Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Gora»

Shrift:

1

Kalküta’da yağmur mevsimi başlamıştı. Sabah bulutları dağılmış, güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu.

Binoy Bhusan evinin üst kattaki terasında yalnızdı. Avare avare bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelen insan seline bakıyordu. Bir süre önce fakülteyi bitirmişti ama hâlâ düzenli bir işi yoktu. Gazeteler için birkaç yazı yazmış, toplantılar düzenlemişti ama bunlar onu tatmin etmiyordu. O sabah içinden bir şeyler yapmak geliyordu ve bu duygu onu huzursuz ediyordu.

Bir Baul1 dilencisi, karşı dükkânın önünde, halk ozanlarının giydiği rengârenk giysisinin içinde şarkı söylüyordu:

 
Bilinmeyen bir kuş uçarak kafesin içine giriyor,
Bilinmeyen bir yerden geliyor.
Zihnim onu zincire vuramayacak kadar güçsüz,
Yine uçarak bilinmeyen bir yere gidiyor.
 

Binoy bir anda, içinde, dilenciyi yukarı çağırıp bilinmeyen kuşla ilgili şarkının sözlerini kâğıda dökme isteği duydu. Ama tıpkı, gece yarısında hava birdenbire soğuyunca, kalkıp üzerine ikinci bir battaniye almaya üşenen biri gibi, dilenciyi çağırmaktan vazgeçti. Böylece adam yukarı çıkmadı ve bilinmeyen kuşla ilgili şarkının sözleri hiçbir zaman yazılmadı; geride yalnızca Binoy’un kulaklarında çınlayan ezgi kaldı.

O anda evin önünde bir kaza oldu. Büyük bir özel araba iki atlı bir kiralık arabaya çarptı, sürücü devirdiği arabaya bakmadan onu arkasında bıraktı ve dörtnala oradan uzaklaştı.

Koşarak sokağa fırlayan Binoy, arabanın yanında duran bir genç kız ile arabadan inmeye çalışan yaşlıca bir adam gördü. Hemen onların yardımına koştu ve yaşlı adamın ne kadar solgun olduğunu görünce ona: “Yaralı mısınız efendim?” diye sordu.

Adam gülümsemeye çalışarak: “Hayır.” dedi “Önemli bir şeyim yok.” Ama gülümsemesi anında yüzünden silindi. Bayılmak üzere olduğu açıkça görülüyordu.

Binoy onu kolundan tuttu ve endişeli gözlerle bakan kıza dönerek: “Evim hemen burada, içeri gelin.” dedi.

Birlikte yaşlı adamı yatağa yatırdılar, sonra kız su bulmak için çevreyi kolaçan etti. Bulduğu testiden yüzüne biraz su serpti ve onu yelpazelerken Binoy’a: “Bir doktor çağırabilir miyiz?” diye sordu.

Binoy hiç vakit kaybetmeden, biraz ileride yaşayan doktoru getirmesi için uşağını gönderdi.

Odada bir ayna vardı, kızın arkasında duran Binoy aynadan onun yansımasına baktı. Çocukluğundan beri Kalküta’daki evinde çalışmalarıyla meşguldü ve kitaplar ona dünya hakkında yeterli bilgi vermemişti. Aile üyelerinin dışında hiç kadın tanımamıştı, şimdi aynada gördüğü yüz onu büyülüyordu. Kadınları, onların güzelliklerini değerlendirecek kadar iyi tanımıyordu ama genç kızın sevgi ve endişeyle öne eğilmiş yüzünü gören Binoy, önünde ona kucak açan sevgi dolu, aydınlık bir dünyanın varlığını hissetti.

Yaşlı adam gözlerini açıp içini çekince kız ona doğru eğildi ve titrek bir sesle fısıldayarak: “Babacığım, yaralı mısınız?” diye sordu.

“Ben neredeyim?” dedi yaşlı adam, oturmaya çalışarak.

“Lütfen doktor gelene kadar kımıldamayın.” dedi telaşla onun yanına gelen Binoy.

O konuşurken doktorun ayak sesi duyuldu. İçeri giren doktor hastayı muayene etti. Durumu ciddi değildi, ona ılık sütle brendi içirmelerini önerdikten sonra gitti.

O gittikten sonra kızın babası huzursuzlanmaya başladı. Bunun nedenini tahmin eden kız, eve döner dönmez viziteyi doktora göndereceğini söyleyerek onu sakinleştirdi. Sonra Binoy’a döndü.

Ne kadar güzel gözleri vardı! Büyük ya da küçük, siyah ya da kahverengi olabilirlerdi, Binoy buna dikkat edecek hâlde değildi. Kızın içtenliği ilk bakışta gözlerinden belli oluyordu. Bu gözlerde en ufak bir utanç ya da çekingenlik belirtisi yoktu, dingin bakışları onun gücünü yansıtıyordu.

Binoy cesaretini topladı ve utangaçça: “Hayır” dedi. “Vizite önemli değil. Bunun için endişelenmeyin. Ben… Ben…”

Kızın üzerine diktiği gözleri, yalnızca sözünü bitirmesine engel olmakla kalmadı, doktorun parasını ödemesine izin vermeyeceklerini de açıkça belirtti.

Yaşlı adam brendi alınmasına karşı çıktı ama kız: “Babacığım, bu doktor tavsiyesi!” diye diretti.

“Doktorlar insana içki içirmek için bahane ararlar.” dedi adam. “Bir bardak süt gücümü toplamam için yeterli olur.” Sütünü içtikten sonra Binoy’a dönerek: “Artık gitmek zorundayız.” dedi. “Korkarım size çok zahmet verdik.”

Kız kiralık araba çağırtmak istedi ama babası çekinerek söze karıştı: “Onu daha fazla rahatsız etmeyelim. Evimiz çok yakın, yürüyerek gidebiliriz.”

Ama kız buna razı olmadı, baba da ısrarcı davranmadı, bunun üzerine Binoy araba çağırmaya gitti.

Yaşlı adam gitmeden önce ev sahibinin adını öğrenmek istedi. Ondan, Binoy Bhusan Çatterci yanıtını aldıktan sonra: “Benim adım Pareş Çandra Bhattaçarya.” dedi ve aynı sokakta 78 numaralı evde oturduğunu söyledi. Sonra: “Fırsat bulduğunuzda bize gelirseniz çok seviniriz.” diye sözünü sürdürdü. Kız bakışlarıyla bunu sessizce onayladı.

Binoy eve kadar onlara eşlik etmesi gerektiğini düşündü ama bunun kibar bir davranış olup olmadığından emin değildi, onun için duraksadı. Araba hareket etmek üzereyken kız onu başıyla selamladı, Binoy o kadar şaşkın bir hâldeydi ki, bu selama karşılık veremedi.

Odasına döndükten sonra onlarla gerektiği gibi ilgilenmediği için kendine çok kızdı. Karşılaştıkları andan ayrılana kadar olup biten her şeyi ayrıntılarıyla aklından geçirdi ve başından sonuna kadar düşüncesizce davrandığına karar verdi. Olan olmuştu bir kere ama o hâlâ “Ne yapmam gerekirdi, ne yapmamam gerekirdi, ne söylemem gerekirdi, ne söylememem gerekirdi?” diye kendini yiyip bitiriyordu. O sırada gözü kızın yatağın üzerinde unuttuğu mendile takıldı. Telaşla onu alırken dilencinin söylediği şarkının sözleri aklına geldi:

 
Bilinmeyen bir kuş kafesin içine giriyor,
Bilinmeyen bir yerden geliyor.
 

Saatler geçti ve güneş ortalığı kavurmaya başladı. İnsanlar arabalarla iş yerlerine gitmeye başlamıştı ama Binoy o gün kendini işine veremiyordu. Küçük evi ve onu saran çirkin kent bir anda ona bir hayal âlemi gibi görünmeye başlamıştı. Sıcak temmuz güneşi vücudunun her hücresini yakıyor ve damarlarında dolaşıyordu; göz kamaştırıcı bir ışık perdesi gibi onu günlük yaşamın önemsiz işlerinden koparıyordu.

O sırada dışarıda evlerin kapı numaralarına bakan yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu gördü. Bunu nasıl sezdiğini bilmiyordu ama oğlanın kendi evini aradığından hiç kuşkusu yoktu. “Aradığın ev bu!” diye ona seslendikten sonra koşarak aşağıya indi ve küçük çocuğu sürüklercesine içeri aldı. Oğlan, üzerinde bir kadının el yazısıyla Binoy’un adının İngilizcesinin yazılı olduğu zarfı uzatırken, merakla onun yüzünü inceledi. “Bunu ablam gönderdi.” dedi çocuk. Zarfın içinde mektup yoktu, yalnızca para vardı.

Oğlan gitmeye yeltendi ama Binoy ısrarla onu odasına çıkardı. Ablasına çok benzemekle birlikte, ondan daha esmerdi. Onu görmekten derin bir mutluluk duyan Binoy, bir anda ona sevgiyle bağlandığını hissetti.

Girişken bir çocuk olduğu bir bakışta anlaşılıyordu. Odaya girer girmez duvarda asılı portreyi göstererek: “Bu kimin resmi?” diye sordu.

“Bir arkadaşımın resmi.” diye yanıt verdi Binoy.

“Demek bir arkadaş!” dedi çocuk hayretle. “ Peki o kim?”

Binoy gülerek: “Onu tanımazsın.” dedi. “Adı Gourmohan ama ben ona Gora derim. Çocukluğumuzdan beri birlikte okuyoruz.”

“Siz hâlâ okula mı gidiyorsunuz?”

“Hayır, ben okulu bitirdim.”

“Sahi mi? Bitirdiniz mi?”

Bu küçük habercinin hayranlığını kazanma isteğini yenemeyen Binoy: “Evet.” dedi. “Bitirmem gereken her şeyi bitirdim.”

Oğlan gözlerini açarak ona baktı ve iç çekti. Hiç kuşkusuz, o anda aklından bir gün kendisinin de eğitimini tamamlayıp onun gibi iyi bir aydın olacağını geçirmişti.

Binoy ona adını sorunca: “Adım Satiş Çandra Mukerci efendim.” dedi.

“Mukerci mi?” diye yineledi Binoy boş bakışlarla.

Bir anda arkadaş oldular ve Binoy oğlandan Pareş Babu’nun2 çocukluklarından beri onları yetiştirdiğini ama öz babaları olmadığını öğrendi. Ablasının asıl adı Radharani imiş ama Pareş Babu’nun karısı ona dinî bir anlamı olmayan Suçarita adını vermiş.

Satiş gitmek üzereyken Binoy ona yalnız gidip gidemeyeceğini sordu. Gururu incinen küçük oğlan: “Ben her zaman yalnız giderim!” dedi. Binoy: “Ben seni evine götürürüm.” diye üsteleyince onun güvensizliğine içerledi. “Gelmenize gerek yok.” dedi. “Ben tek başıma gidebilirim.” Sonra Binoy’u eve yalnız dönmenin onun için alışılagelmiş bir şey olduğuna inandırmak için geçmişten örnekler vermeye başladı.

Oğlan, Binoy’un onu ısrarla evinin kapısına kadar götürmek istemesinin asıl nedenini bilemezdi.

Eve vardıklarında Satiş onu içeri davet etti ama Binoy kararlılıkla: “Hayır, şimdi olmaz. Başka bir gün gelirim.” diyerek daveti geri çevirdi.

Binoy eve dönünce zarfı aldı ve zarfın üzerindeki adresi her kalem darbesini ezberleyene kadar tekrar tekrar dikkatle okudu. Sonra büyük bir özenle onu içindekilerle birlikte bir kutuya koydu, bu paraya en acil durumlarda bile asla dokunmayacağı belliydi.

2

Yağmur mevsiminin karanlık akşamlarından birinde, gökyüzü nem yüklü bulutlarla alçalmıştı. Kalküta kenti, sessizce kayıp giden donuk ve kasvetli bulutların altında, başını kuyruğunun üzerine koyarak kıvrılıp yatmış yorgun dev bir köpek gibi hareketsizdi. Bir önceki gece başlayan yağmur, her şeyi alıp götürecek kadar şiddetlenmeden, hiç durmaksızın çiselemiş ve yolları çamur içinde bırakmıştı. Yağmur, o gün öğleden sonra saat dörtte dinmişti ama bulutların hâlâ tehditkâr bir görünümü vardı. Böyle kasvetli bir havada evde oturmak insana hüzün veriyordu, ancak dışarı çıkmak da güvenli değildi. İki delikanlı, üç katlı bir binanın üstündeki ıslak terasta hasır taburelerde oturuyordu.

İki arkadaş, çocukluk yıllarında okul dönüşü bu terasta oyun oynamıştı; sınavlardan önce deliler gibi bir aşağı bir yukarı yürüyerek derslerini bu terasta ezberlemişlerdi. Sıcak günlerde fakülte dönüşü akşam yemeklerini orada yemişler, birçok kez sabahın ikisine kadar tartışmışlar ve doğan güneşle birlikte şaşkınlık içinde uyanıp kendilerini yerde serili hasırın üzerinde bulmuşlardı. Fakülteyi bitirdikten sonra, Hindu Vatanseverler Birliğinin başkanı ve sekreteri olarak aylık toplantılarını yine bu terasta yapmışlardı.

Başkanın adı Gourmohan idi ama ailesi ve arkadaşları ona Gora derdi. Çevresindeki herkesten daha uzun boyluydu. Teninde pigmentten eser yoktu, aşırı beyaz olduğu için fakültedeki profesörlerden biri ona “Karlı Dağ” adını takmıştı. Boyu bir doksana yakındı, iri kemikliydi ve kaplan pençesini andıran elleri vardı. Sesi o kadar boğuk ve sertti ki, beklenmedik bir anda, “Kim var orada?” diye bağırdığında herkesi yerinden sıçratırdı. Çok geniş ve güçlü bir yüzü vardı, çene kemikleri bir kalenin ağır kol demirlerine benziyordu. Kaşları yok denecek kadar seyrekti, düz alnı kulaklarına kadar iniyordu. Kısık ve ince dudaklarının üzerindeki burnu keskin bir kılıcı andırıyordu. Gözleri küçüktü ama bakışları keskindi, uzakta görünmeyen bir hedefe doğrultulmuş ama bir anda yakındaki bir şeyin üzerinde odaklanmaya hazır ok uçları gibiydiler. Gourmohan yakışıklı bir erkek değildi fakat nereye giderse gitsin, hemen dikkat çekerdi, onun varlığının farkına varmamak olanaksız bir şeydi.

Arkadaşı Binoy, bütün iyi eğitilmiş Bengalliler gibi zeki ama alçak gönüllü bir insandı. İnce yapısıyla kıvrak zekâsı, yüzüne farklı bir anlam kazandırırdı. Fakültede her zaman yüksek notlar almış ve burslar kazanmıştı. Okumayı onun kadar çok sevmeyen Gora okulda onunla boy ölçüşemezdi. Belleği Binoy’unki kadar güçlü olmadığı için dersleri çabuk kavrayamazdı. Binoy bütün fakülte sınavlarında sadık dostu Gora’ya destek olmuştu.

O rutubetli ağustos akşamında iki arkadaş derin bir sohbete dalmıştı.

“Sana bir şey söyleyeceğim.” dedi Gora. “Abinaş’ın geçen gün Brahmoları3 aşağılaması, onun ahlak anlayışının ne kadar sağlam olduğunu gösterir. Neden ona öyle kötü bir tepki verdin?”

“Söyledikleri çok saçmaydı!” diye yanıtladı Binoy. “O, doğru bildiği şeylerin dışında hiçbir fikri kabul etmiyor!”

“Eğer böyle düşünüyorsan, bu, şeytanın senin aklını çeldiğini gösterir. Hainler kendi bildiklerini okuyup düzeni bozmaya çalışırlarken, toplumun bunu hoşgörüyle karşılamasını ve başlarına buyruk davranmalarına izin vermesini bekleyemezsin. İnsanların doğasında böyle hainleri yanlış anlama eğilimi vardır, gerçekleri çarpıtır ve kendilerini onların iyi niyetli olduğuna inandırırlar. Toplum, kendi ‘iyiliği’ için yanlış yolu seçerse, ceza olarak bunun bütün sonuçlarına katlanmak zorunda kalır.”

“Bu çok normal.” dedi Binoy. “Ama normal olan her şeyin iyi olmadığını kabul ediyorum.”

“İyiyi bir tarafa bırak!” diye haykırdı Gora. “Dünya zaten barındırdığı birkaç iyi insanı sevgiyle kucaklıyor. Ben diğerlerinin yalnızca dürüst olmasını istiyorum! Yoksa, ne bir iş yapabiliriz ne de yaşamın değeri kalır. Eğer insanlar dindarlık taslayıp kendilerini Brahmolar ile aynı kefeye koyarlarsa, Brahmo olmayanlar tarafından yanlış anlaşılmayı ve aşağılanmayı göze almaları gerekir. Sen tavus kuşu gibi kasıla kasıla ortada dolaşırken karşıtlarının seni alkışlamasını bekleyemezsin. Bunu yaparlarsa dünya acınacak bir hâle gelir.”

“Bir mezhep ya da partinin hor görülmesine karşı değilim.” dedi Binoy. “Ama bu kişisel bir saldırı olursa…”

“Bir mezhebi hor görmenin kime ne yararı var? Bu bizi onların görüşlerini eleştirmekten öteye götürmez. Ben bireylerin kendilerini geliştirmelerini istiyorum. Sana gelince sevgili dostum, sen hiç karşı olduğumuz insanların etkisi altında kalmadın mı?”

“Aslına bakarsan kaldım.” diye doğruladı Binoy. “Ne yazık ki sıklıkla etki altında kalıyorum ve bunun için kendimden utanıyorum.”

“Hayır Binoy!” diye bağırdı Gora büyük bir heyecanla. “Bu böyle olmaz. Asla olmaz!”

Binoy kısa bir suskunluktan sonra: “Neden?” diye sordu. “Senin neyin var? Seni korkutan ne?”

“Sen zayıflık belirtileri göstermeye başladın, bu açıkça belli oluyor.”

“Zayıflık mı dedin?” diye öfkeyle haykırdı Binoy. “İsteseydim şu anda evlerine gidebileceğimi çok iyi biliyorsun, beni davet bile ettiler ama gördüğün gibi gitmiyorum.”

“Evet, biliyorum. Ama sen onları hiç aklından çıkarmıyorsun.

Gece gündüz, sürekli aynı şeyi düşünüyorsun: ‘Oraya gitmiyorum.

Oraya gitmiyorum!’ Artık onlara gidip bu defteri kapatsan iyi olur!”

“Gerçekten oraya gitmemi mi öğütlüyorsun?” diye sordu Binoy.

Gora dizini yumruklayarak yanıt verdi: “Hayır, ben sana oraya gitmeni öğütlemiyorum. Bir kez oraya gidersen neler olacağını adım gibi biliyorum, o gün onların tarafına geçeceksin ve ertesi gün yemeğini onlarla birlikte yemeye başlayacaksın. Sonra da Brahmo Samaj’ın militan vaizlerinden biri olacaksın!”

“Öyle mi?” diye sordu Binoy gülümseyerek. “Peki sonra ne olacak?”

“Sonra mı?” dedi Gora sert bir sesle. “Ölüp bu dünyadan giden biri için hiçbir şeyin sonrası olmaz. Sen soylu bir Brahman’ın4 oğlusun, doğru bildiğin her şeye karşı gelip saflığını yitirirsen, sonunda seni bir hayvan leşi gibi çöplüğe atarlar. Tıpkı pusulası bozulmuş bir kaptan gibi akıntıda sürüklenir ve geçmişle bağlarını koparırsın. Gemini limana döndürmek için boş inançları olan, bağnaz insanların rehberliğine gereksinim duyarsın ve sonunda tek çözüm yolunun gemiyi akıntıya bırakmak olduğuna karar verirsin. Seninle daha fazla tartışacak sabrım kalmadı. Sana son bir şey söyleyeceğim, bunu yapman gerektiğine inanıyorsan oraya git ve bu işi bitir. Ama cehennemin kapısına kadar gelmiş bir insanın kararsızlığıyla sinirlerimi daha fazla bozma.”

Bir kahkaha atan Binoy: “Doktorun ümidini kestiği hasta her zaman ölmez.” dedi. “Ben sonumun o kadar yakın olduğuna inanmıyorum.”

“Öyle mi?” dedi Gora dudak bükerek.

“Evet.”

“Nabzının yavaşladığını hissetmiyor musun?”

“Tabii ki hissetmiyorum. Ben hâlâ yeterince güçlüyüm.”

“Senin kastından olmayan güzel bir kadın, eliyle sana yemek verdiğinde bunun tanrılar için kusursuz bir şölen olacağını da mı göremiyorsun?”

“Yeter artık Gora!” dedi sinirlenen Binoy. “Kes sesini!”

“Neden?” diye çıkıştı Gora. “Amacım seni aşağılamak değildi. Sözünü ettiğim güzel kadın, ‘kendini güneşe bile göstermeyen’ kadınlardan5 değil. Ama sen her erkeğin özgürce sıktığı bu narin ele yapılan en ufak bir dokunmanın bile kutsallığı bozduğunu düşünüyorsan, bu senin iyi olduğun kadar, bilinçsiz olduğunu da gösterir!”

“Bana bak Gora, ben kadına saygı duyarım, zaten bizim kutsal metinlerimiz…”

“Kendini savunmak için kutsal metinleri kullanma. Buna saygı denmez. Ne dendiğini söylersem bana daha da çok kızarsın.”

“Dogmatik olmak hoşuna gidiyor.” dedi Binoy omuz silkerek.

“Kutsal metinler bize, bir kadının yuvasına ışık verdiği için sayılması gerektiğini öğretir.” dedi Gora ısrarla. “İngilizlerin yaptığı gibi sırf erkeği aşk ateşiyle yaktığı için kadına hayranlık duyarsak, buna saygı denmez.”

“Zaman zaman kötüye kullanıldığı için böyle soylu bir duyguyu küçümsemen ve yadsıman doğru mu?” diye sordu Binoy.

“Binoy!” dedi Gora öfkeyle. “Sen doğru düşünüp karar verme yeteneğini yitirmişsin, onun için benim rehberliğime gereksinimin var. İnan bana, İngilizce kitaplarda kadınlar hakkında yazılan abartılı övgülerin temelinde yalnızca arzu yatar. Bir kadın ancak anne olarak erkeklerde saygı uyandırabilir; o, evinin iyi ahlaklı ve namuslu hanımefendisidir. Övgülerle kadını evinden uzaklaştırmaya çalışanlar, aslında sezdirmeden onu aşağılıyorlar. Düşüncelerinin, tıpkı mum alevinin çevresinde dönüp duran bir pervane gibi, Pareş Babu’nun evinin üzerinde yoğunlaşmasının bir tek nedeni olabilir: Sen İngilizlerin deyimiyle ‘âşık olmuşsun.’ Tanrı aşkına, İngilizlere özenerek bu aşkı her şeyden daha üstün tutma ve yaşamının odak noktası hâline getirme.”

Binoy kamçılanan bir tay gibi yerinden fırladı. “Yeter artık, yeter!” diye bağırdı. “Çok ileri gidiyorsun Gora!”

“İleri mi?” diye karşılık verdi Gora. “Ben daha yeni başlıyorum. Kadınla erkek arasındaki temiz ilişki tutkuyla kirletildiğine göre, bu konuda destanlar yazmamız gerekir.”

“Eğer kadınla erkek arasındaki temiz ilişkiyi bozan tutkuysa, bunun için yalnızca yabancıları suçlamak haksızlık olmaz mı? Ahlakçılarımızı şiddetle, kadının uzak durulması gereken bir bela olduğunu savunmaya iten yine bu tutku değil mi? Bunların ikisi de aynı güçlü duygunun birbirine zıt, farklı biçimlerde dışa vurumudur. Eğer bunlardan birini eleştirirsen, diğerini de eleştirmen gerekir.”

“Görüyor musun, seni yanlış anlamışım?” diye gülümsedi Gora. “Durum korktuğum kadar ümitsiz değilmiş. Kafan felsefe yapacak kadar çalışıyorsa, hiç çekinmeden âşık olabilirsin. Ama çok geç olmadan kendini bundan kurtarmaya bak! Senin iyiliğini isteyen herkes bunun için dua ediyor.”

“Sen aklını kaçırmışsın sevgili dostum!” diye sitem etti Binoy. “Benim aşkla ne işim olabilir? Seni rahatlatmak için bir itirafta bulunacağım: Ben Pareş Babu ve ailesi hakkında duyduklarım ve gördüklerimden sonra onlara bu kadar büyük bir saygı duymaya başladım. Belki de evleri, yalnızca aile yaşamlarını görmek istediğim için bana böyle çekici geliyordur.”

“Buna çekicilik demek istiyorsan diyebilirsin ama bu çekiciliğe dikkat etmelisin. Yoksa zooloji araştırmaların yarım kalabilir. Çünkü kesin olan bir şey var, onlar yırtıcı hayvanlar gibidir; eğer çalışmaların seni onların çok yakınına götürürse, kuyruğunun ucuna varana kadar her şeyini yitirirsin.”

“Büyük bir hata yapıyorsun Gora.” diye onu tersledi Binoy. “Tanrı’nın bütün gücünü sana bağışladığına ve senden başka herkesin zayıf olduğuna inanıyorsun.”

Bu söz Gora’yı derinden etkilemiş gibiydi. Bütün gücüyle Binoy’un sırtına vurarak: “Doğru!” diye bağırdı. “Çok doğru! Bu benim en büyük hatamdır.”

“Tanrım!” diye inledi Binoy. “Senin daha büyük bir hatan var Gora, sıradan bir omurganın dayanabileceği sarsıntının gücünü tahmin etmekten âcizsin.”

O sırada Gora’nın şişman üvey ağabeyi Mohim soluk soluğa yukarı çıktı ve: “Gora!” diye seslendi.

Gora hemen ayağa kalktı ve saygıyla: “Efendim.” dedi.

“Yağmur bulutlarının çatımızın üzerinde toplanıp toplanmadığına bakmak için geldim.” dedi Mohim. “Bugün neyin heyecanını yaşıyorsunuz? Eminim ki bu saate kadar bütün İngilizleri Hint Okyanusu’na dökmüşsünüzdür! Ben onların yokluğunu hissetmiyorum ama baş ağrısı yengeni yatağa düşürdü ve senin kükremene dayanamıyor.”

Mohim bunu söyledikten sonra aşağıya indi ve onları yalnız bıraktı.

3

Gora ile Binoy aşağıya inmek üzereyken, Gora’nın annesi terasa çıktı ve Binoy ayaklarının tozunu silerek onu saygıyla selamladı.

Anandamoyi’yi gören, onun Gora’nın annesi olduğuna inanmazdı. İnce ve zarif bir kadındı; saçları yer yer beyazlaşmıştı ama fazla dikkat çekmiyordu. İlk bakışta kırkından genç görünüyordu. Yüzündeki ince çizgiler bir sanatçı tarafından büyük bir özenle yontulmuş gibiydi. Hatlarında hiçbir abartı yoktu ve keskin zekâsı, yüzünden okunuyordu. Ten rengi Gora’nınkinden çok daha koyuydu. Onu tanıyan herkesi şaşırtan bir alışkanlığı vardı; sarisi6 ile bluz giyerdi. O dönemde bazı çağdaş genç kadınlar bu giyim tarzını benimsemişti ama eski kuşak, Hristiyanlığa özgü bir şey olduğu için bluz giyenlere kuşkuyla bakardı. Kocası Krişnadayal Babu eskiden levazım sınıfında çalışırdı, küçük yaştan beri onun yanından ayrılmayan Anandamoyi uzun zaman Bengal’den uzakta yaşamıştı. Bu nedenle vücudunu gerektiği gibi örtmemenin utanılacak ya da alay konusu olacak bir şey olduğunu kabullenemiyordu. Yerleri silmekten çamaşır yıkamaya, dikiş dikmeye, yama yamamaya ve bütçe yapmaya kadar tüm ev işlerinden o sorumluydu; bütün bunların yanı sıra, aile üyeleri ve komşularıyla da yakından ilgilenirdi ama her zaman kendine ayıracak vakit bulurdu.

Binoy’un selamına karşılık veren Anandamoyi: “Aşağıdan Gora’nın sesini duyduğumuz zaman Binu’nun burada olduğunu anlıyoruz.” dedi. “Son günlerde ev o kadar sessizdi ki, seni merak etmeye başladık. Neden artık bize gelmiyorsun oğlum? Yoksa hasta mıydın?”

“Hayır.” dedi Binoy duraksayarak. “Hayır anneciğim, hasta değildim ama hava çok yağışlıydı!”

“Evet, yağışlıydı!” diye söze karıştı Gora. “Yağmur mevsimi bittikten sonra güneşi bahane edecek! Dış etkenleri bahane olarak kullanmamalısın çünkü onlar kendilerini savunamazlar, gerçek nedeni kendinde aramalısın.”

“Yine saçmalıyorsun Gora!” diye çıkıştı Binoy.

“Haklısın oğlum.” diye onu doğruladı Anandamoyi. “Gora böyle söylememeliydi. İnsanoğlu değişkendir, her zaman aynı olamaz, bazen insan arasına karışmak ister, bazen de yalnızlığı sever. Birini istemediği bir şey yapmaya zorlamak doğru değildir. Gel Binoy, benim odama gel ve bir şeyler ye. Senin için sevdiğin şekerlemelerden ayırdım.”

Öfkeyle başını sallayan Gora söze karıştı: “Hayır anne, lütfen bunu unutun. Binoy’un sizin odanızda bir şey yemesine izin veremem.”

“Gülünç olma Gora.” dedi Anandamoyi. “Ben hiçbir zaman senden odamda yemeni istemedim. Babana gelince, o kendi eliyle pişirmediği yemeği ağzına koymayacak kadar bağnazlaştı. Ama benim sevgili oğlum, Binu senin gibi dar kafalı değil, onun doğru olduğuna inandığı şeyleri yapmasına engel olamazsın.”

“Olurum!” diye karşılık verdi Gora. “Bu konuda kararlıyım. Laçmi gibi Hristiyan bir hizmetçi çalıştırdığınız sürece sizin odanızda yemek yememiz söz konusu olamaz.”

“Ah, Gora, oğlum, böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin?” diye haykırdı Anandamoyi. Çok üzgün görünüyordu. “Çocukluğundan beri sana bakan ve seni yetiştiren o değil mi, onun elinden hiç mi bir şey yemedin? Kısa bir süre öncesine kadar onun hazırlamadığı acı sos olmadan hiçbir yemeğin tadını alamıyordun. Suçiçeği olduğunda sana bakan ve hayatını kurtaran oydu, bunu hiçbir zaman unutmayacağım.”

“O hâlde onu emekliye ayırın.” dedi Gora öfkeyle. “Ona bir toprak alın ve küçük bir ev yapın; onu bu evde tutmamalısınız anne!”

“Gora, sen gönül borcunun parayla ödenebileceğini mi sanıyorsun? O ne toprak istiyor, ne de para. Tek istediği seni görmek, senden uzaklaşırsa ölür.”

“İstiyorsanız onu tutabilirsiniz.” dedi Gora annesine boyun eğerek. “Ama Binoy odanızda bir şey yemeyecek. Kutsal metinlerdeki kurallara harfi harfine uymalıyız. Anne, siz büyük bir panditin7 kızısınız, nasıl olur da dinin kurallarına böyle karşı gelirsiniz? Bu çok…”

“Ah, Gora, seni aptal çocuk!” diye gülümsedi Anandamoyi. “Senin annen eskiden dinin bütün kurallarına harfi harfine uyardı ve bunun bedelini döktüğü gözyaşıyla ödedi! O zaman sen neredeydin? Her gün kendi ellerimle yaptığım Şiva sembolüne dua ederdim ama baban öfkeyle gelip onu benden alır ve bir kenara atardı. O yıllarda başka bir Brahman’ın pişirdiği pirinci yemek bile beni huzursuz ederdi. Eskiden fazla demir yolumuz yoktu, kağnı arabasıyla, tahtırevanla ya da deve sırtında yaptığımız yolculuklarda günlerce oruç tuttuğum olurdu. Baban, İngiliz patronlarının beğenisini, gittiği her yere karısını yanında götürecek kadar ileri görüşlü olduğu için kazandı; bu sayede terfi etti ve sürekli bir yerden başka bir yere atanmadan merkezde kaldı. Bütün bunlara karşın, bana inançlarımı unutturmayı başaramadı. Ama yeterince para biriktirip emekliye ayrıldıktan sonra bir anda hoşgörüsüz, bağnaz bir ihtiyar oldu ve ben onun değişimine ayak uyduramadım. Yedi nesillik inançlarımın hepsi birer birer kökünden sökülüp alındı, şimdi senin bir sözünle bunların yeniden yeşerebileceğini mi sanıyorsun?”

“Pekâlâ.” dedi Gora. “Atalarınızı bir tarafa bırakın, onlar bize seslerini duyuramazlar. Ama bize verdiğiniz önemi göstermek için bazı şeyleri kabul etmeniz gerekir. Kutsal metinlere saygı duymasanız bile, sizi sevenlerin kurallarına saygı duymak zorundasınız.”

“Neden ısrarla bana kurallardan söz ediyorsun?” diye sordu Anandamoyi bezginlikle. “Onların ne demek olduğunu bilmediğimi mi düşünüyorsun? Attığım her adımda kocamla ve çocuğumla çatışmanın beni mutlu ettiğini mi sanıyorsun? Biliyor musun, ben seni kollarıma aldığım gün gelenek ve göreneklerden koptum. İnsan küçük bir bebeği emzirirken, bu dünyada hiç kimsenin bir kastın üyesi olarak doğmadığını hissediyor. O günden sonra, insanları aşağı kasttan oldukları ya da Hristiyanlığı seçtikleri için hor görürsem, Tanrı’nın seni benden alacağına inanmaya başladım. Bebeğimi evimin ışığı gibi kollarımın arasında bırakırsan, bu dünyada herkesin elinden su içerim diye Ona dua ettim!”

Anandamoyi’nin söylediklerinden sonra Binoy kendini biraz huzursuz hissetmeye başladı ve bakışlarını ondan Gora’ya kaydırdı. Ama bu sözlerin düşüncelerini bulanıklaştırmasına izin vermeden hemen kendini toparladı.

Gora’nın kafası da karışmıştı. “Anne!” dedi. “Sizin mantığınızı anlayamıyorum. Kutsal metinlerin gereklerini yerine getiren ailelerin çocukları başlarına kötü bir şey gelmeden yaşamlarını sürdürebiliyor. Tanrı’nın gözünde genel kuralların dışına çıkabilecek kadar ayrıcalıklı bir insan olduğunuz fikrini kafanıza kim soktu?”

“Bana seni veren, bu fikri de verdi.” diye soruyu yanıtladı Anandamoyi. “Ne yapabilirdim? Benim elimden bir şey gelmezdi. Ah, benim sevgili deli oğlum, senin aptallığına güleyim mi, ağlayayım mı bilmiyorum. Her neyse, bu konuyu kapatalım. Demek Binoy’un benim odamda yemesine izin vermiyorsun, son kararın bu mu?”

“Elinde olsaydı ok gibi arkanızdan gelirdi.” dedi Gora gülerek. “Onun iştahı her zaman yerindedir! Ama ben buna izin vermeyeceğim anne. O bir Brahman’ın oğlu. Birkaç şekerleme için sorumluluklarını unutmaması gerekir. Doğuştan kazandığı haklara değer biri olmak için önce iradeli olmayı ve bazı şeylerden özveride bulunmayı öğrenmek zorunda. Ayağının tozu olayım, lütfen bana kızma anne.”

“Bunu nereden çıkardın!” dedi Anandamoyi sesini yükselterek. “Ben neden kızayım? Sana yalnızca şu kadarını söyleyebilirim, sen ne yaptığını bilmiyorsun. Seni böyle yetiştirdiğim için derin bir üzüntü duyuyorum. Her neyse, olan oldu artık ama bundan sonra senin inançlarını kabullenmeme olanak yok. Odamda yemek istemiyorsan yemeyebilirsin, sabah akşam seni yanımda görmek bana yeter. Binoy, oğlum, öyle üzgün durma. Sen çok duygusal bir çocuksun; benim sana kırıldığımı sanıyorsun ama kırılmadım. Merak etme oğlum! Başka bir gün, yemeğini bir Brahman’a pişirttireceğim ve seni odama davet edeceğim! Ama şunu bilin ki, benim için değişen bir şey olmayacak, suyumu Laçmi’nin elinden içmeyi sürdüreceğim.” Bunları söyledikten sonra aşağıya indi.

Bir süre sessiz kalan Binoy, Gora’ya döndü ve saygılı bir sesle sordu: “Biraz ileri gitmiyor musun Gora?”

“İleri giden kim?”

“Sensin!”

“Ben ileri gitmiyorum.” dedi Gora sözcüklerin üzerine basarak. “Hepimizi belli sınırlar içinde tutmaya çalışıyorum; iğne başı kadar bir açık verirsek, bunun sonunun nerede biteceğini hiçbirimiz bilemeyiz.”

“Ama o senin annen!” dedi Binoy.

“Onun annem olduğunu ben de biliyorum. Bunu bana anımsatmana gerek yok! Kaç kişinin benimki gibi bir annesi vardır? Eğer geleneklere saygısızlık etmeye başlarsam, bir gün anneme duyduğum saygıyı da yitirebilirim. Dinle beni Binoy, sana söyleyecek bir sözüm var: Sevgi güzel bir şeydir ama her şey demek değildir.”

Binoy kısa bir duraksamadan sonra kararsızca: “Bak Gora.” dedi. “Bugün annenin söylediklerini duyduktan sonra kendimi huzursuz hissetmeye başladım. Bana öyle geliyor ki, annenin ona acı veren ve bize söyleyemediği bir sırrı var.”

“Ah, Binoy!” dedi sabrı tükenen Gora. “Hayal âleminde yaşamaktan vazgeç artık. Bu hiçbir işe yaramıyor, yalnızca sana zaman kaybettiriyor.”

“Çevrende olup bitenleri hiç önemsemiyorsun. Onun için göremediğin şeyleri kafanda canlandırıyorsun. Ben annenin bir sırrı olduğundan eminim, bu onun çevresiyle uyum sağlamasına engel olan ve aile yaşamındaki mutluluğuna gölge düşüren bir sır. Gora, onun söylediklerini daha dikkatli dinlemelisin.”

“Ben kulağımın işittiği her şeye dikkat ediyorum.” dedi Gora. “Ama kendimi kandırmaktan korktuğum için olayların derinine inmiyorum.”

1.Bengal’de bir mezhebin üyesi.
2.Hintli ya da Bengalli efendi; İngilizce bilen yerli yazman; İngiliz kültürünü iyi kötü bilen yerli.
3.Brahmo Samaj ya da Brahmoizm denilen mezhebin üyeleri.
4.Brahman: Hint kastlarında ilk kast ve bu kasttan olan kimse.
5.Çat kapı purdahı olan Sanskrit kadınlar için kullanılan bir deyimdir.
6.Sari: Hint kadınlarına özgü giysi ve bu giysinin yapıldığı kumaş.
7.Hindu din bilgini.
11 702,97 s`om