Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Beyaz Kelebekler»

Shrift:

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Kazak halkının kültürel ve sanatsal birikimlerinden biri sayılan Kazak edebiyatının, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirdiği, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırdığı ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturduğu gerçektir. Kazak edebiyatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, herbir insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerleri anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmiş değildir. Şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak millî ruhumuzun abidesini ikame etmeye kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımıza bağlı olmuştur. İşte Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev, edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak asırlardan devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.

Rahimcan Otarbayev, kendine has yazı sitiliyle kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı kutsal dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek resim şeklinde göz önünde canlanır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir.

Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Eserleri, hayatın eseridir. Toplumun ürünüdür. İnsanın tarzıdır. Bazen sevimsiz bir manzarayı veya olayı hiç değiştirmeden olduğu gibi yansıtır. Eleştirdiğinden dolayı değil, topluma karşı ayna tuttuğundan, gerçek yüzünü göstermek amaçlı olduğundan. Hayatta olduğu gibi edebiyat dünyasında da aynı gerçeğin peşindedir. Günümüzün moda tabiriyle realitelerin arayışındadır. İşte bu haslet dolayı okur yanıldığını yada yanıltıldığını düşünmez, yazara güven besler. Sanırım, bu önemli yazar ile okur arasında önemli bir ilişkidir.

Rahimcan Otarbayev, Kazakistan Cumhuriyeti Bişkek Büyükelçiliğinde uzun yıllar çalıştığı için hem uluslararası platformlarda bir diplomat olarak memleketini en iyi şekilde temsil ederek insanlığın maruz kaldığı sorunları üzerinde birçok çalışmalara imza attı. Özellikle, Kazak ile Kırgız ilişkilerinde büyük katkı sağlayarak kültürel bağın daha çok güçlenmesi için çaba sarf etmiştir. Kazakistan’da birçok kültür ve sanatla ilgili olan kurumlarda görev yaparak Kazak manevi değerlerinin zenginleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Kazak kültür ve sanatının gelişmesine büyük emek vermiştir.

Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev’in eserlerini Türk diline aktaran Gülzada TEMENOVA ve Malik OTARBAYEV’e ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza yararlı olmasını dilerim.

Önsöz

Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı

Rus edebiyatının usta yazarlarından Mihail Saltıkov-Şçedrin: “Yazar basit bir şeyden derin bir dünyayı, derin bir dünyadan basit bir şeyi algılar,” der. Sanırım, bu tür yazarlar, sadece iş olarak yazar değildirler, aynı zamanda ruhu itibarıyla, yaratılışlarıyla yazardırlar. Öyle ki, onlar beyaz kağıt üzerinde kelimelerle resim çizen söz sanatının ressamlarıdırlar. Ressamların yazdığı eserleri tabi ki bir tek coğrafyayla, bir tek toplumla sınırlı kalmaz, kalmamalıdır da. Ve onlar toplumlar arasında kültürel etkileşime tesir ederek bir manada yön verirler. Zihniyetin değişmesine, düşüncelerin farklı bir bakışa doğru yönelmesini etkilerler. Bu, gerçek manada olağanüstü bir fenomendir.

Kazak edebiyatının meşhur kalem erbabı Rahimcan Otarbayev efsaneleşme yolunda olan bir yazardır. Meşgale olarak değil, yaratılışıyla, karakteriyle, kabiliyet ve yeteneğiyle tam bir yazardır. Daha doğrusu günümüze kadar yazdığı eserleriyle, eserlerinde işlediği birbirinden ilginç konularıyla bunu defalarca ortaya koymuştur. Onun her bir eseri sadece müellifin diliyle konuşur, düşüncesiyle kıvranır, ruhuyla çırpınır ve sanatıyla şekillenir. O, günümüzde olup biten şeylere öyle değerler katar ki, doğal olarak önem ver(e)mediğimiz, fakat yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz herhangi bir anı bize farklı bir açıdan gösterir. Basit bir olay, sıradan bir vakıa onun için sıra dışıdır, olağan üstüdür. Dolayısıyla o, ölmeye namzet olan kelimeleri öyle diriltir ki, o kelimeler çeşitli anlamlar kazanarak değişik manalara bürünürler. İşte, bu anlamların bir arada beyan edildiğini, hikaye yada roman adıyla şekillendiğini görünce apayrı bir dünyanın oluştuğunu fark etmek mümkündür.

Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Sanatın diliyle gerçeği anlatır. Ölmez diliyle yani. Böyle bir duyarlılıkla doğan eserin sayesinde hem sanat hem de dil ölümsüzlüğe kanat açar. Onun, her bir eseri insan, zaman, mekan ve felsefe çerçevesinde değerlendirilir. Sıradan bir kasabadaki bir insanın yaşantısını resmederken şehirlerde bile bulamadığınız bir güzellik katar, farklı bir boya çalar. Sonuçta o sıradan insanın bile o kadar derin felsefi görüşü, bu görüşün temelinde şekillenen hayatı var ki, özenmemek yada onunla özdeşleşmemek elde değildir. Zamana gelince, yazar toplumun değişime uğradığı iki dönemi yaşadı. Biri, Sovyet Birliği yıkılmadan önceki dönem, ikincisi ise şuan ki bağımsızlık yılları. İşte bu geçiş dönemi çok iyi anlatan, özel hayattan sosyal hayata kadar, hayatın her alanının kelimelerle ‘resim çizen’ bir yazardır. Bağımsızlık döneminde Kazakistan ve Kazak halkının hayatına, tarihine hikaye, roman ve piyesleriyle ayna tutan en önemli yazarlardan biri Rahimcan Otarabayev’dir.

Türkçeye kazandırılan bu eserlerin büyük ilgi göreceğini düşünüyorum. Eserleri Türk diline aktaran Gülzada Temenova ile Malik Otarbayev’e teşekkür eder, Türkiye ile Kazakistan arasındaki kardeşlik bağı pekiştiren, edebiyatla güçlendiren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliğine şükran duygularımı arz ederim.

AMERİKA’NIN MİLLİ HAZİNESİ

Avcı, tek atışlı tüfeğini kundağından çıkartarak yağlı bezle siliyordu. “Kapar’ın kanlı kırması” olarak herkesçe bilinen tüfeğin namlusu o kadar kusursuz yağlanmıştı ki göz kamaştırıyordu. Bu nadide tüfek, merhum babasının yadigarıydı.

Koşalak’ın tepelerinde ava çıkardı babası. Avdan elinin boş döndüğü görülmemişti. İşinin rast gitmediği zamanlarda bile en azından bir tavşanla dönerdi. Avcılığıyla değil, tüfeğiyle övünür, “Bu tüfeğin namlusundan bin av çıkar.” derdi.

Babası av sonrası ganimetle eve döndüğünde annesi eteklerini toplar, içini sıcak suyla doldurduğu bakır leğeni babasının önüne koyduğunda babası gururla konuşurdu:

“Bu günlerde kazanını kaynatarak taze et yiyen kim var? Millet, domates ve hıyar yiyerek yaşıyor.”

O ise ava çıktığı zaman etrafa yağdıracağı mermilerin hayaliyle, atın dizginlerini dizine vura vura babasının atını otlatıyordu.

Bozkırda gezinen vahşi hayvanları, ahırdaki evcil hayvanlarla bir tutar gibi yaşadı babası ve hiç hayvanlarını çoğaltmadı. Miras olarak bıraktığı sadece tek bir ev ile beş altı hayvan vardı.

Güneş battığı zaman, ocağın yanında duran lambayı yaktı. Gölgeler evin dört bir köşesine saklandı. Kazanı kaynatan ateş azalmıştı. Ocağın önünde bulunan ılgının bir iki dalını ateşe attı. Taze etin kokusu sardı odayı, bir sıcaklık kucakladı evini.

Ocağın önünde uzanarak, babasıyla annesinin büyütülen resimlerine baktı. Lambanın sararan ışığıyla yüzü her zaman beyaz kesilen babasının siması nurlanmış gibiydi. Keskin bakışları yumuşamıştı. “Kurdun yavrusunu vurmadan önce, ana ile baba kurdu öldür. Yoksa çobanların otlattıkları hayvanları yok ederler.” der gibiydi.

Babasının kurt tuzağına benzer huyunu iyi bilen Kapar, onu hayatında sadece bir kere öfkelendirmişti. Askerlikten döndüğü yıl idi. Yatılı okulda okuyan Hatice’yle; yani şimdiki iki evladının annesiyle evleneceği zamandı. Millete hava atarak, asker üniformasını çıkartmadan dört beş ay gezinmişti. İşte o havayla, komşu köye at koşturup Hatice’nin gönlüne girdi.

Nikah kesildi. Düğün, dünür, dürün derken öfkeli sesler yükseldi. Birkaç akrabasıyla birlikte istişare ederken babası:

“Dünüre yakalı gömleği hediye edeceğiz.” diye verilecek hediyelerin listesini okudu.

“Yakasız elbise olmaz ki zaten!” dedi, gelen misafirler.

Elindeki azıcık malıyla yetinen babasının gözlerinden ateş püskürdü. Fakat sessiz kaldı. Sessizliği bozan annesi, “Allah çok versin.” diye mırıldandı.

“Gelinin annesine ne hediye verilecek” diye herkes merak içindeydi.

“Annesine renkli başörtüsü verelim.” dedi annesi sesini kısarak.

“Başörtü de nedir? Hiç olmazsa, yelek giydirin.” dedi Kapar.

“Oğlum, sen askerlikten yeni geldin. Bu ince işlere hiç önem verme. Git, işine bak!” diyen dayısı ortaya konuştu: “Düğünde ne keseceğiz?”

Kapar düşüncesizce ortaya atıldı:

“Lekeli ineğimiz yok mu?” dedi, yine anne ile babasını konuşturmadan.

“Baban ne der?” dedi dayısı yastığa yaslanarak.

“Evlenen ben değil miyim? Niye bu kadar işime karışıyorlar?” diye kendisine karar verme hakkı verilmediğinden dolayı sinirlenen Kapar’ın son sözü bardağı taşırdı: “Baba ne bilir!”

İşte o anda yüzü beyaz kesilen ihtiyar baba, adeta bir ecel meleği gibi yerinden fırladı. O kadar öfkeliydi ki, patlamak üzereydi:

“Lanet olsun! Tek ineğimizi keserek yarın gelini mi sağacaksın, söylesene!”

Gelen akrabalar ihtiyar babayı teselli ederek, “Bunu için kızılır mı? Haaa!” diye boşuna öfkelenmemesini istediler ve sakinleştirdiler zavallı babayı.

Lambanın sararan ışığının yüzlerinde oynadığı anne ve babasının resmi, duvara dayanarak sanki oğullarına “Oğlum, bak…” der gibiydi.

Kapar silahını yeniden topladı ve koridordaki uzun kalın çiviye astı. İçinden, “Kazandaki hazır olmalı, birkaç dakika sonra tabaklara servis edilir. Yarın erken kalkmam gerekiyor, hemen yemeği yiyip uzanayım.” derken dışarıda at kişnedi. Sonra kapı açılarak, “Selamün aleyküm!” diyen kısa boylu, sarı adam içeriye girdi.

“Aleykümselam. Hadi gel!”

“Kapar abi, ne bu ya! Tek başına oturuyorsun. Yenge nerede?” diyen sarı adam, dizlerini kucaklayarak oturdu.

“Bizim şu Jetes değil misin? Hoş geldin!”

Adam başıyla onayladı. Kapar’ın soru dolu gözlerine bakarak konuştu:

“Seçim için koşturuyorum. ‘Adayları seçin, milletvekili yapalım’ diye propaganda yapıyorum.”

Dünyada olup biten her şeyden haberdar olan bu ilginç adam, karısı Hatice’nin de akrabasıydı.

“Hatice yaramazlar için okula gitti. Selam iletmiş ‘Ablamın et kavurmasını özledik!’ diye. Kazandaki çorbayı istemedikleri belli, geziyorlar.”

“Ne zaman gelecekler?”

“Dükkâna giderler. Belki yarın gelirler.”

“Demek abi bugün yalnızsın ha. Kazan ile mutfağın sahibi sensin. Ne güzel!” diye Jetes sofranın başına geçti. “Koyun kellesi de ne?”

“Bir kurbanlık idi. Etini kavurup işkembede sakladık. Nasibin kazandadır senin, demek sana nasip oldu. Hadi buyrun!”

“Barekallah! Ben de iliğime kadar üşümüştüm. Yaz rüzgârı, yavuzu da yıkar derler. Hem şu atımın yürüyüşü de kötü. Midemi boşalttı.”

Kapar’ın elinde bir kelle paça, diğeri ise Jetes›in elinde.

“Yahu abi, şuna bak be! Bu koyunda hiç beyin kalmamış ki. Tarladan eve nasıl dönerdi?” diye bembeyaz beynini ağzına götüren Jetes ev sahibine gözlerini kamaştıra kamaştıra bakıyordu.

Kapar kaburgayı temizlerken mırıldandı: “Seçim de artık doyurdu be abi,” dedi, arkasından çorbayı üfleyerek. Az önceki gibi değil, boğazından geçmiyordu. Demek doymuştu. “Sahibeden ile karısı Ağibe, milletvekili adayı olmak için mücadele veriyorlar. Sanki düşman toprakları işgal etmiş gibi.”

“Yapma ya, haberler sendeymiş.”

“Deme ya abi. Kocası, Kete sülalesinden çıkan Seysenbay’ı destekledi. Karısı ise Tama sülalesinden olan Sarsenbay’a taraftar oldu. Savaş meydanı gibi valla. Dünya küreselleşme sürecine girdi, bunlar hâlâ sülaleden bahsediyorlar… Cahillik işte, ne yapalım?” diye elleriyle yüzünü sıvazladı. Cehalete incinen sofra duasını bile unuttu.

“Hangisi galip geldi, kim mağlup oldu?”

“Tabi ki, Ağibe. Tama sülalesinden çıkanlar, ‘Kardeşimizi seçmezsen, sana gün yüzünü göstermeyiz.” dediler. Kadıncağız güçlüydü. Her ne ise, avladın mı bir şey?”

“Çakallar hayvanlara saldırıyorlar. Bakalım çakalların işine.”

“Çakal mı?”

“Evet. On senedir saldırıyorlar.”

Jetes yaslandığı yerden yuvarlandı. Yastığı girişe doğru fırlattı.

“Çakal mı?” dedi yine. Güldü mü, ağladı mı, belli değildi. Yüzü morardı. Gözleri fal taşı gibi açıldı.

Kapar’ın eğitim gören bu adamla şakalaştığı an, bu andı. Ya korkar, ya da panikleşir. Şu karakteriyle Sahibeden ile Ağibe’yi nasıl kavga ettirmesin ki…

“Evet, çakal…”

“Allah korusun abi!” diye yaslanacağı yastığı bulamadan kafasını duvara çarptı. “Ay! Ay! Huzur içinde yaşayan milletin milli hazinesine tüfek dayatmak ta nedir abi? Aklını oynatmış olmayasın!”

Bu laf Kapar’ın yüzünde belirlenen gülümseyi ürküttü:

“Ne hazinesi? Hangi zenginlikten bahsediyorsun sen?”

Jetes kelime-i şehadeti söyleyememiş gibi mırıldanarak etrafına göz attı. Cebinden bükülen bir kağıdı çıkartarak dizlerin üzerine koydu.

“Kalem nerede?” diye aramaya başladı. “Adaylarımı barıştıracağım darken kalemimi de kaybettim. Kapar abi, evde kalem var mı?”

“Onu ne yapacaksın? Yok öyle bir şey! Yerin dibinde karıyla birlikte kardeşimizle mektup mu yazışıyoruz sanki?”

“Kalem yani. Cehalet, seni ne edeyim?” diye çaresiz kalan Jetes gözlerinde öfkesi olan evsahibine dikilerek kafa salladı.

“Hey beyefendi, söyler misin? Ben kimin hazinesine el sokmuşum?”

“Çakalları avladığın doğru mu?”

“E doğru olsa ne olur?”

“Bu, Amerika’nın milli hazinesi olarak bilinen hayvandır.”

Kapar tok bir kahkaha attı.

Kah kah! Kurt ile tilkinin ortasında olan bir yaratığa o kadar değer verilmesine bak! Kurt gibi heybetli, tilki gibi kurnaz olmayan, grup halinde dolaşan, ölen hayvanların etlerini yiyen, aç ve zayıf bir yaratığa ok harcamak bile yazık… Geçen sene, karın ilk yağdığı gün Koşalak›ın tepesini aşarken derenin dibinden çakalın sesini duymuştu. Dereye doğru inerek bakınca, çakallar yavrularıyla birlikte bir danayı ortalarına almışlar. Her taraftan delirilcesine cıyaklayıp zavallı dananın kuyruğuna yapışmışlar. Çaresiz kalan dana terlemiş vaziyette, gözleri fal taşı gibi açılmış haliyle mücadele veriyordu. Şimdi olmazsa… Atlı adamı gördüğünde çok mu korktu, evvela yere yıkıldı, sonra yeniden kendini kaybetmiş gibi ayağa kalktı. “Şeytana bak!” diyen avcı alelacele iki kere vurdu. Sonra kuyruğunu bağlayarak yerinden kayboldu. Karlı toprakta sürüne sürüne derisi yünden arıldı. Deriler kumaş gibi işlendi…

“Pekala, bu zamana kadar ne kadar çakalı korkuttun?”

“Sende hiç akıl var mı, lan? O kadar çakalı ben nerden sayayım, kardeşim!”

“Ne oldu? Senin çakallarına mı acıdım diye zannetin? Senin ne büyük felakete duçar olduğunu söylemeye çalışıyorum, o kadar,” diyen Jetes bükülen kağıdını diğer dizinin üzerine koydu. “Cahilmişsin, öyleyse, çakalların tarihini dinle bakalım. Teknik ile teknolojisi geliştiği için ve insanların nüfusu arttığı için Amerika’nın toprağı daraldı ve çakallar yok olmasın diye Asya ile Afrika kıtalarına gönderdiler. Asya ise şu bizim bulunduğumuz Koşalak.”

“E sonra?”

“Ne sonrası? Amerika’daki sorunlar çözüldükten sonra ve buradaki çakalların sayısı çoğaldığında geri isteyecekler. Milli hazinelerini dışarıda bırakacak değiller ya!”

“Allah Allah!”

“Ya inanmıyorsun bana. Son on sene içerisinde burada kurt ile tilkiden başka hayvana rastladın mı, söylesene! Öyleyse bu kadar cayıklayan çakallar gökyüzünden düşmüş değiller ya!”

“Sahi mi? Bunlar başka hazine bulamamışlar mı?”

“Cehalet işte.” diye Jetes dizlerine vurdu. “Yahu onlar var ya, çekirgeleri bile milli değer olarak kabul ederler. Çok inceler, araştırırlar. Hatta yetiştirirler. Eğer kunduzun derisinden şapka takan, tilkinin derisinden yaka saran birini görürlerse hemen içeriye atarlar.”

“Daha neler!”

“Diri hayvanı öldürdüğü için atarlar. Çünkü onların da yaşama hakkı vardır. Esasında bu bir suçtur.”

Kapar bu sözlerden sonra rahatsız oldu, panik içine düşmüş gibiydi. Jetes’in dizisindeki kâğıda göz attı, kâğıt yoktu. Cebine mi soktu, belli değil. Kalemin bulunmaması daha mı iyi oldu acaba? Yoksa… Hani Koşalak’ta avı kovalayarak atı terletip tepeden tepeye koşturan ihtiyar babası buna bazen kızardı ya: “İnce derilisin. Tam mücadele vereceğin anda pes ettin. Kırbacıyla dövüşmek yerine, korkuya sarılmış zavallı!” diye paylardı.

Kocasına söz söylemeye cesaret edemeyen annesi ise, “Öküzü enendikten sonra güya gözlerimiz açıldı ya.” diye nazlanırdı.

“Hayalin bir gün gerçekleşir inşallah.” derdi annesinin sözüne kulak asan babası kahkahayla gülerek. “Şu it oğlu itin askerlikten döndüğünde hepimize hava atması nerede? Hani cesurdu? Hani diriydi bu köpek? Ben onu kastettim.”

“Jetes, sen saçmalamıyorsun değil mi? Afrika’ya nasıl gönderirler ya?” diyen Kapar, sohbetini Koşalak’tan uzak tuttu.

“Deme ya… Geçende televizyonda izledim. Zencilerin neredeyse hepsini vurmuşlar. Sonra askerler helikopterlerle gelip yakalıyorlardı.”

“Çakalları mı?”

“Ne çakalı? Zencilerden söz ediyorum.”

“Zavallılar…”

“Bir kavmin aksakalını ellerine kelepçe takarak, ‘Size emanet ettiğimiz milli zenginliğimizi yok ettiniz. Şimdi bizden çok şeyler göreceğiniz var. Köle olarak ne güzelsiniz ama insan olarak hiçbir değeriniz yok.’ dedi ve o aksakalın gözüne bir çarptı ki kalbim titredi valla.”

“O kadar milletin içinden, her taşın altında bir ucubenin bulunduğunu uzaklardan nasıl bilmişler?”

“Ne yapalım, cehalet işte,” diyen Jetes, cebindeki kâğıdı yeniden çıkarttı. “Uzaydan! Senin parmak oynattığına kadar tepeden izleyerek aynadan görüyorlar. Senin her malını sayıyorlar. Baksana! Yoksa o kadar para harcayıp her sene uzaya gemi boşuna mı gönderiyorlar sandın?”

Az önce “Uzayda!” dediği anda Jetes’in işaret parmağı hava kaldı. Parmağa göz atınca hâlâ havada kaldığını gördü. Meselenin ciddiyetini yeniden kavrayan Kapar titredi:

“Köle olayım, şu parmağını indirsene.” diye yalvardı. “Çakallar sana kurban olsun, hadi yatalım.”

Şu baş belasına baksana, insanı ister istemez korkutuyor… “Zamanında dünyaya hükmeden Saddamı bile yılan gibi gizlendiği delikten çıkarabildiklerinde, sen de nice olursun? Helikopterle “Hadi Kapar! Elbiseni giy bakalım! Çakalların gerçek sahibi kim olduğunu hala bilmezmişsin. Elektrik sandalyeye bağlarız seni. Diri diri yan bakım. İşin bitmiştir senin!” diyerek götürseler, n’olacak? Çok şükür halim çok iyi.

Henüz gelin olmadan annesiyle babasını dünürleyle kavga ettiren eşi de saçlarını ağartmıştı. Üç evladı da annesinin dediklerine inanır, babalarını karşılarına alırlardı. Şimdi baksana… Eşi, çakalın iki derisinden birisini Astana’da yaşayan kız kardeşine göndermiş, diğerini ise paltosunun yakasına diktirmiş.

Astana’daki baldızından şubat ayında mektup gelmişti. “Çok ama çok değerli Kapar enişteme selamlar.” diyerek başlayan mektupta adeta kan kusuyordu. “Nasipse, eğitimimi tamamladıktan sonra burada kalırım diye düşünüyorum.” der. Niye yerin dibine gitmiyorsun? “Sahi, enişte, bana gönderdiğiniz deriyi aldım. Alev gibi göz önümde yanıyor. Kürkün yakasına diktirdim. Öyle yakıştı ki, anlatamam. Sokakta dolaşan yabancılar bile ellerini değdirmeden, kafalarını sallatmadan geçmiyorlar. Hayret içinde kalıyorlar. Bana nazar değmez bundan sonra. Mümkünse, bir-iki tanesini yine gönderirsiniz. Arkadaşlarıma söz verdim.” Yok canım, daha neler!

Bu ne soysuzluk ya! Astana’da neyin peşinde bu kız? “Koşalak’ta avcı eniştem vardır, çakalları yakalar.” diye millete ilan edip çekirgeye bile insan gözüyle bakan yabancıların önünde hava atıyor demek.

Allah canını almasın, şu hatun da birdenbire Kanışken’e kaçmış… Şu it oğlu it de habire kâğıdına bir şeyler not etmekle meşgul, boşuna değil herhalde? Amerika›nın gizli ajanı olmasın. Yine bedava can vermek var mıdır? Birkaç soruyla yine kurcalamayı arzuladı:

“Jetescim, akıllı çocuğum, bana söyler misin? Yani şu çakallara göz yumalım, hayvanlarımızı göz göre göre mi verelim ha? Bu mahluk onların zenginliğiyse, şu kurban olan hayvanlar, bizim nafakamız değil mi?”

Jetes bir tabak yoğurdu ağzını götürüp yudumladıktan sonra kenara koydu. Sonraki sohbete hazırlıklı gibi kendini dik tuttu:

“Dışı boş, içi bok olan hayvanı mı kastediyorsun? Senin hayvanların sana avucunu yalatarak kuyruklarıyla petrolünü çekmiyorlar mı? Petrolünü diyorum! Ey Kazak oğlu, bunu niye düşünmüyorsun?!”

Kapar birdenbire irkildi. Altına serdiği yorgana bakıyordu. Kırışmış meğer. Kapının deliğinden midir, yoksa pencerenin çatlak camından mıdır, bir cereyanın olduğunu hissederek üşüdü. Fakat korku duygusunu dindirmek istedi ve “İhtimal, güçlü bir devlet…” diyerek bu konuya pek ilgisiz olduğunu hissettirmek için lambadaki ışığı biraz azalttı.

“Tabi ki canım! Onlar bizim gibi mi sanki? Onlar Anayasaya kilitlenmiş milletlerdir. Hani Clinton’u bilirsin değil mi?” diye Jetes işaret parmağını kaldırdı.

Yorgana sarılarak uzanan Kapar ise:

“Görsem tanırım…” diye fısıldadı.

“İşte Beyaz Evdeki olay bilirsin ya, hani bir oruspu kadınla… İsmi neydi ya? M-mo… Ma…”

“Marziye,” diye Kapar yorganından kafasını çıkarttı.

“Marziye de nereden çıktı? Koyşıbay’ın karısını mı düşünüyorsun?”

Kapar gözlerini kapatıp kafasını yorgana sakladı.

“Monşak mı, Boncuk mu?”

“Ne ise bir delik boncuğun birisi işte. Kurban olayım, koltuk dayandırır mı? Clinton beyefendi işte o kadınla ilişki kurmuş… Onun karısıysa, ‘Bir eve iki kadın sığmaz, sana kötü günler yaşatacağım’ demiş!”

Sohbetin konusu çakallardan uzaklaşınca gönlü rahatlayan avcı, uzandığından utandı ve kendini biraz topladı.

“Ne büyük skandal olmuş desene!”

“Yaaa… O kadın, ‘Beni ya ikinci karı yaparsın, ya da sana ayırdığım zamanım için ödeme yap’ diyerek…”

“E sonra?”

“Clinton karısından utanarak iki arada bir derede kaldı. Sonra o kadın ‘Benim onuruma dokundu, çektiğim az değil, şu kadar para ödemelisin’ diye mahkemeye şikayet etti.”

“Korkunç!”

“Asıl korkunç sonunda. Bu kavgaya millet şahit oldu. Sesler yükseldi. Erkeklerin taraftarları, ‘Aferin, Clinton! Ne oldu sanki? Az bile’ diye destek verdiler. Kadınlar ise, ‘Erkek yaparsa, bunu yapar zaten. Hepiniz dişinin peşini bırakmazsınız. Erkeklere ders olsun diye bu Başkanı içeriye atmak lazım!’ diye inat ettiler. E abiciğim kadınlara ne dersin?”

“Pekala yargıladılar mı?”

“ ‘Kurban olayım, benim sevgili vatandaşlarım! Şu beladan beni kurtarın lütfen!’ diye milletin önünde mağdur görünerek yine destek topladı. Sonra paraları o kadına vererek paçasını zor kurtardı.”

“Kanun işliyormuş meğer.”

“İşlemeseydi, devlet olmazdı. Düşün şimdi, halkının önünde oruspuluk etti nerdeyse, ölecekti. Peki çakalları öldürenleri ne yapsınlar? Şu kadının adı neydi ya? Dilimin ucunda…”

Lambanın yağı mı bitti belli değil, ışık sönecek gibi oldu. Yorganın içinde uzanan Kapar’ın düşünceleri dünyanın dört bir yanında geziniyordu. Uyuyor muydu, derin düşüncelere mi daldı, belli değildi.

“Buldum!” diyen acı acı yükselen ses kulağının pasını çözdü.

“Neyi lan?”

“Mo-ni-ka!”

“Git buradan it oğlu it!”

O gece rüya gördü. Saddam Hüseyin’le birlikte Koşalak’ın beyaz kumlarında at koşturuyorlarmış…

Ertesi gün alnındaki iz iyice derinlemiş, ağzını zor açıyordu. Vücudu o kadar uyuşmuş ki, yavaş hareket etti. Duvarda asılı olan tüfeğine bakmak istemedi. Jetes sabahın köründe evi terk etmiş. Her ne kadar karları eriten mart ayı gelmiş ise de, dışarısı soğuktu.

Ahırdaki birkaç davara ot vermek için dirgeni eline aldı. Hatice: “Ahırı saman otlardan ve pisliklerden iyice temizledim,” demişti. Doğruymuş meğer. Gerçekten de tertemizdi. Hayvanlarına ot verdikten sonra nedense evine girmek istemedi, dışarıda oyalandı.

Şeytan gibi damdan düşen şu adama bak! Düşünce dünyasını alt üst etti. Bilmediği belası yok adamın. Yıllar önce “Gorbaçov yaşasın!”, “Perestroyka yaşasın!” diye at koşturup her tarafı zehir zemberek etmişti. Hayvanlarını otlatan millet sanki “Yaşamasın!” der gibi he bire bağırıp sloganlar atmıştı. Gorbaçov gidince Jetes’in eski söylemleri de aniden değişti: “Böyle olacağından haberim vardı. Karga pislik bırakmış gibi kafasındaki benini de sevmedim. Eşi Rayısa ise bizim kızdır, Tatardır. O da kocasına hükmetti. Damadımız ise korkaktı. İki arada bir derede kaldı…” diyerek rüzgâr gibi yön değiştirerek esmişti.

Dünkü anlattıkları neydi ya…

“Küreselleşeceğiz, sınırları yıkacağız, hepimiz kucak kucak sarılacağız…” dedi. Hay Allah, bu it oğlu itin kucağına kim ihtiyaç duyar?.. Her ne kadar falanı “beyaz” desen, o da bir yol bulur eksik yanını bahis eder. “Alkol kullanması iyi değildi, çok utanç verici…” diyerek Eltsin’i de koltuğundan düşürmüştü ya? Cebindeki kâğıdı bırakmadan çakalları savundu it oğlu it, demek bir bela gelecek…

Danaya saldıran çakalı vurmak istediğinde ise çakal, kurt yada tilki gibi kaçmadı. Hiç hareket etmeden inadına duruyordu ki, kendisiyle “Ne yapabilirsin ki?” diye dalga geçer gibiydi. Sadece kedi gibi “miyav” yaptı. Kapar ise, kendi kendine “Ne demişler ‘Yolcu yoluna gerek!’ diyebilmiş. Arkanda Amerika gibi dayanak devletin varsa, mermiyi kim umursayacak ki?”

O gün ne olursa olsun bir çakalı vurdu. Derisini yüzdü. Etini çöpe atmak istemedi. Köpeğin tabağına attı. Kutjol ismindeki köpeği ise, burnunu ateş koruna dokundurmuş gibi ürperdi. Evden uzaklaşarak kaçtı. Birkaç gün gelmedi. Köpek de olsa, çok değerli hayvan, kötü koku alınca yada birşeyi hissedince, evini bile terk etti.

Demire gerilen iki çakal derisini atın eyerine bağlayarak Kanişken’e götürdü. Orada kurt derisine altı bin tenge verirler, çakala ise o miktarın yarısı. O da az değildi. Yine küçük bir deriyi kokan kulübenin içine girip uzattı. Daha birkaç gün önce deriyi kapmak için elalem buna saldırıyordu. Kulübe içindeki adam: “At bunu abiciğim!” dedi kendisine arka dönerek. Büyük bir felaketin olacağını hissetti o anda…

Allah’ın kulu, belâyı kendisi bulur. Derileri atmadan evine getirdi ve iyice işletti.

Öğleden sonra çay demledi. Birkaç kâse çay içti. İçinde kaldı bu çakal olayı. Dışarıya atamıyordu. Sonra, “Allah’tan kork, vazgeçtim!” diyerek mırıldandı ve yüzünü sıvazlayarak ayaklarını uzattı. Uzanınca gözüne yine tüfeği ilşti. Tam o esnada, “Allah belanı versin! Nerdeyse düşmanımla baş başa kalacaktım. Hatun da gelmedi!” diye yerinden fırladı. Güneş ufuğa doğru kaymış. Ahırda koyun kuzu meleştiler. Peline doyan kuzular susadılar. Kargalar uçuştular. Evin çatısına çıktı. Simsiyah yağ sürülmüş gibi baca vardı. Dumansız baca da garipmiş. Uzanan yola doğru baktı. Uzaktan birşeyin hareket ettiğini gördü. Hatice olmalı evine acele eden. Deriyi paltonun yakasına diktirmişti kadıncağız… Kanişken’de kim sahip çıkar ki? Yazması olan kağıda dayanır. Bebeklerine kadar televizyonun önünde uzanarak yatarlar. Onlara hava atmıştır herhalde… Düşmanları, koyunlar gibi melemiştir.

Ölmek istese can ciğerinden tatlı, gömülmek istese toprak taştan daha katı… Of çekerek etrafını izledi. İki çakalın kafası çatı üzerindeydi. Titremeye başladı. Soğuk ter döktü. Kafası zonkluyordu, çocukluk döneminden kalan radyonun anlamsız sesleri kulaklarını çınlatıyordu.

“Yaramaz çocuklar çatıya fırlatmışlar,” diye kafasını salladı. Ansızın bakışları bulandı, halsizlik üzerine çöktü. Kendisi topladı ve çakalların kafalarına göz atınca sanki ikisi de onu takip ediyor gibiydi. Ucubeler gibi göz dikmişlerdi. Hatta tırnaklarıyla toprağı kazan gulyabaniler gibi cehenneme doğru sürükleyeceklerdi sanki. “Merak etme Kapar! Afrikalıları götürdüğümüz gibi seni alırız! Miyav, miyav…” der gibiydi.

Canı sıkıldı. Sanki medet bekler gibi yolu izledi. Hatice evine varmakta acele ediyordu. Paltosunun yakası ateş koru gibi yanarak göze öyle batıyordu ki. Yaka değildi, sanki çakal boyununa sarılarak hiç bırakmıyordu. Gök yüzünde dolaşan kargalar mıydı, belli değil. Fakat gök yüzünü bulutlar kaplamış gibiydi. Radyo sesi kulakları öyle çınlatmıştı ki, helikopter sesi geliyordu.

“Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı, bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler istemeye hakkım yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan!”

Gözleri yaşardı.

Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.

9 637,02 soʻm
Janrlar va teglar
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
Hajm:
14 Sahifa 24 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6494-52-7
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap