Kitobni o'qish: «Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun'da»
SUNUŞ
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin adını ilk olarak 2001’de işitmiştim. Bu üniversite Türkiye ile Kırgızistan arasında yapılan bir anlaşmayla kurulmuş özel statülü bir yüksek öğretim kurumudur. Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin misyonu, Türk Dünyası’na hizmet etmek, Türk Dünyası’nın her yanından gelen gençleri kaynaştırıp onlar arasında bir altın köprü oluşturmaktır. 2005-2006 eğitim-öğretim yılında bu üniversitede bir yıl çalışabilme imkânı elde edebildim. O tarihte Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bu üniversitede çalışmak üzere eşim ve küçük kızımla küçük bir aile olarak gidebilmiştik.
Bu ülkede geçirdiğimiz o bir yıla Kırgızistan’da yapılması gerekenlerin birçoğunu sığdırmaya çalıştığımızı çok iyi hatırlıyorum. Biz geniş zamanlar umuyorduk ama vakit kısa ve dardı, bunun farkındaydık. Bir yıla az şey sığdırmadık biz o yıl.
Kırgızistan Manas’ın ve Cengiz Aytmatov’un yurdu, Manas ile Aytmatov Kırgızistan’ın ruhuydu. 2005-2006 eğitim-öğretim yılında Aytmatov, henüz hayattaydı ve diplomatik görevlerinden arta kalan vakitlerde hem ülkesine hem Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi’ne uğruyordu. Bişkek’te onu birkaç kere dinleyebilmiştim. 2006 yılı baharında Cengiz Aytmatov’un kızlarım ve eşimle fotoğraflarını çekebildiğim için kendimi talihli, o fotoğraf karesinde yer alamadığım için de talihsiz hissediyorum. Ne garip! Aynı durum hem talih hem de talihsizlik olabiliyor.
O zaman Bişkek’te Türk Dünyası, Türk Dünyası edebiyatı gibi kavramları yansıtan kelimeler çok sık kullanılmıyordu. Buna rağmen Kırgızistan Bilimler Akademisinde bildiriyle katıldığım bir Türk Dünyası Edebiyatı toplantısı yapılabilmişti. Bu toplantının şeref konuğu Cengiz Aytmatov’du. O bir büyük yazar olarak eserleriyle ülkesini şereflendirdiği gibi bütün Türk Dünyasını da şereflendiriyordu.
2017 yılında sevgili öğrencilerim ve dostlarımla birlikte yapmayı başardığımız “Cengiz Aytmatov 90 Yaşında Samsun’da Çalıştayı” benim epeydir hayallerimi süsleyen ve zihnimi işgal eden bir projeydi.
Bişkek uzun zamandır Samsun’la kardeş şehirdir. Bu proje için ben uzun yıllar Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı yapan Necmi Çamaş’a ve başka kişilere Türk Dünyası edebiyatı konusunda bir toplantı yapma fikriyle gittim. O zaman doğrusunu söylemek gerekirse fikrim vardı ama somut bir projem yoktu. Somut bir projenin bir fikirden başka bir şey olduğunu unutmamak gerekir. Yine de fikirler projeler için çıkış noktası oluşturduğundan değerlidirler. Bir fikri olanlar bunu elbet bir projeye dönüştürebilirler. Fikri olanların saygıyı hak etmediği söylenemez.
Üniversiteler fikirlerin önemsendiği, geliştirildiği ve projeye dönüştürüldüğü yerlerdir. Böyle olmayan üniversiteler var mıdır? Doğrusu bu soruya “yoktur” diye cevap verebilmeyi çok isterdim. Ayrıca üniversitelerden fikirleri takdir de etmeleri beklenir. Fikirleri takdir etmek, düşünenleri takdir etmek demektir.
2016 yılında Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi’nde ikinci defa görevlendirildim ve 2017 temmuzunda Cengiz Aytmatov’la ilgili bir anma programı için Necmi Bey’e bir daha gittim, bu defa çok ısrar ettim ve onu ikna ettim. Sunduğum somut bir projeydi ve bütçe gerekiyordu. Sonra Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü’ndeki arkadaşlarla ayrıntıları konuştuk ve ardından Bişkek’e gelip derhâl kolları sıvadım. Manas Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Layli Ükübayeva’ya projeyi anlattım ve çok sevinerek bunun için uygun olabilecek kişilerle iletişim kurmamı sağladı. Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Yusuf Yurdigül’ün de bu tür programlardaki maharetini görmüştüm. O da var olsun, seve seve programa katkıda bulunmayı kabul etti. Elbette projenin hayata geçmesi kesinleşince Manas Üniversitesi rektörlüğü ile de iletişim kurdum. Oradan da tam destek aldığımı söylemeliyim.
Benim Kırgızistan’da bunları yaptığım sırada elbette Türkiye’deki paydaşlarım, öğrencilerim, dostlarım boş durmuyorlardı. Bir takım olarak onlarla sürekli yazışıyor, her ayrıntıyı tartışıyor ve her adımı paylaşıyorduk. Merhume Doç. Dr. İlknur Karagöz, Doç. Dr. Şeyma Büyükkavas Kuran, Dr. Öğretim Üyesi Mediha Mangır, Dr. Öğretim Üyesi Atiye Gülfer Gündoğdu ve sevgili asistanlarımız, öğrencilerimiz bu takımdaydı.
Toplantıya Kırgızistan’da yedi kişi katılacaktı, Türkiye’den o kadar veya biraz daha fazla. Karabük Üniversitesi Cengiz Aytmatov Araştırmaları Merkezi Müdürü öğrencim Doç. Dr. Cıldız İsmailova da severek takımımızın bir parçası oldu. Doç. Dr. Cıldız İsmailova Türk Dünyası müzikleri yapan ve farklı üniversitelerdeki öğretim üyelerinden oluşan bir grubu bizim programımıza dâhil etti.
Sonuçta birçok kişinin ve kurumun değerli katkılarıyla Ondokuz Mayıs Üniversitesi Atatürk Kongre Kültür Merkezi’nde 13-14 aralık 2017 tarihlerinde Cengiz Aytmatov 90 yaşında Samsun’da Çalıştayı’nı gerçekleştirdik. Samsun Büyükşehir Belediyesi özellikle katılımcıların yol ve konaklama giderlerini karşılayarak çalıştayımıza en büyük maddî desteği sağlayan kurum oldu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin gerek rektörlük düzeyinde gerekse farklı birimler düzeyinde faaliyetimize sağladığı destek asla göz ardı edilemez. Aynı şekilde Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi de çalıştayımıza destek veren önemli kurumlardan biridir.
Aynı salonda gerçekleşen programda çok ilgi çekici bildiriler sunuldu. Elinizdeki kitap, bu çalıştayda sunulmuş olan bazı bildirilerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Doç. Dr. Zerrin Eren’in Aytmatov’un kadın kahramanlarıyla ilgili bildirisini alkışlıyorum. Dr. Öğretim Üyesi Atiye Gülfer Gündoğdu ve Dr. Mustafa Çetin de çok güzel bildiriler sundular. Mustafa Çetin’in bildiri metninin bu kitapta yer almaması eksiklik. Doç. Dr. Bekbolot Aydaraliyev’in “Benim Sözümü Benim Canım Bil” adlı Aytmatov belgeseli ile Kırgızca Sayakbay filminin Türkçe altyazılı şekliyle gösterimi de Türk seyirciler açısından ilgi çekiciydi. Yusuf Yurdigül Cengiz Aytmatov’un Kırgız sinemasına katkısını ele aldı. Necmi Çamaş’ın, Rektörlerimizin ve Manas Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Layli Ükübayeva’nın belekleri ve konuşması anlamlıydı. Sevgili öğrencim Dr. Zarina Kulbarakova, bildirisi ve komuzuyla çalıştayımıza renk kattı. Elbette en büyük alkışı hak edenlerden biri de Cengiz Aytmatov’un kız kardeşi şeref konuğumuz Roza Aytmatova’dır. Roza Aytmatova rahatsızlıklarına ve ilerlemiş yaşına rağmen ülkesi ve ağabeyinin hatırası için uzun olduğu kadar yorucu bir yolculuğu göze alarak Samsun’u teşrif etti ve yaptığı şeker gibi konuşmayla çalıştayımızı tatlandırdı. Var olsun. Çalıştayımıza destek veren kurumlar ve kurumların yöneticileri var olsunlar. Çalıştayımızın düzenlenmesinde emeği geçenler, bildiri sunanlar, oturum yönetenler, dinleyenler var olsun. Türk Dünyası var olsun, bir olsun.
Her programın, çalıştayın, toplantının hikâyesi vardır. Bu hikâyeler çoğu zaman örtük kalır, yazılı olarak paylaşılmaz. Aslında bu hikâyelerin aktarılması da anlamlıdır.
Bir Türk Dünyası vardır ve var edilmelidir. Dolayısıyla bir Türk Dünyası edebiyatı da vardır. Aytmatov bu edebiyatın dünyaya sesini duyurabilmeyi başarmış en güçlü seslerinden biridir. Aytmatov’un doğduğu topraklarda, yani Orta Asya’da veya başka bir ifadeyle Türkistan’da atalarımız 9. yüzyıldan 15. yüzyılın ortalarına kadarki dönemde bütün zorluklara rağmen kayıp bir aydınlanma gerçekleştirmeyi başarabilmiştir.
Meseleyi S. Frederick Starr inci, istiridye metaforuyla yorumlamakta haksız değildir: “Orta Asyalıların Hindistan ve Orta Doğu’dan uzun süre ithal etmeye devam ettikleri inciler bir anda büyümemişti. İstiridyelerin çoğunun içinde daha sonra inciye dönüşecek bir kum tanesi bile yoktu. Çoğu istiridyenin içine kum girer ama bir etki gösteremez. Orta Asya medeniyetinin şaşkınlığa uğratıcı tarafı, asırlar boyunca hem yabancı kum tanelerine açık olması hem de bu kumlardan inci üretme kapasitesine sahip olmasıdır. Bir başka ifadeyle bu medeniyet bir yandan dış dünyaya açıkken bir yandan da yeni olanı basit bir şekilde taklit etmek yerine yeniden düzenlemek ve uyumlu hâle getirmek için sağlıklı bir yapı ortaya koymuştu. Bu yapının hâkimiyeti sürdüğü müddetçe Orta Asya entelektüel hayatın en ön safında yer almıştı. Yabancı olana yapıcı bir şekilde yaklaşma ve onu inciye çevirme kabiliyetini kaybettiğindeyse medeniyeti çökmüştü.”(Kayıp Aydınlanma, s. 642). Mesele yeni ve yabancı olana bigâne kalmak değil onu alıp dönüştürmektir. Aytmatov yeni ve yabancı olana sırt çevirmemiş, onları alıp yoğurup özümsemiş ve dönüştürmüştür. Onu niçin takip etmeyelim…
Mehmet AydınOcak 2020/ Bişkek
ROZA AYTMATOVA’NIN AÇILIŞ KONUŞMASI:
Şeker Atamızın Cengiz Ağabeyime Tevarüs Eden Hikayesi 1
Var olunuz, değerli katılımcılar, hepinizi selamlıyorum. Kıymetli Samsun Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı, değerli Ondokuz Mayıs Üniversitesi rektörü, değerli öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler, saygı değer misafirler hepinize böyle bir toplantıya katıldığınız için sonsuz teşekkürler ediyorum. Ben de böyle bir bilimsel toplantıya Aytmatov ailesinin bir üyesi ve temsilcisi olarak katılmaktan onur duyuyorum. Ağabeyim yazar Cengiz Aytmatov’u anmak için düzenlenen bu toplantıya katkıda bulunanlara ailem adına teşekkür ediyorum, var olsunlar.
Bizim ailemiz Talas şehrindeki Kıtay boyundandır. Bütün Kırgızlar belli boylara mensuptur. Biz Kırgızlar bu boylar için uruu diyoruz. Kıtay boyu Kürküröö2 adlı akarsuyun vadisine yerleşmiştir. Bu akarsu Kırgızistan’la Kazakistan arasındadır. Zamanla bizim bağlı olduğumuz Kıtay boyu kendi arasında iki kola ayrılmış Töñtögör ve Kıyra. Biz Kıtay boyunun Töñtögör kolundanız.
1700’lü yıllarda Kazak komşuları Kırgızlara saldırarak onların ellerinden mallarını ve topraklarını alıyorlarmış. Bundan zarar gören Töñtögörlerin ileri gelenleri bir araya gelerek Kazakların mallarını yağmalamasına nasıl engel olabileceklerini kara kara düşünüyorlarmış. Bu konuyu konuşmak üzere sonunda bir kurultay toplamışlar. O toplantıya Töñtögörlerden yalnız bir kişi katılmamış. Orada yaşayan halk toplantıya katılmayıp toplantıya katılanlara yemek hazırlayan bu kişiye çok öfkelenmiş.
Talas’ta Köksay ve Aksay diye adlandırılan iki yer var. Savaşmak için Kırgızlar Köksay’da Kazaklar Aksay’da toplanıyor, savaş hazırlığı yapıyor ve iki cephe oluşturuyorlar. Birbirlerine kız alıp veren, akraba olan Kazaklarla Kırgızlardan herhangi birinin saldırıyı başlatmaya eli varmıyor ve karşılıklı olarak bekleşiyorlar. O zaman beyaz bir at üzerinde Töñtögörlerden o genç adam ortaya çıkıp iki tarafa sesleniyor “Bizler kardeşler ve akrabalarız. Dolayısıyla bizim paylaşamayacak hiçbir şeyimiz yok. Biz bugüne kadar aynı kışlada kışlayıp aynı yaylada birlikte yaylamadık mı? Biz bizimle iyi geçinen komşularla iyi geçiniriz, bize el kaldıran komşulara da aynı şekilde karşılık veririz.”
İki taraftan savaşmak üzere saf tutanlar o gencin sözleri üzerine mahçup olurlar. O zaman o beyaz atlı Töñtögör genç iki tarafın adamlarını hazırladığı sofralara davet eder. “Buyurun, sofralara, sofrada konuşalım” der. Sofralara birlikte oturan Kazaklarla Kırgızlar birbirleriyle barış içinde yaşamaya karar verirler. Bu genç adamın yalnızca yemekleri değil sözleri de tıpkı şeker gibi tatlıdır. Zamanla o yörede yaşayan Kazaklarla Kırgızlar arasında barışın sağlanmasına katkıda bulunan bu genç adamın gerçek adı unutulup yeni adı Şeker olarak halk arasında ünlenmiş, bu ünü yayılarak nesilden nesle aktarılmış ve efsaneye dönüşmüş…
Biz kan akıtmadan, savaşmadan halklar arasında barışı sağlayan Şeker atamızla her zaman gurur duyuyoruz. Şeker atamız dolayısıyla bizim köy Şeker olarak adlandırılır, mektebimizin adı da Şeker’dir. Burada yaşayanların tamamı Şekerliler olarak tanınır. Benim bunların tamamını size anlatmamın sebebi, bu yörenin Şeker atamızdan tevarüs eden insanî taraflarının Cengiz ağabeyime geçmiş olabileceğini düşünmemdir. ‘İnsan için esas olan her zaman insan olarak kalmasıdır’ düşüncesinde olan Cengiz ağabeyim 1986 yılında dünyadan önemli yazarların, sanatçıların ve fikir adamlarının katıldığı bir Isık Köl Forumu düzenlemiştir.3 Bu toplantı da Cengiz Aytmatov’un ‘İnsan nasıl insan olur?’ fikrine uygun bir faaliyettir. Ben bu konferansın başarılı geçeceğine yürekten inanıyorum. Bu inançla konferansı düzenleyenleri kutluyor ve katılımcıların tamamına başarılar diliyorum. Bu vesile ile bütün dinleyicileri Aytmatov ailesi adına yeniden selamlıyorum.
Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana Adlı Yapıtlarına Ekofeminist Bir Yaklaşım
Zerrin Eren4
Özet: Hem eylemci (activist) bir akım hem de eleştirel bir kuram olan ekofeminizm, kadının ve doğanın erkek egemen toplum tarafından sömürüldüğünü ileri sürer. Ekofeministler hem savaşa hem de insanla insan, insanla insan olmayan varlıklar arasındaki ilişkilerin hiyerarşik yapılar olarak algılanmasına karşı çıkar; kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesine ve sürdürülebilir bir çevre için; doğanın tahrip edilip yağmalanmasının önlenebilmesi için uğraşırlar.
Bu çalışmada Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana adlı yapıtlarının ekofeminist bir yaklaşımla incelenmesi amaçlanmıştır.
Çalışmada, bu yapıtlarında yazarın, savaşın insan ve doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermenin yanı sıra, liderlik özelliklerine sahip, kararlı, özgüvenli, güçlü ve akıllı kadınlar betimlediğini; yazarın insanların doğadaki insan dışındaki varlıklar olmadan yaşamlarını sürdüremeyeceklerini gösterirken, insanla insan, insanla insan olmayanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hiyerarşik yapıların olmadığı, insan olan olmayan bütün varlıkların eşit derecede değerli ve önemli oldukları bir toplum sunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Aytmatov, Cemile, Toprak Ana, ekofeminizm, çevre, toplumsal cinsiyet
Abstract: Ecofeminism which is both an activist movement and a critical theory asserts that women and nature are exploited by patriarchal society. Ecofeminists oppose both war and the perception of the relations between human and human or between human and nonhuman as hierarchal structures; they strive for gender equality, environmental sustainability and for preventing devastation of nature.
This paper aims at an ecofeminist reading of Chinghiz Aytmatov’s Jamila and Mother Earth.
This study concludes that besides displaying the devastating effects of the war on human and nature, the writer depicts determined, self-confident, strong and clever women having leadership abilities. While illustrating that human cannot survive without nonhuman nature, he presents a society in which there are not any hierarchical structures organizing the relations between human-nonhuman or human-human, and humans and nonhumans are equally important and valuable in these works.
Key words: Aytmatov, Jamila, Mother Earth, ecofeminism, environment, gender.
Ekofeminizm terimi ilk kez Fransız feminist Francoise d’Eaubonne tarafından 1974 yılında kullanılmıştır. Bununla birlikte, bazı ekofeministler, 1970’lerde Hindistan’ın Himalayalar bölgesindeki köylü kadınların ormanlarını korumak için başlattıkları hareketi (Chipko Hareketi) ekofeminizmin başlangıcı olarak kabul ederler (Mack-Canty, 2004, s.168-169). Ekofeminizm kadının ve doğanın erkek egemenliği altında olduğu görüşünü savunur; başka bir deyişle, ekofeminizm erkek egemen toplumun kadına karşı tutumuyla doğaya karşı tutumu arasında bağ kurar ve hem kadının hem de doğanın erkek egemen toplum tarafından sömürüldüğünü ileri sürer. Bu nedenle ekofeministler bir yandan kadın ve erkek arasında eşitliğin sağlanması diğer yandan da sürdürülebilir bir çevre için, doğanın tahrip edilip yağmalanmaması için uğraşırlar.
Bu çalışmanın amacı, Cengiz Aytmatov’un Cemile ve Toprak Ana adlı yapıtlarında, okurlarına ekofeministlerin özlemini duydukları, kadın ve erkeğin eşit olduğu ve doğayla barışık yaşadıkları, insanlar arasında ya da insanla insan-olmayan arasında herhangi bir hiyerarşik yapının olmadığı; daha da önemlisi, insanın kendisinin de doğanın bir parçası olduğunu unutmadığı bir toplumun yaşantısını sunduğunu ortaya koymaktır.
Aytmatov’un her iki yapıtında da muhteşem doğa betimlemeleri dikkatimizi çeker; anlatılan hemen her olayda doğa da mutlaka betimlenir. Bu nedenle, bu yapıtlar okunurken, “…belirsiz bir ufuk üzerinde, portakal kırmızısı fırtına bulutları”nın toplanmasına (Aytmatov, 1958/2011, s.57), “…bir çaylağın bozkırda döne döne süzülüşü” ne (Aytmatov, 1958/2011, s.43) tanıklık edilir; rüzgârın bozkırdan getirdiği “…çiçeklenmiş pelinlerin kekremsi kokusu” (Aytmatov, 1958/2011, s.39) duyulur. Ancak bu yapıtları dikkatlice okuduğumuzda, yazarın bu betimlemeleri yalnızca estetik amaçla yapmadığını, doğayla insan arasındaki bağı okuruna sezdirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Aytmatov’un incelediğimiz iki yapıtında da ağaçlar, yıldızlar, kuşlar, hava koşulları; diğer bir deyişle, doğanın her bir parçası, aşağıdaki örneklerde de görüleceği gibi, insanların sevinçlerini, kederlerini, her türlü deneyimlerini paylaşırlar. Toprak Ana’da Tolgonay’ın eşi, üç oğlu ve geliniyle sürdürdüğü mutlu yaşamı savaşın patlak vermesi ile altüst olur. Üç oğlu ve eşi savaşa giden Tolgonay önce eşinin ve büyük oğlu Kasım’ın ölüm haberlerini alır. Bir yandan acısını bastırıp gelini Aliman’a destek olan Tolgonay, diğer yandan da ekipbaşı olarak sorumluluklarını yerine getirir. Kitaptaki “Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları bize hem büyük sevinçler hem büyük acılar getirdi” tümcesinden (Aytmatov, 1963/2017, s.78), Suvankul ve Kasım’ın ölümleri üzerinden birkaç yıl geçtiği çıkarımını yapabiliriz. Bahar geldiğinde Tolgonay, Suvankul’un kendi eliyle diktiği elma ağacının çiçeklendiğini fark eder ve bunu şöyle aktarır okurlarına: “O bahar, Suvankul’un kendi eliyle dikip yetiştirdiği elma ağacı öyle güzel, öyle çok çiçek açtı ki, sanırsınız yeni güç kaynaklarına başvurmuş, gençleşmiş, yeniden güçlenmiş o büyük elma ağacı” (Aytmatov, 1963/2017, s. 90). Tam bu sırada Tolgonay, oğlu Maysalbek’in savaşta öldüğü haberini alır. Oturduğu yerden köylü kadınların yardımıyla kalkabilen Tolgonay’ın başına elma ağacı çiçeklerini döker (Aytmatov, 1963/2017, s.93). Bu betimlemeden, elma ağacının, Suvankul’un ölümden bir süre sonra, ardında bıraktığı diğer yakınları gibi, toparlandığı ve güçlendiğini ancak Maysalbek’in ölüm haberine çok üzüldüğünü, bu nedenle çiçeklerini döktüğünü; yazarın elma ağacının çiçeklerini Tolgonay’ın başına döktüğünü belirterek, elma ağacının Tolgonay’ın acısını paylaştığını sezdirdiğini söyleyebiliriz. Bir başka örneğe ise romanın başlarında rastlarız. Tolgonay, gençliğinde, Suvankul’la ilk kez baş başa kaldığı tarladaki geceyi şöyle betimler: “Serin ve berrak suda, dağlardan esip gelen rüzgârın kokusu vardı… O aydınlık gecede, bizim gibi toprak da mutluydu. O da bizim gibi sessizliğin ve serinliğin tadını çıkarıyordu. Tatlı bir huzur yayılıyordu bozkırdan. Arkta su şırıl şırıl akmaya devam ediyor, iyice açılmış yoncaların özsuyundan sarhoş oluyorduk” (Aytmatov, 1963/2017, s.13). Tolgonay ve Suvankul hem ekinleri biçmenin, işlerini tamamlamış olmanın hem de aşklarının mutluluğunu yaşarken, toprak da ekilmiş olmanın, hasadın mutluluğunu yaşar. Ekilmenin, ürün verebilmenin toprak için ne denli önemli olduğu, Toprak Ana’nın ağzından şöyle anlatılır romanda: “Yaz boyunca o çıplak tarla beni deşilmiş bir yara gibi yaktı, uzun zaman acılarım dinmedi. Tarlaları ekinsiz bırakmak, benim kanımı boşaltmak demektir Tolgonay” (Aytmatov, 1963/2017, s.89). Toprak Ana’nın bu sözleri, o gece toprağın hasat edilmenin mutluluğunu yaşadığı yönündeki görüşümüzü destekler. Toprağın o gece mutlu olmasının bir başka nedeni de Tolgonay ve Suvankul’un aşkları ve evlenme kararları olabilir. Evlilik, yeni çocukların doğması umudu demektir ve doğan her çocuk toprağın da çocuğudur aynı zamanda. Toprak Ana, Tolgonay’ın savaşta ölen öğretmen oğlu Maysalbek’in “toprağı”, “vatanı” olmakla övünür (Aytmatov, 1963/2017, s.93). Tolgonay ise biraz büyüyünce tarlada çalışmaya başlayan Aliman’ın oğluyla “yeni bir ekinci, yeni bir çiftçi gelmişti” (Aytmatov, 1963/2017, s. 133) diyerek gurur duyar, mutlu olur. Çünkü hasatta çiftçilere yardım etmeye başlayan Aliman’ın oğlu Canbolat, büyüyünce bir ekinci olacak, böylece doğadaki canlı, cansız tüm varlıklardan oluşan büyük zincirin bir halkası olacaktır.
Doğadaki canlı cansız tüm varlıkların büyük bir zincirin halkaları olduğu düşüncemizi, Tolgonay’ın, Aliman’ın gelin geldiği ilk yazın bereketini anlatışı da destekler: o yıl baharda çok yağmur yağar; yağan yağmur, dağlardaki karları da eritir, sel oluşur, çayın suyu yükselir. Ancak sel ekinlere zarar vermez; tam tersine yağmurdan sonra açıp iyice ısınan hava başakların dolgun, ürünün bereketli olmasına neden olur (Aytmatov, 1963/2017, s.22). “Hasadın ilk günü her yıl bir bayram gibi geçer” (Aytmatov, 1963/2017, s. 23). Yağmur, toprak, toprağa ekilmiş olan tohum, toprağın verdiği ürün ve bu ürünü hasat eden insanların büyük bir zincirin halkalarını oluşturduğunu düşünmekteyiz. Aralarında bir hiyerarşinin olmadığı, her bir halkanın aynı derecede eşit ve önemli olduğu bir zincir. İnsanlarsa bu zincirin bir halkasıdır, tıpkı toprak, su, ürün gibi önemli bir halka. Tolgonay’ın şu sözleri de onun çevreyle insan arasındaki iç içe geçmiş ilişkinin farkında olduğunu gösterir: “Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor” (Aytmatov, 1963/2017, s.22). Tolgonay’ın sözünü ettiği çevre yalnızca insanlardan oluşan bir çevre değildir. Aytmatov, Tolgonay’ın bu sözlerinin hemen ardından, yukarıda sözünü ettiğimiz Aliman’ın gelin geldiği ilk yazın bereketini anlatan paragrafları yazarak, okurlarına, insanın doğadaki zincirin yalnızca bir halkası olduğunu; mutluluğunun zincirin diğer halkalarıyla olan ilişkisine bağlı olduğunu sezdirmek istemiş olabilir.
Batı kültüründe, kökeni antik çağlara kadar giden, dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar arasında hiyerarşik bir ilişki olduğu düşüncesi vardır. Bu düşünce, Aristoteles tarafından “hiç mükemmel olmayandan en mükemmele doğru giden” basamaklar olarak tasarımlanmış ve ‘Doğanın Skalası’ (Scale of Nature) olarak adlandırılmıştır (Strickberger, 2000, s.6)5. “ … bu kavram Avrupa düşünce tarihinde uzun süre varlığını sürdürmüş, Doğanın Merdiveni (Ladder of Nature) ve Büyük Varlık Zinciri (Great Chain of Being) düşünceleriyle birleşmiştir” (Strickberger, 2000, s.6). Adı ‘Zincir’ olmasına rağmen, Büyük Varlık Zinciri, Aytmatov’un yukarıda tartıştığımız yapıtlarında olduğu gibi yatay, her parçanın birbiriyle eşit ve aynı derecede önemli olduğu bir zincir değildir. Tam tersine Büyük Varlık Zinciri, üst basamakta olanın alt basamakta olandan daha mükemmel, bu nedenle daha önemli olduğu bir merdiven olarak tasarımlanmıştır. Bir başka deyişle, Büyük Varlık Zinciri hiyerarşiktir. Ortaçağda bu yapının en üst basamağında Tanrı’nın olduğu, insanın yerinin ise meleklerin biraz altında ancak doğadaki diğer varlıkların üstünde olduğu kabul edilmiştir. Bu yapı Rönesans’ta, insanın doğadaki diğer varlıklardan “üstünlüğünün simgesine dönüşmüştür” (Manes, 1996, s.20). Christopher Manes, “… zamanımızda, düzenin en üst basamağını türümüze bırakarak kutsalların bu zincirle bağının çözülmüş olabileceğine” işaret ederek, “Homo sapiens’i, “daha düşük yaşam biçimleri” doğal sıralamasının tepesine yerleştiren modern görüşün doğrudan doğruya doğanın merdiveni (scala naturae)’ninden kaynaklandığını” (Manes, 1996, s.21) belirtir. Günümüzde de insanların doğadaki diğer varlıklara karşı tutum ve davranışları üzerinde etkisini sürdüren, insanın en üst basamağa yerleştirildiği bu hiyerarşik yapının en alt basamağında en değersiz olduklarına inanılan toprak, taş gibi cansız varlıklar yer alır. Ekofeminist ilkelerden biri de dünyada böyle bir hiyerarşik düzen olmadığı inancıdır. Ynestra King bu inancı şöyle anlatır: “Dünya üzerindeki yaşam, hiyerarşi değil, birbirine bağlı (interconnected) bir ağdır. Doğal hiyerarşi yoktur; insan yapısı olan hiyerarşi doğaya da yansıtılır ve sonra sosyal egemenliği (social domination) gerekçelendirmek için kullanılır. Bu nedenle, ekofeminist kuram, insan-olmayan (nonhuman) doğanın egemenlik altına alınması dâhil, egemenliğin bütün biçimlerinin arasındaki bağlantıyı göstermeyi amaçlar ve kesinlikle hiyerarşiye karşıdır” (1995, s.151). Aytmatov, özellikle Toprak Ana’da, bir yandan Tolgonay’ın yaşamını anlatırken, diğer yandan da doğadaki herhangi bir varlığın diğerinden daha üstün olmadığını, insanın bunun ayırdına vardığında huzurlu ve mutlu bir yaşam sürebileceğini gösterir.
Aytmatov, Toprak Ana’da insan-doğa ilişkisine ayrıntılı olarak yer verir. Bu ilişkide insan, doğa üzerinde üstünlük kurmaya çalışmaz; tam tersine doğadaki canlı-cansız her varlığın kendisiyle eşit olduğunun, eşit derecede önemli olduğunun farkındadır; örneğin Tolgonay sık sık Toprak Ana’yla dertleşir; Toprak Ana da onu dinler, yardımcı olmaya çalışır. İnsan-doğa uyumlu birlikteliğinin en güzel sonucu ekmektir. Bu nedenle “hasadın ilk gününde ilk üründen elde edilen” (Aytmatov, 1963/ 2017, s.26) ekmeğin güzelliği romanın hem başlarında hem de sonlarına doğru vurgulanır. Tolgonay bu ekmeğe verdiği değeri şöyle anlatır: “Hayatımda pek çok yıl, hasadın ilk gününde ilk üründen yapılan ekmeği yedim. Her defasında ilk lokmayı ağzıma götürürken bir ibadeti, kutsal görevi yerine getirmiş gibi duygulanmışımdır… Bu kara ekmeğin hafif şekerli bir tadı, çok güzel bir kokusu vardı: Güneş kokusu, taze saman kokusu ve duman kokusu karışmıştır hamuruna” (Aytmatov, 1963/2017, s. 26-27). Ekmek; yağmur, güneş, toprak, buğday ve insan gibi dünyadaki canlı cansız varlıkların ortak katkısının sonucunda elde edilir. Ekmek doğadaki varlıkların oluşturduğu zincir var olduğu sürece vardır.
Toprak Ana’da bu uyumu ve huzuru bozan savaştır. Savaş kendini üstün görenin, kendinden daha zayıf gördüğünü egemenliği altına alma, baskı kurma çabasıdır. Eko-feminizm savaşa ve silahlanmaya karşıdır (Kirk, 1997, s. 2-7). Romanda savaşın neden olduğu tüm acılar ayrıntılı bir biçimde işlenir; savaş, halkalarını insanın ve diğer canlı-cansız varlıkların oluşturduğu büyük zincirin kırılmasına neden olur; ekinler kaldırılamaz, yeni ekin ekilemez. Toprak Ana savaşa karşı oluşunu şöyle dile getirir: “Savaş süresince nice nice tarlalar ekinsiz kaldı! Benim en büyük düşmanım savaş başlatandır” (Aytmatov, 1963/ 2017, s.89). Romanda savaşı başlatanla toprağını, vatanını korumak için savaşa katılan birbirinden ayrılır. Vatan toprağı her ne pahasına olursa olsun savunulur.
Doğayla olan ilişkilerinde, canlı ve cansız varlıklar üzerinde üstünlük kurmaya çalışmayan Cemile ve Toprak Ana’daki kişiler, aynı özeni birbirleriyle olan ilişkilerinde de gösterirler; örneğin, aileler çocuklarının kiminle evleneceğine karışmazlar, baskı yapmazlar. Cemile’de anlatıcı Seyit, ağabeyi Sadık ile yengesi Cemile’nin nasıl evlendiklerini şöyle anlatır: “Söylentiye göre, bir ilkbahar günü at yarışında Sadık, Cemile’yi geçememiş, bu ona pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmış. Ama onların sevişerek evlendiklerini söyleyenler de vardı” (Aytmatov, 1958/2011, s. 13-14). Bu alıntı Cemile ve Sadık’ın nasıl evlendiklerini kimsenin, hatta kardeşinin bile, tam olarak bilmediğini gösterir. Anlatıcı Seyit, Cemile ile aralarındaki yaş farkının büyük olmadığını (Aytmatov, 1958/ 2011, s. 9) söyler. Buradan da Seyit’in Sadık ile Cemile’nin nasıl evlendiklerini bilmemesinin nedeninin, yaşının küçük olması olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu sonuçtan yola çıkarak, Sadık’ın kimseye haber vermeden Cemile ile evlendiği çıkarımını yapabiliriz. Bu durum yalnızca Cemile ve Sadık’ın evliliğine özgü değildir; benzer bir durumu Toprak Ana adlı romanda da görürüz. Tolgonay, oğlu Kasım’ın Aliman ile evliliğini şöyle anlatır bizlere: “Nasıl tanıştıklarını, bu evliliğe nasıl karar verdiklerini hiç sormadım. Herhalde Kasım’ın yaz boyu Zareçye köyünde biçerdöver sürücüsü olarak çalıştığı günlerde karşılaşmış, birbirlerini sevmişlerdi” (Aytmatov, 1963/2017, s. 21). Bu örneklerden yola çıkarak, anne-babaların kendilerini hiyerarşik olarak çocuklarından daha üst bir konuma yerleştirmediklerini; çocuklarını kendilerine ait birer eşya olarak görmediklerini; tam tersine onların birer birey olduğunu kabul ettiklerini ve onların kararlarına saygı duyduklarını söyleyebiliriz.
Anne-babaların çocuklarının kararlarına karışmamaları, yaşlıların görüşlerinin değersiz olduğu, yaşlılara saygı gösterilmediği anlamına gelmez. Tam tersine hem Kırgız toplumunda hem de Aytmatov’un romanlarında yaşlılara ve görüşlerine değer verilir. Toprak Ana’da ekipbaşı olan Suvankul askere çağrıldığında, ekipbaşılık görevi, o sıralarda artık yaşlı bir kadın olan Tolgonay’a verilir. Başkarma Usanbay, ona “Tolgonay teyze” (Aytmatov,1963/2017, s.51) diye hitap eder. Ekipbaşılık görevi verilmek üzere Tolgonay kolhoz idare merkezine çağrıldığında, köyün birkaç yaşlısı da oradadır ve Tolgonay’a öğütler verirler. Tolgonay’ın, “Hem onları nasıl reddedebilirdim ki?” (Aytmatov, 1963/2017, s.51) sözünden, Tolgonay’ın ekipbaşılığı kabul etmesinde yaşlıların öğütlerinin de etkili olduğu çıkarımını yapabiliriz. Yaşlı bir kadın olan Tolgonay’a ekipbaşılık görevinin verilmesi, bu görev verilirken köyün yaşlılarının da idare merkezinde bulunmaları ve Tolgonay’a öğütler vermeleri yaşlıların değersizleştirilmediğini, tam tersine deneyimleriyle topluma yol gösterebilen bireyler olarak ne denli saygı gördüklerini gözler önüne serer. Bu durum, toplumu, hatta dünyayı, birinin diğerinden daha üstün olarak kabul edildiği ikili karşıtlıklar olarak algılayan Batı düşünce sisteminin (Plumwood, 1986, s. 121) yaşı da, gençliğin yaşlılıktan daha değerli olduğu hiyerarşik bir yapı olarak (Woodward, 1991, s. 6) kabul etmesiyle çelişirken, bu düşünce sistemini her türlü baskının, sömürünün, ayrımcılığın ve değersizleştirmenin kaynağı olarak gören ekofeminizm için, arzulanan bir ekofeminist toplumsal düzen örneğini oluşturur.
Bu noktada, Toprak Ana’da yaşlanan kadının konumu üzerinde biraz durmak istiyoruz. J. Dianne Garner, Batı’da, yaşlanan kadının toplumda ne ölçüde değersizleştirildiğini şöyle anlatır: