Kitobni o'qish: «Sayılarla dünya tarihi»
Dünyamızın tarihi sayılarla anlatılabilir
Büyük sayılar bize gezegenimiz üzerinde ne kadar insanın yaşadığını veya bunların kaç milyonunun savaşlarda katledildiğini söyleyebilir. Bunun yanında, toplumların geniş göç hareketlerinden ve imparatorlukların yayılmasından, teknolojik gelişmelerin veya iklim değişikliğinin etkilerine kadar tarihin engin akışını aydınlatabilir.
Daha küçük sayılar da yine aynı oranda aydınlatıcıdır. Çünkü Batı’nın seri üretimi yapılan ilk kitabı olan Gutenberg İncili’nin sayfa sayısı ve üretim süresi ya da 1620’li yıllarda Virginia tütününden elde edilen kâr gibi dünya tarihi üzerinde doğrudan ve kalıcı etkiler bırakan tarihin gerçek ayrıntılarını görmemizi sağlarlar.
Üstelik sayılar zaman zaman aklımızı başımızdan alacak bir güce sahiptirler. Örneğin 2003’te Amerika’da yapılan bir araştırma, dünya üzerinde yaşayan her iki yüz erkekten birinin günümüzden yaklaşık 900 yıl önce yaşamış tek bir erkekle aynı genleri paylaştığını saptamıştır. Muhtemelen bu genetik ata Moğol İmparatoru Cengiz Han’dan başkası değildir.
İnsanın kurduğu ilk medeniyetlerin şekillendiği Mezopotamya düzlükleri ve İndus İmparatorluğu’ndan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemi kapsayan Sayılarla Dünya Tarihi zamanın içinde ileri geri yol alarak tarihin şaşırtıcı ve özel doğasını vurguluyor.
Bizden önce yaşamış ve ölmüş yaklaşık 107.6 milyar insanın anısına…
Teşekkür
Çok değerli yardımları ve özenli çalışmaları için Louise Dixos, Gabriella Nemeth, Steve Cox ve Rod Green’e teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca kocam Robin’e evdeki kıymetli desteği nedeniyle teşekkür ediyorum.
Giriş
Sayılar, dünyanın tarihini anlamamızda bize çok yardımcı olabilir. Olaylara boyut kazandırmaları veya kesinlikleri sayesinde, insanın bazen belirsiz ve karmaşık görünen geçmişini aydınlatabilirler. Ayrıca bize başı ya da sonu belli değilmiş ve sebep sonuç ilişkisinden bağımsızmış gibi görünen tarihi bir olayı bir anda özetleyebilir.
Sayıların bir başka özelliği de değişmezlik ve kesinliktir. Bu durum onları dünyanın tarihini kısa bir kitapla anlatmak isteyen herkes için kullanışlı bir araç kılar. Tabii burada sayıların bazen abartılmış, esnetilmiş ve hatta göz göre göre çarpıtılmış olmadığını iddia etmiyoruz. Aksine, genellikle tarihi olaylar abartılıyor ve çarpıtılıyor ne yazık ki. Böyle olunca tıpkı kelimeler gibi onlar da tarihe bakışımızı saptırabiliyor.
Bunu aklımızın bir köşesinde tuttuğumuz sürece, geçmiş için bir tür arşivleme sistemi kurarken sayılardan yararlanabiliriz. Bölümlere ayırdığımız tarihi yeniden düzenleyip derli toplu dosyalara yerleştirmeyi, sayılarla adlandırmayı çok severiz. İşte bu sayede sayılar, adeta tarihi olaylardan toplumsal hafızamıza girerek diğer olaylar unutulduktan çok sonra bile zihinlerimizde yer eder. Dünyanın 7 Harikası, Martin Luther’in 95 Tezi, Marx’ın tarihin 6 aşaması görüşü, sayıların hafızada işgal ettiği kalıcı yerin örnekleridir.
Farklı türde sayılar tarihe bakışımızı değiştirme gücüne sahiptir. Çok büyük sayılar bize dünyada ne kadar insanın yaşadığını ya da bu insanlardan ne kadarının savaşlarda katledildiğini anlatır. (Genellikle de bizi kaç milyon insanın hastalıklara, savaşlara, belki de sadece kaçık bir kral ya da liderin kaprislerine kurban gittiği gibi korkunç bir gerçeklikle yüzleştirirler.) Orta büyüklükteki sayılardan tarihteki geniş ölçekli değişiklikleri öğreniriz. Toplumların kitlesel göçlerini, imparatorlukların yükselişlerini ve çoğunlukla aniden gelen çöküşlerini, sanayileşmenin derin etkilerini ve global ekonominin büyümesini mesela…
Daha küçük sayıların da önem bakımından orta büyüklükteki sayılardan aşağı kalır yanı yoktur. Onlar da tarihte yaşanan detayları görür, devasa sonuçlar doğurabilecek küçücük değişimleri yakalayıp gözler önüne sererler. Örneğin Leonardo da Vinci’nin çizimi Vitruvius Adamı’nın mükemmel oranları, 8’lik gümüş paranın şekil özellikleri ve Amerikan Anayasası’ndaki 13. değişiklik1 dünya tarihinde kalıcı etkiler bırakmıştır.
Geçmişimizin tuhaf, sıra dışı ve çoğu zaman bir rastlantıdan ibaret olma hali de sayılarla mükemmel bir şekilde gösterilebilir. Fenikelilerin sadece 1,5 gramlık Tyrian morunu elde etmek için 12.000 deniz yumuşakçası kullanması ya da devasa bir araziye sahip Louisiana’nın Amerikan Hükümeti tarafından 15 milyon dolara satın alınması gibi… Ayrıca sayılar 12 adamdan oluşan Yuvarlak Masa Şövalyeleri ya da Yedi Tepeli Roma gibi geçmişe ait masalsı veya kısmen masalsı anlatılara bir geçerlilik ve temsili önem katabilirler. Bunu yaparken en çok tercih edilen sayılar 7 ve 12’dir.
Sayılarla kuşanarak zamanda bir ileri bir geri gidebilir, farklı olayları ve başarıları karşılaştırabiliriz. Örneğin Çin Amirali Zheng He’nin 15. yüzyılda oluşturduğu donanma büyüklüğünü Batı dünyası ancak 1. Dünya Savaşı’yla yakalayacak; 1930’larda Amerika her beş kişiden birinin araba sahibi olduğu yüksek bir orana sahipken İngiltere bu oranlara ancak 1960’larda ulaşacaktı. Ayrıca sayılarla uğraşanların da hayatlarının bir anına tanıklık edebiliriz. Tarihimizi etkilemiş ve hâlâ geniş ölçüde etkilemeye devam eden astronom, filozof, mühendis, doktor ve daha nicelerinin hayatlarına odaklanarak mesela sıfır kavramını bulmak gibi çok önemli bir iş yapmış olan Hint bilgin Aryabhata’yla veya II. Dünya Savaşı’nda Enigma sistemini kurmayı başarıp bir savaşın kaderini değiştiren İngiliz matematikçilerle tanışabiliriz.
Sayılarla Dünya Tarihi medeniyetin ilk zamanlarından II. Dünya Savaşı’nın karışıklıklarına kadar uzanan bir tarihin en etkileyici insanlarını tanımamızı sağlayan bir özet olma niteliği taşıyor. Kitabı oluşturan kısa ve anlaşılması kolay bölümler, geçmişimizle ilgili size geniş bir çerçeve sunabilmek için az ve öz bir biçimde düzenlenmiştir. Aslında bunun yalnızca, hesaplanamayacak kadar geniş ve farklı bir yapıda olan engin tarih denizine atılan bir ilk adım olduğunu belirtmek gerekir elbette. Umudumuz, geçmişte yaşananları farklı bir ışıkla bir araya getirmek; ortaya insanın başarılarıyla birlikte tıpkı bu başarılar kadar önemli olan kusurlarına da tanıklık eden bir kitap çıkarmak ve tüm bunları sayılar aracılığıyla başarmaktır.
32 Yenebilir Bitki
Yaklaşık 10.000 yıl önce, yeryüzündeki yenebilir bitkilerin çoğunluğu “Bereketli Hilal” olarak bilinen bölgede doğal olarak yetişmekteydi. Pirinç, buğday, arpa ve mısır gibi tahılları içeren toplam 56 türden 32’si bu bölgedeydi. Amerika kıtasının tamamında ve Afrika’da sadece 4 bitki türü yetişirken, Batı Avrupa’da bir tek yulaf bulunuyordu. Dolayısıyla, dünyanın ilk tarım topluluklarının (günümüz sınırlarıyla konuşursak) Suriye’nin batısı, Türkiye’nin güneyi, Irak, Kuveyt, Lübnan ve İran’ın batı uçlarını kapsayan Fırat ve Dicle havzasındaki bu geniş hilal bölgesinde ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı sayılmamalı.
Resim: Bereketli Hilal. MÖ 10.000 – MÖ 4.500
Bereketli Hilal’in arpa, buğday, mercimek, soğan ve bezelyenin yabani türlerini kapsayan zengin yenilebilir bitki kaynakları, bölgenin ova ve tepelerinde yaşayan avcı-toplayıcı gruplar tarafından ekilip biçilmekteydi. Ayrıca evcilleştirmeye uygun hayvan türleri olan keçi, kuzu, domuz ve sığır da bu bölgede pek çoktu (Bu hayvanlar evcilleştirilmiş en önemli 5 hayvan türünden dört tanesidir; beşincisiyse attır). Bu zenginlik, başlangıçta bolca yağış veren ve suni sulama olmaksızın tarım yapılmasını mümkün kılan bir iklimle birleşince, toprağın işlenmesi için gereken tüm hayati koşulları sağlamaktaydı. İşte, insanların belli bir mekâna yerleşmeleri, teknik becerilerini artırmaları ve dünyanın ilk medeniyetlerini geliştirmeleri bu bolluğun sunduğu bir fırsattı.
700 Piktografik Sembol
Bilinen en eski yazı sistemi, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Güney Mezopotamya’da, dünyanın ilk medeniyeti olan Sümer şehrinde geliştirildi. İlkel tarım faaliyetleri milattan önce 5.000-4.000 yılları arasında Sümer’de kalıcı yerleşimler kurulmasının önünü açmıştı. Bu tarım yerleşimleri önce küçük kasabalara, MÖ 3.000 yılından itibaren ise birtakım şehir devletlerine dönüştü. Bunların en büyüğü 40.000 kişilik nüfusuyla Uruk’tu.
Her Sümer şehri, ibadet yeri olmanın yanında idare ve yönetim merkezi olarak görev yapan bir tapınak kompleksine sahipti. Bu tapınaklar, topluma verilecek erzakın depolanması ve dağıtılmasından, kamusal projeler için iş gücü organizasyonundan ve Afganistan’dan gelen kalay veya Kıbrıs’tan gelen bakır gibi ham maddelerin ticaretinden sorumluydu.
Sümerler, bu karışık görevleri idare etmek ve kayıt altına almak için, yazıyı icat ettiler. İlk örnekleri Uruk şehrinde milattan önce 3.000 yılına ait kil tabletler üzerinde bulunan bu erken dönem yazma biçimi, 700’ün üzerinde piktografik sembolden oluşmaktaydı. Küçük bir grup Sümer bürokratı tarafından çoğunlukla muhasebe işlemleri için kullanılan bu yazının izleri belki de MÖ 3.330 yılından çok daha öncelere uzanmaktadır.
Zamanla Sümer yazısı daha pek çok bölgenin yanında Babil, Asur ve Pers diyarlarına yayıldı ve giderek çivi benzeri işaretlerle yazılan daha soyut sembollerden oluşan düzenlere dönüştü. Bu yazı, çivi şeklindeki çizimlerden dolayı “çiviyazısı” olarak bilinir. MÖ 2.000 yılında Uruk’un yağmalanmasından ve ardından Sümer’in Amorilerin eline geçmesinden sonra dahi çiviyazısı varlığını sürdürmüş, neredeyse 3000 yıl boyunca kullanımda kalmıştır.
60 dakika, 60 saniye
Sümer’deki bu gelişmiş idare sisteminin ihtiyaçları aynı zamanda matematik ve zamanın ölçülmesinde de gelişmelere yol açtı. Bugün hâlâ zamanı hesaplarken kullanmaya devam ettiğimiz Sümerlerin sayma sistemi 60 sayısı üstüne kuruludur ve 1 saati 60 dakikaya, 1 dakikayı ise 60 saniyeye ayırmaktadır. İleride bu sistemi kullanarak 360 derecelik çemberi bulacak olan modern insanlara öncülük eden Sümerler ayrıca 7 günden oluşan haftalık zaman dilimini tasarlamışlar ve bunun beş gününe o dönemde bilinen 5 gezegenin ismi olan Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn isimlerini; diğer iki gününeyse ayın ve güneşin isimlerini vermişlerdir.
Stonehenge’deki 82 Taş
MÖ 3.100-1.500 yılları arasında İngiltere’nin Wiltshire bölgesinde inşa edilen Stonehenge, geniş bir toprak set tarafından çevrelenmiş devasa dikili taşların dairesel düzenlemesinden oluşur. Buradaki daire biçimli iki taş sütunun ve kumtaşı bloklarının yaz ortası gün doğumundaki ışınların açısına göre ayarlanmış olması, Stonehenge’in bir ibadet yeri olarak kurulduğunu gösterir.
Öncelikle, her biri 4 ton ağırlığındaki 82 taş 240 kilometre uzaklıktaki Galler’in güneybatısından taşındı. Bir süre sonra ise, bu sefer her biri 50 ton olan 30 kumtaşı bloğu 32 kilometre öteden getirildi. Stonehenge’in nasıl inşa edildiğine dair elimizde kesin bir kaynak olmadığından, bu devasa taş blokların nasıl taşındığı tartışmaya açık bir konudur. Kimi araştırmacılar, eğer (sanki o dönemde varmış gibi) tekerlek kullanımına işaret etmektedirler; fakat tahta eksenlerin sütunların ağırlığına dayanıp dayanamayacağı şüphelidir. Taşların Galler’den önce teknelerle getirilip ardından da öküz veya insan gruplarınca çekilen kızaklarla taşınmış olması daha olası görünüyor. Ancak taşıma şekli ne olursa olsun, Stonehenge bize tarihöncesi halkların büyüklük ve zorluk açısından çarpıcı işleri anlama, tasarlama ve oluşturma becerisine sahip olduğunu göstermektedir.
Büyük Piramit’in İki Buçuk Milyon Taş Bloğu
Büyük Piramit, antik dönemde Mısırlılar tarafından Gize’de inşa edilen 3 piramitten en yükseğidir ve yüksekliği 146 metreyi bulmaktadır. Bu yapı, MÖ 2589-2566 yılları arasında yaşamış firavun Khufu’yu öbür dünyadaki hayatına hazırlamak amacıyla inşa edilmişti. Çünkü tıpkı diğer firavunlar gibi, onun da güneş tanrısı Ra’nın kutsal bir şeklide vücut bulmuş hali olduğuna inanılıyordu. Bir piramidin basamakları “tanrılara uzanan bir merdiven” gibi düşünülürdü ve sivrileşen yapısı güneş ışınlarına benzerdi. Khufu’nun Büyük Piramit’i ise bu açıdan farklıydı. Piramidin yanları basamaklar yerine dümdüz, cilalanmış kireç taşlarıyla kaplıydı. Böylece piramit, Khufu ve Ra’ya yaraşır bir şekilde, güneş ışınlarını yansıtıp kilometrelerce öteden görülebiliyordu.
Bu devasa yapıyı ortaya çıkaran iş gücü 20.000 işçi ve 6.000 zanaatkârdan oluşmaktaydı. Yapımının aşağı yukarı 20 yıl almasının dışında Büyük Piramit’le ilgili esas bilmece aşırı ağır iki buçuk milyon taş bloğun tekerlek, vinç ve kasnağın ne olduğunun bilinmediği bir bölgede nasıl hareket ettirildiğidir. Bir kısım araştırmacı bu blokların, yüzlerce kilometre ötedeki taş ocaklarından alınıp Nil Nehri üzerinden sandallarla getirildiğini düşünürken, bazıları bunların yakındaki kireç taşı ocaklarından alındığını veya bazı blokların tahta kalıplara dökülerek inşaat sahasında üretilip sonradan sadece kızak ve kaldıraç yardımıyla hareket ettirildiğini iddia ediyor. Büyük Piramit hakkında yapılan en son araştırmalar ise blokların piramidin içine yerleştirilen sarmal bir rampa kullanılarak çekildiğini açığa çıkarmıştır.
30 Mısır Hanedanlığı
Büyük Piramit, Afrika’nın kuzeydoğusundaki Nil Vadisi’nde MÖ 3.200 yıllarında kurulmuş ve 3.000 yıl boyunca hayatta kalmış Antik Mısır medeniyetinin erken bir döneminde inşa edilmiştir. Firavunlar otuz hanedanlığa ayrılırlar ve bu hanedanlıklar da Eski Krallık, Orta Krallık ve Yeni Krallık adıyla üç ana dönemde ele alınırlar. Bu hanedanlıklar MÖ 2575 yılından MÖ 30 yılına, diğer bir deyişle Mısır, Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oluncaya kadar varlığını sürdürmüştür.
25’inci Hanedanlık
25’inci Hanedanlık döneminde Mısır, bugün Sudan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan ve antik dönemdeki bir Afrika Krallığı olan Kuş’tan gelen krallarca idare edilmekteydi. Kuş kralları tüm Mısır’ı ele geçirdikten sonra yaklaşık MÖ 727 – MÖ 654 yılları arasında neredeyse bir asır boyunca firavun olarak hüküm sürmüşlerdir.
Mumyalamanın 70 günü
Mısırlılar, insanları ve kutsal hayvanları ölümden sonraki yaşam için koruma amacıyla mumyalama sanatına başvurmaktaydılar. Bu işte uygulanan en iyi teknik 70 gün sürmekte ve vücudun iç organlardan temizlenmesi ile beraber beynin demir bir kancayla burundan dışarı çıkarılması şeklinde gerçekleştirilmekteydi. Vücut daha sonra natron adı verilen bir tuz karışımıyla kurutulur, boşluklar mis kokulu maddelerle, reçine özlü ketenle ve talaşla doldurulur, sonra keten bezlerle kat kat sarılırdı. Bu katların içine tılsımlar yerleştirilir ve mumya insan şeklinde bir tabutun içine konulurdu.
Antik Mısır Ülkesi’nin 20 Katı
Bugün Pakistan ve Hindistan sınırları içerisinde yer alan İndus Nehri’nin verimli aşağı vadisinde ortaya çıkan İndus Vadisi Uygarlığı, MÖ 2.500’den başlayarak MÖ 1.700 civarına kadar sürdü. Zamanla çok gelişmiş bir şehir uygarlığı halini aldı ve zirveye çıktığı dönemde yerleşimi 1,3 kilometrekareye yayılmıştı. Antik Mısır’ın 63.000 kilometrekarelik alanıyla karşılaştırılınca, İndus İmparatorluğu çok daha genişti. Tam olarak, Mısır’ın 20 katıydı.
Yine de 1921’den önce, yani Indus şehri Harappa’nın kalıntılarının arkeologlar tarafından keşfedilmesine kadar, bu uygarlıkla ilgili hiçbir şey bilinmiyordu. Bugün bile, dört yüzün üzerinde işaret içeren alfabesi ancak kısmen çözülebilmiştir ve İndus hakkındaki pek çok önemli soru cevaplanmayı beklemektedir.
İndus yerleşimleri ile ilgili bildiğimiz ise, her biri 30.000-40.000 kişilik topluluklar barındıran Harappa ve Mohenco-daro isimli en az iki büyük şehir ve bunların yanında yüzün üzerinde köy ve kasabanın varlığıdır. Örümcek ağını andıran bir sokak planlamasına göre inşa edilen şehirler ve kasabalar, dünyanın en ileri tesisat ve lağım sistemlerinin bazılarını barındırmaktaydı. Mohenco-daro’da bulunan her evde, sokakların altından geçen tuğla kaplama kanalizasyon sistemine bağlı, sifonu tuğladan örülme bir tuvalet bulunmaktaydı.
24 Angula = 1 Hasta
İndus yerleşimlerindeki şehir planlamacılığının konformizmi, saksılardan günlük eşyalara, yazıdan ağırlığa her şeyin standartlaşmasında kendini göstermekteydi. İndus medeniyetinin ölçü birimine “hasta” denirdi. Dirsekten orta parmağa kadar olan aranın hesaplanmasından oluşan bu uzunluk aşağı yukarı 45 santimetreydi. İnsanlığın evrensel bir ölçüsü haline gelen “hasta”, 24 “angula”ya eş değerdi ve Sümer’deki cubitin bir benzeriydi.
282 Kanun
Babil İmparatorluğu’ndan asla ayrı düşünülemeyecek bir isim, MÖ 1.795 civarı ila MÖ 1.750 yılları arasında yaşamış olan Kral VI. Hammurabi’dir. Babil’i gücünün doruğuna çıkaran ve Mezopotamya düzlüğünün tamamına hükmeden Hammurabi, ününü dünyanın ilk kanunlarını yazmasına borçludur. Hammurabi Kanunları insan boyutundaki dikili taşlar ve çeşitli kil tabletler üzerinde yer almaktaydı. Bu yazıtlar, var olan yargıların kaydedilmesi ve halk tarafından görülmesi içindi. 282 maddeden oluşan bu kanun sistemi, maaş ödemeleri ve boşanmadan askerlik hizmetine kadar pek çok konuyu ve diğer Antik Dönem uygarlıkları gibi Babil toplumunun da sırtını dayadığı köleliğin düzenlemelerini kapsamlı bir şekilde ele almaktaydı. En iyi bilinen hükmü ise göze gözdür: “Eğer bir adam başka bir adamın gözünü çıkarmışsa, onun da gözü çıkmalıdır.” Tabii eğer zarar gören kişi halktan bir kişi veya bir köle ise, uygulanan cezada indirime gidilmekteydi.
Dünyanın Yedi Harikası
Mısırlılar tarafından Gize’de inşa edilen piramitler dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilmekteydi. Antik Yunanistan’da yaşayan bilginler dünyadaki en etkileyici yapılardan oluşan pek çok liste hazırlamışlardı. Sonuncu liste ise aşağıdakilerden oluşuyordu:
1 Gize Piramitleri – Milattan önce yaklaşık 2.600 yılında yapılmış bu yapıların günümüze kadar ayakta kalmasına pek şaşmamak lazım.
2 Babil’in Asma Bahçeleri – Kat kat yükselen bir kuleyi andıran bu bahçelerin II. Nebukadnezar tarafından milattan önce 600 yıllarında günümüzde Irak olarak bilinen bölgede yaptırıldığı iddia edilmektedir. Pek çok akademisyen ise bu bahçelerin tamamen hayal ürünü olduğunu düşünüyor.
3 Olimpia’daki Zeus Heykeli – Bu büyük heykel milattan önce 5. yüzyılın ortalarından itibaren 800 yıl boyunca Olimpia Tapınağı’nı süslemiştir.
4 Efes’teki Artemis Tapınağı – Tanrıça Artemis’e adanan bu Yunan tapınağı Türkiye’nin Efes bölgesinde yer almıştı. 3 kere yeniden inşa edilen bu tapınak, 401 yılında geri dönüşü olmayacak şekilde yıktırılmıştır.
5 Halikarnas Mozolesi – Türkiye’nin Bodrum/Halikarnas bölgesinde yer almış olan bu yapı yaklaşık olarak MÖ 350 yılında Pers Hükümdarı Mausollos ve Karia’lı II. Artemis adına kabir olarak inşa edilmiştir.
6 Rodos Heykeli – Bronzdan yapılma bu devasa heykel Rodos limanında yer almaktaydı. MÖ 280 yılı civarında bitirildiğinde, 30 metre yükseklikle antik dünyanın en yüksek heykeliydi.
7 İskenderiye Feneri – Mısır Hükümdarı II. Ptolemaios için MÖ 280 – MÖ 247 yılları arasında inşa edilen bu deniz feneri, İskenderiye yakınındaki Faros adasında yer alıyordu.
10.000 Kil Tablet
Çivi Yazılı Bir Hitit Tableti
Hititler, günümüzde Türkiye ve Suriye sınırları içerisinde yer alan bölgede bin yıl boyunca hüküm sürmüş çok güçlü bir Bronz Çağı topluluğuydu. MÖ 1.600 – MÖ 1.200 yılları arasında gücünün zirvesine ulaşan Hitit İmparatorluğu’nun, genişlik ve güç bakımından Babil ve Mısır İmparatorlukları ile eşdeğer olduğu düşünülebilir. Yine de 20. yüzyıldan önce Hititler hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemekteydi. Tarihçilerin bu savaşçı topluluk hakkında daha fazla bilgi edinmeye başlaması, ancak 1906’da Boğazköy yakınındaki Hitit antik şehri Hattuşaş’ta yaklaşık 10.000 kil tabletin bulunmasıyla mümkün olmuştur.
Bu tabletlerdeki çiviyazısı Babil alfabesiyle ama Hitit dilinde yazılmış olduğundan, arkeologların bunları çevirmesi yaklaşık 20 yıl almıştır. Anlaşılmalarından sonra ise Hititlerin toplumsal yapısı, siyaseti, dini ve ekonomisi hakkında pek çok bilgiye ulaşılmıştır. Tarihçiler, bu tabletlerden ve az sayıdaki diğer belgelerden Hititlerin MÖ 3.000’den az bir zaman sonra kuzeyden Anadolu’ya göç etmiş vahşi bir kabile olduğunu öğrenmişlerdir. Esasen bir tarım topluluğu olan Hititlerde arıcılık da önemli bir uğraş sayılmaktaydı. Ayrıca, başarılı askerleri içinde barından bu toplum, at üstünde savaşan ve avlanan ilk insan gruplarından bir tanesiydi. Hitit İmparatorluğu gücünün zirvesindeyken, neredeyse günümüzde İsrail’de yer alan Kenan’a kadar uzanmış ve Suriye bölgesini elinde bulundurmuştu. Suriye üzerindeki rekabet meşhur bir savaşa yol açacak ve Mısır Firavunu II. Ramses ile Hitit Kralı Muvatallis’i MÖ 1.300 civarında Kadeş’te karşı karşıya getirecekti.