Kitobni o'qish: «Altın Sincap»
ÖN SÖZ
Ne kadar ustaca yapılırsa yapılsın bir başka dile çevrilen şiir, az veya çok değer kaybına uğruyor. Tanıdığım pek çok şair bu görüşte. Bir okur olarak bunu biz de anlayabiliriz. Şiir çevirisini doğru bulmayan hatta yapılmaması gerektiğini savunan şairler de vardır.
Nesirde durum böyle değildir. Başarıyla çevirilmiş bir roman, bir hikâye hatta anı, günlük, deneme, masal edebî değerinden hiçbir şey kaybetmeyebilir. Bu nedenledir ki başta roman, hikâye olmak üzere düz yazı türleri, yazarları kadar çevirmenlerinin de eseri sayılmalı. Çeviri sırasında kullanılan dilleri ve bu dillerin temsil ettiği kültürleri derinlemesine bilen, sanatkâr ruhlu usta çevirmenler, eserlerin geniş coğrafyalarda, farklı kültürler içinde tanınmasını, yaşamasını sağlayan emektar kişilerdir.
Elbette çeviri eserler okumak zorundayız ama mutlaka iyi çeviriler okumalıyız. Kötü çeviri, okurun edebî zevkini, estetik seviyesini, okuma sevdasını aşındırırken iyi çeviri; okurda güçlü bir yazar tarafından kendi dilinde kaleme alınmış hissini uyandırır, seviyeli telif eser tadı bırakır. Ben, Fatih Kutlu’nun ilk çevirisinde bu hissi ve tadı yakaladım.
Bu ilk eser, onun Ayaz Gıylecev’den Türkiye Türkçesine çevirdiği “Bir Avuç Toprak”tı. Kutlu, ilk çevirisi olmasına rağmen Tatar Edebiyatının önemli yazarlarından Gıylecev’in eserini dilimize büyük bir başarıyla aktarmıştı. Roman sanki Tatar Türkçesiyle değil de Türkiye Türkçesiyle yazılmış gibiydi.
Sonra birbiri ardından diğer çevirileri geldi. Rabit Batulla’dan Cengaver Alp’in Kahramanlıkları; yine Ayaz Gıylecev’den Cuma Günü Akşam; çağdaş Tatar edebiyatçılarından seçmeler Sessiz Kuray; bu gün hayatta olmayan Tatar yazarlarından çocuklar için seçmeler Fildişi Çakı; ve son olarak yine çocuklar için yaşayan Tatar yazarlarından seçmeler Altın Sincap…
Altın Sincap, yirmi sekiz Tatar yazarından seçilmiş üç masal, yirmi beş hikâyeden oluşmaktadır. Çocuklar için hazırlanmıştır. Kitapta yer alan masal ve hikâyeler, genellikle güncel olayları, akıp giden hayat içinde iz bırakan ayrıntıları işlemektedir. Çocukların severek okuyacağına inanıyorum. Çocuk kahramanlı ürünlerden oluşan bu kitabı yetişkinler de farklı coğrafyalarda yaşayan Türk çocuklarının müştereklerini keşfederek zevkle, ilgiyle okuyabilirler.
Yaptığı çevirilerle Tataristan’la Türkiye arasında sağlam bir kültür köprüsünün kurulmasına büyük katkıda bulunan Fatih Kutlu başkent Kazan’da yaşamaktadır. Orada evlenmiş ve oraya yerleşmiştir. Kutlu’yu, 2014 Yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen faaliyetler sırasında yakından tanıyınca çevirilerdeki başarısının sırrını da çözdüm.
Kutlu, hem Türkiye Türkçesini hem de Tatar Türkçesini bütün imkân ve incelikleriyle biliyordu. Ayrıca Rusçayı da öğrenmişti. Rusçanın ve diğer Sovyet halklarına özgü dillerin Tatar Türkçesiyle karşılıklı etkileşimini, kelime alışverişini biliyordu. Tatar tarihini, coğrafyasını ayrıntılarıyla biliyordu. Tatar kültürünü; folkloru, mutfağı, edebiyatı, atasözleri, deyimleri, bilmeceleri, türküleri, şarkıları, masalları, efsaneleri, destanlarıyla biliyordu. Tatar sosyal hayatına ait bütün ayrıntıları biliyordu. Bütün yönleriyle bildiği Tatar kültürünün yıllardır içinde, başkentinde yaşıyordu. Kutlu Kahramanmaraşlı olduğu kadar da Kazanlı’ydı.
Daha da önemlisi; bu iki Türk halkına, kültürüne ait bildiklerini kıyaslayabiliyor, aradaki paralellikleri kolayca ortaya koyabiliyordu. Anadolu’da söylenen bir atasözünün, bir deyimin, bir vecizenin, hatta bir türkünün Tatar kültüründeki karşılığını, yoksa benzerlerini hemen bulabiliyordu. Fatih Kutlu, sadece iki dili iyi bilmiyor, bütün unsurlarıyla iki kültürü de iyi biliyordu. Bildiklerinin pek çoğunu da yaşayarak öğrenmişti. Başarılı çevirilerin merkezindeki büyük sır işte buydu.
Diğer çevirileri gibi “Altın Sincap”ın da çocuklarımız ve yetişkinlerimiz tarafından zevkle okunacağına inanıyor, çağdaş Tatar edebiyatının Türkiye’de yakından tanınmasını sağlayan Fatih Kutlu’yu kutluyorum.
Osman Çeviksoy
ÇEVİRMEN SÖZÜ
TEŞEKKÜRLER!
Çok Kıymetli Öğrenciler,
Tatar Çocuk Hikâyeleri seçkimiz olan ilk kitap Fildiş Çakı’nın sevilerek okunduğu haberleri bizleri çok mutlu etti. Hele hele Arnavut Halkı’nın bu kitabı beğenip Arnavutça’ya çevirmeye başlaması, bizlere tarifi güç bir sevinç yaşattı. Böylelikle Tatar Hikâyeleri Türkçe’miz vasıtasıyla Arnavutluk’a gidiyordu… Biz, aldığımız bu güzel haberlerin coşkusunu da gönlümüze katarak, sizler için ikinci çocuk hikâyeleri Altın Sincap’ı hazırlamış bulunuyoruz.
Fildişi Çakı’ da yer alan hikâyelerin yazarları, vefat etmiş yazarlardı. Altın Sincap’taki 28 yazarsa hayatta olan yazarlar. Hepsinin kısa hayatları, fotoğrafları ve e-posta adresleri kitaba eklendi. Arzu eden herkes doğrudan doğruya yazarlarla irtibat kurabilirler.
Hikâyeleri seçmek pek de kolay olmadı. Hepsini beğenerek, severek okuyacağınıza inanıyoruz. Yeni doğan kitaba isim bulmak, yeni doğan bebeğe isim bulmak kadar zor bir şey. Onca hikâye arasından kitaba Altın Sincap ismini dokuz yaşındaki kızım Ravza seçti. Bu ismi umarım sizler de beğenirsiniz.
Böyle bir çalışmanın fikir babası, Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı Kıymetli Rafis Korban Bey’e, hikâyeleri gözden geçiren Değerli Mustafa Mencütekin Bey’e, kitaba son şeklini veren ve bendenizi kırmayarak önsöz yazma ricamızı kabul eden Mütevazı, Candan İnsan, Öğretmen Yazar Osman Çeviksoy Bey’e, kitabı severek yayınlamayı kabul eden, ömrünü ata yurtla kardeşlik bağlarımızın gelişmesine adayan Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu Bey’e en kalbî teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Son olarak, hikâyelerin seçiminden kitap hâline geleceği son ânâ kadar, bize sağlık sıhhat, zihin açıklğı, vakit genişliği lütfeden Yüce Mevlâm’a sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.
Sevgi ve SaygılarımlaFatih KutluR.F. Tataristan/Kazan kutlumaras@hotmail.com
Nezife Kerimova
EKMEK PİŞİREN YELKOVAN
“Bizde ekmek bittiği gün komşunun kapısını çaldım. Meğer onlarda da bitmiş. Ödünç iki üç tane isteyecektim ama olmadı.” dedi annem teknedeki mayalı hamuru sulandırarak. “Of, çok ters bir zamana denk geldi bu. Şimdi yoğursam öğleyin uğradığımda fırına sürerdim ama akşam işten gelesiye fırında kalırsa yenecek bir tarafı kalmaz ki. Ne yapsak acaba şimdi?” diyerek babama baktı.
– Eve bekçilik yapan kocaman kızın var senin. Fırından ekmek çıkarmayı da beceremeyecekse ne diye o ekmeği yediriyoruz ki biz ona. Öyle değil mi kızım, dedi babam.
– Evet, doğru ya! Baksana, kızımla birlikte pişireceğiz madem. Bir kepçe süt de ilâve edeyim o zaman. Unu da ince elekle eleyeyim. Daha bir lezzetli olsun şöyle, dedi annem.
Benim içim içime sığmıyordu. Ekmek pişirmek öyle basit bir iş değil ha! İsterseniz bir deneyin! Ben artık bir iş görmeye başladım. Annem öyle söylüyor. Onlar övünce de ben coşuyorum. Çarçabuk büyüyesim geliyor. Hem sonra, böyle işleri küçüklere buyurmazlar! Ben artık patates soymayı da biliyorum, yer silmeyi de. Bu işleri yaparken annem gerekli gördüğü yerde hep ikazları sıralar. “Çalışman bizim içinse, öğrendiğin senin için!” der. Patates soyarken yanımda bulunmasa da soyduğumu görmese de kalın soyduğumu sezer ve:
– Kızım, kalın soyuyor olmayasın, der.
– Nereden biliyorsun, derim ben mutfaktan. Görmüyorsun ki sen!
– Soyuşundan doğrama sesi geliyor yavrum. Soymaya ince başla ve kabuğunun kopmamasına dikkat et. O zaman kendiliğinden ince soyulur.
Of, ince soyulmuyor işte bir türlü. Patatesler kocaman, avucuma bile sığmıyor. Ben de ne yapayım, masanın üstüne koyup kalem yontar gibi soyuyorum. Soyduktan sonra patatesler küçülüyor, benim avcuma sığacak kadar oluyorlar.
Bugünse ömrümde ilk defa ekmek pişirmeye yardım edeceğim. Bu öyle patates soymaya filan benzemez. Ekmek yapmak bizim evdeki en büyük iştir.
Annem altı tane büyük, bir tane de küçük ekmek hazırladı fırına. Küçük ekmeğin ortasına işaret de koydu.
–Bunu ebe ninene götürürsün tamam mı kızım, dedi.
Annem her ekmek pişirdiğinde böyle yapar. Benim ebe ninem, sadece benimki değil, bizim sokaktaki pek çok çok çocuğun ebesi o. Komşu evde oturuyor; Mögellime Nine. Yalnız yaşıyor. Yaşlandı iyice. Gözleri de kötü görmeye başladı. Biz kızlar pınardan su getiririz ona. Yerlerini siler, evini toparlarız. Sonra o bize “Cici eliniz hangisi?” diye sorar. Biz de sağ elimizi uzatınca ya fındık ya şeker verir. Sonra da uzun uzun dualı teşekkürler eder.
– Silinen yer ne de hoş oluyor öyle. İnsanın ayağı bayram ediyor.” der o, bizim sildiğimiz yere basınca.
Bugünse ben ekmekçiyim.
Annem apar topar ekmekleri fırına sürdü ve:
– Öf, kabarmadı da bir türlü. Dur bakalım ne olacak sonunda. İşe geç kalıyorum. Amaan! Bacaya giden yolu kapatmamışım. Ben de fırına sürer sürmez neden yayıldı bu hamur diyorum? Kızım hemen git de baca demirini sür içeri, dedi annem.
Ben tâ ne zaman gelmişim fırının yanına. Annem bunları söylemese de biliyorum. Baca kapama ilk defa yaptığım iş değil ki sonra! Bir iki defa elin yanınca öğreniyorsun işte. Sabahtan akşama kadar ha bire “Şöyle yap böyle yap!” deyip duruyorlar. “Sen bu işi biliyor musun?” diye soran yok. Bugün de öyle oldu yine.
– Tamam, ben çıkıyorum. dedi annem önlüğünü çıkarıp. “Yüzlerinin fazla kızarmaması için çok kömür koymadım. Ama sen saatin yelkovanı dörde gelince fırının kapağını aç ve kömürleri küçük ocağa aktar, tamam mı kızım? Sonra fırının kapağını kapatmayı unutma sakın! Yelkovan on ikinin üzerine gelince de ekmekleri fırından al!
Annem evden çıktı.
– Off!
– Aman ha, ekmekleri zamanında çıkarmayı sakın unutma! Duydun mu beni? Ekmekleri fırından almadan sokağa çıkma!
Bu sözleri annem sokaktan, açık pencereden bağırarak söyledi.
– Tamam, tamam.
Tekrar bir ofladım da saatin karşısına oturup yelkovanın on ikiye gelmesini beklemeye başladım.
Saat çalışıyor çalışmasına. Ama şu yelkovanın yerinden hiç oynayacağı yok! Baka baka gözlerim yoruldu. Tik tak, tik tak, tik tak. Sinirlerimi bozuyor benim.
Birden bire sokaktan bizim tarafa doğru yaklaşan, şarkı, akordiyon, zil sesleri gelmeye başladı.
Açık pencereyi örten tülü çekip sokağa bir baksam… Aman Allah’ım. Yoksa yarın Sabantoy Bayramı1 mı? Rengârenk bezlerle süslenmiş atlar! Onların peşine takılmış bir sürü çocuk! Aman o atları bir görsen! Gem takımında bile kaç tane eşarp var. O havluları mı dersin, püsküllü dizginler… Bizim hizadan biraz geçtikten sonra at arabasından patır patır indiler ve birini… Hee, Hatip’in ağabeyiymiş. Havaya atmaya başladılar! Tabii ya, bugün onları askere uğurluyorlar! Onların etrafındaki kalabalığı bir görsen sen! Ay! Pencereden düşeyazdım. Başımı ne kadar uzatsam da hepsi gözükmüyor ki. Üstüne üslük onların evi de bizim hizada. Aksi gibi Semiğulla Ağabey’in evi sokağın yarısını kapatmış. Of, dışarı çıkmak için neler vermezdim şimdi! Başıma ne geldiyse şu söz dinleme yüzünden geldi zaten.
O sırada gözleri fal taşı gibi olmuş, koşmaktan nefesi kesilmiş Dilere girdi içeri.
– Niye evde otuyorsun, deli! Hadi, Hatip Ağabey’lerin oraya gidelim.
– Girer girmez deli diyor bir de. Ben bugün ekmek pişiriyorum akıllım.
– Sen, ekmek mi pişiriyorsuun? dedi uzatarak. Deli dediği için özür dilercesine. Dışarıda bayram. Sen bu sıcıkta evde oturuyorsun diye demiştim.”
– Ben de çok isterdim çıkmayı ama… Annem fırına ekmek sürüp gitti işte. Zamanı gelince çıkarmam lazım. Ama dışarı çıkmayı da o kadar çok istiyorum ki.
– Haydi çıkar çabuk ekmekleri!
– Yelkovan on ikiye gelmeden çıkaramam ki! Yelkovanınsa yerinden kımıldamaya hiç niyeti yok.
Saate bir baktım.
– Yok yok. Birazcık hareket etmiş anlaşılan. Ne kadar yavaş çalışıyor şu bizim saat. Acaba onu nasıl hızlandırabiliriz ki?
– Sen daha saatin hızlı çalışması için ne yapmak gerektiğini bile bilmiyorsun. Bir de tutmuş ekmek pişirmeye kalkışıyorsun. Saatin sarkacına ağırlık yapacak şeyler asmak lazım.
– Astık diyelim.
– Sen biliyor musun, babaannemgilin saatinde yarımşar kiloluk iki ağırlık, traktör somunu, daha neler neler asılı. Dedem: “Bir tekerlek mili eksik mübarek.” diye gülüyor saatlere bakarak. Ama bir görsen, saatleri at gibi koşturuyor.
– Yok daha neler? Boydan boya duvarda mı koşturuyor şimdi, o kadar ağır şeylerle?
–İnanmazsan inanma. Tamam ben gidiyorum.
– Dur kız dur, bir dakika! Dur beni de bekle. Amanın, yelkovan dördün üzerine gelmiş baksana! Ben de yavaş çalışıyor diyordum.
Dışarıdan şarkı türküler, gülüşmeler, akordiyon sesleri hiç kesilmiyordu.
Dilere, hoşça kal diyerek el salladığı gibi sokağa fırladı. Bense, ekmeğin yüzü kızarsın diye koyduğum kömürleri biraz yaklaştırmak için fırının başına gittim. Paldır küldür çıkıp giden Dilere’nin peşinden, önce evin kapısı şak diye, sonra avlu kapısı gümbür diye kapandı. Babam evde olsaydı: “Kapının sütunlarını yıkacaksın!” diye arkasında bağırırdı.
Fırının kapağını bir açsam. Ekmekler kızarmış bile. İyi ki bunlar saate bakmıyorlar, ne zaman pişeceklerini kendileri iyi biliyor.
Ben tekrar başımı pencereden çıkardım. Genç kızlar da toplanmıştı galiba. Şıngır şıngır halk oyunu, alkış sesleri geliyordu. Ah bir görebilsem ama, görünmüyor ki!
O sırada Dilere tekrar geldi. Annemin deyişiyle, gözleri yerinden fırlamış, nefes nefese anlatmaya başladı:
– Hâlâ oturuyor evde! Şimdi yine tekrar sokağı turlayacaklar, kaçıracaksın manzarayı. Amaan! Sizin saatiniz de saat mi şimdi. Bir de ona güvenerek ekmek pişirmeye kalkıyorsunuz. Hadi gel şuna biraz yardım edelim.
Saatin bir yanına o bir yanına ben durdum ve saatin dilini ben Dilere’ye doğru, Dilere bana doğru salıncak gibi sallandırmaya başladık. Dilere saatin dilini her itişinde: “Çabuk, çabuk!” diye tekrarlıyordu.
– Çivilediler mi yoksa bunun yelkovanını? Hâlâ aynı yerde çakılı duruyor! Sesine bile baksana sen şunun. Kör topal çalışıyor sizin saatiniz. Bak şöyle yapalım…
Dilere iki eliyle saatin sarkacını tuttu ve aşağı doğru çekmeye başladı.
– Bak gördün mü, nasıl da güzel çalışmaya başladı. Sesi bile bir başka: Tik tak, tik tak. ediyor. Saat dediğin böyle çalışmalı. Ağır bir şey bulsana bana. Şimdi hemen düzeltiriz bunu. Ben böyle tutup beklemeye devam edersem dışardaki şenliği kaçırırım.
Ben telâşla, fellik fellik ağır bir şeyler aramaya koyuldum.
– Kepçe olur mu, ne dersin?
– Olur olur! Getir hemen. Bu yetmez ama. Bir şeyler daha bul!
– Semaver kapağı olur mu?
– Getir, getir. Bağlayıp asalım!
Saat gerçekten de hızlı çalışır gibi oldu. Çabalıyor, çırpınıyor zavallım. O da ekmek pişiriyor ya hani.
Oo! Dışarıda ne şarkılar söylüyorlar bir duysan.
Genç ömür geçer derler.
Geçtiğini bir görseydim.
Geçerken onu yakalayıp,
Gününü bir gösterseydim.
– Of, şu ekmekler yüzünden göremeyeceğiz! Gününü nasıl gösterecekler acaba gençliğin? Sen ekmeklerine bakmaya devam et. Ben hızlıca bir gidip geleyim.
Dilere uçarcasına çıktı gitti evden.
Bir bana bak bir de ona. Benim denizde gemilerim batmış, onunsa keyfine diyecek yok. Nasıl bir çare bulabilirim bu duruma? Elimi ayağımı bağladı şu saat benim. On ikiye gelmesini nasıl sağlarım ben bunun? Buldum! Buldum! Hemen sandaleyeye çıktım ve yelkovanı çevirip on ikinin üzerine getirdim. Oh be, dünya varmış! Kolayca geliyormuş baksana. Annemin dediği gibi oldu şimdi. Saatin on ikiye gelmesini sağladım. Ekmekler pişmiş olmalı. Fırının kapağını açıp ekmekleri alma işine koyuldum. Sen acele edince öbürünün eli ayağına dolaşır mı derler ne. Ekmek küreği ya fırının tabanındaki taşa takılıyor ya da ekmeğin içine giriyordu. Kan ter içinde kalıp ekmekleri güç bela tezgâha çıkarıp dizdim ve dışarıya koştum.
Aman Allah’ım dışarıyı bir görseniz siz! Sanırsın Sabantoy Bayramı. Ben dışarıya adımımı atmıştım ki, iki ağabey halk oyunu oynamaya başladı. Genç kızları oyuna, ortaya davet ettiler. Onlarsa güya nazlanıyorlar, hâlbuki oynamak için gelmişler. Neyse ki çok yalvartmadılar. Akordiyonun ritmine ayak uydurup adımlıyorlar. Sonra derken bir güzel oynuyorlardı. Diğerleri halka oluşturmuş, ayakları yerinde durmuyor, elleri alkış tutuyordu. Oyun sıralarını bekliyorlar. Annemin deyişiyle koşmaya hazırlanan at gibi toynaklarını ısıtıyorlar. Ah biz de bir yolunu bulup çabucak büyüsek keşke!
Halk oyunları bitince hepsi de güle eğlene at arabalarına bindiler. Halk müziği söyleyerek bir defa daha sokağı turlamaya çıktılar. Biz onların peşini bırakır mıyız hiç? Bütün sokağı turladıktan sonra köy çıkışına kadar uğurladık hepsini.
Evlerimize dönerken köy sessizliğe gömülmüş, vakit akşam olmuştu. Kendinden geçmek, her şeyi unutmak diye buna denirdi herhalde… Bizim evde durum ne âlemdeydi acaba? Avlu kapısından usulca girdim ve evin kapısını açarken gıcırdatmamaya özen gösterdim. Evde annemle ebe ninenin sesi. Kapı aralığından onları dinlemeye başladım. Benim hakkımda konuşuyorlardı…
– İşte bu sana Mögellime Nine. dedi annem işaretli ekmeği ebenineme uzatıp. Kızın pişirdi. Ancak bu kadar pişmiş, küçük ekmek.
– Oo! Kızın büyüdü maşallah Mevcide, dedi ebe nine. Böylesine büyük bir işi becerdiğine göre…
– Hiç deme gitsin, büyüdü büyüdü. Baksana işte, gençleri askere uğurluyor… Onu diyorum ya bir çuval ekmeği pişmeden tezgâha dizmiş. Kırıntısına kadar yedireceğim ben ona, başka sefer ders olsun bu. Ne yapayım şimdi ben bu kızı? Tenbih ettim; yelkovan on ikiye geldiğinde alırsın fırından dedim. Hele şu saatin haline baksana sen! Ne kadar eşya varsa asmış. Allah’tan asılı durduğu çivi kırılıp da saat yere düşüp parçalanmamış.
Ben birden daldım içeriye.
– Anne! On ikiye getirdim ki ben yelkovanı. Çok kolay dönüyormuş. Aa! Ekmekler pişmemiş mi?
Annem benim bu sözüme karşı tek kelime cevap vermedi. Anlamazsın bu büyükleri. Ben çabaladım, saat çabaladı, ekmekler hamur kalmış… Elinde ekmek, fırının olduğu odadan babam çıkageldi. Eyvah, şimdi hapı yuttum…
– Neyse annesi olan olmuş. Atalarımız: “İlk akıtma tavaya yapışır.” mı derler ne? Onun daha ilk tecrübesi. Her ne kadar pişmemişse de yenmeyecek gibi değil. Hele en küçük ekmek daha bir leziz olmuş. Kızımın pişirdiği ekmek bu, değil mi kızım…
Firüze Camaletdinova
DEDEYLE TORUN
İlnur asık bir yüzle geldi okuldan. Günlüğüyle2 defterini tek kelime etmeden masanın köşesine itiverdi. Dedesi, üfleye üfleye çiçekli fincandan çay içiyordu. Durumu anladı; bu işte bir iş olmalıydı. Demek ya öğretmen ya torunu hatalıydı.
Dedesi:
– Oğlum, şu büyüteci bir getirsene, dedi ümitsiz. Gel şöyle beraber bakalım. “Beş” kurala kurula oturuyordur şimdi günlüğünde.”
– “İki!” dedi torunu moralsiz bir şekilde.
– Nasıl yani iki? dedi dedesi, gözlüğünün üstünden torununa bakarak.
– Öyle işte…
Çocuk gönülsüzce, bitkin, zayıf vücudunu hareket ettirerek dolaba doğru gitti. En üst rafa uzanarak büyüteci aldı. Yüzünü başka yöne çevirip:
– Al, bak… Beş, beş deyip duruyorsun bir de… dedi.
– Hemen bakıyorum şimdi. Ama iki çok fena bir nottur yine de… O kadar da kötü değildir herhâlde…
Dede, önce defterin orta sayfasını açıp önüne koydu. Bir sağa, bir sola çevirdi, masanın üzerinde iyice bir kaydırdı.
– Bak işte bu şekilde, dedi torunu defteri düz bir şekilde koyarak.
Dedesi, büyüteci ikinin üzerine koyup, bir süre düşündü.
– Allah Allah! Kaç yıl muhasebecilik de yaptım oysa.
Elindeki büyüteci hiç oynatmadan kaldırdı ve torununun yüzüne tuttu.
– Otuz yıl… Köy şirketi dağılana kadar… Nasıl gözünü kırpmadan iki verir, hayret? Öğretmenin şey mi oğlum?
– Ney mi?
– Genç mi, yaşlı mı?
– Öğretmen yaşlı olmaz. Dedeler yaşlı olur, dedi çocuk gücenerek.
– Kafan çalışıyor senin kerata. Nasıl cevap vereceğini iyi biliyorsun. Ama şu matematiği öğrenesin hiç gelmiyor. Bir de biliyorum, biliyorum diyorsun, dedi dedesi başını bile kaldırıp bakmadan.
Dedesiyle aralarında hergün böyle bir tartışma geçerdi. Dedesi torununa matematiği öğretmek istiyordu. Torunuysa bir türlü oyundan geçemiyor. Dedesi daha sözünü bitirmeden, o soluğu hep dışarıda alıyordu. Dedesi bir saat bekliyor, iki saat… Merak etmeye başlıyor. Baktı olmuyor, kalpağı paltoyu kuşanıp, keçe çizmeyi giyerek mahalledeki buz hokeyi sahasının yolunu tutuyordu.
– Babanların eve gelme vakti yaklaşıyor. Senin umurunda değil, ömür törpüsü! diye, söylene söylene yürüyordu yanına.
Oraya yaklaştığında, o kadar çocuk arasından hemen seçiyordu torununu. Sonra da tatlı tatlı gülümsüyordu. Dünyadaki tek teselli kaynağıydı onun. dı köyden şehre belki hiç gelmezdi. Torunu olmasay-Bazen torununa bakınca kendi oğlunun küçüklüğünü hatırlıyordu. Ne olursa olsun, kendi soyunu devam ettirecekti bu nazlı oğlak.
–Baksana, bu sefer kaleci yapmışlar. Demek yeterince çevik çalak, dedi ihtiyar içtenlikle sevinerek. O, sağına soluna bakındı. Yanında kendisi gibi bir ihtiyarı görseydi, göğsünü kabartarak kasılırdı da belki. Fakat mis gibi köyü bırakıp kim gelsindi ki şu şehir denen yere. Hele de yaşlanınca… Şehirli ihtiyarlar biraz değişik. Dışarıyı pencereden seyretmeyi seviyorlar.
Hokey topu mermi gibi geliyor. Torunu doğal olarak onu yakalayamıyor. Pak3, kaleden içeri giriyor.
– Niye baka kaldın, kımıldasana biraz, diye bağırıyor dede torununa. Haliyle İlnur duymuyor.
Eve dönerken kalpağını üzgün gözlerine indirecekken, dedesi kocaman eldiveniyle torunun başına hafifçe vurup okşuyor.
– Tamam hadi, somurtma artık. Hayat bu şekilde öğrenilir. Korkar durursan hiç bir şey olmaz senden… Bir şey başından geçmeden tecrübe kazanamazsın. Zaferin yolu, yenilmekten geçer. dedi.
Torunun neşesi yerine gelir gibi oldu.
– Senin seyrettiğini fark etseydim, daha iyi oynardım… Bak gelecek sefer… diye mırıldandı.
– Hep oyun olmaz ama. Daha ödevlerini de yapman lazım, dedi ihtiyar.
Dede torun büyük adamlar gibi konuşarak ağır ağır yürüdüler.
Fakat İlnur, eve gelir gelmez soluğu bilgisayarın başında aldı.
– Önce ödevini yap. Birazdan annenle baban gelecek. Ev ödevini hâlâ yapmadınız mı diyecekler. Evet, evet benim gözüme baka baka öyle diyecekler. Çok iyi biliyorum bunu.
– Azıcık oynacağım ben dede, diye bağırdı İlnur öbür odadan.
İhtiyar, iç çekerek kapının önünde duvara yaslı duran ağır okul çantasını sürüyerek masanın yanına getirdi. Gözlüğünü, bir hayli kir bağlamış sapını kulağının arkasına kadar iterek düzeltti. Büyüteci sol eline aldı. O bu şekilde ev ödevlerini yapıyordu. Fakat torunu kaç gündür üst üste iki alarak geliyor.
– Utanılacak bir durum, dedi ihtiyar. Zaman o kadar çok mu değişti yahu? Sayıları da mı etkiledi o böyle? Başka çeşit hesaplamayı kim öğretti onlara?”
* * *
Bugün morali hiç yoktu ihtiyarın. Kendi ifadesiyle sıfırdı. Torununun çantasına yaklaşmak bile istemedi. Çanta duvara yaslanmış, üzgün üzgün bakıyordu.
Dedesi, İlnur’u çok seviyordu. Bu yüzden bir dediğini iki etmiyordu. Dilediğini alıyor, ne isterse onu yapıyordu.
Torunu bir gün ona:
– Sen gerçek bir dedeye benzemiyorsun. Dedelerin sakalı olur. Hem sekseni doldurdum diyorsun, hem de dede değilsin. Ben sekiz, sense seksen yaşındasın? Gerçekten de çok ilginç!
– Aramızda kaç yaş var, söyle bakalım, dedi ihtiyar.
Torunu hemen bilgisayarın başına geçip tuşlara tak tak bastı ve “Yetmiş iki” diye cevap verdi.
Dedesi içinden:
– Ah bu bilgisayar yok mu? İnsanı hepten cahil ediyor, diye söylendi.
Gel zaman git zaman, bir gün torunu dedesinin bembeyaz sakallarını severek çekmeye başladı. Kikir kikir gülüyordu. Dedenin de hoşuna gidiyordu. Çünkü torununun gönlü olmuştu.
Dedesi her gün hokey sahasına gidiyor. Sahayı çevreleyen çite yaslanıp, hokey topunun uçuşunu, oyunun kızışmasını seyrediyordu. Biraz oyunbazlık yapmaya başladıklarını görürse, değneğini sallayarak:
– Beceriksizler! Hepiniz ortaya toplanmışsınız, dağılsanıza, diye bağırıyordu.
Torunu bu sefer de onu duymadı. Eve gelince dede torun masının başında tartışa tartışa, ter içinde çay içtiler.
– Dedim ben sana, hokey sopasını kesmek lazım diye. Ama sen yine bildiğini okuyorsun. Bak gördün mü sonucu? Hiç de bizim lehimize bitmedi, dedi dedesi.
İlnur, mağlubiyet acısını yaşadığı o anı tekrar hatırlayarak, burnunu çekti.
– Sen nereden biliyorsun ki bu işi? Hokey sopası filan görmedik biz diyen sen değil miydin?
– Bilmez mişim? Ben Sabantoy güreşlerinde baş pehlivan olmuş bir adamım. Ödül olan boynuzlu koçu omuzlarımda güle oynaya eve getirirdim ben. Hey gidi günler hey!…
– Baş pehlivan olmak için ne yapmak gerek dede?
– Gayret, çalışmak gerek. Ama en önemlisi istek. O olmadan hiç bir şey olmaz, dedi ihtiyar torunun gözlerine bakıp manalı manalı gülerek. Bir süre öylece kaldıktan sonra sözüne devam etti:
– İstekle, gayret ikisi birlikte el ele yürümeli. Senle ben gibi, birbirine yardım ederek.”
Torunu matematik dersini hatırladı ve birden:
– Senin yardım etmen, öğretmenin hoşuna gitmiyor, dedi.
İhtiyar sakalını sıvazladı ve;
– Bundan böyle yardım etmem.
– Sonra da iki alırım…
Torunu matematik dersinden söz açmak bile istemiyordu. Kapıya koşup hokey sopasını kaptığı gibi geldi.
– Hadi, neresinden kesiyoruz?
Dedesi testereyi almak için balkona gitti.
* * *
Ertesi gün torunu okuldan gelir gelmez, daha yemek bile yemeden hokey sahasına koştu. Nasılsa hoşuna gitmişti kesilen sopa.
Dedesinin boş konuşmadığını ta baştan beri biliyor bilmesine de, şu inadını kıramıyordu bir türlü.
Dedesi de torununun hayatını hep kolaylaştırmak istiyor, onun okuldan gelir gelmez sakalına yapışmasını dört gözle bekliyordu. Eskiden, sadece Sabantoy Bayramı’nı beklerdi bu şekilde. Öyle arası uzun teneffüste torunu da cep telefonunuyla dedesinin halini hatırını soruyordu. Bu yetiyordu ona. Yalnızlık azabından kurtarıyordu çünkü.
– Matematik dersi oldu mu? diye soruyordu kimi zaman dedesi.
– Oldu.
– Defterde hatalar çok mu?
– Hata yok ama iki var, dedi torun üzgün üzgün.
– Takma kafana oğlum. Birlikte hallederiz, merak etme… Hadi eve gel.
– Bir ders kaldı, dedi İlnur. Bu sefer onun sesi çok kısık çıktı.
Dedesinin de kafasına takıldı. Bu ikiler bana mı yoksa? Ağzının tadı iyice kaçmıştı. Yerli yersiz sorduğuna da pişman olmuştu.
Fakat torunu eve gelince, her şeyi unutuyor, sopasını kaptığı gibi sokağa fırlıyordu. Dedesi de onun arkasından… Fakat nedense bu sefer hokey sahasına gitmedi.
Bir gün yine, soluk soluğa burnunu çeke çeke elma gibi kızarmış yanaklarını ovarak içeri girdi İlnur. Burnunun ucu, yüzü üşüdüğünden değil, yandığından kızarmıştı. Dedesi, kendi çocukluğunu hatırlayıp gülümsedi. Torunun alnında boncuk boncuk terler asılıydı.
– Dede! diye seslendi kapıdan girer girmez.
– Ne oldu gene?
– Dede! Biz yendik. Hem de üç sıfır. Sopayı kesince ne kadar güzel oldu bir bilsen..
– Biliyorum. Ben Sabantoy Pehlivanıyım çünkü. Ya! Dedenin sözlerine işte böyle kulak vermelisin.
Torunu koşarak gelip, ona sarıldı ve bir eliyle bembeyaz sakalını sıvazladı.
– Dedeciğim!
– Dinliyorum dostum…
– Yarın matematik dersi var. Bu sefer daha dikkatli çözmemiz gerekecek.
– Neyi?
– Problemi tabii…
Dedesi, omuzu üzerinden baş parmağıyla kapının orayı işaret etti. Torunu dönüp kapının önüne baktı. Olduğu yerde duran çantasını görünce canı sıkıldı. Dedesi ses etmedi. İlnur’un morali iyice bozuldu. Dedesinin “sıfır oldu” deyimini hatırladı.
– Ödevimi yapmamış, dedi kesik kesik burnunu çekerek. Böyle olduktan sonra bana haydi haydi iki verecek artık.” dedi.
– Bana da verirler. Yoksa senin yerine ben mi gidip gelmeye başlasam okula?
– Seni almazlar…
– Problemleri nasıl çözdüğümü anlatırım.
– Gerek yok…
İlnur, diğer odaya ödev yapmaya gitti. Dedesini dinlemesi gerektiğini artık anlamış gibiydi.
İhtiyar, masanın köşesinde kalan günlüğü açtı. Yine de hangi konuyu gördüler diye merak ediyordu.
Büyütecini gezdire gezdire ev ödevinin yazıldığı kısma gözü ilişti. Orada: “Ev ödevlerini İlnur kendisi yapsın.” diye bir not vardı.