Kitobni o'qish: «Bu Toprağın İnsanları»
(Çayın suyu, kurak nedeniyle azaldıkça balıklar, kurbağalar, yengeçler; hâsılı sudaki tüm canlılar, daha yukarılara, suyun olduğu yere doğru gittiler)
AZİZ
Aziz’in Türkiye’ye kaçışı bütün köyü büyük bir üzünce boğdu… En başta Semerci Recep’le o, köydeki düğünlerin neşesiydi, dürüsttü, giyimi kuşamıyla herkesin dikkatini üzerine çeken biriydi, güler yüzlüydü, aynı zamanda da cesur, çalışkan; oduna iki eşekle gider, eşeklerin yükünü herkesten önce o hazırlardı. Salı ve Cuma günleri hariç, hemen her gün dağa odun kesmeye giderdi… Hoş sohbetti, kahvelerde onun oturduğu masanın etrafı dolup taşardı, özellikle “altı kol” oynadıkları iskambil oyunu sırasında kahve kahkahalara boğulurdu… Köyde bir imece -köylü “meci” derdi- olduğunda en önde o bulunurdu, gerektiğinde öküz arabasını koşar, yeni ev yapanlara taş, kum ve yağlı toprak taşırdı.
O bağ bozumlarında pencereleri kafesli hanay önlerindeki harmanlıklara öküz arabaları içinde “şıra neler” (şıra hane) getirilip geniş haremlere kazılan ocaklara pekmez tavaları konulunca üzüm çiğnemek için ilk önce çağrılanlardan biri de o olurdu… Kasabaya gittiğinde eli boş dönmez, kendisini beklemeye çıkan mahallenin çocuklarına Yunanca bir gazeteden yapılmış kese kâğıdının (huninin) içinden “horoz şekeri” dağıtır, Kitapçı Sami’den aldığı “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin” ve “Leyla ile Mecnun”dan, pastal odalarında toplanan kadın ve kızlara kısa parçalar okurdu. Karısı bazen kendisini usulca dürter; utanarak, Aziz, orasını da atlayıver, derdi. Cuma ve bayram namazları dışında camiye pek sokulmadığı halde, köyün en sofuları bile onu bu konuda asla suçlamaz, hakkında olumsuz bir dedikodu da yapılmazdı… Çünkü dürüsttü, kimsenin karısına, kızına göz diktiği görülmemiş, duyulmamış; kimselere karşı haset duymamış, hiçbir kimsenin de malına mülküne dokunmamıştı…
Ne oldu, bir sabah, daha sabah ezanı okunmadan, daha gün doğmadan, bütün köy halkı büyük bir gürültüyle uyandı, çocuklar ürktüler, korktular, ağladılar, insanlar kapı önlerine çıktı, ne olup ne bittiğini sorup öğrenmek istediler. Birazdan karakoldan bir jandarmayla MAY1 başı Rasim Ağa, ellerinde kısa kundaklı makineli tüfekleriyle okulun ardında göründüler, “yok bir şey, korkmayın; andartlar2 caminin yanındaki köprüyü dinamitlemişler,” dediler… Haber, hemen bütün köye yayıldı, kadınlar, erkekler, çocuklar camiye doğru koşuştular… Bir baktılar, böyle durumlarda en önde olması gereken iki kişi ortalıkta yok…
Semerci Recep’le Aziz nerede, diye sordu kalabalık bir grup; herkes birbirine baktı, gözler yine Semerci Recep’in karısını aradı; o da yok; kalabalıktan biri ”Yamaçbaşı”na baktı, bağırdı: Herkes evlerine gitsin, bakın,“andartlar” köye iniyor… Kısa zamanda “sus pus” oldu her yan, ortalıkta kimse kalmadı, birazdan çayın karşısındaki düzlüğe beş on tank geldi, askerler tankların ardına gizlenerek siper aldılar. Dağlar, köyün başı makineli tüfek ve top atışlarıyla ateş altına alındı, kızıl haç arabaları bazı yaralıları taşıdı, ovadan gelen kimi çobanlar bazı ölü çetecilerin askeriye arabalarıyla sürüklendiklerini gördüklerini söylediler…
Semerci Recep köye döndüğünde çok bitkin ve üzgündü, arabayı evin ardındaki saçağın önüne çekti, karısına: Söyle Mehmet’e, öküzleri salsın, yataklasın, önlerine de bol bol ot koysun, diye seslendi. Kadın merak ve korkuyla yanına yaklaştı, ne oldu, dedi, sağ salim çekildiler mi? Tamam, merak edilecek bir şey yok, inşallah sağ salim yerlerine varırlar. Kayıkçı tanıdığım biri… Fener’den… Sonra, Pakize’nin babasını da çok iyi tanıyor adam; neden Ali Ağa’ya anlatmamışlar, durumu dedi, Bekir Ağa, yani dedeleri ipten adam alır; karakol çavuşundan tut, Fırka Kumandanına kadar her yerde eli var… Ben, meseleyi uzatmamak için, “karı tarafıyla arası pekiyi değil” dedim; adamla “muhabbetimiz” var… Bir zamanlar kendisine çok kaçak tütün götürdüm. En azından bana kötülük yapamaz… Kadının içi biraz rahatlamıştı, peki, dedi, ne yapmış bu kadar Aziz, neden kaçtı, ne zoru vardı, kasabaya kaçıp saklanamaz mıydı?
“Belki çok korkmuştur” dedi adam…
Kadın bir şey anlamadı. “Kim, dedi, Aziz mi korkacak; o öyle kolay kolay korkmaz ki…
Semerci Recep’in laf söyleyecek hali kalmamıştı. “Öyle bir zaman gelir ki, herkes korkar” dedi, sonra ekledi, hadi sen git de Azizlerin köpeğine biraz yiyecek götür, kediyi de bul; biraz süt ver… Kadın bu söz üzerine ağlamaya başladı, hadi canımı sıkma, dedi adam, işine bak, çok da bilme…
***
Aziz, Türkiye’ye kaçışından tam sekiz ay sonra, yolları, binaları, insanları, araba ve faytonları, dükkânları, denizi, bulutları, polisleri, askerleri, sinema önlerini, o uzun minareli büyük camileri, trenleri velhasıl hemen her şeyi pusu silinmiş temiz bir camın ardından görür gibi oldu. Önceleri sanki yarı uyanık bir halde, bir rüyadaymış gibi, gördüğü her şeyin -acaba gerçek mi yoksa yalan mı olup olmadığını- ayırt edemeyecek bir haldeydi… Her şey pusluydu. Çok defalar içinden, “Ne yaptım ben” dedi, “niye geldim buralara”… Sonra, yavaş yavaş kendini toparladı.
Küçük çocuğu, bütün gece karanlığın, o kapkara denizin içinde, kayığın yan taraflarına hırçın, acımasız bir şekilde vuran dalgaların ürküntüsüyle sabah olup gözlerini korkuyla açtığında gözlerinde acayip bir korku ifadesi ve ürkek bir sesle: “Baba ne oldu, geldik mi, diye yeniden ağlamaya başladı, karısı, ay, başımıza gelenler, diye dövünüp duruyordu. Yabancı yaşlı bir kadın, korkma kızım, her şey insanlar için, ne yapalım, kaderimizde bu da varmış, diyerek kendisini avutmaya çalışıyordu… Kayıkçı kendilerini kayalık, küçük bir koya bırakmış, korkmayın, birazdan sizi buradan alıp götürecekler, Allah buyuk, her şey duzelecek bir gün, deyip herkese uzun uzun bakmış, biraz hüzünle gülümsemiş, kayığı ters yöne doğrultup büyük bir “pat pat pat” gürültüsüyle yanlarından uzaklaşmıştı…
Her şey bir rüya, bir hayal gibiydi: Bir ya da iki kişiydiler galiba, jandarma mı, polis miydiler, pek bir şey anlamamıştı, onları alıp büyük, içinde pılı pırtılarıyla başka insanlar da bulunan kocaman, hangar gibi bir binanın içine götürdüler. Tam ortasında küçük bir varilden yapılmış büyük bir soba harıl harıl yanıyordu, yerde döşekler vardı, duvar boyunca yan yana dizilmiş askeriye ranzaları vardı… Su, yiyecek, yatak, her şey mevcuttu, dışarıda da kuru bir soğuk… Kadın ve çocuklar kaldı, erkekler bir oraya, bir buraya götürüldü; iskân müdürlüğü dendi. İlgisiz yorgun, esneyen, kimi gülümseyen kimi kendilerine acıyarak bakan bıyıklı, çıplak kafalı memurlar, kasketli, külot pantolon ve körüklü çizmeleriyle esmer, bıyıklı polisler, küçük, yarı karanlık istasyonlar, yağlı peronlar, uykulu, kırmızı şapkalı hareket memurları, karanlık dağların, ıssız ormanların içinden kaçıp kurtulmak isteyen uzun ve ağır trenler… Aziz’in canı zaten sıkkın; yorgun, uykusuz, çaresiz, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” misali kendini, ailesini kaderine koyuvermiş bir ruh haleti içinde, bir de binlerce dönüm arazinin içinden geçerken gözünün ancak birkaç bodur, keleş ağaca takılması iyice ruhunu sıktı; yahu, dedi, bizim “Aktarla”nın temellerinde bundan çok ağaç var, bu ne? Karısı ters ters baktı, uyku gözlerinden akıyordu, Allah’ım, daha neler göreceğiz acaba, diye sızlandı, sonra kocasına içinden kopup gelen büyük bir öfkeyle, bütün bunlar senin yüzünden oluyor, o çokbilmiş kafan yüzünden, diye söylendi… Sen bari sus Pakize, kafam kazan gibi, ne oluyor, ne gidiyor, bir türlü anlamıyorum; Allah sonumuzu hayır etsin… Dur, sabret biraz…
Al sana o “korkunç rüya”nın devamı; küçük bir istasyonda indikten sonra, kendilerini yakın bir yerde bulunan, susuz bir derenin iki tarafına yeni kiremitleri, kireç kokan yeni sıvaları, kapı pencereleri olan kimsesiz bir yerleşim yerine götürdüler. İşte burası sizin eviniz, birazdan karşı mahallenin muhtarı ve bazı kişiler buraya gelip sizi yerleştirecekler, yiyecek, içecek ve yakacak verecekler, her bir ihtiyacınız karşılanacak; yeni memleketinize hoş geldiniz, dediler ve gittiler…
Aziz, mektubu postaneye bıraktıktan sonra, orada, adını yeni öğrendiği bir yerde, küçük bir çayevine oturdu, “Eşref paşa”, diyorlardı, önce bir acayip ad gibi geldi kulağına, oradan, yukarı, Kadife kale’ye çıkılıyordu… Kıyıda kimsenin oturmadığı yalnız bir masa buldu, oturdu, omzunda küçük bir peştamal, çaycı geldi, taze çayımız var, getireyim, dedi, demli mi olsun; getir, dedi, çay olsun da…
Karşıda deniz görünüyordu, büyük gemiler uzakta duruyorlardı, kıyıda kayıklar, konak meydanı; insanlar zar zor seçiliyordu, uzakta görünen hantal bina balıkçı hali olacaktı, birkaç gün önce bir mağaza arkadaşıyla birlikte içine girmişler, taze balık almışlar, evlerine götürmüşlerdi.
Biraz kafasını dinlendirmeye ihtiyacı vardı, yorgundu, o kadar halledilecek, düşünmesi gereken o kadar şeyler vardı ki, artık bunalacak hale gelmişti… Çayından bir yudum çekti, ne anlarım ben demli çaydan, diye geçirdi içinden, gene “yaşadıkları” içinde buldu kendini, gözlerini yumdu… “Hep senin yüzünden geldi başımıza bütün bunlar!” Pakize’nin sesi bütün ağırlığı, bütün can sıkıcılığı ile kulaklarındaydı… Oysa bu başlarına gelen, kendilerinin hiçbir suçları yok iken üstlerine gelen “beklenmedik bir belaydı”… O gün de oduna gidecek, getireceği bir eşek yükü odunla öküz arabasını bir güzel yükleyip sonraki gün kasabaya satmaya götürecekti. Serin ve karanlık bir derenin içindeydi, sık kayın ağaçları servi kavağı gibi uzamışlar, toprak çürük yaprak ve nem kokuyordu; yere yıkılmış kuru bir ağaç gövdesini çelikleme kesmek için uğraşıyor, bir yandan da gömleğinin yeniyle terini silmeye çalışıyordu. Bir ayak sesiyle irkildi, baktı, karşısında başlarında asker “dikoko”su, asker kaputu, çapraz fişeklikli, ellerinde “thomson”, iki kişi: baltayı burada bırak da seni bizim kapetan (kaptan) çağırıyor, dediler, yüzleri asık değildi ama ciddi oldukları belliydi. Bacakları titreyerek önlerine düştü, kapısında iki silahlı kişinin nöbet tuttuğu bir eve girdiler. Kaptan dedikleri kişi, bir minderin üstüne oturmuş, ayran içiyordu, Aziz’e otur, korkma, dedi, ötekiler çıktıktan sonra Aziz’in eline bir kâğıt kalem verdi, becerebildiğin kadar, sizin karakola hangi yoldan gidilir, mazgal tam nerede bulunuyor, onları bir işaretle, git, dedi… Aziz, büyük bir belayı defetmiş gibi sevindi, köylerinden karakola giden yolu, kilisenin sağındaki mazgalı, kırk elli adım ötedeki karakolu işaretledi tamam, bu kadar, dedi… Kaptan, Yunanca bir şeyler söyledi sertçe, aynı silahlı kişiler gelip kendisini önlerine kattılar, dışarısı keçi gübresi kokuyordu, ağılın yanından geçerlerken “abe, bizim Semerci Recep’in arkadaşı değil mi bu, diye bir sesle “tümbüldek” (çıngırak) sesleri duyuldu.
Sonra… Sonrası bu işte… Bir de “bir işi yaparken düşüneceksin,” derler. Nesini düşüneceksin, adam oturmuş oraya: her dediği kanun; müstantik o, hâkim o, avukat o; üstelik cellât da o… Ha, yapma dediğini, daha orada yersin alnına kurşunu; Durmuşların Halilcik öyle gitmedi mi; buradan asker geçti mi, diye sormuşlar; adam görmemiş, ne desin; görmedim, demiş… İyi ama “andartlar” daha on adım ilerlemeden bir yaylım, ateş; kaptan çekmiş kurşunu fukaranın kafasına: “Bilmezsin ha!…” Ben bilir miydim, kestirebilir miydim işin sonunu; daha beş on güne varmadan bir gece karakol, “andartlar” tarafından basılmaz mı, bir çatışma, iki taraftan birkaç ölü… Ne zaman “andartlar”dan biri yaralı olarak yakalanmış, diye bir haber duyuldu; daha o saat, yüreğim “cız” etti.
Evde bulunmadığım bir gün, karakoldan jandarmalar gelip evin her yanını aramışlar, hatta dama girip samanların, otların içine bakmışlar, Recep gece yarısında gelip beni buldu, “buradan kaç git, canını kurtar; karar verdikten sonra gerisini düşünme, ben hallederim… Tütünü, ekinleri, tarlaları, evi, hayvanları; onlar benim işim… Şu benim “aretliğim” yaman adam, tam arkadaş, dedi, gülümsedi. Çaycı: Ağam, tazeleyelim mi, diye başında bekliyordu. Birden düşünceler içinden sıyrıldı, korkuları dağılır gibi oldu. Saatine baktı, oh- hooo, geç olmuş, diye geçirdi içinden, çayını aceleyle içti, kalktı, Pakize’nin canı sıkılmıştır” dedi.
Ailece biraz sakinleşir gibi olmuşlardı, Çimentepe’de genişçe, kapısı penceresi sağlam, küçük bahçesi olan derli toplu bir ev buldular, karısıyla birlikte çarşıya indiler, eve her ne lazımsa aldılar, yeni perdeler taktılar, halılar aldılar, bir de Philips marka bir radyo… Karısıyla birlikte aynı tütün mağazasında iş buldular, çalışmaya başladılar, kayınpederi İzmir’e gelen bir köylüsünden bir miktar para göndermiş, onu aldılar. Çocuklarını yakın bir okula yazdırdılar, muallimleri halden anlar biri, çocukları sevmiş, okşamış, gözleri yaşarmış, onlara güzel güzel kitaplar vermiş…
Artık Pakize de diğer kadınlar gibi kapı önüne çıkmaya başlamış, komşularıyla birkaç laf eder olmuştu. Aziz’in yüreği biraz olsun serinlemiş, aylardan beri içini sıkan, kemiren o “tedirginlik” az da olsa dağılır gibi olmuştu…
Ne zaman gelip bu eve taşındılar, yerleştiler, eve gerekli olan eşyaları, takım-takla vatı aldılar, çocukları gözleri önünde okula gitmeğe, arkadaşlarıyla sokakta oynamaya başladılar, Pakize başka bir kadın oldu, yüzünde ilk kez gülümseme izleri görüldü, gözleri parladı, birkaç tatlı söz eder oldu… Aylardan beri de ilk kez Aziz’le aynı yatakta uyudu… “Ay ay ay…” neydi o İkiçeşmelik’teki “Aile Evi”nin hali öyle, bir daha Allah göstermesin, Allah kimseleri öyle yerlere düşürmesin… Diyarbakır’dan dönüp Basmane Garı’na indiklerinde hepsi de sarhoş gibiydi, kafalarının içi zonkluyor, tekerleklerin, rayların bağlantı yerlerine vurarak çıkardıkları “takatak takatak” sesleri kulaklarının içinde uğulduyordu… Bir faytoncu gelip “Abi, nereye” diye sorunca Aziz, “Falanca Numaralı Aile Evi”ne dedi, adam yüzünü ekşitti, gelin, ardından, eşyalarınızı unutmayın, dedi, elindeki tahta bavulu tutup “yenge ver ben götüreyim” dedi… Aziz’in uzaktan tanıdığı bir arkadaşı orada kalıyormuş, kendilerine de boşalan bir odayı tutmuş, kiralamış…
O ne pislik, ne koku, duvarlarda tahtakuruları öldürülmüş her tarafı kan lekesi olmuştu, ortak tuvalet o kadar pisti ki, bir türlü oturamadılar, hemen arka tarafta ihtiyaçlarını eski gazete kâğıtları üstünde görüp pislikleri tuvaletin kapısından içeriye attılar, çocukların gözleri daha Diyarbakır’da çapaklanmıştı, iyice çapaklandılar. Hemen eczaneye gitti kocası, bazı göz damlaları aldı, gözleri parladı çocukların, Aziz güçlü kuvvetli biri, orada limanda hamallık yapan komşu gençlerden biri onu alıp limana götürdü. Aziz akşamüstü elinde yağlı bir kâğıdın içinde beş-on köfte, iki somunla döndü, çocuklara birer de döndürecek almıştı, nasıl sevindi sabiler, ilk defa o gece ağlamadım…
Kocası, ben postaneye gidip Recep’e o yazdığım mektubu göndereceğim, dedi, nerdeyse bir sene olacak, bakalım, köyde ne var ne yok, çocuklar köpekle kediyi durmadan soruyorlar, onlar ne oldu, damı boş bırakma, zahire koy. Zehra Hanım ara sıra evleri dolaşsın, havalandırsın, kışın akan bir yer olursa aktart, ilerde buraya gelmen kısmet olursa “artık-eksik” helalleşiriz, demiştim kendisine, gerçi olayların azaldığını, savaşın sona ermek üzere olduğunu söylüyorlarmış ama belli olmaz…
Mağazadan döndükten sonra üstünü başını değiştirdi, evin içinde sabahtan yarım kalmış işlerini bitirdi, yemeği hazırladı, okuldan dönen çocuklarının karnını doyurduktan sonra kapının önüne çıktı… Uzakta, masmavi ve gittikçe koyulaşan denizin dağlar ve bulutlarla bitiştiği yerde batmak üzere olan güneş büyük bir kızıllık oluşturmuştu. İlk günlerde burada kocasıyla otururlarken Pakize, bak, demişti, hani güneşin battığı yer var ya, işte oradan ötesi bizim memleket… Oraya, uzaklara bakarken gemi direklerinin üzerinde kırmızı bayrakları görmüş olmasa, kendini gerçekten Yunanistan’da sanacaktı. İnsan bazen neden böyle oluyor; bir an için nerede olduğunu unutur hale gelmişti… Birden kendi köyünde buldu kendini; anası, babası, kardeşleri, ev, uzun, geniş saçakları, sığırdan dönen mandalar, anasının yüzünü büyük bir hüzün olarak gördü, ah, anam, anacığım, bak o kıymetli kızın, o uzun belikli kızın nerelerde ve şimdi nerede oturuyor, burnunun direğinde bir sızlama duydu, gözleri yaşla doldu…
Ölüm aklına gelirdi de şu “kaderin” kendisini bu hallere düşüreceği aklına gelmezdi, ama daha baştan belliydi, hiç ovadan Yaka köylerine bir kız gelin olarak kolay kolay gitmiş miydi? Böyle bir adet yoktu zaten; Yakadan ovaya kız seve seve, merakla verilirdi de ovadan Yakaya asla… Ama olmuştu bir kere; keşke görmez olaydım bu “kaytan bıyıklıyı…” Bu delişmeni…
Yaka tarlaları, ovası, bizim oralar gibi değil; yağmur yağdıktan birkaç gün sonra gene yağmur ister, toprak çabuk kuraksar, çünkü kumsaldır, çakıllıdır, “kasnıktır…” Öyle bir yıl gelir, hayvanat yiyecek bulamaz, çayırlar, ekinler öylece kalır, hayvanata kış zahiresi tedarik etmek için insanların çoğu ova köylerine gider, karpuz tarlalarından özellikle “daracan otu” (darıcan otu) toplar ya da biçerler, insan boyunu aşan mısırların saplarını kesip arabalara doldurduktan sonra köylerine dönerler… İşte böyle bir senede bizim bu delişmenle arkadaşı Recep binmişler birer ata, babalarının yanında bizim karpuz tarlalarından ot toplamaya, bir de mısır sapı kesmeye gelmişler… Bende al-duman yanaklar, beyaz ten, teleme gibi bir vücut; dönüşte saçağın altında manda sağarken görmüş beni… Ben de tam o sırada mandayı sağmayı bitirmiş, ayağa kalkmıştım, bir baktım, atın üstünde sırım gibi bir delikanlı bana bakıyor… Öyle bir baktı ki, içim bir tatlı oldu, göğüslerim birden sertleşti sandım; oraya yakın başka Yaka köylerinde akrabalarımız vardı, bazı düğünlere, mevlitlere çağrıldığımız olurdu, babam öküz arabasını koşar, üstünü “gelin arabası” gibi örter, bir araba insan kimi tozlu, kimi çamurlu yollara düşerdik… Kına geceleri kurulur, kızlar tahta ya da ot balyaları dizilerek hazırlanan sıralara oturur, gelin ortada-çok defa şimşir yaprağı ya da tespih ağacı tanelerine barak teli yapıştırılarak yapılan- hotozlu, “har bollu” olurdu- sağında solunda en yakın arkadaşları otururdu… Darbukalar çalınır, oyun beceren kızlar hiç teklifsiz kalkar, karşılıklı oynarlardı… Kadınlar yerde, kızların tam karşısında oturur, siyah, beyaz bezli, bürgülü, hacı bezli başlar karışık bir halde bir oraya bir buraya hafif hareketlerle sallanırdı.
En arkada da bekâr gençler, daha arkalarda göze çarpmayacak yerlerde ise bazı evli erkekler… Aziz beni birkaç kez gördü böyle; bir defasında da kalkıp oynamamı istedi; aklınca bir kusurum varsa görecek; çok beklersin sen, dedim ama bir defasında kıyamadım, kalktım, oynadım… Bazı sesler geldi kulağıma, “gelin gelin; ovalı kız oynuyor”, ay bende bir utanma, bir sıkılma, bir pişmanlık… Anacığım ben oturduktan sonra yerinden kalktı, yanıma gelip kulağıma eğildi, “iyi yaptın” dedi, Yakalılar görsünler bak, oyun nasıl olurmuş, nasıl oynanırmış…
Tütün mağazasından oldukça neşeli bir halde çıkan Aziz, İskeçe köylerinden bir arkadaşıyla Eşref Paşa Camii’nin önüne kadar geldi, ben berbere girip tıraş olduktan sonra çıkacağım mahalleye, dedi… Kapı açıktı, koltuğun biri boştu, selam verdi, paltosunu çıkardı, buyur otur, dedi bir genç, öne çekilen koltuğa oturdu, beyaz bir önlük; genç, sert sakallı yüzüne şöyle bir elini sürdü, ayakta duran daha yaşlıca birine “sen geç” anlamında güya “Aziz’e çaktırmadan işaret etti…
Bugünlerde Aziz’in neşesi eski günlere bakarak oldukça iyiydi, evde radyoyu açmaya başlamışlardı, çocuklardan büyüğü okulda sınıf başkanı olmuştu, Yunanistan’daki en küçük kayınçesi (kayınbirader) sözlenmişti. Bir de mağazadan aldıkları paraya büyükçe bir zam; yani işin doğrusu, -gurbetlik ve çekilen çileler bir yana- geçimleri köydeki geçimlerinden daha rahat, daha güzeldi bir kere; kim ne derse desin…
Berber yüzünü köpüklerken dikkat etti; duvarlar, boyalı, pencereler pırıl pırıl, aynada bir leke yok, parlak kurnalı çeşmeler, pudra, krem tabakaları, ispirto, tertemiz pamuk; oh-hooo, diye geçirdi içinden, burası bizim Berber İbram’ın dükkânı yanında küçük bir saray… Aklı yine memlekete gitti, Recep geldi gözlerinin önüne; acaba mektup geçmiş midir eline… “Tamamdır, beyefendi, sıhhatler olsun.”
Düşlerinden uyandı, gülümsedi, parasını ödedikten sonra yokuş yukarı tırmanmaya başladı…
Yemeği erken yemişler, güneş daha batmamıştı, biraz dinlendikten sonra karısına: Bu akşam kahveye biraz erkenden giderim, ona göre erken dönerim, dedi. Karısı: Bize de komşu Samime Hanımlar, gelecekler galiba, kızları da gelip görmek istiyorlarmış bizi, evimizi, dedi. Tamam, dedi Aziz, giyinip kuşandı yeniden, kalın, kareli bir gömleği vardı, göğsünde düğmeli cepler, onu pantolonunun üstüne saldı, arkası basık ayakkabılarını giydi, bıyıklarını burup yeniden düzeltti, yokuş aşağı inmeye başladı.
Caminin oralarda, arabaların kıvrıla kıvrıla Konak Meydanı’na inmek üzere sola saptıkları yerde bulunan oldukça büyük bir çayevine alıştırmıştı ayaklarını, orada “tanıdık bir dünya”ya girer gibi kendini rahat hissediyordu… Kıraathanenin içi her zaman dolu gibiydi, ana caddeye bakan büyük camekânın yanında ağızlarında renkli marpuçlar, nargile içenler, kâğıt oynayanlar, domino taşlarını sıralar halinde önlerine dizenler, sigaralarına yanaklarını çukurlaştırarak asılanlar vardı… Ocağın hemen bitişiğindeki tek bir basamakla inilen küçük bölmede ellerinde günlük gazeteler, ciddi görünüşlü, bitkin emekli memurlar o gürültü içinde sessiz ve sakin bir duruş sergiliyorlardı. Bir de Aziz’in de anlamakta güçlük çektiği hatta akıl erdiremediği bir şey vardı ki, sanki bu mekâna girer girmez kendisine karşı açıkça belli edilmeyen bir saygı duyulduğunun varlığı; Aziz’in de bundan gizliden gizliye bir gurur duyduğuydu.
Aziz’in, bu mekâna gelmeye başladığından beri dikkatini çeken hatta biraz da rahatsız eden başka bir şey daha vardı. Mekânın giriş kapısının hemen solunda, nerdeyse müşterilerin kapıdan girişlerini zorlaştıracak şekilde yerleştirilmiş büyük, süslü bir boyacı sandığıyla, alçak hasır sandalyesinde oturan boyacıydı. Seyrek dik bıyıklı, kolları bir “başpehlivan”ın kolları gibi kalın, saçlarına ak düşmüş olan esmer, iri yarı bir adamdı… Adamın yüzünde bıçak yarası izleri, kafasında da bazı çentikler vardı… Bir gün yanında oturan tanıdık masa arkadaşına kim bu adam, hep burada mı durur, diye sorduğunda adam, bırak şunu, dedi; ne olduğu belli değil, bir gün dışarıdaysa iki gün içerde yattığı söyleniyor; belalının biri…
Aziz bir başka gün çayevinden çıkarken ayağının birini sandığın üzerine yerleştirdi, adam başını kaldırdı, boyayalım mı agam, dedi, adamın yüzüne baktı, ayağımızı neye koyduk buraya; elbet boyayacaksın, dedi. Boyacı müşterinin çoraplarına boya değmesin diye ayakkabının kıyısına kutulardan kesilip hazırlanmış karton parçaları yerleştirdi, fırçayla önce ayakkabının tozunu aldıktan sonra küçük bir fırçayla teneke bir kutudan aldığı boyayı dikkatlice sürdü. Ayakkabılar boyandıktan sonra güzelce cilalandı, Aziz boyacının eline iki buçuk lira tutuşturdu. Bozuğum yok, aga, dedi boyacı şaşkınlıkla, Aziz, sana bozuk para soran oldu mu, kalsın sende, deyip sertçe baktı, çekip gitti… Boyacının içine, sebebini anlamadığı bir korku düştü, o gece enikonu uykusu kaçtı, aradan bir hafta geçmişti ki, aynı müşterinin sağ ayağını boya sandığının üstüne tekrar koyduğunu gördü. Hem boya, hem dinle, dedi, Aziz yavaş sesle… Cumartesi günü, ikindi ezanı biter bitmez, caminin köşesinden kıvrılıp buraya geleceğim, bu boya sandığına bir tekme atıp sana, “seni tam bir hafta burada görmeyeyim, diye bağırıp çağıracağım, sen de sandığı kapıp bir hafta buralarda görünmeyeceksin… Bu dediklerimi yaparsan sana tam elli papel var… Boyacı şaşkınlık ve sevincinden ne diyeceğini şaşırmıştı… Elli papel, bir mağaza işçisinin yarım aylık kazancıydı neredeyse; tamam aga, dedi, oldu gitti, içinde korku ile karışık büyük bir sevincin büyüdüğüne kendi de şaştı. Şu kısmete bak, dedi, Allah işte; her şeye kadir, neye demişler…
Aziz tam bir hafta sonra caminin köşesinden çıkarken boyacıyı; boyacı da onu gördü, ikisinin içinde de anlaşılmaz bir sıkıntı vardı… Aziz, çayevinin kapısına beş on adım kala bacaklarını açtı, kendini gerdi, elinde iri taneli bir tespihi sinirli sinirli çekerek kapıya doğru ağır ağır ilerlemeye başladı… Kahvenin içi aynı minval üzereydi, kapıya yakın masalardan birinde “pişti” oynayan biri Aziz’i o halde görünce arkadaşına, gelen yeni muhacire bak, dedi, kafayı pek erken tütsülemiş… Tavla oynayanlardan biri de manzarayı gördü, rakibine, yav, sırası mıydı şimdi bunun, dedi, tam da seni yenmek üzereydim. Herkes kapıya doğru bakıyor, ne olacak, bu adam niçin böyle yapıyor, diye merak dolu ve tedirgin bakışlarla Aziz’i bekliyorlardı…
Aziz boyacının başına dikildi, sandığa bir tekme savurdu, boyacı şaşkınlıkla kendisine bakıyordu, buradan defol git, bir hafta buralarda seni gözüm görmesin, diye bağırıp çağırmaya başladı. Boyacı aceleyle fırçaları, boyaları yerlerine yerleştirdi, sandığı kaptığı gibi boynuna astı, Aziz yere düşen bir boya kutusunu boyacının eline tutuştururken kaşla göz arasında bir yüzünde, elindeki tüfeği havaya kaldırmış büyük bir asker resmi bulunan 50 Liralık banknotu boyacının avucuna sıkıştırdı. Boyacı, ardına bakmadan oradan koşar adım uzaklaştı.
Çayevinin içinde ses seda kesilmişti, oyunlar, durmuş, fısıltıyla konuşulur olmuştu, biri, yeni muhacir işte şimdi “etti” cami duvarına, dedi. Yanındaki, bunun da ne olduğu belli değilmiş, diye fısıldadı, orada “MAY başı” mıymış ne; bir çuval andart kafasını götürüp askeriyeye teslim etmiş.
Aziz, sanki hiçbir şey olmamış gibi gayet sakin içeri girdi, sağına soluna bakındı, ne oldu, dedi, gülerek, sanki cenaze merasimi varmış gibi… Millet biraz salınır gibi oldu, Aziz ocağa doğru seslendi… Bir çay, dedi… Öyle demli – memli istemem… İçerdekiler sadece gülümsediler, birazdan her şey normal seyrine döndü, eve gitmeye hazırlanıp parayı ödemeye gidince ocakçı, yok abi, dedi, bu da bizden olsun, sen sağ ol…
Olay, kısa zamanda o mahallelerde duyuldu, evine giderken düne kadar kendisinden haberi olmayan bazı esnafların hafifçe ayağa kalkarak kendisini selamladıklarını sezdi, kendisi hiç bir şey sezdirmedi, her zamanki gibi davrandı… Hiç lafı edilmemişken kendisini mağazada işçi başı yaptılar, Pakize’ye daha hafif bir iş verdiler… Olayı Pakize de duydu, içinden kıs kıs güldü, “deli bozuk”, işte, dedi; durup dururken gene başımızı belaya sokacak… Bir akşam, yemeği yedikten, çocuklar da uyuduktan sonra Aziz’e, sen ne yapmışsın, gene, dedi, başımıza getirdiğin bunca bela yetmemiş gibi yine mi bela arıyorsun; “kabadayıya” bak, diyerek kocasının ensesine bir şaplak attı. Abe sen bir deve karıncasını eline alamazdın ötedeyken; unuttun mu, dedi, Aziz güldü, hiçbir şey yok aslında, dedi, millet öyle sanıyor, ko, öyle sansınlar…
Aziz’in, bir gün evlerinin küçük bahçesinde tahta bir masada çayını içerken, Pakize, arkadaşlardan birinin, memlekette galiba iç savaş sona ermiş, dediğini duydum; bir gün inşallah geri, memleketimize döneriz, demesi üzerine, Pakize yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. O gece kendisini ovada, babasının evinde gördü. İçinde öyle bir sevinç, öyle bir sevinç; hatta kırlangıçlar gelmiş de akıntı kıyılarından çamur taşıyarak kendilerine yuva yapıyorlar… Onların o geniş saçağına… Kedinin biri de kendine doğru bağrışarak yaklaşan kırlangıcın birini nerdeyse pençesiyle yakalayacak… Korkarak uyandı, sağına, soluna bakındı, Aziz derin derin soluk alarak uyuyor, çocuklar karşıdaki divanda birbirlerine sarılmış vaziyette yatıyorlardı… Üstleri açılmıştı, sessizce kalkarak yerdeki gül desenli yorganı alıp üstlerini örttü, yeniden yattı… Evlerine yakın camide sesi oldukça güzel bir müezzin sabah ezanını uzun uzun ve güzel bir makamla okuyordu.
Pakize memleketle ilgili güzel bir haberin kendisini bu kadar sevindirmesine, artık hayata ve olaylara daha olumlu bir şekilde bakmasına önceleri kendi de şaştı kaldı. Komşu kadınlardan biri Pakize Hanım, müsait bir zamanda bir gün Konak’a inelim de sana Kemer altı’nı göstereyim, dedi; görsen ne çarşı… Siz, evi döşeyip donatmak için çarşıya girişteki bazı dükkânlardan alış-veriş yapmışsınız, anlattığına göre… Çarşının içine gir; dolaş; şaşıp kalacaksın: iki üç bin dönüm bir yer var, öyle diyorlar; aradan çok geçmeden evlerinin biraz ötesindeki “durak”ta eski bir “dolmuş”a bindiler; dolmuş muydu, taksi miydi, ancak arabanın büyüklüğünden ayırabiliyordu. Pakize Hanım, hiçbir şeyi öyle net, kendine aitmiş gibi göremedi; buna pek aldırış da etmedi.
Dolmuştan indikten sonra komşu Şükran Hanım, buradan, girelim, dedi, kendilerini büyük bir kalabalığın içinde buldular… Kalabalığın içinde birbirlerini kaybetmemek için el ele tutunmuşlar, başka bir komşuları da onların ardı sıra gidiyordu. Uzun bir yay şeklinde kıvrılarak devam eden caddenin iki yanı, her çeşit eşya, malzeme, yiyecek satan dükkânlarla doluydu, kavşaklarda çayevleri vardı, aşçılar vardı, dükkânların önleri, müşterilerin dikkatlerini çeksin, diye, çeşitli renk ve desenlerde asılı gömlekler, çoraplar, manto ve paltolar, perdelikler, eşarplarla doluydu. Bazı dükkânların önlerinde duruyor, çorap, fanila ve eşarplara bakılıyor, kavşaklara gelip ara caddelere dönüleceği vakit komşusu, bak Pakize Hanım, burası, Şadırvanaltı Camisi; bir başka kavşağa geldiklerinde de bu da Kestane Pazarı Camii, derdi. Pakize Hanım, komşusunun hatırı için gösterilen camilere bakardı. Memleketteki camilerden daha büyük, daha süslü, sütunları oymalı, ikinci katlarındaki küçük pencereler tahta panjurlu ve kafesliydi. Bütün bunlar Pakize Hanım’a “yabancıymışlar,” kendisine pek de candan yakınlıkları yokmuş, gibi geliyordu –ve hayret bir şey- onlara bakarken Pakize Hanım, Gümülcine’deki “Yeni Cami”yi, Sobacılar Arası’nı, oradan inilerek cami avlusundan geçişlerini, köşedeki Ermeni yorgancının dükkânını görüyor, saat başı, cami avlusundaki o yüksek “Saat Kulesi”inden gelen tunç sesli saatin kulakları çınlatan sesini işitiyordu. Bir hayli dolaşmışlar, bazı alışverişler yapmışlar, bir taksi alarak Eşrefpaşa Camisi’nin oraya gelmişlerdi. Çocuklarına aldığı iki uzun saplı, tekerlekli, yürütünce üstünde kanatlarını açıp kapayan renkli bir kelebek olan tahtadan yapılma arabacıkları titizlikle kolluyordu. Orada, geniş bir alanda kurulmuş upuzun tahta tezgâhın üstüne karpuzlar itina ile dizilmişti. Komşuları, birer karpuz da alalım, mahalleye öyle çıkalım, dediler…