, farklı bir tarz edinerek değişmeyi o kadar çok istiyordum ki! Değişim çok hoş.
Taklidim çok zekiceydi. Başarılı olmuştu.
Evime girdiğimde hizmetçim şaşırıp dedi ki:
“Bikkuri shita! Korkuttunuz beni. Sizi Meriken ülkesinden bir ijin7 sandım.”
“Ho, ho! O ho, ho, ho!”
Ardımda en neşeli kahkahamı bırakıp (Beşinci perdede muzaferane bir edayla sahneden çıkan bir prenses gibi) zarafetle odama geçtim ve kapımı kapattım.
“Ayakkabılarımın ara ara gözüken uçlarını yakalamak yeni bir keyifti.”
Uzun zamandır yaşadığım en leziz ânı hak ettiğimi itiraf etmeliyim.
Japonların yalnızca taklitçi olduğu suçlaması karşısında teslim olamam ancak biz Nippon kızlarının taklitçiliğe meyilli olduğumuzu kabul ediyorum.
Beceri isteyen bu sanatta ben de hünerli değil miyim?
Musumeleri uyararak işe yarayan Bay Birisi nerede?
Sonra San Francisco’daki beyaz bir hanımla yapacağım ilk mülakat sahnesini prova etmeye başladım.
Bartlett’in İngilizce Konuşma Kitabı’nı açıp söylediklerimin doğru olup olmadığını kontrol ettim.
Yazı masasına oturdum. Japon evlerinde sandalye olmaz.
(Tanrım, mottainai! Konfüçyüs’ün muhteşem kitabının üzerine oturmuştum.)
Karşımdaki ayna bana “ne maskara şey” olduğumu gösteriyordu.
6 Ekim
Yağmur yağıyordu.
Tül gibi yumuşak, sıcacık bir güz yağmuru!
Mana dolu sesi, uzak bir şarkıdır. Bu şarkı, yarı hıçkırık yarı kokudan oluşur. Ekim yağmuru tatlı ve hüzünlü bir şiirdir.
Bir kâğıt kapıyı açıverdim.
Evim Tokyo’nun yarısına ve Yedo Körfezi’ne nazır bir tepede bulunuyor.
Sonsuz çay ve çörekleriyle, festival fenerleriyle sevgili şehrim, yağmurun gri örtüsünün arasından bana bakıyordu.
Sanki Tokyo bana veda ediyor gibiydi.
Sayonara! Canım şehrim!
İyi geceler memleketim!
Okyanusta
7 EkimBelgic
İyi geceler memleketim!
Elveda, Dai Nippon’un sevgili imparatoriçesi!
12 Ekim
Havaya savrulan suların görüntüsü (ve geminin kötü kokusu), daha “Belgic” limandan ayrılmadan evvel başımı döndürmüştü.
Son beş gün fasılasız bir kâbustu. Ölmeyi bu beş güne defalarca yeğlerdim!
Şu ufak tefek bedenim, deniz tuttuğu için bitap halde. Amerika’ya bir deri bir kemik mi ulaşacağım?
Fırtına ortasına fırlatılmış bir kâğıt bayrak gibi hissediyordum kendimi.
İnsanoğlu gülünç derecede küçük. Tabiat onunla oynuyor ve onu dilediği zaman öldürüyor.
Aklında canlananlar için Balboa’yı8 suçlayamam zira Darien’deki zirveden ilk kez Pasifik Okyanusu’nu görmüştü.
Bu “Pasifik Okyanusu” değil. Dünyayı ayıran su!
“Daha iyi oldun mu?” diye sordu yol arkadaşlarımdan biri.
Bu, Meksiko’ya yeni atanan elçiydi ve görev yerine gidiyordu. Amcam onun en yakın arkadaşlarından biridir.
Ya Meriken hanımları beni böylesi pejmürde ve çopur bir beyefendinin “tatlı” karısı zannederse?
Neyse, sorun olmayacak diye düşündüm çünkü San Francisco’da yolumuz ayrılacaktı.
(Amcamın dediğine göre çiçek bozuğu Amerika’da nadirmiş. Hiçbir ülke çiçek bozuğunu özel olarak talep etmiyor anlaşılan.)
Çocuksu kayıtsızlığı ve samuraylara has nezaketi onu farklı kılıyor. O kocaman kahkahası “ha, ha, ha!” diye ta bin metre uzaktan yankılanıyor.
Şarap bardağını asla elinden düşürmez. Amcam onun hiç yemek yememesinden şikâyet ediyor.
Elçi, kadehini ne kadar çok tazelerse Çin meselesi hakkındaki belagati de o denli artıyor. İçki içerken dahi bir diplomatın muhterem standardını korumayı unutmuyor.
Bir sarhoşun belagatinde sevimlilik görüyorum.
* * *
İlk defa güverteye çıktım.
Heyhat, okyanusun tehditkâr görkemiyle yüzleşecek kadar güçlü değildim! Ulviliği beni çarpmış ve yaralamıştı.
Ah, yağlı gibi gözüken suların o enginliği! Ne kadar da göz korkutucu bir büyüklük!
Bir yıldız, hüzünlü tek bir yıldız parlıyordu tepemizde.
O küçük yıldızın gökyüzündeki bir geminin güvertesinde yapayalnız titrediğini düşünüyordum.
Yıldız ile ben ağlaşıyorduk.
13 Ekim
Muhterem elçimizin fırçalamakta olduğu silindir şapkasının içindeki “7 yen” etiketini gördüğümde, okyanustaki ilk kahkahamı patlattım.
O kocaman başlığı göreve atanmasından hemen önce almış olmalı.
Öyle bir kâğıdı çıkarmamış olması ne kadar aptalcaydı!
İşte o zaman bir kahkaha attım.
O kadar dayanılmaz şekilde komik olan şeyin ne olduğunu sordu.
Daha da çok gülecektim. “Ah, canım benim!” dememek için zor tuttum kendimi.
Günlerdir yatağa sımsıkı tutunmuş olan “biçare ben” bugün harika hissediyordum.
Okyanus sakinleşiyordu.
Karadayken gözlerim binlerce ayartıyla karşılaşır. Oysa burada yalnızca suları ya da güneş ışıklarını görmek için açıyorum gözlerimi.
Ben yaşadıklarımdan ders almam fakat ışık gösterilerini takdir etmeyi öğrendim.
Bu ışıklar beyazdı. Ah, ne göksel bir beyazlıktı bu!
Rüzgârla kabaran dalgalar, beyaz dişlerini ışıldatarak Güneş’i kutsayan harika bir şarkı söylüyordu usulca.
Deniz yolculuğu pek de fena değilmiş, ha?
Japonya’ya yüzümü dönerek açık güverteye sıkıca yerleştim.
Ben dağlara tapıyorum.
Heyhat! O muhteşem kar kubbesini yani Fuji Dağı’nı göremiyordum.
* * *
Bir düzine, hatta iki düzine peri gökyüzünden okyanusa indi.
Rüya görüyordum.
Öyle mutluydum ki!
14 Ekim
Saçlarım ne kadar da karışıktı! Doğudan ayrıldığımdan beri saçımı düzene koymamıştım. Japonya’da polis, böylesi bir pejmürdeliğe ceza keserdi.
Bütün sabah boyunca saçlarımla meşgul oldum.
15 Ekim
Pazar ayini yapıldı.
Bir deniz yolculuğunda dua etmekten daha doğal bir şey yoktur.
Karayı terk ettik. Okyanusun ise dibi yok.
Her an “iniltilerimizle suları köpürterek bir mezarımız olmadan, cenaze çanımız çalmadan, tabuta konmadan ve kim olduğumuz dahi bilinmeden” ölebiliriz.
Yalnızca dua bizi metanetli kılar.
Gölgesi kalbimi kaplayan Görünmez Yüce Güç’e seslendim.
O, Hıristiyanlığın Tanrısı olmayabilir. Budizmin Hotoke Saması da değildir.
Şu kızıl suratlı denizciler, niçin “küfretmek” yerine göksel ilahiler okumuyorlar?
16 Ekim
Amerikey çok uzaklarda.
San Francisco’nun küçücük bir noktası bile görünmüyor ufukta!
Acaba memleketime hiç dönmezsem ne olur diye düşünüyordum.
Zengin ve yakışıklı bir Merikan’la evlilik mi yapacaktım?
Bir daha böyle bir okyanusu gemiyle aşmamaya neredeyse kararlıydım. Bir Trans-Pasifik demiryolu yapılana dek sabırla bekleyeceğim.
Güneşin tadını çıkarıyordum.
“Belgic”in yanlış bir yola girdiğini hayal ediyordum.
Peki ya sonra?
Fener gibi gözleri olan ifritlere ya da uluyan yamyamlara mı yaklaşmaktaydım?
“İya, iya, hayır! Lotus Yiyenlerin tarihi adasında gururla karaya çıkacağım,” dedim.
Ne diye yanıma Homeros’u almadım ki? Okyanus, onun görkemli sadeliği ve yüksek kıvraklığı için en uygun yer.
Lord Tennyson’ın Lotus Yiyenler şiirinden birkaç bölüm geldi aklıma. Hakikaten, Lord Tennyson, kulağa “şair Tennyson”dan hoş geliyor. Unvanları severim ama günümüzde milyonerler kadar sıradan kabul ediliyorlar.
Bir Japon şairinin farklı bir üslubu vardır.
Biraz şairlik yapayım mı?
Suç değil ya.
Lotus Yiyenler adlı şiirime şu güçlü mısralarla başlıyorum:
Ey sessiz gölgelerin rüya dolu ülkesi!
Ey sakin günün huzur üfleyen ülkesi!
Ey tebessümlerin ve ninnilerin yavaş ülkesi!
Ey mis kokulu neşe ve çiçek ülkesi!
Ey sessiz Lotus Yiyenler’in ebedi ülkesi!
Sonra münasebetsiz bir şairin yıllar evvel aynı şeyleri yazmış olabileceğinden korktum.
Şiir üretmek yavaş bir iş.
Modern insanlar şiiri eski moda diyerek önemsemiyorlar. Acaba ben de daha modern bir sanat için şiirden vazgeçsem mi?
17 Ekim
Yün ipten bir çift erkek çorabı örmeye başladım.
Bu çoraplar, bu deniz yolculuğunun hatıralığı olacak.
(Sır tutamıyorum.)
Dürüstçe söylemeliyim ki bu çorapları müstakbel “sevgilime” vermek üzere tasarladım.
Yün kırmızı ve benim candan bağlılığımın bir simgesi.
Çoraplar kendi ayaklarımdan çok büyük olmamalı. Büyük ayaklı beylerden hoşlanmıyorum.
18 Ekim
Amcam şiirsel ilhamla yazdığım eserimin tamamlanıp tamamlanmadığını sordu.
“Amca, daha on satır bile yazmadım. Benim Lotus Yiyenler şiirim, Gölün Hanımı şiiriyle aynı uzunlukta olacak. Görüyorsun ya Oji San, benim eserim yalnızca nitelik değil nicelik bakımından da ödüllü şairinkinden çok daha üstün olmalı. Fakat rakip bir eser yazarak ihtiyar şairden bir ödül yağmalamak sevimli bir Japon kızına yakışmaz diye düşündüm. Tennyson öyle iyi bir adamdı ki!” dedim.
Gülümseyip muzipçe ona baktım.
“Demek öyle! Hakikaten pek iyi kalplisin!” deyiverdi amcam.
19 Ekim
Sanırım San Francisco’ya yaklaşıyoruz artık. Gemiden inip yürüsem mi acaba?
“Belgic”in yeterince kömürü var mı? Bu akıllı gemi nasıl bu kadar yavaş olur anlamıyorum!
Boş sayfalar çabucak geçsin! Yeni bölüme bir an evvel başlayayım: “Amerika!”
Hayatın gri tekdüzeliği beni deli ediyor.
Okyanusta hiçbir şey olmuyor!
20 Ekim
İşte ay tepemde duruyor. Okyanusta ay ne kadar da büyük!
“Ay biricik memleketim Tokyo’yu ziyaretten dönüyor olmalı,” diye düşününce “Sayonara, anne!” diyerek anneme veda ettiğim o trajik sahne hemen aklıma geldi.
Yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu!
21 Ekim SabahıÖğleden Sonra Üç
Nihayet!
Güzel Bayan Gündüzsefası rüyalarının ülkesine, Ameri-key’e ayak basmak üzere.
Evet, benim mütevazı ismim bu efendim.
18 yaşındayım.
(Amerikan hanımları, yaşlarının sorulmasını niçin hakaret sayıyor ki?)
Örgü işimin daha yarısı bile bitmemişti. Kocamla tanışma şansını elde edemeyeceğime dair kötü bir işaret olarak görüyorum bunu.
Tsumarana! Ne kadar kurak bir yaşam!
* * *
Muhteşem elçimiz gömleğine bir düğme yerleştirmekteydi. Titrek parmakları kararsızdı.
Gömleği elinden kapıp iğneyle hünerimi sergiledim.
“Siz modern kızların iğne ipliğe tamamen yabancı olduğunuzu sanıyordum,” dedi.
İstihzaya9 başvurduğuna göre sıkıcı biri değilmiş diye düşündüm.
Amcam, bir tek puro dahi bırakmadığından şikâyet ediyordu.
Bu iki beyefendi de karaya çıkarken giyinmeme yardım etmeyi teklif etti.
Nazik bir şekilde reddettim.
Aynam nerede?
Çok ama çok güzel takdim etmeliyim kendimi.
Bepul matn qismi tugad.