Kitobni o'qish: «Kardeş Sesler 2014»
TAKDİM
Edebiyatımızın yeni yazarlarla, yeni eserlerle gelişeceğini; dilimiz, kültürümüz ve geleceğimiz açışından donanımlı bir yazarın, iyi bir eserin ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın, milletimizin geleceğine yönelik büyük hizmetlerden biri olacağına inanıyorduk. Bu inanışla ulusal ve uluslararası bütün faaliyetlerimiz gibi yazar yetiştirmeyi de önemsedik. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi olarak yazar yetiştirmek üzere başlattığımız atölye çalışmalarında altıncı dönemi geride bıraktık. Dönem sayısı arttıkça, ona paralel olarak sevincimiz, mutluluğumuz da arttı.
Kuruluş olarak yeni olmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur.
Hiçbir zaman geniş maddi imkânlarımız olmadı ama her zaman bize destek sunan dostlarımız oldu. İki dönem dışında yazarlık okulu atölye çalışmalarımızı bize ait olmayan, geçici mekânlarda yaptık. Bu işe, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece emeğimizi değil yüreğimizi de koyduk. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Yöntem arayışlarıyla geçirdiğimiz, biraz da acemiliğimize gelen hazırlık dönemi bir tarafa bırakılırsa, son beş dönemde Türk Edebiyatına beşi ortak, on üçü müstakil olmak üzere toplam on sekiz kitap kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza kırk civarında yazarın adım atmasına vesile olduk.
Bugün, AYB Edebiyat Akademisinde yetişen arkadaşlarımızın çeşitli yayın organlarında boy göstermeleri, yeni yeni eserler ortaya koymaları bizleri mutlu kılıyor. Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına adım atan arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitaplar çıkaranlar var. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap yayınlayan, estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız var. Bunlar bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk olarak iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımız…
Kardeş Sesler 2014’te Ahmet Turğut, Azize Kaya, Bünyamin Zile, Büşra Demir, Büşra Konaktaş, Ebabekir Cambolat, Nesrin Askeran Ünal, Rumeysa Atasay, Sacide Uslu, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Ülkü Taşlıova olmak üzere on bir arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Bu ürünlerin tamamı altıncı dönem süresi içinde üretildi. Şiir atölyesinde eğitimci, şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde eğitimci, yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde eğitimci, hikâyeci Ataman Kalebozan gönüllü olarak, büyük bir özveriyle çalıştılar ve sonuç aldılar. Her metin; defalarca ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve hatta noktalamaya varıncaya kadar titizlikle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, tekrar hoca onayından sonra çeşitli internet sayfalarında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2014’ün ilgiyle okunacağından kuşkumuz yok. Özellikle, içinde yazma sevdası taşıyan, istedikleri halde çeşitli sebeplerle çalışmalarımıza katılamayan yazar adayları, bu kitabı yüksek ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Çünkü ortak konuların farklı yazarlar tarafından, farklı bakış açılarıyla, nasıl kurgulanıp, hangi yönleriyle öne çıkarıldığını görürlerken yazarlığın sırlarını ve sınırlarını da keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2014 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (Kardeş Sesler 2013, 2012, 2011, Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler) yine yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (13 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak bıkmadan, usanmadan ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Ortak kitabımız Kardeş Sesler 2014’te hikâye, deneme ve şiirleriyle yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin nice müstakil eserlere imza atmasını diliyor ve bekliyoruz.
Osman ÇeviksoyAYB Edebiyat Akademisi Bşk.
Ahmet TURĞUT
(Ahmet TURĞUT ’un isteği üzerine özgeçmişi ve fotoğrafı kitabımıza konulmamıştır.)
HİKÂYE:
Deli Eşref
Boş Koltuk
Turuncu Salıncak
Kuzey Yıldızı
Beyaz Melek
Gaip Âdem
DELİ EŞREF
Her sabah kalktığında evinin bahçesine diktiği yeni açmış umutlarını devşirirdi. Başkaları göremediği için devşirilen umutları, mahallede Eşref’e deli derlerdi. Bazen yazı kışa katar bazense baharı güze karıştırırdı. Fakat nasibini kendi bellediği yolda toplardı.
İnsanlar kalabalıklarda yalnız yaşarken o yalnızlığında kalabalıklara karışırdı. Ara sıra mekânları da karıştırırdı ama her gün hiç sektirmeden sahile inerdi. Elinde balık oltası ve takımları bir de fırından taze çıkmış ekmek sıcaklığındaki yüreğini taşırdı.
Ona hep aynı soruyu sorarlardı. “Nereye Eşref. ” Onunsa cevabı hep aynı olurdu. “Kısmetimi aramaya.” Hiç insanın kısmeti sahil kenarında olur muydu? Hele ucuna yem takılmadan atılan oltadan nasibini beklemek tam da deli Eşref’e göre bir işti. O kimseye aldırmadan ama kimsenin de kalbini kırmadan gelecek olan kısmetini beklerdi.
Bir gün Eşref her zaman ki gibi sahil kenarına inmişti. Elindeki takımların ucuna sevgisini takmış denizden gelecek nasibini beklemeye başlamıştı. Fakat her zamankinden farklı olarak bu sefer Eşref sahilden hiç ayrılmadı. Bir, iki, üç gün, bir hafta oturduğu yerden hiç kalkmadı.
Deniz sahile kadar gelip Eşref’e hatırını soruyor geçen kuşlarsa başka diyarlardan ona haberler getiriyordu. Gündüzleri güneş sıcağı ile Eşref’i sarıp sarmalıyor ona bir annenin bütün şefkatini gösteriyordu. Akşamları ise Eşref’e ay yarenlik ediyordu. Saf bir çiçeğin güzelliğine bürünmüş yüzüyle ortaya çıkıp onun yalnızlığına ortak oluyordu.
Bir hafta geçmişti. İnsanlar merak içinde Eşref’i görmek için sahile iniyorlardı. Kimi meraktan kimiyse sadece alay etmek için geliyordu. “Duydunuz mu? Deli Eşref iyice kafayı yemiş.” diyorlardı. Onlara benzemiyordu. Denizle, ayla konuşan, yıldızlardan kendine kolye yapan, sabahları bahçesinden umutlarını devşiren divanenin biriydi. Bundan daha güzel eğlence ne olabilirdi. Sahilde kalabalık giderek artıyordu. Artık akşamları da onu görmeye gelenlerden büyük bir topluluk oluşmuştu.
Yine bir akşam üzereydi. Meraklılar sahilde Eşref’i seyrediyordu. O ise hiç oralı olmadan denizyıldızlarını topluyor ve denize atıyordu. Sırf bu hareketi bile kalabalığın gözünde Eşref’in deliliğinin kanıtıydı. Kendi aralarında “Tipe bak şimdide denizyıldızlarını kurtaracak.” deyip gülüşüyorlardı. Denizyıldızlarını attıktan sonra tekrar yerine oturdu. Sanki bu sefer beklediği kısmetinin geleceğinden emindi.
İnsanlar birden denizin sularının yarıldığını ve bir şeyin Eşref’e doğru geldiğini gördüler. İyice yaklaştığında bunun bir balık olduğunu anladılar. Balığın değişik bir rengi vardı ve sırtı sırlı bir ışıkla parlıyordu. Ne mavi ne beyaz daha çok türkuazdı.
Eşref balığa yaklaştı,
“Sen kimsin.”
”Ben Yunus’um.”
“Hoş geldin.” Bu Eşref’in son sözleriydi. Eşref ve Yunus gecenin karanlığında, denizin derinliğinde kaybolurken mahalleli şaşkın arkalarından bakıyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 31.03.2014)
BOŞ KOLTUK
Hava değişikliği olması için kızımla birlikte New York’taki abimin yanına tatile gitmeye karar vermiştim. Akşam saatlerinde kendi bavulumu hazırladıktan sonra Ayşen’in odasına geçtim. Hala uyumamıştı. “Hadi uyu artık. Yarın yolumuz uzun.” O ise bana “Anne beraber yatalım” dedikten sonra onu kırmayıp sabaha kadar beraber uyuduk. Kızım tıpkı melekler gibi uyuyordu. Sabah kaldırmaya kıyamadım ve biraz daha dinlenmesi için sessizce odadan çıktım. Kış mevsimiydi ve hava oldukça soğuktu. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra Ayşen’i kaldırıp beraberce bir şeyler yedik. Artık yolculuk zamanı gelmişti. Hava alanına gitmek için taksiyi aradım. Kızımı sıkıca giydirdim. Bavullarla beraber aşağıya indik. Taksici bavulları koyarken biz arabaya bindik. Bir saat kadar süren yolculuktan sonra hava alanına varmıştık.
Bavulları el arabasına yerleştirirken kızımın olmadığını fark ettim. Çok korkmuştum. İçimde derin bir acı hissettim. Eşimin yokluğundan sonra bir de kızımın yokluğuna dayanamazdım. Telaşla sağa sola bakındım. Onu kafeteryanın yanında çikolata ve şekerlemelere bakarken gördüm. Koşarak yanına gittim.
“Benim yanımdan ayrılma demedim mi?”
“Anne sadece çikolatalara bakıyordum.”
“Bir daha sakın yapma!”
Onu el arabasının üstüne oturttum ve işlemler için sıraya geçtik. Bagaj işlemlerinin ardından uzun bir koridor geçip, hostesleri selamladıktan sonra uçağa bindik.
Yerimiz arka taraftaydı. Elimdeki çantaları üst rafa yerleştirirken kızıma bir şey isteyip istemediğini sordum. O “sadece uyumak istiyorum anne.” diye cevapladı. Bende “Peki kızım hadi sen minik ayıcığınla uyu. Üstünüzü örtüyüm.” dedikten sonra onların yattığından emin olarak yandaki boş koltuğa geçip uzandım.
Kalktığımda Ayşen yan koltukta yoktu. Ayıcığı duruyordu ve o olmadan hiçbir yere gitmezdi fakat kızım yoktu. Önce telaşlanmadım. Sonuçta uçağın içinden nereye gidebilirdi ki. Yandaki yolculara sordum. Kimse kızımı görmemişti. Etrafa bakındım yoktu. Artık telaşlanmaya ve korkmaya başlamıştım. Hosteslere dönerek “Kızımı bulamıyorum lütfen anons yapar mısınız?” diye ikaz edince yanıma gelen kıdemli hostes “Tamam yapalım” dedi. Fakat hiçbir netice çıkmadı. Bu sefer dedim ki “Uçağı aramanız lazım.” Hostes ise “Bu imkânsız. “Bu kadar kişiyi rahatsız edemeyiz. Lütfen yerinize dönün.” derken durumu kaptana iletmelerini rica ettim. Kısa bir tereddütten sonra söylediğimi yaptılar. Bir süre sonra pilot yanıma geldi ve durumun ne olduğunu sordu. Kızımı bulamadığımı söyledim. O ise “Bu mümkün değil” dedikten sonra yolcu listesini istedi. Yolcu listesinde kızımın ismi görünmüyordu. Sanki uçağa hiç binmemişti. Bana dönerek “Kızınız listede yok. Uçakta on altı çocuk var ama kızınız yok.” Bense “Nasıl olur bütün hostesler gördü.” dedim. Bunun üzerine kaptan hosteslere sorduğunda hiç biri net bir şey söylemedi. Bu sefer arka taraftaki yolculara sordu. Onlar da görmediklerini söylediler.
Etrafımda nasıl bir oyun oynandığını anlamaya çalışıyordum. Niçin böyle bir şey yapıyorlardı bilemiyordum. Pilota “Mutlaka kızımı aramalısınız. Yoksa sizi şikâyet ederim.” diye çıkışınca “Siz yerinize dönün biz gerekeni yaparız.” dedi. Ben yerime oturduktan sonra anons geçildiğini duydum. Kızımı aramaya başlamışlardı. Fakat bütün bu aramalardan bir sonuç çıkmadı. Artık daha fazla bekleyemezdim. Hosteslere bu uçağı çok iyi bildiğimi bu yüzden kargo ve kontrol panelleri bölümüne de bakmalarını istedim. Onlarsa diğer yolcuları rahatsız ettiğimi ve ısrarla yerime dönmem gerektiğini söylüyorlardı. Çaresiz tam yerime dönüyordum ki o ara kaptanın bize doğru geldiğini gördüm.
“Bayan Ceyda Gökçen, siz Türk Hava Yollarında başmühendismişsiniz ve istifa etmişsiniz. Doğru mu?”
“Evet doğrudur. Neden soruyorsunuz.”
“Bir ay önce bir trafik kazasında eşinizi kaybetmişsiniz.”
“Evet, ama neden sorduğunuzu anlamıyorum”
“Eşinizle birlikte bir kişiyi daha kaybetmişsiniz.”
“Hayır, sadece eşimi.”
“Bayan kızınız bu uçağa hiç binmedi. Zaten bu imkânsız. Çünkü o kazada eşinizle birlikte kızınızı da kaybetmişsiniz.”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 16.03.2014)
TURUNCU SALINCAK
Ankara’da güneşli bir bahar sabahıydı. Yeni açmış çiçekler renkleriyle hünerlerini gösteriyorlardı. Hava o kadar güzeldi ki insanın umutlanmak için birçok sebebi olabilirdi. Fakat Anıttepe’de bir parkta bütün bu cıvıl cıvıl ortama inat Aziz hüzünlü bir şekilde oturuyordu.
Gözlerini hiç ayırmadan sanki hipnoz olmuş gibi turuncu salıncağa bakıyordu. O ara küçük bir kız çocuğu koşarak salıncağa yaklaştı ve tam otururken “Hayır hayır” diye Aziz’in bağırmasıyla irkildi. Kızın annesi yanına geldi.” Gel kızım biz diğerine binelim.” derken delikanlı da bir tuhaflık olduğunu fark etmişti.
Aziz arada bir kendi kendine “ah keşke, keşke söyleseydim.” diyordu. Söyleyemediği tüm sözcükler sanki gözlerine dolmuş ve şimdi gözyaşları olup akıyorlardı. Bir süre daha oturdu. Kalkmak üzereydi ki birisinin ona seslendiğini duydu. “Hey Aziz ne haber .” Bu çocukluk arkadaşı Hayri’den başkası değildi. Gözyaşlarını sildi ve sadece “ Hiç” diyebildi. Arkadaşı da durumundaki garipliği anlamıştı.
“ Sen iyi misin?”
“Maalesef Sevcan ablamı kaybettik.”
Hayri ile Aziz birlikte büyümüşlerdi. Anıttepe’deki bu parka çoğu zaman beraber gelirler, ablası her ikisiyle de yakından ilgilenirdi. Onlar oynarken Sevcan turuncu salıncakta sallanır ve onları izlerdi. Canları toz helva veya macun çektiğinde ablaları hemen bu isteklerini yerine getirirdi. İkisi de çocuk halleriyle bu ilgiden ve şefkatten çok memnundular. Hayri her fırsatta “Sevcan abla ben seni çok seviyorum.” demesine karşın Aziz, ketum tabiatından dolayı bunu kendine saklardı. Ama bu güzel genç kız her ikisinin de yanaklarını okşar ve “ben de sizi çok ama çok seviyorum.” derdi. Ablaları sayesinde ikisi de çok güzel bir çocukluk geçirmişlerdi. Fakat artık o yoktu.
Hayri bir şey söylemeden Azizin yanına ilişti. Şimdi o da gözlerinden akan yaşlara mani olamıyordu. Bir süre konuşmadan oturdular. Sonra sessizliği bozan Hayri oldu.
“Çok erkendi.”
“Her ölüm erkendir. Keşke burada olsaydı.” derken Aziz’in içinden bir şeyler kopuyordu. Ablasıyla birlikte hatıralar da yok olmuştu. Artık kendini parkta koşup oynayan o afacan çocuk gibi hissedemiyordu. Bu ölümle birlikte elinden hem çocukluğu hem de ablası çalınmıştı. Hayatın ona bahşettiği koruyucu meleği artık yaşamıyordu. Ama en kötüsü ona ne kadar çok sevdiğini söyleyememişti. Bu öyle bir duyguydu ki Azizin yüreğini acıtıyordu. Sanki biri kalbini eline almış sıkıp duruyordu. Her canı yandığında pişmanlığı daha da artıyordu. Sevcan’nın ölümü ruhunda ve hayatında büyük bir boşluk oluşturmuştu ve bunun telafisi yoktu. Ama yine de son bir şansı var gibiydi. Birden yerinden kalktı.” Hayri gitmeliyim.” dedi. Arkadaşının bir şey söylemesine fırsat vermeden parktan ayrıldı.
Şimdi ablasının kabrinin başındaydı. Elindeki beyaz laleleri mezarın üzerine koydu ve “bu çiçekleri sana sevgimin bir nişanesi olarak kabul et ablam.” dedi. Tam o sırada çıkan hafif bir rüzgâr Azizin yanağına okşar gibi değdi ve bu sessiz mezarlıkta sanki bir ses yankılandı; ”ben de seni çok ama çok seviyorum.”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 03.03.2014)
KUZEY YILDIZI
Yoğun iş temposundan dolayı beş senedir yaşadığı New Jersey’de Kuzey Yıldız’ın pek arkadaşı yoktu. Bir pazar günüydü. Evinin yakınındaki spor salonunu aradı ve telefona çıkan bayana üye olup olamayacağını sordu. Kayıt olmak isteğini “Bana yardımcı olabilir misiniz ?” diye iletti. Telefondaki kadın “Ben isminizi not alıyorum. Gelince detayları konuşuruz” dedi. Kuzey peş peşe “Ama bir iki sorum olacaktı. Mümkünse açıklamanızı isteyecektim. Sonuçta ön bilgi alırsam iyi olur.” dedi. Biraz daha konuşmak istiyordu ama bayan” Gelince detayları öğrenirsiniz.” deyip telefonu kapatmıştı.
Mevsim kıştı.
Dışarıda soğuk ve karanlık bir hava vardı. Kuzey giyindi. Çantasını hazırladı. Tek başına yaşadığı evden çıkarak spor salonunun yolunu tuttu. Salona vardığında danışma masasına yaklaştı ve adını söyledi. Görevli kadın “Evet hatırladım biraz önce aramıştınız galiba.” diyerek programla ilgili detayları açıkladı. Kuzey görevliye kayıttan önce salonu gezdirip gezdiremeyeceğini sordu. Bayan “ Siz gezebilirsiniz hatta spor da yapabilirsiniz.” derken o “Neden bana yardımcı olmuyorsunuz?” diye sitem etti. Görevli “Bunu kişisel algılamayın masamı terk edemem.” cevabını verdi.
Şimdi Kuzey tek başına spor salonunu dolaşıyordu. Etrafta insanlar çeşitli egzersizler yapıyorlardı. Kendi kendine “Bir iki arkadaşla gelsek beraber spor yapsak ne güzel olurdu.” diye düşündü. Türkiye’deyken spor salonuna arkadaşlarıyla gider hem maç yapar hem de eğlenirlerdi.
Eli cep telefonuna gitti. Sanki bir numara tuşlamak ister gibi cebinden çıkardı. Fakat birden aklına geldi. Koskoca şehirde bir tek dostu yoktu. “Kimi arayabilirim ki” diye mırıldanırken gözleri doldu. Etrafını bir karanlık ve boşluk duygusu sarıyordu. Birden gözleri spor salonunun bahçesinde bir dalın üzerinde cıvıldaşan iki kuşa takıldı. Kuşlar ötüşüp oynaşarak etrafa neşe saçıyorlardı. Kuzey sessizce durup öylece onları izledi. Sanki içindeki boşluk duygusu giderek daha da büyüyordu ve o boşluğu doldurabilecek ne bir tanıdığı ne de bir yakını vardı. Ağlamamak için kendini zor tuttu.
Sonra yürümeye devam etti ve soyunma odasına geçti. Kıyafetlerini değiştirdikten sonra ağırlık odasına gitti. Spor hocasına ilk defa geldiğini ve nasıl çalışması gerektiğini bilmediğini söyledi. Görevli hareketleri gösteriyor ve tekrar etmesini istiyordu. Kuzey hareketleri tekrar ederken adam aslında onun daha önce ağırlık çalışmış olduğunu anladı. “Bana nasıl çalışmanız gerektiğini bilmediğinizi söylediniz ama hareketleri gayet iyi yapıyorsunuz. Sizin derdiniz ne?” diye sordu. Kuzey “Hayır hayır sadece emin olmak istedim. Başka bir niyetim yoktu.” diyerek hocayı ikna etmeye çalıştı. Görevliyse çoktan yanından uzaklaşmıştı. Ağırlık odasında aletlerle birlikte yine tek başına kalmıştı.
Odadan ayrıldı ve üst kattaki masa tenisinin olduğu yere çıktı. Kendisi masa tenisini çok severdi ama maalesef iki kişi ile oynanıyordu. Yan taraftaki masada oturan bir Çinliye oynamayı teklif etti. Fakat o arkadaşlarını beklediğini ve onlarla oynamak istediğini söyledi.
Kuzey bireysel yapılabilen sporları tercih etmek zorundaydı. Çünkü spor salonunda tanıdığı kimse yoktu. Biraz koşup ter attıktan sonra duş aldı. Binadan ayrıldı. Artık yavaş yavaş akşam oluyordu ve o üç katlı evine varmıştı. Herkesin yaşamak isteyeceği kadar güzel evine.
Ve önünde dikildiği bu kapının ardında onu bekleyen kimse yoktu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 19.01.2014)
BEYAZ MELEK
Havada uçuşan beyaz pamuksu polenler baharın gelişini müjdeliyordu. Güzel çiçek kokuları etrafı sarıyor, herkesin içi tazeleniyordu. Ama her zamanki gibi insanlar günlük telaşları içerisinde koşuşturup duruyorlardı.
Duvarları kırmızıya boyalı bu devlet hastanesinin önünde ise başka bir telaş vardı. Acile yeni bir hasta gelmiş, doktorlar muayene ettikten sonra dört yüz on altıya yatırılmasını söylemişlerdi. Dört yüz on altıda yatan uzun boylu, uzun saçlı, kumral ve oldukça solgun bir kızdı. Beyaz örtüler içinde gençliği ile sanki saflığın ve güzelliğin sembolü bir melek gibiydi. Naif ve kibar bir kızcağızdı. Arada bir sesi çıkıyor ve yavaşça bir şeyler mırıldanıyordu. Mırıldandığında ise “Anne hayat çok acımasız. Benim için her şey bitti” diyor ve bunu çok sık tekrarlıyordu. Nişanlıydı. Düğün hazırlıkları sırasında hastaneye getirilmiş ve durumun aciliyeti ortaya çıkmıştı. Derhal ameliyat olması gerekiyordu ve muhtemelen operasyondan sonra hayati tehlikeyi atlatsa bile bir daha çocuk sahibi olamayacaktı. Tam da düğün hazırlıkları içerisinde olan bu kızcağız için bundan daha büyük bir yıkım olamazdı. Gözlerinden hiç yaş akmıyordu ama için için ağladığı belli oluyordu.
Ayakucundaki dosyada Beyza diye yazıyordu. İsmi de en az kendi kadar güzel ve anlamlıydı. Beyazlar içinde yatan bu kızcağız insana melekleri çağrıştırıyordu. İsmiyle uyumlu aurasında temizliği ve kutsallığı görmek mümkündü. Sık tekrarladığı “Anne hayat ne kadar acımasız. Benim için her şey bitti.” derken bile çektiği sıkıntılarda ulvi bir taraf vardı. Bu durum onun çehresine ayrı bir hava katıyor ve kutsî gösteriyordu.
Annesi ise odanın içinde telaşla dolaşıyor ”vah benim talihsiz kızım ”diyordu. Aslında insanların bir talihsizlik olarak adlandırdığı birçok şeyin bazen bir talih olabileceğini çaresizlik içinde kıvranan bu kadın nerden bilebilirdi. Birden odanın kapısı açıldı ve içeriye oldukça yaşlı, insana simasıyla güven veren bir doktor girdi. Beyza’nın dosyasını ayakucundan aldı, inceledi. “ Korkma kızım İnşallah iyi olacaksın ”dedi. Beyza ise sanki burada değil de başka bir alemdeymiş gibi boş gözlerle doktora bakıyordu. Doktor peşinden giren hemşireye hemen ameliyathaneyi hazırlayın diye talimat verdi. Şimdi odada tekrar bir hareketlilik başlıyordu. İçeri giren diğer hemşireler Beyza’ya ameliyat kıyafetlerini giydiriyor ve onu hazırlıyorlardı. Teninin beyazlığı ve vücudunun farklı kokusu onları şaşırtmıştı. Bu bedende olağan dışı bir hal vardı.
Artık vakit tamamdı. Şimdi Beyza ameliyat masasının üstünde yatıyor ve kaderine razı bir sakinlik içinde olacaklara kendini hazırlıyordu. Doktorlar içeri girdi. Ellerinde eldivenler ve yüzlerindeki maskelerle işlerinde usta gibiydiler. Her şey hazırdı. Başhekim “Başlayalım artık” dedi. Anestezinin etkisiyle Beyza çoktan başka diyarlara gitmişti. Doktorlar büyük bir ciddiyetle işlerini yapıyorlardı. Birden hemşireden en kıdemli olanı “Hocam nabız düşüyor” dedi. Doktor yardımcısına “Daha çabuk olmalıyız yoksa dayanamayacak” diye söyledi. Doktorlar bir an önce işlerini bitirmeye çalışıyor ve ellerinden geleni yapıyorlardı. Kıdemli hemşire yine seslendi. ”Hocam hocam nabız alamıyorum.”
Doktorlar ekrana baktı. Beyza’nın kalbi durmuştu. Başhekim “atrofin” dedi. Hemen yapıldı ama hareket yoktu. Arkasından elektro şok verildi. Yüz elli… İki yüz… Üç yüz watt… Beyza bütün bu çabalara yanıt vermiyordu. Ameliyat masasında bedeni hareketsiz yatıyordu. Birden odanın içini kutsi beyaz bir parlaklık kapladı. O an herkesin içi büyük bir huzur ve teslimiyetle dolmuştu. Başhekimin ”Bütün melekler gibi o da aslına döndü” dediği duyuldu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 28.12.2013)