Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler»

Анонимный автор
Shrift:

TAKDİM

Avrasya Yazarlar Birliği, elinizdeki eserle ülkemizde bir ilki daha gerçekleştirmenin kıvancını yaşamaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde yaratıcı yazarlık, yazar okulu veya yazarlık enstitüsü programlarının başarılı örnekleri bulunmaktadır. Yazarlık eğitimi veren bu programların mezunlarının yazdıkları eserler, her mezuniyet dönemi sonunda yayınlanmaktadır. Ülkemizde ise çok sayıda yazar okulu, yazarlık atölyesi gibi isimlerle çalışmalarını yürüten faaliyet bulunmakla birlikte, bu program mezunlarının program çalışmalarında yazdıkları eserlerden oluşan kitap henüz bulunmamaktadır.

Türkiye’de ilk kez yazarlık eğitimi veren bir program sonunda, katılımcılarının atölye çalışmaları sırasında kaleme aldıkları eserlerden oluşan bir kitap yayımlanmaktadır.

“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adını taşıyan bu kitap, Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi bünyesinde çalışmalarını yürüten Hikâye ve Şiir Atölyesi’nde yazılan eserlerden oluşuyor.

Bu büyük kıvancı bizlere yaşatan AYB Edebiyat Akademisi Başkanı Osman Çeviksoy’a, Kardeş Kalemler Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Akbaş’a ve eserleriyle “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirleri” oluşturan yazar arkadaşlarıma kalbî teşekkürlerimi sunmak istiyorum. 2009 yılı Kasım ayında başlayan atölye çalışmalarını 2010 Mayıs ayı sonuna kadar ciddiyet ve fedakârlıkla sürdürdüklerinin en yakın şahitlerinden biri de benim. Her Cumartesi günü öğleden sonraları Avrasya Yazarlar Birliği onların çalışmalarına mekânlık etti. Yedi ay boyunca bütün cumartesi günlerini Edebiyat Akademisi’ne ayırdılar. Yazdıklarını birlikte değerlendirdiler; yeni hikâyeler, yeni şiirler yazmak için evlerine döndüler. Bazısı bir, Ethem Göktürk gibi bazıları ise haftada iki veya üç değişik hikâye, şiir yazarak geliyorlardı. Yalnızca katılımcılar değil; Osman Çeviksoy’un gün ve geceleri de yazılan hikâyeleri kritik etmek, bilgi ve tecrübeleriyle yazılanların hatalı yönlerine dikkat çekmekle geçiyordu. Herkes hayatını sekiz ay boyunca atölye çalışmalarına göre düzenledi. Ve elbette Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Özbay, Dr. Mustafa Kurt, Bayram Bilge Tokel, İrfan Gürdal’ın sohbetleri de çalışmalara ayrı bir zenginlik kattı. Bendeniz de bu çalışmalara katılma bahtiyârlığına kavuştum.

Yedi ay süren sabır, gayret ve istikrarlı çalışmaların sonunda “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabıyla huzurlarınızdayız.

Türkiye’de bu kitabın bir örnek oluşturmasını ve yazarlık eğitimi veren diğer programların da benzer çalışmalarla yeni yazar ve şairlerin eserlerinin edebiyat dünyamızı zenginleştirmesi dileklerimizle “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabını dikkatlerinize sunuyoruz.

Yakup DELİÖMEROĞLU
AYB Genel Başkanı

OKUL ve AKADEMİ

Hangi branşta olursa olsun sanat öğretimi okullardan çok akademilerin işidir. Okullar, genel olarak her vatandaşı ilgilendiren temel bilgileri verirken akademiler, yalnızca yarının sanatçı namzetlerini ilgilendiren estetik normları, ibdâya yönelik, daha karmaşık ve girift kâide ve kuralları öğretir. Bunlar da sıradan bir öğretmenin işi değil. Onun için Ahmet Hâşim, edebiyat öğretmenlerine “edebiyat memurları” diye tarizde bulunuyor. Tabiî eli kalem tutan, kendisi de sanat adına bir şeyler üreten hocalarımız da var; ama sayıları o kadar az ki… Onların öğrencisi olmak bir şanstır.

Bizler de Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu boşluğu doldurmak üzere bir Sanat Akademisi ve ona bağlı olarak bir Yazar Okulu açtık. “Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur” derler; ama bir kere olsun denemeden kimin sanatçı doğduğu kimin doğmadığı nasıl anlaşılır? Sokaklar, iklimini bulamamış dehalar, mûcitler ve sanatçılarla dolu. En çok da bunlara acırım. “Boşboğaz”, “hayâlperest”, “geveze” deyip hesaba almadığımız bu adamlar; iklimini bulsalar, belki de iyi bir romancı, ünlü bir şair olacaklardı; kim bilir?

Onun için, daha çağları geçmeden genç heveskârlar arasında bir sondaj yapıp bir elekten geçirerek sanatçı namzetlerini seçmek gerekiyor. Bakarsın üzerindeki külleri üfleyince altından kor çıkabilir. İşte sanat akademileri bunun için kurulur. Böyle bir eğitimden geçen amatörler, eğer yetenekleri de varsa başarılı bir sanatçı olur, değilse estetik bilgilerle donanmış iyi birer okuyucu olurlar. Bu da az şey olmasa gerek. Zîra günümüzde okuyucu kıtlığı da çekiliyor.

İlmin umdeleri, sanatın sırları vardır. Bir başka deyimle ilim kesbî, sanat vehbîdir. Yani aklı başında, çalışkan her insan ilim alanında bir şeyler yapabilir; ama sanatın hangi bünyelerde tezahür edeceği bilinmez. İlim aklın, sanat gönlün meyvesidir. Eğer sadece bilgiyle olsa en iyi romanı, en güzel hikâyeyi ve en lirik şiiri edebiyat profesörlerinin yazması gerekirdi; ama hiç de öyle olmuyor. Gönül tellerimizi sızlatan ve söze kanat takan Aşık Veysel oluyor. O Veysel ki Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, üstelik gözleri de görmüyor; fakat gözlerini alan kader onun kalb gözünü açmış ve şair etmiş. Belki şair olmasa sıradan bir çoban olacaktı…

Görüldüğü gibi sanatın bir aşkın yanı, bir metafizik boyutu var. Bu puslu ve muğlak alanın, somut bilgileri ve kesin şablonları da yok… İşte biz bu atölye çalışmalarımızda öğrencilerimize, bilgiden çok sezgiyi gerektiren bu sır dolu iklimi aralamaya ve yıllarca, uykusuz geceler boyu edindiğimiz kırık dökük tecrübeleri aktarmaya çalıştık. Şüphesiz bu, öğrenen için de öğreten için de imkânsıza yakın bir şey; fakat yine de teorik bilgiler yanında büyük şair ve yazarlardan güzel örnekler okutarak ve örnek alınan eserlerin başarı sırlarını irdeleyerek onların bu büyülü atmosferi solumalarını sağladık. Ondan sonra da kendi yazdıklarının başarılı ve zayıf yönlerini göstererek tekrar tekrar yazdırmayı denedik ve başarılı da olduk. Adına ilham mı dersiniz, keşif mi bilmem, bazı öğrencilerimiz zaman zaman bizi aşan ve şaşırtan güzel mısralar yakalıyor ve güçlü şiirler yazıyorlardı.

Bu başarıda en büyük pay, kırka yakın hikâyeyi düzelterek tekrar tekrar okuyan kıymetli arkadaşım Osman Çeviksoy’a aittir. O, kıymetli bir sanatçı ve başarılı bir eğitimci olarak bu kursun en ağır yükünü taşıdı. İşte bu gayret ve çalışmaların sonunda güzel hikâye ve şiirlerden oluşan bu kitap doğdu.

Ali AKBAŞ
aliakbas1@gmail.com

HİKÂYENİN ATÖLYESİ YA DA ATÖLYENİN HİKÂYESİ

Edebiyat alanında son yılların belki en güzel gelişmesi, Ankara, İstanbul başta olmak üzere pek çok yerde yazar okullarının açılmasıdır. Çorum, Çankırı, Şanlıurfa, Bursa, Kayseri gibi şehir merkezlerinde çeşitli vakıf ve dernekler tarafından, farklı isimler altında yazarlığa hazırlama çalışmalarının yapıldığını biliyoruz. Bu çalışmaları her yıl tekrarlayarak geleneksel hâle getirmiş derneklerle vakıflar da var. Okumayanların yazmayanların giderek çoğaldığı ülkemizde yazar okullarının açılması, katılımcı bulması ve bu faaliyetlerin giderek yaygınlaşması gerçekten sevindirici.

Dileğimiz odur ki vakıf ve derneklerin dışında başka kurum ve kuruluşlar, özellikle de üniversiteler, bu faaliyetlere ilgi duysunlar; yeteneklerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesinde sorumluluk alsınlar. Kültürel değerlerine saygılı, okuyan, düşünen, yorumlayan, sorgulayan ve yazan insanların sayısındaki artış ülkemizin, insanımızın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Hızlı değişimlerin yaşandığı dünyamızda, edebiyatımızın yeni kalemlere, yeni soluklara her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğuna inanıyoruz. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Yazar Okulu” açmaya bu inançla karar verdik. Yıllardır açılagelen yazar okulları, seminere benzer çalışmalarla katılımcılarına felsefe, din, dil, psikoloji ve benzer alanlarda bilgi, deneyim, yorum yüklemişler; örnek metinler sunmuşlar, sohbet ortamlarında tanınmış şair ve yazarlarla katılımcılarını yüz yüze getirmişlerdir. Ve ardından katılım belgeleri…

Kuşkusuz bunlar, yazarlığa hazırlayıcı, isteklendirici güzel çalışmalardır; ancak eksik bırakılmış çalışmalardır. Hâlbuki “atölye çalışmaları” olarak nitelendirebileceğimiz üretime yönelik asıl yazarlık çalışmaları bu aşamadan sonra yapılmalıdır. Elbette yazarın özgürlüğüne, vicdanıyla başbaşalığına kimsenin itirazı olamaz; ancak bu özgürlük, planlı, kontrollü, üsluplu, yeterli atölye çalışmalarından sonra, yani yazarlıkla birlikte başlamalı değil mi?

Biz böyle yaptık ve şükür başardık…

Yazmaya gönül vermiş, kendini yazarlığın çilesini göğüslemeye hazır hisseden katılımcılarla doğrudan üretimi hedefledik. Üretecek, ürettiklerimizi olgunlaştıracak ve okuyucularımızın beğenisine sunacaktık. Hatadan korkmayacak, eleştirilerden yılmayacaktık. Bin kez hata yapsak, bin kez düzeltecek; kararlılıkla yolumuza devam edecektik. Atölye çalışmalarımız devam ederken ertelemeden, sıcağı sıcağına, edebiyat dünyamıza, ürettiğimiz hikâye ve şiirlerle soluk da olsa, minicik de olsa renk katmaya çalışacaktık. Dönem sonunda, ürettiklerimizden bir kitapçık oluşturmayı da yakın hedeflerimiz arasına koymuştuk. Sessiz sedasız, tantanasız, medyasız başlayan ilk dersimizde bunları konuşmuştuk.

“Atölye” adına yaraşır bir çalışmayla ikinci haftadan sonra üretmeye başladık. Sadece yazıp bırakmadık. Bir yandan yeni ürünler ortaya koyarken bir yandan da düzeltmeler yaptık. Defalarca silip yeni baştan yazdıklarımız oldu. Bıkmadık, yorulmadık. Ortaya “benim” diyebileceğimiz yeni bir eser koyabilme, edebiyat dünyasında yeni bir iz bırakabilme heyecanıyla çalıştık. Zorunlu sebeplerle ayrılanlar oldu. Çalışmaların yoğunluğuna dayanamayıp geride kalanlar oldu. Bunlar doğaldı, olacaktı. Biz, ilk derste belirlediğimiz, benimsediğimiz hedefler doğrultusunda yola devam ettik.

Yazdığımız hikâye ve şiirleri, başta Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi sitesi olmak üzere çeşitli internet sitelerinde ve edebiyat dergilerinde yayınladık. Alıntı yapılmak suretiyle ürünlerimiz, varlığından bile haberdâr olmadığımız farklı edebiyat sitelerine konuk gitti. Türk dünyasının uzak köşelerine kadar ulaşan ürünlerimiz oldu. Küçümsenemeyecek bir okuyucu kitlemiz oluştu. Katılımcılarımızdan, geleneksel şiir günlerine çağrılanlar bile oldu.

“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabı, Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye ve Şiir Atölyesi’nde ürettiğimiz hikâye ve şiirlerin yalnızca bir kısmından oluşmaktadır. Zevkle ve ilgiyle okunacağını umuyoruz.

“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adı, kitapta ürünü bulunan arkadaşlarımızın otuzdan fazla teklifi içinden, yine kendilerince iki gerekçeyle seçildi. Gerekçelerden biri; kitaba giren hikâye ve şiirlerden hemen hepsinde çeşitli ortak konular işlenmişti. Farklı kişiler tarafından yazılsa da konu ortaklığından dolayı hikâyeler ve şiirler kardeşti. İkinci gerekçe; “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adı; Avrasya Yazarlar Birliği’nin çıkardığı ve 39. sayısından itibaren “Türkiye’nin ilk sesli dergisi” olan, önemli ödüller kazanmış “Kardeş Kalemler” dergisini çağrıştırıyordu. Avrasya’nın ortak edebiyat dergisi “Kardeş Kalemler”in yanına “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabı yakışacaktı.

Katılımcı arkadaşlarımız arasında üniversite öğrencileri, öğretmenler, memurlar ve emekliler vardı. Atölye çalışmalarımıza komşu bir ilden devam eden arkadaşımız bile vardı. Günlük işlerimizi aksatma pahasına çalıştık; ısrarla, inatla, inançla yazdık ve yazarlıkta yol aldık. Her hafta büyük yuvarlak masamızın başında sadece yazmayı değil; değerlendirmeyi, eleştirmeyi, eleştiriye tahammül etmeyi de öğrendik. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırırken yıkıcı değil; yapıcı olmayı da öğrendik. Ya da zaten biliyorduk da bunları, iyiden iyiye pekiştirdik.

Özverili çalışmalarından dolayı katılımcı arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyor, yakın bir gelecekte dördünden, daha sonra da hepsinden imzalı kitaplar beklediğimi bildiriyorum. Ayrıca, bize rahat bir çalışma ortamı hazırlayan ve kısa sürede ortak kitabımız Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler’in basımını sağlayan Avrasya Yazarlar Birliğinin değerli başkanı Yakup Deliömeroğlu’na, ufuk açıcı destek ve değerlendirmelerinden dolayı muhterem hocam Ali Akbaş’a, destek sohbetlerimize katılarak bizleri onurlandıran değerli bilim, sanat, kültür adamlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Osman ÇEVİKSOY
osmanceviksoy@gmail.com

AHMET KURT

mendikliahmet@mynet.com

30 Aralık 1959’da Kastamonu ili Araç ilçesi Mendik köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Boyalı’da bitirdi. 1980’de Çankırı Sağlık Meslek Lisesi’nden mezun oldu. Gaziantep ve Kırklareli’nde üç yıl sağlık memurluğu yaptı. Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek 1988’de Bayburt Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. 1990’da Çankırı Sağlık Meslek Lisesi’ne kurucu Okul Müdürü olarak tayin edildi. Çankırı’nın muhtelif yerlerinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı okul ve kurumlarda idareci olarak çalıştı. Çankırı Gazi Sağlık Meslek Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeniyken 2010’da emekli oldu. “Ateşin Gözüne Yaksam Ateşi” adlı bir şiir kitabı vardır. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarına katıldıktan sonra hikâyeler de yazmaya başladı. Hâlen Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği (ÇAYASAD) yönetim kurulu başkanıdır.


HİKÂYE:

Bir Okul Hatırası

Analiz Cafer

Dönüş

Salıncak


ŞİİR:

Hıçkırık Bestesi

Çapraz Zamanlar

Vicdan Dehlizlerim

BİR OKUL HATIRASI

“Akşam etütlerinde solfej çalışamadım baba.” dedi telefonda. “Yurt binası beton olduğu için etüt salonu ve yatakhanelerde çalışırken sesler yankı yapıyor. Arkadaşlarım rahatsız olmasın diye yeterince çalışamadım ve muhtemelen sözlüden düşük not aldım.” diyerek devam etti sözlerine. Sonra sesi ağlamaklı oldu, titredi ses telleri; ama babasının telefonun öbür ucunda olduğunu düşünerek onun rahatsızlığını, en ufak bir duygusal yoğunlukta zaten hasta olan kalbinin etkilenebileceğini hatırladı. Ona hiçbir şey hissettirmemeye çalışarak kendisine verdiği teselli ve öğütleri sabırla dinledikten sonra kapattığı telefonu mübarek bir bayram sabahında babasının elini öper gibi saygıyla öptü. Elindeki makineyi çevirdi onun elinin içine bakar gibi. Metal aksamında kendi çocuksu yüzünü gördü. Sakalsız, daha bıyıkları bile terlememiş yüzünü… O yüz yavaş yavaş evde bıraktığı, üç aydır görmediği altı yaşındaki kardeşinin yüzüyle yer değiştirmeye başladı. Önce yüzü, kaşları, kirpikleri kardeşi olmaya başlıyordu. Özlemleri sınır tanımaz hâle geliyordu. Her gördüğüne sadaka dağıtan hayırsever misali, cep telefonunun metal kısmıyla ona da bir öpücük gönderdi sanki gözlerinin içine bakarak. Sonra birden afalladı. Aklı başına geldi. Bakındı etrafına, bir gören oldu mu diye telaşlanarak yaptıklarından mahcup… Rahatladı, kimsenin olmadığını görünce.

Dursun; Kastamonu’nun, şehir merkezine başka bir il kadar uzak Boyalı köyünden tesadüfen OKS’yi kazanarak Çankırı’da Güzel Sanatlar Lisesi’ne başlamıştı. Pansiyonda parasız, yatılı olarak kalıyordu. On beş, on altı yaşlarında ufak tefek, çelimsiz bir öğrenciydi. Çelimsizliğiyle doğru orantılı olarak duygusal yönü ağır basar, kahırlı Anadolu türkülerini her cümlesi ve tınısıyla özümseyerek hissederek söylerdi. Hele de yanık Kafkas ve Azeri nağmelerini dillendirirken yaşadığı yürek coşkunluğuyla nerdeyse kendinden geçerdi.

Daha okulun ikinci yılında olmasına rağmen bağlama çalmayı iyice bellemiş, herkes “Gelin Ayşe” türküleriyle vakit doldururken o sazına; “Ah ölmeden bir görseydim, varabilsem toprağına” dedirtecek kadar ustalığını ilerletmişti.

“Bizden eserler çalacağım.” Ne olursa olsun, müziğin hangi türü olursa olsun; ama seslendirdiğim eserler hep bizden olacak, bizi anlatacak.” Bunu ona okulunda çok sevdiği müzik öğretmeni öğütlemişti. Garip bir tesadüf eseri babası da askerliğini mızıka onbaşısı olarak yaptığından bu mesleğe sıcak bakıyordu. Yetiştiği coğrafyanın gereği, herkes onu davulcu, zurnacı mı olacak diye nerdeyse alaya alırken genel kanaatin aksine köylü babası ona “Oğlum madem puanın o okula girmene yetiyor, gir öyleyse, orada oku. Demek ki kısmetin bu yoldaymış.” diye hep destek vermişti. Müzik öğretmeni de “Yaptığın ayıp bir şey değil bu milletin iyi müzik adamlarına ihtiyacı var. Herkes bar, pavyonlarda söyleyecek değil ya, sen de mesleğini layığınca ve hakkını vererek yap.” diyerek onu bu günlere hazırlamıştı.

İşte Dursun, ortaokulu bitirip buraya gelirken onu buğulu gözlerle uğurlayan Ertuğrul Öğretmenine verdiği sözün gereği çok çalışması gerektiğini biliyordu; ama bunun için önce yapması gereken şey, yakın bir zamanda yapılacak olan, okul korosu seçmelerini kazanmaktı. Herkes bu koroya girebilmek için yarış ediyor, gece gündüz canhıraş çalışıyordu. Bu koro seçmeleri, girdikleri sınavların ve uygulamalardaki performanslarının ortalamasına göre belirlenecekti. Dursun da ta baştan beri gereğini yapıyor; ama bazen olmuyordu işte. Bugün de muhtemelen olmamış, seçmelerde istediği başarıyı gösterememişti. Uzun süre görmediği ailesinin hasreti söylediği yanık türkülere ilham olurken bu durum onun bazen ders çalışmasını engelliyor, çalışma şevkini düşürüyordu. Bu yüzden okul korosuna girememe ihtimali yüksekti. Ya da o öyle zannediyordu. Tek ümidi kalmıştı: Ümit Öğretmen…

Ümit Öğretmen Dursun’un bağlama derslerine giren, derli toplu, şık giyimli, Türkçeyi düzgün kullanan herkes tarafından sevilip sayılan ve koro seçmelerinde en yetkili öğretmenlerden biriydi. Her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, hâlini hatrını sorar, ihtiyacı olanlara gerekirse yardımcı olurdu. O iyi bir öğretmendi; ama Dursun bu durumda bile Ümit Öğretmenden yardım isteyemezdi. İstese de fark etmez çünkü o her konuda olduğu gibi bu konuda da iltimasa, torpile karşıydı. Öğrenciler arasında farklı uygulamalar olmasına müsaade etmezdi. Herkesle ihtiyacı olduğunca ve gereğince ilgilenir, yapması gereken neyse onu yapardı. Bu durumda kendisine durumu kabullenip sonuca razı olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Sonunda, kutlu bir derviş teslimiyetiyle huşu içinde ellerini açarak; kimilerince hiçbir anlamı ve önemi olmayan; ama kendince çok hayati olan bu konuyu uluların en yücesine gönderdi. Ümit Öğretmen’in gönlüne ekilecek ilham tohumlarının asıl kaynağına gereken mesajı ilettiğine inanmanın huzuruyla da daldığı hülyalarına onunla ilgili hatıralarını ekleyerek devam etti.

Okula ilk başladığı günlerden birinde, öğretmeni kendisini okulun arka duvarının dibinde sessizce ağlarken bulmuş, onu teselli ettikten sonra, hafta sonu memleketine gitmesini sağlayarak aile özleminin biraz da olsa hafiflemesine yardımcı olmuştu. Dolayısıyla Ümit Öğretmen, Dursun’u sever ve gayretinden dolayı da takdir ederdi. En önemlisi, onu fark ettiren asil birikimin ve ona aynı zamanda gönül zenginliği veren aile özleminin de farkındaydı. O, Dursun’daki cevherin farkındaydı.

Aile özlemi… Özlemek… Hasret… Ayrılıkların yürek mengenesi… Dayanılmaz gönül burukluklarının çaresizlikleri. Anne, kardeş, baba… Baba.

Dursun’un babası, annesinin ve çoğu babaların aksine, sevgisini belli ederdi. Sevgiyi fizikî olarak yaşardı. Bunu hisseder ve hissettirirdi. Sarılırdı, öperdi. Uzaktan, seviyorum deyip geçen biri değildi. Onu okuluna uğurlarken de öyle yapmıştı. Ona sıkıca sarılmış, Dursun ağlayıp ayrılmamak için direnecekken annesiyle Ertuğrul Öğretmeni babasını Dursun’dan zor ayırmışlar ve bir çocuk gibi o ağlayarak ayrılmıştı Dursun’un bindiği minibüsün ardından.

“Şimdi ne yapıyordur acaba?” diye düşündü Dursun. Yorgun yüreğine ilaç olsun diye benim yerime kardeşime mi sarılıyordur? Evet, öyle yapıyordur; çünkü Allah babamı sevgi için yaratmış, o her zaman sevecek birini, bir şeyleri bulur, bu bazen bir çiçek bazen bir kedi; kimi zaman bir arkadaş, kimi zaman bir kadın -ki bu hep annem olmuştur- çoğu zaman da evlat olmuştur.

Ve hızla yerinden kalkıp, “Babamın sevgisine layık olmalıyım, biraz daha solfej çalışayım bu akşam!” diyerek bağlamasına doğru uzanırken hızla kapıdan içeri giren oda arkadaşı Muharrem’in içten ve sevecen sesiyle irkildi:

“Dursun, listeler ilan panosuna asılmış, tebrik ederim, okul korosuna seçilmişsin…”

Sustu… “Baba, seni hatırlamak bile yetiyor.” dedi, mutlulukla.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 28.01.2010)

ANALİZ CAFER

Emekli olunca Doğu Karadeniz’in şirin bir ilçesi olan memleketim Yeşil Kent’e yerleştim. İşlerim nedeniyle akranlarım gibi ben de başka memleketlerde çalıştığım için, buralarda tanıdıklarım, çocukluk arkadaşlarım kalmamıştı. Bu yüzden, bir bahar günü ortaokul arkadaşım Cafer’le karşılaştığımda çok mutlu olmuştum. O, önceden buraya yerleşmiş, geniş, güzel bir çevre edinmişti. Ben de onun bu çevresine dâhil olduğum için hiç yalnızlık hissetmedim.

Karşılaşmamızın üzerinden üç dört ay gibi bir zaman geçmişti ki ortalıkta seçim lafları dolaşmaya başladı. Türkiye genel seçime gidiyordu. Partilerin adaylarından bahsettiğimiz bir sohbet sırasında:

–Sen neden aday olmuyorsun Cafer, diye sordum.

–Ben o işi otuz sene önce bitirdim Zübeyir, dedi.

Zaten ellili yaşlarda olan arkadaşımın otuz sene öncesinden bahsetmesi ilgimi çekmişti.

–İyi ya işte, tam zamanı, bunca yıllık tecrüben ve bu kadar geniş bir çevren var. Ayrıca buralarda sayılıyor, hürmet görüyorsun. Bence bunları değerlendir, dedim.

Derin bir nefes aldı. Yerini sağlamlaştırmak ister gibi banka iyice yerleşti. Gözlerini Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliklerine dikti. Sağ kolunu boşlukta aşağıdan yukarıya iki üç kere dairesel bir hareketle çevirerek:

–Uzun hikâye; ama sana anlatayım, dedi.

Memur olarak göreve başladığım ilk yıllardı. O zamanlar büyükçe bir il merkezi, şimdi ise artık anakent olmuş vilayetlerimizden birinin resmî bir kurumunda görev yapıyordum. Memleketimden uzaktaydım; fakat bu durum beni olumsuz olarak etkilemiyordu. Gençliğim ve çalışma şevkimden aldığım enerjiyle, gece gündüz demeden çalışıyordum. Başarılı bir memuriyet hayatım vardı. İnsanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onlarla ilgileniyordum. Sosyal ilişkilerim iyiydi. Çevremde itibarım yerindeydi. Bu sayede de beraber hareket ettiğimiz bir arkadaş grubumuz oluşmuştu. Ekip ruhu ile davrandığımızdan resmî kurumlarda iş yaptırma gücümüz yüksekti. Halim selim, iyi niyetli, amirlerim tarafından sevilip sayılan biri olarak bilinirdim.

İki yıllık mecburî hizmetimi tamamlayıp memleketime ya da başka bir yere gitme imkânım varken olumlu gördüğüm şartlar gereği tayin istememiştim. Bir yuva kurarak yerleşmeye karar vermiş, bunun için de uygun bir semtten ev alma girişimlerine bile başlamıştım.

Maddî bir meselem yoktu. Eş dost, konu komşudan oluşan sosyal çevremle hiçbir sıkıntı yaşamadan paylaştığım hayat, alışılageldik bir şekilde devam ediyordu.

İşte bu durumu bozan bir hadise tam da o günlerde yaşandı.

Görev yaptığım kurumun “Koruma ve Yaşatma Derneği”nin iki yılda bir yapılması yasal bir zorunluluk olan seçimli olağan genel kurulu yapılacak, yeni yönetim kurulu belirlenecekti. Bu görevin maddî hiçbir faydası yoktu; ancak sosyal mevkî olarak itibarlı bir makamdı. Yöneticiler tarafından bunların görüşleri önemseniyor, idari ve yönetsel işlerde inisiyatiflerini kullanabiliyorlardı. Yani cazip bir yerdi. Dolayısıyla da bir iş yerinde var olan çeşitli grup, görüş ve eğilimlerin doğal olarak ilgisini çekmekteydi. Gelecek hesabı olanlar, makam mevkî sahibi olmayı düşünenler, siyaset yapmayı hedefleyenler birer birer, grup grup bu göreve seçilmek için aday oluyorlardı. Aday olunuyor, adaylar belirleniyor, gruplar bir araya geliyordu. Bu arada ilginç görüntü ve diyaloglar da yaşanmaktaydı. Bazen yan yana gelmesi imkânsız gibi görünen kişiler, kuzu sarması olmuş birbirinden ayrılmıyor, bazen de yıllardır aralarından su sızmayan kâim dostların ufak bir dedikodu ya da yanlış anlama yüzünden araları açılıyordu. İnsanlar, sabah kalktıklarında kendilerini farklı kulvarlarda buluveriyorlardı.

Sonuçta zamanın ihtilal idaresinin gözettiği denge ve hassasiyet politikaları gereği iki listenin seçime gireceği kesinleşti.

Çevremdeki bütün tanıdıklarım benim de, aday olarak bir gruba destek vermem yönünde bana baskı yapmaya, telkinlerde bulunmaya başladılar. Şayet aday olursam, gerek benim gerekse mensup olacağım grubun diğerini geçeceği, bunun tarihi bir fark ortaya çıkaracağı söyleniyordu. Bu durumda etrafımdaki herkesin maddî manevî destek olacağı da yinelenmekteydi. Üstelik karşımızdakilerin eksiklerini, hata ve zaaflarını öne çıkararak olabilecek haksızlıklara mani olmamız ve bütün bunların vebalini göz önüne almamız gerektiği de laf arasına sıkıştırılan uyarılardandı. Aslında bu doğruydu da. Diğer tarafın muhtemel adayı, kelimenin tam anlamıyla bir üçkâğıtçıydı. Ahde vefa, sadakat, dürüstlük, ar, hayâ, iyi niyet gibi değerlerden yeterince nasiplenmemiş, sadece günün muteber değeri para ve etrafına birikmiş bir sürü faizci, tefeci, hırsız, uğursuza ve kalabalık aşiretine güvenen biriydi. Bu şartlarda, toplumsal değerler göz önüne alındığında onun kazanması mümkün değildi. Öyle de olmalıydı zaten.

İçinde olmam istenen grubun başkan adayı da o memleketin yerlisi ve onun da kalabalık bir aile çevresi vardı. Hiçbir zaafı olmayan, etrafında sevilip sayılan biriydi. Davranış olarak hoş görülmeyecek hiçbir hareketi yoktu. Büyüklere hürmet eder, küçükleri sever, kadir kıymet bilir; yoksulu, fakir fukarayı kollardı. Hatta bazen samimiyeti ve iyi niyetinden dolayı eleştirildiği bile olurdu.

Bu arada beni teşvik edenlerin hepsi olmasa bile bazılarının asıl niyetleri de farklıydı. Bunlar, beni ben olduğum için değil de eşit gördükleri bu güç mücadelesinde menfaat temin edebileceklerine inandıkları başkan adaylarına, oy deposu olarak katkımın büyük olacağını bildiklerinden destekliyorlardı.

Bir keresinde bir dostumun şahit olduğu, iki kişi arasında geçmiş olan konuşma şöyleydi:

–Birader, bizimkiler Cafer’i ikna etmeye, aday listesine almaya çalışıyorlarmış.

–İyi, Cafer’in bizimle olması iyi olur, o zaman onlara fark atarız vallaha! İnşallah kabul eder.

–Biz seçimi alıp Kadir de başkan olunca işimiz iş, benim oğlanın tayin işini de yaptırırız değil mi?

–Elbette yaptırırız, bizim işleri yapmayıp da kimlerin işini yapacak? Ama çalışmak lâzım, hadi boş durmayalım.

İşin aslı bu konuşma, durumu en iyi şekilde özetliyordu.

Ben her şeye rağmen, baskılara da dayanamayarak istemeye istemeye de olsa memuriyetimin başlangıç yıllarında bu seçimde taraf ve aday oldum.

Yapılacak seçimin özelliği gereği, listeler yarışacaktı. Yani yönetim kurulunu oluşturacak aday isimlerinden meydana gelen listeler hazırlanacak, üyeler bunların içinden istediğinin ismini oy pusulalarına yazarak tercihlerini belirteceklerdi. Sonuçta en çok oyu alandan başlayarak asil ve yedek yönetim listesi oluşacaktı. Sonra da seçilen bu yönetim kurulu kendi arasında başkan ve diğer görevleri belirleyecekti.

Demokrasinin memleketimizde tam yerleşmediği yıllardı; ancak bu tür resmî işlemlerin kâğıt üzerinde usulüne uygun şekilde yapılması gerekiyordu. Seçim takvimi başladığında bütün adaylar mücadelelerine başladılar. Karşı taraf bunun için neyi gerekli görüyorsa onu yapıyordu. Meşruiyet kavramı kişiselleşmiş, herkes kendi doğrusunu yapar olmuştu. Genel hava, milletvekili seçimlerini aratmıyordu. Köşe başlarında ikişerli, üçerli gruplar kulis faaliyetlerini yürütüyor; adaylar doğal seçmen olan her memurla tek tek ilgileniyorlar. Hatta o zamana kadar merhaba demedikleri hizmet personelleriyle şehir lokantalarında misafir ağırlıyorlardı. Adayların ellerinde yeni görünmeye başlayan ambalajlı paketlerden anlaşıldığı üzere ufak çaplı hediyeler, seçim günü yaklaştıkça kalite ve marka değiştirmekteydi. Vaatlerin oranı ise vaat edenin gücünü aşmış, seçmenin arzusuna göre şekillenmekteydi.

Biz de seçim kampanyasını büyük bir organizasyonla başlattık. Herkese kucak açmıştık. Abartısız, yalansız, asılsız vaatleri olmayan bir çalışmaydı bu. Tek ölçümüz dürüstlük ve samimiyetti. Bu ölçü etrafında bir araya gelmiştik. Memleketin en gösterişli salonlarından birinde yapmıştık toplantıyı. Günün moda tanıtım organizasyonlarıyla kalabalık bir grup olmuştuk. Neredeyse seçimde oy kullanacakların hepsi bizimleydi; hatta fazlamız bile vardı. Kurumumuzun idarecileri de davetli olmadıkları hâlde güya destek vermek üzere aramızdaydılar. Bu durum nasıl algılanır, hangi sonuçları doğurur belli değildi. Durumdan vazife çıkarıp kendiliklerinden aramıza katılmışlardı. İsteğimiz dışında gerçekleşen bu emrivakiinin olumsuz bir durum ortaya çıkarmamasını temenni ederek programımızı uygulamaya devam ettik. Başkan adayımız önceden hazırladığımız şekilde güzel bir konuşma yapmış, gönülleri fethetmişti. Yapacaklarıyla, ekibiyle göz doldurmuştu. Öyle ki herkes arkadaşımızı kutlamış, takdir ve bağlılığını bildirmiş; şimdiden “hayırlı olsun” demeye başlamıştı bile. Bizim de yüzlerimiz gülüyordu. Seçimi garantilemiştik. Büyük bir teveccüh kazanmış, herkesin övgüsüne mazhar olmuştuk; hatta delegeler arasından “ Seçime bile gerek yok aslında, nasıl olsa farklı kazanırsınız,” diye espri yapanlar bile olmaktaydı.

Seçimden bir gece önce yaptığımız son toplantımızda da gelen haberler bunu teyit eder mahiyetteydi… Nihai bir durum değerlendirmesi yaptık… Seçim günü yapacağımız çalışmaları gözden geçirdik. Seçim garanti olduğuna göre başkan adayımızın yapacağı “teşekkür konuşması” metnini de hazırlayarak herkese yapılan son görev dağılımları tebliğ edildi. Benim görevim de çevremde oy verecek kişilerle tekrar konuşarak seçimde fire vermemelerini sağlamaktı.

Toplantının akabinde zaman kaybetmeden herkes gibi ben de görev alanıma döndüm. Tanıdığım delegelerle tek tek görüşüp onların tekraren olumlu düşüncelerini aldım. İtimat telkin eden bakışlardaki ışığı algıladım. Dürüstlük ve çalışkanlığından emin olduğu bir ekibi desteklemenin verdiği gururla bizleri kucaklayan, başarı dilek ve temennilerini yüreğimde hissettim. Onların güven duygularıyla doğruyu gördüklerine ve bizlerin iyi şeyler yapacağımızı bildiklerine bir kere daha şahit oldum.

Gönül huzuruyla evime yollandım.

Nihayet o gün geldi… Herkes oyunu kullandı. Oy verme kabininden çıkıp karşılaştığım herkes oyunu bize verdiğini, kesin olarak kazanacağımızı ifade ederek salondan ayrılıyordu.

Sandıklar açılıp oylar sayıldıkça, sonuç netleşmeye başlamıştı; fakat ortada bir yanlışlık vardı. Bize oy çıkmıyordu. Sanki gizli bir el sandığa girmiş, bize ait oyları imha etmişti. Arada bir bozkırda çiğdem misali çıkan oylar ise bir yekûn teşkil etmekten uzaktı.

Sonunda; ait olduğum grupla beraber, büyük bir oy farkıyla seçimi kaybettik… Ama bu durum hayatımda hiçbir değişikliğe sebep olmadı. O günden bugüne insanlara aynı şekilde davrandım. Ömrüm memur olarak geldi geçti. İdari görevlere talip olmadım. Sadece o seçimin ardından hemen tayin isteyip buraya yerleştim.

7 748,51 s`om

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
Hajm:
4 Sahifa 8 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6852-01-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap
Matn PDF
O'rtacha reyting 0, 0 ta baholash asosida
Matn PDF
O'rtacha reyting 2, 1 ta baholash asosida
Podkast
O'rtacha reyting 0, 0 ta baholash asosida
Matn
O'rtacha reyting 4,5, 1023 ta baholash asosida
Matn
O'rtacha reyting 4,8, 558 ta baholash asosida
Matn, audio format mavjud
O'rtacha reyting 4,6, 2090 ta baholash asosida
Matn PDF
O'rtacha reyting 5, 3 ta baholash asosida
Audio
O'rtacha reyting 5, 1 ta baholash asosida
Matn PDF
O'rtacha reyting 4,3, 3 ta baholash asosida
Matn, audio format mavjud
O'rtacha reyting 5, 41 ta baholash asosida