Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kardeş Sesler 2019»

Анонимный автор
Shrift:

Takdim

Avrasya Yazarlar Birliği olarak atölye çalışmalarında on birinci yılı (21. ve 22. Dönem) geride bırakmış, on ikinci yıl (23. ve 24. Dönem) için hazırlıklarımızı tamamlamış durumdayız. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu yaşamakta kararlıyız. AYB olarak gerçekleştirdiğimiz ilklerden biri de gerçek anlamda atölye çalışmalarıyla özgün eserler üretilen yazarlık atölyeleridir. Katılımcılarımızla birlikte emeklerimize yüreklerimizi ve deneyimlerimizi de ekleyince başarı, hatta beklediğimizin üzerinde bir başarı kaçınılmaz oluyor.

Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam edip ikinci, üçüncü müstakil kitaplarını çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla neredeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. AYB olarak bu arkadaşlarımızla kitap fuarlarında yan yana kitap imzalamak bizi daha çok çalışmaya sevk eden büyük mutluluk kaynağımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında yeni bir ses, yeni bir renk, yeni bir iz olacaklarına içtenlikle inanıyoruz.

“Kardeş Sesler” yıllık çalışmalarımızın sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkarmıştık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013… diye atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. “Kardeş Sesler 2019” on birinci yıl (21. ve 22. Dönem) atölye çalışmalarına katılan arkadaşlarımızın eserlerinden bir kısmını içermektedir.

Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş ile şair, deneme yazarı Sema Tanrıverdioğlu Ersöz; hikâye atölyesinde hikâye ve roman yazarı Osman Çeviksoy ile hikâyeci, şair Ataman Kalebozan; deneme atölyesinde dilci, deneme yazarı Hüseyin Özbay ile şair, yazar Azize Kaya özveriyle çalışmışlardır. Kaleme alınan her metin; ilgili atölye hocası tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden gerektiğinde tekrar tekrar değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler önce halka açık okumalarda sonra dergilerde daha sonra da bu kitapta yer almaya hak kazanmıştır.

Kardeş Sesler 2019’un geçen dönemlerde yayınladığımız ortak kitaplar gibi ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış olan arkadaşlarımızın, bu kitabı inceleyerek okumaları gerektiğini düşünüyoruz.

Başarımızdaki en büyük pay, yazarlığın çilesini kabullenmiş, değerlendirmelerimizi dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş olan katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2019’da yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil kitaplarla karşımıza çıkmalarını bekliyoruz.

Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.

AYŞENUR ÖZGÜNSEVEN


Bursa’da doğdu. Dedesini ve babasını da mezun eden Hocailyas İlköğretim okulunu bitirdi. Lise öğrenimini Şükrü Şankaya Anadolu Lisesi’nde gördü. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden 2019’da mezun oldu. Okumayı, yazmayı çok sever. Küçüklüğünden beri yüzmeyi sevmektedir.


Hikâyeler:

BAHARIN GETİRDİĞİ

ŞAHİT ÇOCUK

AYAK SESLERİ

BAHARIN GETİRDİĞİ

“Hoş geldin Gülbahar.”

“Merhaba abla, çok beklettim mi seni?”

“Yok, yeni gelmiştim ben de.”

“Bugün ne yapacağıma henüz karar veremedim ama bu el işini bitirebilirsem arkadaşıma hediye edeceğim.”

“Bir kolye mi olacak? Boynunda nasıl duracağını iyi düşün.” dedi, atölye sahibesi Ebru Hanım.

Düşünüyordum, düşünmesine ama ilham öyle bir şeydi ki ufacık bir kıpırtıda bir seslenişte belki de bir kelimede saklıydı. Dışarıdaki yağmur sesi bile ilham vermiyordu. Böylece dalmışken, Ebru Hanım atölyeyi havalandırmak belki kendiside şiir gibi yağan yağmurdan bir hisse alabilmek için pencereyi açtı. İçeriye bir parça ilhamın girdiğini hissettim. Hırçın rüzgârın sürüklediği az ilerideki çınar ağacının sararmış bir yaprağı, taze ve soğuk toprak kokusunu da alıp pencereden içeri girdi. Hafifçe ürperdim. Yaprağın bu zarif düşüşüne rüzgârın uğultusu eşlik etti. Gülümsedim. Yollarını gözlediğim hissiyat gökten düşüvermişti önüme. Sararmış ıslak yaprağı elime aldım. Zamanda geriye yolculuğum için bir anahtardı elimdeki ve beni o ana götürüverdi.

“Rahat bırak o yaprağı!” dedi Ebru Hanım muzip bir gülümsemeyle. “Fırını az önce açtım, o ısınırken biz de işimize başlayalım.” dedi. İçeri giren soğuk havadan üşümüş olacak ki kollarını elleriyle ısıtmaya çalıştı. “Burası da iyice soğumuş, benim sevgili ilham perilerim kaçıverirler soğuktan, belki seninkiler de çoktan kaçmıştır.” deyip pencereyi kapadı.

Yaptığı işten emin insanlarda bulunan hafif küstahlıkla bakır levhalardan birini aldım. İstediğim şekli üzerine çizdikten sonra levhayı kesmeye başladım. Bir yandan da renkleri düşünüyordum. Zihnimde sonbaharın tonları arasındaki geçişin uysallığı canlandı. Tüm renkler birbirlerini kabul ediyorlar, kendi aralarında fazlaca farklılığa tahammül edemiyorlardı. Onların birbirlerine boyun eğişi her mevsim geçişinde yaşanan dönüşümün kendineydi. Renkler bu dönüşümü ölüm öncesi bir şenlik olarak yaşıyor ancak bunun gelecek bahara bir davetiye olduğunu biliyorlardı. Bu davete gönülden itaat ediyorlardı. Bu itaatkâr renklerden hangisini seçsem diye düşünürken, onun beyaz tenine kırmızının ne kadar yakıştığını hatırladım. Evet, rengimi bulmuştum.

Bakırı kesme işimi bitirip kestiğim parçadan ipin geçeceği bir delik açtım. Polisaj makinesinde levhayı iyice parlattım. Küçük cam parçaları içeren mine tozlarıyla bakır levhanın pürüzsüz yüzeyini taşırmadan boyamaya çalıştım. Dikkatli davranıyordum çünkü bu sulu renklerin ne yapacağı pek belli olmazdı. Mine tozları eridikten sonra bakır yüzeye tutunur, onu renkli bir cam gibi kaplardı. Hazırladığım mine işini fırına dikkatlice yerleştirdim. Şimdi bu küçük kızgın fırında pişmekte olan minenin bir kalbi olsaydı, hediye edileceği güzel kızı bilseydi erimiş camın en parlak halini yansıtmak için elinden geleni yapardı diye düşündüm.

Sabırsızlığım saniyelerin zamanı ilerletme telaşını azaltıyordu. Sanki fırındaki yüksek sıcaklık mineye tesir etmiyor, Ebru Hanım’ın göz kapakları daha yavaş birbirine kavuşuyordu. Atölyenin tahta penceresi içeriye girmeye çalışan rüzgârı uğultuya çeviriyordu. Rüzgârın akıncıları bu uğultular olmalıydı. Hepsi birden hatıralarıma hücum ediyorlardı. Tanıdık bu seslerle kendimi farklı bir zamanda buluverdim.

Tahta pencereden içeri yine aynı uğultunun girdiği eski ama bakımlı bir evdeydim. Pencereyi örten dantelli perde bu uğultulara eşlik edercesine dans ediyordu. Ben ve küçük kız, pencerenin önündeki koltukta oyun oynuyorduk. Kızın kumral lüleli saçları her hareketinde havalanıyordu.

“Abla.” dedi. “Yapraklar ağaçların kardeşleri değil midir?”

“Evet, öyledir.” dedim.

“Peki, yapraklar yere düşüyor çöpçü de onları süpürüyor. Bir daha birbirlerini hiç göremiyorlar mı?”

“Elbette görüyorlar. Ağaçların yaprakları baharda yeniden çıkacak. Yani sonbahar ve kış geçince yine görüşecekler.”

“Üstünden ne çok zaman geçiyor.” Küçük kız bunu derken elleriyle ayları saymaya çalıştı. “Of, amma da çokmuş. Ağaç yapraklarını nasıl unutmuyor abla?

“Ağaç o soğuklarda baharı, kardeşlerini düşünüyor. Öyle ısınıyor. Yaprağını unutan ağaç mı olur hiç? Eğer unutursa kuruyuverir. Sen merak etme. Bizim bu koca çınar unutkan değildir. Hadi gel, dışarı çıkalım.” dedim.

Uğultulu odadan gülüşerek çıkıp evin kahve-beyaz boyalı vernikli merdivenlerinden aşağı indik. Hemencecik ayakkabılarımızı giyip sokağa çıktık. Rüzgâr soğuk esiyordu. Kardeşimin kırmızı beresi hafif kepçe kulaklarını örtüyor, birkaç asi lüle, beresinin altından çıkmış sallanıyordu. Kardeşim az önceki sohbetin hayalinde canlandırdıkları ile “Kardeşler, kardeşler.” Diyerek uçuşan yaprakları kovalıyordu. Yerden aldığı yaprakları göğe saçıyordu. Üşümüş çınar ağacı yapraklarıyla oynayışımızı izliyordu.

“Gülbahar. Hey, Gülbahar! Fırına bakıyor musun?” diye ikaz edici bir sesle irkildim. Ebru Hanım karşımda duruyor, yüzüme endişeyle bakıyordu. Telaşla fırının içini görebildiğim tek yer olan küçük deliği açıp, mineye baktım. Kıpkırmızı kesilmiş, sanki kor olmuştu. Yeteri kadar piştiğine kanaat getirip bir maşa yardımıyla dışarı çıkarttım. Soğuması için demir ızgaranın üstüne koydum. Soğuttuğum mineye rengine uygun bir ip geçirdim. Bu sırada pencereye baktım. Yağmur dinmiş ve uğultular kesilmişti. Yapraklar hareketsizdi. Vakit epeyce ilerlemişti. Ebru Hanım, atölyeyi toparlıyordu. Ona baktığımı görünce: “Sahi ya.”dedi. “Mineyi bir arkadaşına yaptığını söylemiştin. Yurtdışındaydı değil mi?”

“Evet, en iyi arkadaşlarımdan birine yaptım. Kardeşime, Gülnar’a. Eğitimi için yurtdışına çıktı. Ama bahara dönecek. Zaten kardeşlerin geri dönüşü hep bahar ayında olmaz mı?”

Ebru Hanım sorumu anlamadığını belirtircesine kaşlarını kaldırdı. Ama üzerinde durmadı. Kolyeyi çok sevdiğini, kardeşime çok yakışacağını söyledi. Mine işini küçük bir kutuya koydum. Kutuyu nazikçe çantama yerleştirdim. Ebru Hanımla tekrar görüşmek üzere anlaşıp, atölyeden ayrıldım. Sokağa çıktığımda soğuk kendini hissettiriyordu. Yerdeki yaprakların üstüne basarak yürürken gözlerim buğulandı. Dudaklarımdan istemsizce, “Kardeşler hep baharda gelirler.” cümlesi dökülüvermişti. Sararmış çınar yapraklarının süslediği asfaltı, rüzgârın uğultusunu dinleyerek adımladım.


(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2018)

ŞAHİT ÇOCUK

Elimde tuttuğum siyah şemsiyenin muşambası delinmişti. Yağmur suları kalın damarlı elime sızıyordu. Artık iyice yavaşlamış adımlarımla taş döşeli yolda yürüyordum. İhtiyarlığın önlenemez yokuşundan son sürat inerken dolaştığım bu sokaklar hatıralarıma çıkıyordu. Şu köşe başındaki iki katlı sarı ev arkadaşım Receplerin eviydi. Biz aşağıdaki mahallede oturuyorduk. Ne yapıp eder oyunlarımıza onu da dâhil ederdik. Böylelikle oynayacak bir topumuz olurdu. Çarşının içi çocukluğumun bir döneminde şahit olduğum gibi yanık ve is kokmuyordu şimdi. Sokağı sağlı sollu yerleşmiş kahveciler, kuruyemişçiler, üst-baş satan irili ufaklı dükkânlar dolduruyordu. Buradaki haraketlilik, seyyar satıcıların haykırışları dükkân sahiplerinin “Buyrun”ları hâlâ aynıydı. Bu düşünceler içinde ne zaman buradan geçsem, Koza Han’ın Heykel’e açılan kapısı çocukluğuma çıkardı.

Sıcak bir temmuz sabahı, kafama büyük gelen külahımın altından şakaklarıma ter damlıyordu. Meydanda aşina olmadığım bir sessizlik vardı. Büyük taşlarla döşenmiş cami avlusunda koca çınara kadar koştum. Yazları cehenneme dönen havanın bunaltıcılığına esnafın, ahalinin gözlerindeki sessiz ağıt da ekleniyordu. Rüzgâr kesiliyor, yaslandığım çınarın yaprakları susuyordu. Avlunun hemen karşısındaki belediye binasında çalışanların telaşlı koşuşturmaları duyuluyordu. Gittikçe yaklaşan ritmik bir gürültü, tedirgin bekleyişi yırtarcasına buraya geliyordu. Korktum. Büyüklerimin endişeli yüzleri, çaresiz duruşları çocuk yüreğimi ürküttü. Yaslandığım ağaca tırmandım. Çınarın koca dalına anama sarılır gibi sarıldım. Sıkı sıkı tutundum ona. Ayaklarında ucu ponponlu çarıkları ve etekli üniformalarıyla bir grup asker belediye binasına geldi. Komutan en önde duruyordu. Arkasına dönüp başıyla işaret etti. Bir kısım asker binanın içine girdi. Birkaç dakika sonra ellerinde kelepçeleriyle belediye çalışanlarını dışarı çıkardılar. Komutanları dimdik duruşu ve gür sesi ile anlamadığım bir şeyler söyledi askerlere. Ardından kibirle etrafına yöneltti bakışlarını, işte o anda göz göze geldik. Annemin her gün usanmaksızın ettiği dualar kulaklarımda yankılandı:

“Allah’ım gâvurların zulmünden korusun Osman’ımı.”

Bunca zamandır her yerde anlatılan gâvurlar bunlar mıydı? Demek Mudanya’daki Ethem Amcamların çiftliğini yakan da anamın köyündeki Sultan Nine’nin liralarını çalıp, öldüresiye dövenler de onlardı. Komşular ve babam, evde bunları anlattıkça hele de civar köylerden vahşet haberleri geldikçe anamın gözleri dolardı. Bakışlarını benim ve ablamın üzerinde gezdirirken dudakları kımıldardı. Şimdi o gâvur gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Ellerim terledi. Vücudum titremeye başlamıştı. Bana ne yapacağını düşünüyordum ki gözlerini umursamaz bir şekilde devirip belediye binasına girdi. Bayrak direğinde artık mavi-beyaz bir bayrak dalgalanıyordu. Orada, o koca çınar ağacının üstünde ne kadar süre kaldım hatırlamıyorum. Ama o bakışların sinemde bir yerleri yangına çevirdiğini hissetmiştim. Küçüklüğümün o döneminde yüreğimin son yanışı değildi bu. Tam iki yıl süresince boyun eğmek zorunda kalmış insanların gözlerindeki kıvılcımlara yandım. Bir de çok aramama rağmen gözlerinde kıpırtı dahi göremediklerime… Biri üzüntüden diğeri ise hırstandı.

Okula gidip gelirken sokakta oynarken arkadaşlarıma yaşananları anlatmayı alışkanlık haline getirmiştim. Evdekilerin konuştuklarını onlara anlatıyordum. Ulu Cami’ye hayvanlarını bağlayan, çarşıda pazarda hor davranan, genç kızlara sarkıntılık yapan gâvurdan bahsediyordum. Arkadaşımın babası bir gün babamı uyarmış:

“Osman çocuklara neler anlatıyor? Gül gibi geçinip gidiyoruz, bizim bir derdimiz yok. Çocukların kafasını bulandırmasın.” diye. Benim içimi yakan da en çok buydu. Geceleri yüzümü göğe çevirip yeryüzündeki ay ve yıldızın mahzunluğunu şikayet ediyordum.

Umudumun iyice seyreldiği bir eylül ayıydı. Cepheden zafer haberleri geldikçe Yunan zorbalığını arttırıyordu. Müdafaa için çalışan gençleri, kendilerince sebepler bulup hapishaneye kapatıyorlardı. Civar köylerden sürekli kanlı haberler geliyordu. Elimizden silah namına kullanılacak her şey alındıktan sonra yapabildiğimiz tek şey valiliğe zulümleri bildirmekti. Vali de işgal komutanlığına zayiatı bildiren dilekçeler yazardı. Bunlara doğru düzgün karşılık bile verilmezdi.

Her gece küllenen umutlarımla kapıyordum gözlerimi. Yeni bir kardeşim olacaktı. Onun hürriyetten mahrum Bursa’da doğacağını, ay ve yıldızı sadece gökyüzünde yan yana göreceğini düşündükçe kahroluyordum. Çiseleyen yağmurun tesellisiyle uyuya kaldığım geceden gök gürültüsü ile uyandım. Dışarıdan bağırışlar geliyordu. Art arda silahlar patlıyordu. Damların üstünden yer yer siyah dumanlar yükseliyordu. Heyecanla dışarı fırladım. Annem ardımdan:

“Osman şimdi çıkma!”dese de duramadım.

Yağan yağmur, başıma siper ettiğim ellerimden aşağı sızıyordu. İri taş döşeli sokakta koşuyordum. Evlerin perdeleri çekili, kapıları sıkıca kapalıydı. Köşedeki iki katlı sarı evi geçip yukarı çıktım. Dükkânların camları kırılmış, içlerindekiler sokağa saçılmıştı. Yakınlardan ağlama ve çığlık sesleri geliyordu. Çarşı içindeki is kokusu ve duman bütün Bursa’yı kaplamıştı. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sokakların boşluğu ve tek tük karşılaştığım kaçışan insanlar beni korkutsa da geri dönmedim. Çınarın yanına vardığımda yağmur dinmişti. Bağrışmalar ve ayak sesleri artınca caminin avlusuna girdim. Belediye binasında ay yıldızlı bayrak salınıyordu şimdi. Yağan yağmur, şehrin üzerindeki kara lekeyi silip götürmüştü. Huzur, yeniden vatanına dönmüştü. İçimi büyük bir sevinç kapladı. Temkinli ve koşar adımlarla yanmış sokaklardan geçerek eve gittim. Belediye binasında gördüğümü evdekilere söylemek için sabırsızlanıyordum. Kapıyı açan ablamdı. Yüzündeki gerginliğe rağmen gözlerinde ışıl ışıl bir bakış vardı. Tam olanları anlatacakken beni susturdu. Kat kat battaniyeler içerisinde huzurla uyuyan kardeşimi göstererek:

“Galip geldi Osman! Adı ile beraber geldi.” dedi.


(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)

AYAK SESLERİ

Uzun demirlerle çevrilmiş bahçede banklara oturan öğrenciler sınıftaki komik anılarını birbirlerine anlatıp gülüyorlardı. Konuşmalar ve gülüşmeler bahçede bir uğultu halinde yayılıyordu. Öğle arası yaklaşmıştı. Okulun yemekhanesinden yayılan yemek kokuları, öğretmenler odasına kadar gelmişti. Düşüncelerim midemin açlığını bastırıyordu. Birkaç haftadan beri zihnimi meşgul eden fikirlerle boğuşuyordum. Ünlü bir edebiyat dergisi şiir yarışması düzenliyordu. Pek çok defa denediğim gibi yine yazmaya çalıştım. Olmadı. Gerginliğim bakışlarıma aksetmiş olacak ki az önce öğretmenler odasından içeri giren Murat yanıma geldi. Selam verip derdimi sordu. Murat iyi bir şairdi. Kırmızı kaplı defterine yazdığı şiirlerini, biz mesai arkadaşlarından gelen bin bir rica ile okurdu. Bunları hatırlayarak:

–Yetenekli bir şairsin, dedim.

–Sağ ol. Biraz yeteneğim olduğunu inkar edemem. Ama daha çok çalışmakla ilgili benimkisi. Duygularımı, kalbimin içindekileri döküyorum kağıtlara. Sonra da mahremim gibi saklıyorum onları.

–Yeteneğini küçümsüyorsun, dedim.

–Tezer, dedi bana bakarak. Çalışmayı yüceltiyorum çünkü onsuz yapamazdım.

Bakışlarımı yerden kaldırmadan gülümsedim. Zil çaldı. Murat’a iyi dersler diledim. Benim dersim yoktu. Çayımı alıp manzarasını sevdiğim pencere kenarına geçtim. Murat’ın az önce söylediklerini tekrar ediyordum. “Çalış Tezer, çalış! Bunun için uğraşırım tabii ama duygularına çalışabilir mi insan?” dedim kendi kendime. Düşündüklerim mızmız bir kara bulut gibi çökmüştü başıma. Uzun zamandır içimden atamadığım bu fikir iyice şiddetlenmişti. Etrafıma bakındım. Odada kimse kalmamıştı. Sessizce kalktım. Duvarın bir kısmını kaplayan bölmeli dolaplardan, sağda en üstteki Murat’ın dolabıydı. Altıma sandalye çekip dolaba uzandım. Kırmızı defter her zaman ki yerindeydi. Kalbimin atışı hızlanmıştı. Defteri alıp, dolabı kapattım. Koridordan ayak sesleri yaklaşıyordu. Hemen sandalyeyi yerine itip camın karşısındaki yerime geçtim. Çayım henüz soğumamıştı. Defterin yapraklarını karıştırmak için sabırsızlanıyordum. Sesler uzaklaştı. Sayfaları birer birer çevirmeye başladım. Keşfedilmeyi bekleyen bir hazineydi elimdeki. Oysa Murat yazdıklarını saklıyordu. Ona bahşedilen yeteneğin hakkına giriyordu. Defterin sayfalarında dolaştıkça bütün hepsini kopyalamak istedim. Fazla zamanım yoktu. Üstün körü okuyabildiklerimden birkaç tane daha şiir seçtim. Birer kopyasını aldım. Defteri yerine kaldırdım. Çıkardığım kopyaları ise ceketimin cebine koydum. Artık soğumuş olan çayımdan bir yudum aldım. İcraatımı tetikleyen düşünceler de durulmuştu. Bu şiirlerle yarışmalara katılabilirdim. Yavaş adımlarla merdivenleri inip okuldan çıktım. Evim okula çok uzak değildi ama yürüyüşümü hızlandırmıştım. Peşimde biri varmış gibi hissediyordum. İşte, işte bunlar ayak sesleri değil mi? Süratimi arttırdım. O da hızlandı. Tok ve sert adımlarla bana yaklaşıyordu. Yakalanmış olmanın korkusuyla arkama dönüp bakamıyordum. Bütün kuvvetimi bacaklarıma verdim. Dönmem gereken aralıklar geride kalmıştı. Bu halde yürüdüm çok yürüdüm.

Kalbim kulaklarımda atıyor, yüreğim gür sesiyle unutulmuş varlığını haykırıyordu. Peşimdeki ayak sesleri kalbim ile aynı ritimde ilerliyordu. İkisi de sanki göğüs kafesimin içindeydi. Varacağım yere bu yollardan gidilmiyordu, anlamıştım. Düşüncelerim, kaçışım ve duygularım birleşti, tek bir yol oldu. Ah! Ne geç farkına vardım, iyi ki terk etmedin beni. Arkama dönüp bakmama gerek yok, vicdanım tanıdım seni.


(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)

BERK DALBUDAK

Henüz 18 yaşındadır. İlkokuldan beri yazar olmayı hayal etmiştir. Çok sayıda hikâye, deneme ve roman yazmayı denemiştir. İlk ciddi yazma çalışmalarına Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyesi ile başlamıştır. Atölye onun sadece yazı hayatını değil, hayata bakışını da etkilemiştir. Atölyeyi “Bu yaşıma kadar başıma gelen en güzel şey!” diye tanımlamaktadır. Üniversite sınavlarına hazırlanan Berk Dalbudak, başarılı bir roman yazarı olmayı hedeflemektedir.


Hikâye:

BİR ŞEY OLSUN


Deneme:

MODERN KÖLELİK

BİR ŞEY OLSUN

Karanlık, gökyüzünü çoktan esir almıştı. Ankara yorulmuş, sabahki gürültüsünden eser kalmamıştı. Evlerin ışıkları birer birer sönüyordu. Ben ise tamamı camdan olan salon duvarından caddeyi seyrediyordum. Çayyolu’nun kendine özgü havası beni çoğu zaman güvende hissettiriyordu. Bir yandan da kendini beğenmiş bir semt olduğunu düşünüyordum. Bazen diyorum ki; Çayyolu’nu alıp farklı bir şehre yapıştırsak ne değişir? Muhtemelen birçok şey aynı kalacaktı. Çünkü Çayyolu, Ankara’yı Ankara yapmıyordu. O kadar kendini beğenmişti ki, Ankara ile muhatap dahi olmuyordu. Ankara’ya değer katıyor olsa da kendini diğer semtlerle bir tutmuyordu. Bu aykırı tutumu sinirlerimi bozuyordu. Bana göre Ankara her şeyiyle bütün olmalıydı. Ama Çayyolu, kendini bir türlü Ankara’ya yakıştıramıyordu. Çok bencil de olsa kendimi güvende hissettirdiği için Çayyolu’nu seviyordum.

Evim tek odalıydı. Fakat en büyük villalara dahi değişmeyecek kadar çok seviyordum onu. Camın hemen önünde L şeklinde bir çek-yat koltuğum vardı. Bu sayede hem yatak odasına ihtiyacım duymuyordum hem de tasarruf etmiştim. Zaten hemen hemen hiç ziyaretçim olmuyordu. Bu yüzden çoğu zaman kalktığımda yatağımı kaldırmak dahi istemiyordum. Sonuçta kimse görmeyecekti.

Koltuğun hemen yanında çalışma masam duruyordu. Evde çalışırken, Ankara’nın tüm güzelliği önüme seriliyordu. Bu güzel manzara karşısında bir şeyler yazmak çok kolaydı. Tıkandığım noktalarda ara veriyor, arkamdaki sehpanın üzerindeki pikabı çalıştırıp müzik eşliğinde dışarıyı seyrediyordum.

Odanın sağ tarafı boydan boya kitaplıktı. Biraz eskimiş de olsa arada bir tozunu aldığımda gayet güzel görünüyordu. Amerikan tarzı dedikleri mutfağım da bana yetiyordu. Yalnız kalmak isteyen bir insanın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki?

Tek kolumu koltuğun sırtlığına yaslamış, başımı da yan şekilde üzerine koymuştum. Çıplak ayaklarımı olabildiğince karnıma çekmiş, kendimi güvende hissetmeye çalışıyordum. Fakat yine de bir türlü güvende hissedemiyordum. Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım, diye düşündüm.

Son derece güvenli bir sitede, kırk altıncı kattaki sakin bir dairede yaşıyordum. Herhangi bir düşmanım, alacaklım; bana karşı kini olan kimse yoktu. Kimseden kaçmam gerekmiyordu. Düşünmem gereken ağır bir borcum, geceleri uyanmama neden olacak, zihnimi ele geçiren dertlerim yoktu. Yakın zamanda büyük bir olay da yaşamamıştım. Sürekli ve güvenilir bir işe sahiptim. Her şey olması gerektiği, olmasını istediğim gibiydi. Fakat nedense ben kendimi çok derin bir çıkmazda hissediyordum. İçimdeki çaresizlik, korku ve endişe duyguları beni boğuyordu. Kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi atıyor, bir türlü sakinleşmiyordum. Ne uyumak istiyordum ne de uyanık kalmak. Başka hiçbir yerde olmak istemiyordum ama bu evde kalmak da istemiyordum. Karanlık her tarafımı sarmış, bana kaçacak hiçbir delik bırakmamıştı, sanki. Ölmek ya da yaşamak istemiyordum. Bir şey istiyor, bir şeye ihtiyaç duyuyordum. Fakat ne olduğunu bilmiyordum.

Aklıma doktorumun söylediği, bu gibi durumlarda yapmam gerekenler geldi. Hızlıca doğruldum. Karnıma çektiğim ayaklarımı temkinli bir şekilde yere uzattım. Sanki yer alev alev yanıyordu. İstemeden bu gereksiz korku hissine kapılmıştım.

Yere basar basmaz hemen ayağa kalktım. Hızlıca mutfağa gidip dolapları karıştırmaya başladım. Dolabın birinde bir tütsü buldum. Ocağının yanındaki çakmak ile yaktıktan sonra koltuğa döndüm. Elimdeki tütsüyü koltuğun önündeki sehpanın üzerinde duran tütsü tablasına koyup koltuğa uzandım. Ellerimi serbest bırakıp bedenimi sakinleştirmeye çalıştım. Yıllardır meditasyon yapıyordum. Birçok negatif duyguyu yenmemde çok faydası oluyordu. Fakat böyle durumlarca nadiren işe yarıyordu.

Vücudumu ne kadar rahatlatmaya çalışsam, nefes egzersizi yapsam da kalbimin atışı bir nebze olsun yavaşlamadı. Yaptığım meditasyonla içimdeki çocukla dahi buluştum. Fakat içimdeki çocuk bile korkuyor, odasından çıkmak istemiyordu. Sanki hayatımı kökünden etkileyecek, geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştım da ona üzülüyordum. Fakat hiçbir şey yoktu işte. Her şey istediğim gibiydi. Yine de kurtulamıyordum bu duygudan. Bir şeyler yapmak zorundaydım yoksa sabaha kadar uyuyamaz, acı içinde kıvranarak saniyeleri sayardım.

Doğrulup yandaki masaya uzandım. Üzerinden cep telefonumu alıp doktorumun numarasını çevirdim. Fakat daha telefon çalmadan hemen kapattım. Konuşmak istemiyordum. Sadece doktorum ile değil, hiçbir insan ile konuşmak istemiyordum. Bu yüzden aramak yerine mesaj yazmayı tercih ettim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. İki cümlelik bir mesajı yazmam dakikalarımı almıştı.

“İyi geceler, Rukiye Hanım. Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın. Yine bir anksiyete atağı geçiriyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

Çok kararsızdım, daha önce böyle bir durumda kimseden yardım istememiştim. Öyle bir durumdaydım ki düzelmek dahi istemiyordum. İyi olmak ya da böyle kalmak istemiyordum. Ne kadar anlamsızdı bütün bunlar. Bir insan nasıl iyi olmak istemezdi ki? Düşünmeyi bırakıp gönder butonuna bastım.

Mesajı göndermemin üzerinden on dakika geçmesine rağmen yanıt gelmedi. Saat gece yarısını geçmişti. Belki de uyumuştur, diye düşündüm.

Bir yandan bu durum beni rahatlatmıştı. Yardım isteyen bendim ama artık mesaja cevap vermemesi için dua ediyordum. Kimseyi istemediğim gibi yalnız kalmak da istemiyordum. Nasıl bir saçmalıktı bu? Sürekli kendimi suçluyordum.

Dünyadaki milyarlarca insandan daha iyi imkanlara sahiptim. Bir çok insan karnı aç yatmak zorunda kalırken benim buzdolabım yiyecek doluydu. Aklıma, her gün işe giderken Hacettepe acil servisinin az ilerisindeki parkta gördüğüm adam geldi. Kendimi onunla kıyasladım. Her gün aynı yerde, üzerinde bir battaniye ile uyuyordu. Hep merak ederdim, nasıl bir hikayesi var, diye. Acaba gerçekten sokakta yatmak dışında başka çaresi olmayan bir insan mıydı yoksa iş arkadaşlarımın dediği gibi, böyle insanlar bizden daha mı zenginlerdi? Daha da önemlisi yetkililer neden bu adamın her gün, Ankara ayazında sokakta yatmasına izin veriyorlardı?

Cevap ne olursa olsun o adamın şu an soğukta, belki aç bir şekilde yattığı gerçeğini değiştirmiyordu. Ben ise sıcacık evimde, istemediğim kadar çok yiyeceğim oldu halde mutlu değildim. Benden kat be kat zor durumda olan insanlar bile hayata tutunurken ben sahip olduklarımla bir türlü yetinemiyordum. Ne kadar bencildim.

Bir şey olsun istiyordum. Tamam, iyi olmak istemiyordum. Ama bir şey olmalıydı. Bu durumdan kurtulmak da istemiyordum, böyle kalmak da. Ne istiyordum ben, yahu!

Derken zil çaldı. Hemen yerimden kalkıp kapının yanındaki ahizeye vardım. Ekranda güvenlik personeli Ali Rıza Beyi gördüm. Kısa bir tereddütten sonra konuşma tuşuna bastım.

“Buyur, Ali Rıza Bey.” dedim sesimin normal çıkmasına çaba göstererek. Uzun süredir ağzımı dahi açmadığım için sesim çatlamıştı. Fark eder etmez öksürerek boğazımı temizledim.

“Kusura bakmayın rahatsız ettim. Bir hanımefendi geldi, sizi görmek istiyor.” dedi. Ali Rıza Bey’in hemen çaprazında duran kadını henüz fark ettim. Bu kadın, doktorum Rukiye Hanım’dı. Onu görmeyi hiç beklemediğimden küçük bir şaşkınlık yaşamıştım. Mesajıma cevap vermemişti ama evime kadar gelmişti. Ne düşüneceğimi bilmiyordum.

Titreyen ellerimle tekrar konuşma tuşuna bastım.

“Hanımefendiyi tanıyorum, içeri alabilirsin.” dedim. Ali Rıza Bey, ‘Tamam’ anlamında başını salladı ve görüntü kesildi. Görüntü kesildiği halde, hipnotize olmuş gibi siyah ekrana bir süre daha bakmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra da kapı çaldı. Kalbim sanki yeterince hızlı atmıyormuş gibi daha da hızlı atmaya başladı. Sadece Rukiye Hanım ile değil, herhangi bir insanla yüz yüze görüşmekten çekiniyordum. Fakat kadın buraya kadar gelmişti. Bir bahane de bulamazdım, evde olduğumu biliyordu artık. Çaresizce kapıyı açtım.

Koridorun loş ışığı altında yüzünde hiçbir duygu belirtisi olmadan, sakin bir şekilde karşımda duruyordu. İki elinde de kahve vardı. Sitenin biraz yukarısında bulunan kahveciden aldığını hemen anladım. Neden kahve almıştı ki?

“Hangisini sevdiğini bilmiyordum bu yüzden kendi sevdiğim kahveden aldım. Umarım beğenirsin.” dedi ve izin dahi istemeden içeri daldı. Geçebilmesi için kenara çekilmek zorunda kalmıştım.

Lambaları yakmamıştım. Odayı aydınlatan tek şey dışarıdan gelen, gecenin solgun ışığı ve binanın koridorundan gelen ışıktı. Kapıyı kapatmadan önce Rukiye Hanım’ı gözlerimle takip ettim. Elindeki kahveleri masaya bırakıp lambaları yaktı. Sonra koluna taktığı, daha önce fark etmediğim çantasını eline indirip masanın üzerine bıraktı. Sonra da paltosunu çıkarıp sandalyelerden birinin üzerine bıraktı.

Neydi bu şimdi? Hiçbir şey anlamamıştım. Kapıyı kapattıktan sonra olduğum yerde kalıp Rukiye Hanım’ı izledim. Çantadan bir poşet çıkardı. İçinden plastik bir saklama kabı ile yiyecek birkaç ıvır zıvır çıktı. Üstünkörü gördüğüm kadarı ile kabın içerisi tropikal meyveler ve çeşitli yeşillikler doluydu. Çok geçmeden bu salatayı hatırladım ve bu durum beni tebessüm ettirdi. Çünkü bir seansımızda ona bu konudan bahsettiğimi hatırlamıştım. Anneme bu salatayı yapmış olduğumu ve onun bunu beğenmediğini söylemiştim. “Bu malzemeler aynı anda yenir mi hiç?” diye sitem etmişti annem. Fakat ben seviyordum işte. Kimi insan midesiz olduğumu düşünse de ben seviyordum, önemli olan da buydu. Kahve ile birlikte yediğimde ayrı bir memnun oluyordum. Fakat bana annemi hatırlattığı ve kendimi kaygılı hissettirdiği için uzun süredir yememiştim. Çünkü bana annemi hatırlatıyordu. Annemin yokluğunu hissettirecek her şeyden kaçıyordum. Bir salatadan bile korkacak kadar zavallıydım.

Poşetten salata dışında birkaç konserve yemek daha çıktı. Hiç tereddüt etmeden mutfak dolaplarımı karıştıran Rukiye Hanım, getirdiği yiyecekleri masaya hazırladı. Saatlerdir yemek yemediğimi tahmin etmiş olmalıydı.

“Hadi durma orada, bize çatal getir.” dedi sabırsız bir ses tonuyla. Hemen kendime gelip çekmeceden iki çatal çıkardım. Birini Rukiye Hanım’a verip karşısındaki sandalyeye oturdum.

Kahvaltı dahi yapmamıştım ama hiç iştahım yoktu. Kendimi olabildiğince zorlayıp salatadan yemeye başladım. Rukiye Hanım’dan azar işitmek istemiyordum.

Arada bir ona ‘Neler oluyor?’ der gibi kaçamak bakışlar atıyordum. Fakat önemsemiyordu. Bir süre boyunca hiç konuşmadan yemekleri yiyip kahvelerimizi içtik. Sonra masayı toplayıp bulaşıkları yıkadı. Ben hâlâ sandalyede oturuyor, hiç konuşmuyordum. İşini bitirdikten sonra yanıma gelip bana baktı. Bakışlarını üzerimde hissetsem de ona bakmıyor, ellerimle oynuyordum. Eğilip kucağımdaki ellerimden birini tutu ve kendine çekti. Karşı koymadan ona uydum. Beni ayağa kaldırıp koltuğa götürdü.

Yan yana koltukta oturuyorduk. Ellimi hiç bırakmadığı gibi diğer elimi de tutup avuçlarının arasına aldı. Ellerimi sımsıkı tutuyor, gözleri gözlerime anaç bakışlar attığını hissediyordum. Fakat ben onun yüzüne dahi bakmıyordum. Bakışlarım duvara kilitlenmişti. Tek elini ellerimden çekip yanağıma getirdi. Elleriyle ona bakmaya zorladı. Şimdi göz gözeydik.

Анонимный автор
Matn
9 167,71 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
Hajm:
6 Sahifa 10 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6852-45-7
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap
Matn PDF
O'rtacha reyting 5, 3 ta baholash asosida
Audio
O'rtacha reyting 5, 1 ta baholash asosida
Matn PDF
O'rtacha reyting 4,3, 3 ta baholash asosida
Matn, audio format mavjud
O'rtacha reyting 5, 41 ta baholash asosida