İzlanda Balıkçısı

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
İzlanda Balıkçısı
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

BİRİNCİ BÖLÜM
BUZLU SUYUN ÜZERİNDE

I
BALIKÇI

Deniz ve salamura kokularıyla bezeli olduğu, loş bir kabinde beraber içen, dev misali beş adamdılar. Boylarına göre oldukça küçük kalan bu barınak, içi boşaltılmış koca bir martı gibi uçtan uca uzarken daralıyordu. Aynı hızda, yavaşça sallanıyorlardı.

Dışarıda bulunan deniz ve her yanı kaplayan gece bulundukları yerden görülmüyordu. Tavandaki tek açıklık da tahta bir kapakla kapatılmıştı, herkes yukarıdan sarkan tek bir lambanın titrek ışığıyla aydınlanıyordu. Mangalda ateş yanarken kurumakta olan giysilerin buharları, adamların pipo dumanına karışıyordu.

Tüm yaşam alanlarını bir masa kaplıyordu, geriye kalan tek yer geminin meşe duvarlarına yaslanmış dar sandıklara oturabilmek için dolanılması gereken o boşluktu. Hemen üzerlerinde, neredeyse kafalarına değen kocaman kirişler bulunuyordu. Arkalarında ise geminin iskelesine işlemiş, mezar oyuklarına benzeyen yataklar vardı. Ahşap doğramalar aşınmış hâldeydi, rutubet ve denizin suyu içlerine işlemişti. Yıpranmışlardı ve bu yıpranışla parıldıyorlardı.

Kaplarında şarap ve elma likörü; yüzlerinde yiğitlik ve yaşama se-vinci vardı. Şimdi ise masada oturmuş kadınlar ve evlilik hakkında erkeklere özgü bir sohbet çeviriyorlardı.

Odanın en görünen yerinde, duvarın üzerinde tahta bir çerçeve ile sabitlenmiş Meryem Ana tablosu asılıydı. Hepsinin koruyucu anası artık biraz eskimişti. Buna rağmen insanların yaptıkları tablolar, insanlardan daha uzun ömürlü olur.

Meryem Ana kırmızı, mavi elbisesi ile bu gri ortamda tüm yaşam enerjisini içinde barındırıyordu. Çok fazla içli ve hararetli dua işitmiş olduğu, önünde duran iki adet yapma çiçek ve çivilenmiş tespihten bile belli oluyordu.

Adamlar birbirlerinin tıpatıp aynı dar, kalın yünlü, mavi ve pantolonlarının içine iliştirilmiş kazaklar giymişlerdi. Hepsinin başında birer denizci şapkası da vardı.

Yaşları birbirinden farklıydı. Kaptan kırklarında, diğer üç tanesi de yirmi beş otuz yaşlarında gibi gözüküyorlardı. Sylvestre isimli beşincileri ise henüz on yedi yaşındaydı. Boyu, gücü itibariyle şimdiden gerçek bir erkek gibi görünüyordu, seyrek kıvırcık sakalları yanaklarını kaplıyordu. Sadece yumuşak bakışları ve saf, gri gözleri masumiyetini koruyordu.

Yerin dar olması onları rahatsız etmemişti, hatta yan yana oturmaktan memnun gözüküyorlardı.

Dışarıda bulunan gece ve denizin derin, karanlık suları ıssızlığı barındırıyordu. Duvarda bulunan bakır saat on biri gösteriyordu, ahşap tavandan da yağmurun sesi duyuluyordu.

Eğlenceli fakat edepsiz ifadelerin yer almadığı evlilikle alakalı bir sohbet dönüyordu aralarında. Konuşulanlar genç olanlar için birer hikâyeden ibaretti. Arada kahkahalarla sevgi konusunda açık ifadelerin yer aldığı birkaç söylem oluyordu. Fakat olgunlaşmış erkeklerin düşüncesine göre aşk daima temiz ve masumdur. Üzerinde kabaca konuşulsa bile iffetli olmalıdır.

Bu sıralarda Sylvestre’ın canı, sevdiği kız; Jean yüzünden sıkılıyordu.

Bu arada neredeydi bu Yann; hâlâ yukarıda işini mi görüyordu yoksa? Neden gelip de eğlenceye katılmıyordu?

“Artık, gece oldu.” dedi kaptan.

Ayağa kaktı ve tepelerinde bulunan tahta kapağı başıyla açarken içeri yayılan ışık eşliğinde seslendi.

“Yann! Yann! Hey! Adam!”

İçeriye hafifçe sızan ışık gün ışığını andırıyordu.

“Neredeyse gece yarısı…” Buna rağmen gerçekten de içeri sızan o ışık, gizemli aynalarca uzaklardan yansımış alaca karanlığın aksi gibiydi.

Delik kapandığı gibi tekrar gece oldu, tepelerindeki ampul yine sarı ışığını yaymaya başladı. Yann’ın kocaman botlarıyla aşağı indiği işitildi.

Kocaman bir ayı misali kapıdan iki büklüm girdi. İlk yaptığı keskin salamura kokusundan burnunu tıkayıp suratını ekşitmek oldu.

Özellikle, kazık yutmuş gibi duran dimdik sırtından dolayı, ortalama bir erkeğin boyutlarını fazlaca aşmaktaydı, Karşıdan bakıldığında mavi kazağından bile belli olan omuz kasları, kollarının üzerine yerleştirilmiş birer topu anımsatıyordu. Kendinden emin, vahşi bakan kahverengi iri gözleri vardı.

Kollarını Yann’a saran Sylvestre çocuksu bir hareketle onu kendisine şefkatle çekiverdi. Yann’ın kız kardeşiyle nişanlıydı ve kendini onun kardeşi olarak görüyordu. Yann ise sevilmek isteyen bir aslan gibi kendisini onun kollarına bırakırken bembeyaz dişleriyle gülümsedi.

Diğer erkeklere göre ağzı da daha büyük olduğundan dişlerinin önü biraz açık ve aralık kalıyordu. Bakıldığında dişleri küçücükmüş gibi gözüküyordu. Hiç kesilmemesine rağmen sarı bıyığı kısacıktı, zarif dudaklarının üzerinde simetrik iki bukle hâlinde kıvrılarak dağılıyordu. Bıyığından geriye kalan yerler tıraşlıydı. Daha önce kimsenin dokunmadığı, taze meyveler gibi hafif pembe ve körpe duruyordu.

Yann da oturunca herkes bardaklarını bir kez daha doldurdu, pipolar yakılsın diye miço çağırıldı.

Pipoları yakma işi miço için biraz da olsa tütün içebilmek anlamına geliyordu. Miço, oradaki herkesle uzaktan da olsa akraba sayılabilecek gürbüz, yuvarlak hatlı bir delikanlıydı. Görevi yeterince zor olmasına rağmen fazlaca da şımarıktı. Yann ona biraz kendi bardağından içki ikram ettikten sonra yatması için geri gönderdi.

Miço gider gitmez evlilikle ilgili sohbete kalınan yerden devam edildi.

“Eee Yann, senin düğününü ne zaman yapacağız?” diye sordu Sylvestre.

“Utanmıyor musun?” diye üsteledi kaptan. “Senin gibi kazık kadar olmuş, yirmi yedi yaşındaki bir adam hâlâ bekâr. Seni gören kızların aklından kim bilir neler geçiyordur?”

Yann ise son derece umursamaz ve kızlara yukarıdan bakan bir ifade ile omuz silkti.

“Ben düğünümü geceleri yaparım. Gerçi bazen gündüzleri de yaptığım oluyor. Ne zaman denk gelirse artık.” diye yanıt verdi.

Yann devlete olan borcunu henüz tamamlamıştı. Donanmanın topçu eri olduğu zamanda da Fransızca konuşmayı ve insanları kuşkulandıracak cümleler kurmasını öğrenmişti. Hemen ardından, söylediğine göre on beş gün süren düğününü anlatmaya başladı.

Nantes’ta bir şarkıcı ile birlikteydi. Akşamların birinde denizden döndüğünde, içindeki karamsarlıkla kabareye gitmişti. Mekânın girişinde yirmi Louis altınına devasa çiçek buketleri satan bir kadın duruyordu. Ne yapacağını düşünmeden hemen bir tane satın almış, içeri girer girmez de şarkıcının yüzüne doğru çiçekleri fırlatıvermişti. Aslında şarkıcıyı çok da güzel bulmamış, boyalı bir bebeğe benzetmişti. Bu da kendince bir itiraftı aslında; kadın anında çakılmış, takip eden üç haftada da ondan ayrılmak bilmemişti.

“Hatta yanından ayrılacağım zaman, bana bu altın saati hediye etti.” dedi ve herkes görsün diye saati oyuncakmış gibi masanın ortasına fırlatıverdi.

Hikâyeyi kabaca ve kendine özgü ifadelerle anlatmıştı. Sivil yaşamın bu sığ hâlleri, bizim denizin derin sessizliğiyle çevrili adamlar için fazla aykırı kaçıyordu. Tepelerinden yarımca gözüken gece, kutup yazının bitmekte olduğunun habercisiydi.

Yann’ın bu davranışları Sylvestre’ı hem şaşırtıyor hem de üzüyordu. O Ploubazlanec adlı bir kasabada bir balıkçının dul eşi olan ninesi tarafından büyütülmüştü, inançlara saygılı, bakirliğini koruyan bir çocuktu.

Henüz küçükken bile her gün ninesi ile birlikte annesinin mezarına gider, dizlerinin üzerinde onun için saatlerce dua ederdi. Uçurumun tepesinde yer alan annesinin mezarından da bir zamanlar babasının kaybolduğu gemi kazasının yaşandığı Manş Denizi’nin gri suları gözüküyordu. Ninesi ile birlikte fakir hayatı sürdüğünden çok erken yaşta balıkçı teknesinde çalışmaya başlamıştı, tüm çocukluğu açık denizlerde geçmişti. Gözlerinde kalan masumiyet de her gece ettiği dualardan kaynaklanıyordu. O da yakışıklıydı, Yann’dan sonra güvertedeki en güçlü erkekti. Yumuşak sesi, küçük bir çocuğunkine benzer vurguları dış görünüşüyle tezat oluşturuyordu. Çok hızlı büyüdüğünden, iriliğinden utanır bir hâli vardı. Yakın zamanda Yann’ın kız kardeşiyle evlenmek istiyordu bunun için de hiçbir kızın yakınlaşmasına karşılık vermemişti.

Gemide, biri iki kişilik olan sadece üç yatak vardı. Adamları geceleri dönüşümlü uyuyorlardı.

Koruyucuları Meryem Ana’nın yükselişini kutladıkları bu eğlenceleri sonlandığında, saat gece yarısını epeyce geçmişti. Üçü, mezarı anımsatan, karanlık yataklarına giderken, diğer üçü ise avlanmak için güverteye çıktılar.

Dışarıda gün doğmuştu, sonsuzluğa varan bir aydınlık önlerinde uzanıyordu.

Fakat bu ışık öyle solgun, öyle gri bir ışıktı ki hiçbir şeye benzemiyordu. Etraflarında uzanan derin bir boşluk vardı. Geminin tahtaları hariç her şey düş izlenimi veriyordu, sanki ellerini uzatsalar tutacakları bir şey yokmuş gibi…

Gözleri denizi zar zor seçebiliyordu. Önce önü boş bir aynayı anımsatırken ardından buhardan bir vadiye dönüşüyordu. Ne ufuk ne de ötesi, hiçbir şey görünmüyordu.

Rutubetli havanın serinliği, içlerine ayazdan daha yoğun ve daha çok işliyordu. Her solumalarında yoğun bir tuz tadı alıyorlardı. Her şey fazlaca sakindi, artık yağmur dinmiş üstlerinde bulunan biçimsiz bulutlar sanki gizlenmiş bir ışıkla dolu gibiydi. Gece olmasına ve etraftaki tüm bu solgunluğa rağmen her şey net olarak görülüyordu artık.

Güvertede bulunan üç adam da çocukluklarından beri hayatlarını denizin üzerinde geçirmiş, tüm bu normal insanların görmekte zorlanacağı imgeleri görür hâle gelmişti. Dar, ahşap evlerinin çevresinde yer alan bu sonsuzluğun değişken oyunlarına alışmışlardı, tıpkı yıllarını denizlerde geçirmiş bir kuş gibi.

Gemi sakince, uykulu bir ananın çocuğuna söylediği ninni misali yavaş bir ritimle sallanıyordu denizin üzerinde. Yann ve Sylvestre hemen oltalarını ve iğnelerini hazırlamışlardı. Diğer adam da arkalarında bıçağını bilerken bir kova tuz açıp hazırda beklemek ister gibi arkalarına oturuvermişti.

Bu süreç çok da uzamadı. Sakin ve soğuk suyla oltaları birleşir birleşmez çelik gibi parlayan, iri balıklar yakaladılar.

 

Oltalarına durmadan yeni morinalar takılıyordu. Hızlıca ve sessizce sürdürdükleri bu balık avı aralıksız devam ediyordu. Arkalarındaki adam yakalanan balıkların karnını deşiyor, tuzluyor ve düzleştiriyordu. Saydığı her bir balık dönüşte keselerini dolduracaktı, adam da hepsini üst üste diziyordu.

Saatler aynı süratle ve işlerine odaklanarak geçti, gün iyice aydınlanıyordu. Uzak kuzey için yaz akşamı sayılabilecek bu görüntünün, bu renksiz ışıltıların yerini gece henüz çökmemişken denizin tüm aynalarından yansıyan ve arkasında pembemsi izler bırakan bir seher alıyordu.

“Kesinlikle evlenmen gerekir.” dedi Sylvestre birdenbire, önceki söyleyişinden çok daha ciddiydi bu tavrı. Yüzünü sudan bir an olsun çekmemişti.

“Ben, evet! Elbette bir gün ben de evleneceğim.” dedi tüm kibri ve hayat dolu gözleriyle Yann. “Ama bizim oradan biriyle değil. Ben denizle evleneceğim. Madem hepiniz buradasınız şimdiden hepiniz düğünüme davetlisiniz!”

Avlanmaya devam ettiler, daha fazla da sohbetle vakit kaybetmediler. İki gündür aralıksız yol alan bir balık sürüsünün ortasındaydılar şimdi.

Son gün içerisinde hiçbiri uyumamış buna rağmen otuz saatte oldukça iri, binden fazla morina yakalamayı başarmışlardı ta ki kolları yorgunluktan kalkmaz hâle gelene kadar…

Bedenleri avlanma işini kendiliğinden sürdürürken, zihinleri de arada dinlenmek için küçük şekerlemeler yapıyordu. Ne var ki, soludukları açık denizin insanı dirilten havası, öylesine canlandırıcıydı ki tüm yorgunluklarına rağmen ciğerlerindeki ferahlık ve yanaklarındaki tazelik hissi kaybolmuyordu.

Gerçekten sabahın geldiğini haber veren, sabahın ışıkları nihayet parladı. Tıpkı herkesin bildiği yaratılış öyküsündeki gibi, ufukta yığınlar hâlinde duran karanlığın arasından kendilerine yer açtılar. Dün geceki ışığın bir düşün habercisi olduğu çok belliydi artık.

Kapalı ve basık gökyüzünde, bir kubbenin tepesindeki delikler gibi delikler vardı, bunların arasında pembemsi ışık süzülüyordu.

Daha alçakta yer alan bulutlar gölge dizeleri oluşturarak, suları sarıyor, kendilerinden kalan hoş bir hava yaratıyordu. Kapalı bir alan misali, sınıra benziyorlardı. Sonsuzluktan dünyamıza çekilmiş bir perde, insanların hayal gücünü zorlayan bir yelken gibi.

O sabah, Yann ve Slyvestre’ı taşıyan yan yana tahta levhaların dizildiği bu alanın çevresinde değişen dünya, eski zaman tapınakları gibi ışık süzmelerinin suya yansıyışında bile sanki bir saygı duruşu vardı. Sonraları, uzaklardan yavaş yavaş başka bir düşün aydınlanışı görüldü. Karanlıklarla kaplı İzlanda’nın varlığını belirten pembe bir çıkıntı…

Yann’ın denizle düğünü! Sylvestre hiçbir şey demeden avlanmasını sürdürürken aklından sürekli bu düşünce geçiyordu. Ağabeyinin kutsal evlilik bağını bir dalga konusuna çevirmesinden dolayı kederliydi, üstelik durumdan dolayı da korkmuştu. Batıl inançları sağ olsun.

Yann’ın evleneceği günün hayalini uzun zamandır kuruyordu. Paimpollü sarışın Gaud Mevel ile evlenecekti ve kendisi de kalbini sıkıştıran, beş yıllık kaçınılmaz sürgüne gitmeden önce bu ana şahit olabilecekti.

Sabahın dördüydü. Aşağıda yatmakta olanlar güvertedekilerden görevi devralmak için geldiler. Hâlâ biraz uykulu görünüyorlardı. Bir yandan yukarı çıkmak için çabalarken bir yandan da botlarını giymeye çabalıyorlardı. Güneşin ilk ışıkları gözlerine vurunca, kamaşan gözlerini istemsizce kapattılar.

O sırada Yann ve Sylvestre tokmakla kırdıktan sonra bile, bu kadar sert oldukları için sesli sesli çiğnemek zorunda kaldıkları kurabiyelerle kahvaltılarını yaptılar. Aşağıya inip de sıcak yatağa kavuşma fikri iyice neşelerini yerine getirmişti. Birbirlerinin beline sarılarak ve eski bir şarkıyı mırıldanarak sallana sallana kapıya doğru gittiler.

Fakat delikten kaybolmadan hemen önce, iri patili Newfoundland cinsi yavru, sakar köpek Turc oynamak için onları durdurdu. Onlar köpeğin karnını kaşır ve elleriyle tüylerini severken, köpek bir kurt misali onları ısırmaya çalışmış, sonunda da canlarını yakmıştı. Bununla birlikte Yann, anlık bir öfkeyle köpeği yüzü yere gelecek şekilde yere yapıştırdı ve ayağıyla sertçe iteledi. Köpek acıdan bağırdı.

Yann’ın kalbi temiz olduğu kadar bedeninde yer alan vahşet sıradan bir sevgi gösterisini bile bir korku anına çevirebiliyordu.

II
İZLANDALILAR

Gemilerinin adı Marie, kaptanlarının adı ise Guermeur’du. Her yıl, gecesiz yazların yaşandığı bu soğuk ve ıssızlığa doğru yola çıkarlardı.

Gemi, duvarlarında asılı Meryem Ana tablosu kadar eskiydi. Kalın ana gövdesi bile pütür pütürdü. Nemle, denizin tuzuyla ve salamurayla bolca lekelenmiş olmasına rağmen hâlâ sert ve güçlüydü, insanı dirilten kokusunu yaymaya devam ediyordu. Hareket etmediğinde geminin som balıktan oldukça ağır bir kokusu vardı ama rüzgâr başladı mı martılar gibi canlı bir hafiflikle doluyordu. Modern işçilikle işlenmiş gemi, dalgalara ayak uyduruyor. Onlarla yükselip alçalıyordu.

Altı adam ve aralarında yer alan bir miço da İzlandalıydı.

Fransa’nın yazını neredeyse hiç yaşamamışlardı.

Her kış sonu Paimpol limanından diğer denizcilerle birlikte hareket etmeden önce, analarının hayır dualarını alıyorlardı. Bu bayram gününde de daima bir öncekini anımsatan mihrap, bol kayalıklı bir mağara gibi ve koruyucuları Meryem Ana, kiliseden onlar için dışarı çıkartılırdı.

Yaşama dair iz olmayan gözleriyle, nesillere, mutlu bir mevsim geçirip evlerine dönecek kadar talihli olanlara ve bir daha geri dönmeyecek olanlara bakar; çapa, kürek ve ağ karmalarının ortasında tatlıca gözüken bir kayıtsızlıkla dururdu.

Kadınlar ve anneler, nişanlılar ve kız kardeşlerden meydana gelen bu ayin alayı ağır ağır kutsal haçı izlerdi. Bayrakların donatıldığı, selama duran bütün İzlandalı denizcilerin beklediği limanın çevresini doldururlardı.

Ardından hep beraber, arkalarında tek bir sevgili, koca, erkek evlat, nişanlı bırakmadan liman terk edilirdi. Denizciler uzaklaşırken hep bir ağızdan, gür sesleriyle Denizlerin Meryem’i ilahisini söylerlerdi.

Her sene aynı tören, aynı vedalar, aynı ayrılışlar…

Ardından Kuzey Denizi’nin ucuna, soğuk sulara, dalgaların hareketlendirdiği denizin üzerinde, üç ya da dört kaba arkadaş yola koyulurlardı ve açık denizin onlara verdiği inziva başlardı.

Şimdi buraya kadar sağ salim gelebilmişlerdi. Adını taşıyan gemiyi Denizlerin Meryem Ana’sı korumuştu.

Ağustos sonu ise dönüşlerin zamanıydı. Marie de pek çok İzlandalının yerine getirdiği âdet olan önce Paimpol’e uğrama geleneğini gerçekleştiriyordu. Oradan hemen, avladıklarını satabilecekleri Gaskonya Körfezi’ne iniyor ve tuzlası bulunan kumsal adalara gidip bir sonraki avlar için tuz tedarik ediyorlardı.

Güneşin sıcaklığının hâlâ hissedildiği güney limanına vardıklarında, yazdan kalma ılık havadan, topraktan ve kadınlardan başları dönen mürettebat birkaç günlüğüne çevreye dağılırdı.

Ardından sonbaharda inen sisle birlikte bir Goelo ülkesinin her yanına dağılmış saman kulübelerine, yuvalarına, kısa bir süreliğine de olsa aile, aşk, evlilik, doğum mevzuları ile ilgilenilmek için geri, eve dönülüyordu.

Neredeyse daima karşılarına, geçen kış gebe kalan veya vaftiz olmak için babalarını bekleyen bebekler çıkıyordu. İzlanda’nın yuttuğu balıkçı soyuna yenileri gerekiyordu.

III
EVDEKİ KADINLAR

Paimpol’de o senenin güzel bir akşamüstü, haziranda bir pazar günü, mektuplarına son derece dikkat kesilmiş iki kadın vardı.

Kadınların yazma işi, ardına kadar açılmış camlar ve onların önüne sıralanmış çiçek saksıları önünde gerçekleşiyordu.

Masanın üzerinde görünen kadınların ikisinin de eğitimi iyi gibi duruyordu. Anlaşılan gençlerdi, birinin başlığının modeli eski moda ve kocamandı. Diğerininki ise Paimpol kızlarının kullandığı gibi küçücüktü. Uzaktan bakıldığında İzlandalı erkeklere aşk sözcükleri sıralayan iki genç kız gibi duruyorlardı.

Mektubu yazdıran, hani şu büyük başlıklı olan, düşünmek için başını kaldırdı. Nasıl? Arkadan bakıldığında kahverengi şalının altında gencecik gözüken bu kadın aslında oldukça yaşlıydı. Bayağı bir ihtiyardı. Hatta en az yetmişli yaşlarında olmalıydı. Buna rağmen bazı ihtiyarların muhafaza etmeyi başardığı pembe yanakları hâlâ dinç gözüküyordu. Alın ve tepe kısmı çok inik olan başlığı, müslinden yapılmıştı. Birbirinden kaçmak ister gibi görünen, alnına ve ensesine düşen birkaç külahtan oluşuyordu. Saygın ve inançlı bir ifadesi vardı, gözlerinden dürüstlük okunuyordu. Bir tane bile dişi kalmamıştı. Her güldüğünde onu biraz daha genç kıza benzeten yuvarlak diş etleri görünüyordu. Kendi deyimiyle “toynak burnu” gibi duran çenesine rağmen duruşu yıllara meydan okuyordu. Kilisedeki azizeler gibi tertemiz olduğu fark ediliyordu.

Torununu eğlendirmek için daha neler yapabileceğini düşünerek pencereden dışarı baktı.

Gerçekten de şu an tüm Paimpol’de onun kadar gülünç şeyler anlatabilecek tek bir kişi daha yoktu. Mektuba oldukça komik üç, dört tane hikâyeyi sıralamıştı bile. Fakat hikayelerinin hiçbir yerinde kötülükten eser yoktu çünkü kadının içinde bir gram bile kötülük yer almıyordu.

Artık yaşlı kadının aklına bir şey gelmediğini gören küçük başlıklı kız mektubun üzerine adresi yazmaya koyuldu.

Mösyö Moan Sylvestre, Marie Gemisi, Kaptan Guermeur; Reykjavik’ten İzlanda Denizi’ne…

Daha sonrasına sorusunu sormak için başını kaldırdı.

“Bitti mi, Büyükanne Moan?”

Soruyu soran oldukça genç, her erkeğin tapacağı kadar güzel bir kızdı. Herkesin kumral olduğu bu yörede kirpikleri simsiyah, saçları ise çok açık sarıydı. Saçları kadar sarı olan kaşları da ona güçlü bir hava katıyordu. Kızıl bir çizgi üzerine yeniden çizilmiş gibiydiler. Yunanlıların yüzlerindeki gibi alın çizgisini mükemmel tamamlayan burnuyla küçük profili oldukça asil duruyordu. Alt dudağının hemen altındaki çukur, dudaklarının kenarlarını zarif bir şekilde belirginleştiriyordu. Bazen bir şey kafasına takılmışsa bembeyaz dişleri alt dudağını ısırıyor, bu da porselen gibi olan cildinin kızarmasına yol açıyordu. Tüm bu naif görüntüsünün altında kendinden emin, atalarının soyundan geldiğini belli eden İzlandalı denizcilere ait gururlu ve ağırbaşlı bir ifadesi de vardı. Gözlerinde hem inatçılık hem uyum aynı anda yer alıyordu.

Alnının aşağısına doğru inen başlığı kavkı şeklindeydi neredeyse bir saç bandı kadar sıkıydı. Başlığı, kulaklarının üzerine sarılmış iri örgülerinin görülmesini sağlamak ister gibi iki yana kıvrılıyordu.

“Büyükanne!” diye seslenmesine rağmen uzaktan bir akrabası olan bu yaşlı kadıncağızın başından neler geçtiğini görüyor, kendisinden farklı yöntemlerle yetiştirildiğini hissediyordu.

Kurnaz, denizden çevirdiği riskli işlerle zengin olan Mösyö Mevel’in kızıydı. Bu mektubun da yazıldığı, kenarları dantelli perdeleri, şehrin yeni modasına uygun yatağı ve mermerin görüntüsünü yumuşatan açık renk duvar kağıtlarının serili olduğu bu oda ona aitti. Tepelerinde evin eskiliğini anlatan kirişler de kireçle boyanmıştı. Dışarıdan bakıldığında durumu gayet yerinde bir burjuva ailesinin eviydi burası, camdan bakıldığında Paimpol pazarının yapıldığı gri, büyük açık alan da görülüyordu.

“Bitti mi Büyükanne Yvonne, ekleyecek bir şeyiniz var mı?” diye sordu.

“Hayır kızım, tarafımdan ‘Gaos’un oğluna selam olsun.’ şeklinde de not düş lütfen.”

Gaos’un oğlu… Diğer adıyla Yann… Bu ismi gururla kaleme alırken utancından kırmızılara bürünmüştü genç kız.

Kıvrımlı el yazısıyla son eklemesini yapar yapmaz, sanki meydanda çok ilginç bir şeyler dönüyormuş gibi kafasını cama çevirip ayağa kalktı.

Ayaktayken daha uzun görünüyordu, böyle durunca da katlanmayan korsesinin üzerinden belinin zarif kadınlara özgü kıvrımı okunuyordu. Başlığına rağmen, hoş bir hanımefendiye benziyordu. Daha önce hiç ağır bir işle uğraşmadığını belli eden elleri, herkesin güzellik anlayışına uymasalar da küçücük ve beyazdı.

Onun hayatı, babasının balık seferleri için İzlanda’da olduğu zamanlarda, annesi olmadan, terk edilmiş gibi duran, şirin, pembe, saçları darmadağın, isteği gözlerinden okunan, inatçı, Manş Denizi’nin çetin rüzgârlarıyla karşılaşmış, güçlü bir kız çocuğu olarak çıplak ayaklarıyla serin sularda koşturan bir Gaud kızı olarak başlamıştı. O zaman Paimpol’de gündelikçi olarak çalışan Büyükanne Moan ona sahip çıkmıştı. Bakması için de Sylvestre’ı ona emanet etmişti.

Ondan sadece on sekiz ay büyük olmasına rağmen kendisine emanet edilen küçük çocuğa -ki ikisi her anlamda tamamen birbirlerine zıtlardı- karşı anne şefkati hissediyordu.

Hayata nasıl bir başlangıç yaptığını, zenginlik ve şehir hayatına kapılmadan önceki o kızı anımsıyordu. Yalıların daha büyük, kumsalların daha sakin olduğu belirsiz ve gizemli dönemleri de hatırlıyor; her şey zihninde yabanlığın özgürlük düşü gibi canlanıyordu…

 

Henüz çok küçükken hatta belki beş, altı yaşlarındayken, gemi mallarını alıp satarak zenginleşen babası tarafından, önce Saint-Brieuc’e ardından Paris’e götürülmüştü.

O da evlerinin küçük Gaud kızından, yetişkin, ağırbaşlı, ciddi Matmazel Marguerite’e dönüşmüştü. Bretagne kumsallarındaki yalnızlıklardan farklı olsa da az çok kendi başının çaresine bakan biri olmuştu. Bununla birlikte çocuksu inatçılığını da korumuştu. Öğrendiklerini hayat ona kendiliğinden sunmuştu, o da hayatının başından beri onunla olan onurlu duruşunu korumayı başarmıştı. Elbette arada cüretkârlığı tutuyor, fazla dobra konuşabiliyordu insanların yüzüne karşı. Diğer kızlar gibi ne zaman bir delikanlıyla karşılaşsa bakışlarını hemen yere çevirmezdi hatta bazen hiç bakışlarının yerini değiştirmeden gözlerine bakardı, fakat bakışları o kadar dürüst o kadar kayıtsızdı ki genç adamlar ondan, yüreğinin temizliğinden bir an olsun şüphe etmezlerdi.

Bu büyük şehir, kendisinden çok kılık kıyafetini değiştirmişti. Breton kızlarının güçlükle vazgeçtikleri başlık modasını korumasına karşın, başka türlü giyinmesi gerektiğini de anlamıştı. Eskiden bir balıkçı kızının dolgun hatlarına sahip olan bedeni, zaman içerisinde bir hanımefendinin korselenmiş, zarif hatlarına dönüşmüştü.

Her sene babası ile birlikte Bretagne’e geri geliyordu. “Papatya” anlamına da gelen eski ismi Gaud’a kavuşuyordu. Belki de haklarında çok fazla konuşulan, her sene biraz daha eksilen İzlandalı Balıkçıları merak ettiğinden, belki de kendisine çok uzak görünmesine rağmen, sevdiği adamın yaşadığı İzlanda’yı ziyaret etmek için yapıyordu bunu…

Sonunda bir gün, ömrünün geri kalanını Paimpol’de bir burjuva gibi geçirmek isteyen babasının isteği üzerine memleketine geri dönmüştü.

Fakir ama tertemiz, iyi yürekli büyükanne mektubu son bir kez daha okuyup zarfa yerleştirince teşekkür edip kızın yanından ayrıldı. Hâlâ, fazlaca uzakta yer alan Ploubazlanec ülkesinin girişinde yer alan küçük bir kıyı köyünde, oğullarını doğurduğu, torunlarını büyüttüğü o eski kulübede yaşıyordu.

Şehirden geçerken kendisine selam veren kimsenin selamını geri çevirmeden yoluna devam etti. Ülkelerinin en cesur, en köklü ailelerinden birinin başlıca büyüğüydü.

Tertemiz, düzenli ve kendine bakan hâli, üzeri yamalı elbiselerle bile hâlâ hâli vakti yerindeymiş gibi gözükmesini sağlıyordu. Şık kıyafetlerinin bir parçası olan ve şehrin köklü ailelerine özgü kahverengi şalını hâlâ kullanıyordu. Şalının üzerinde belki de altmış yıllık başlığının külahları düşüyordu. Kendi düğününde taktığı, pek de zarif olan mavi şalını ise oğlu Pierre’in nikâhı içi saklamıştı. Düğününden sonra da sadece pazar günleri kullanmak için evinde özellikle muhafaza ediyordu.

Dik ve gururlu yürüyüşüyle hiç de yaşlı gibi durmuyordu. Sahiden de hafif öne çıkmış çenesine karşın, yürüyüşü ve yüzündeki dürüstlükle insan onu güzel bulmaktan kendisini alamıyordu.

Çevredekilerin tamamı ona saygı duyuyordu, bunu yanından geçen herkesin ona verdiği selamdan bile anlamak mümkündü.

Yol üstünde bulunan eski âşığının dükkânının önünden geçti. Eskilerin çapkın, yakışıklı marangozu; şimdilerde oğulları içeride çalışırken kendisi hep kapıda oturan seksenli yaşlarındaki adam. İki defa bizim büyükanneye evlenme teklif edip reddedilince hâlâ kendine gelemediği söyleniyordu. Artık yaşı da gereği bu olay komik bir kine dönüşmüştü. Ne zaman yaşlı kadın kapının önünden geçse ona “Hey güzellik! Ne zaman ölçülerini almaya gelelim?” diye sesleniyordu.

Büyükanne Moan da her seferinde hazır olmadığını söyleyip zarifçe teklifi geri çeviriyordu.

Aslında yaşlı adam yaptığı şakayla, herkesin sonunda giymek zorunda olduğu kefen ve tahta tabutu kastediyordu.

“Pekâlâ, siz bilirsiniz güzellik, aman ha rahatınızı bozmayın!” diyordu adam.

Aynı saçma şakayı yaşlı kadını ne zaman görse yapardı fakat bugün Büyükanne Moan’ın gülmeye hâli yoktu. Kendini oldukça yorgun, aralıksız üzerine binen yüklerden ezilmiş hissediyordu. İzlanda’ya döndüğü zaman askere gidecek olan en küçük torununu düşünüyordu. Beş sene! Dile kolay… Belki Çin’e savaşa gidecek… Peki ya küçük torunu geri döndüğünde kendisi hâlâ hayatta olacak mıydı?

Ne zaman bunlar aklına gelse içini geçmek bilmeyen bir sıkıntı kaplıyordu. Hayır, kesinlikle kendini göstermeye çalıştığı kadar neşeli değildi bu ihtiyar kadın. Yine yüzü, ağlayacakmış gibi büzülmüştü.

Gerçekti bu, olacaktı. Sonunda kalan son torununu da koparıp alacaklardı ondan. Ne vahim! Belki de onu bir kez daha göremeden tek başına ölüp gidecekti.

Torununun gitmesini engellemek için, tek dayanağı o olan ve artık çalışamayan büyükanne sebep olarak kendisini göstermişti. Fakat dul bir balıkçı karısı olmasına rağmen yaşadığı evle yeterince fakir bulunmamış bir de asker kaçağı diğer torunu Jean Moan hesaba katılınca isteği geri çevrilmişti.

Eve geldiğinde oğulları, torunları ve tüm ölmüşler için dualar okudu. Ardından gönlünden kopan her sözcüğü sıralayarak küçük torunu için dua etti. Bir yandan uyumaya çalışırken bir yandan da yakın zamanda giyeceği tahta kostümü düşününce yüreği sıkıştı.

Muallifning boshqa kitoblari