Kitobni o'qish: «İskandinav Mitolojisi»
Önsöz
Bu eserin Norveççe orijinali, Norveç Tarih Okulu’nun kurucusu Peter Andreas Munch tarafından yazıldı. Munch aynı zamanda genel tarih, arkeoloji, coğrafya, entografya, dilbilim ve hukuk gibi çalışmasıyla alakalı alanlarla da ilgileniyordu. Çeşitli dallarda ortaya koyduğu çalışmalar, geçerliliklerini zaman içinde korumayı başardı. En önemli eseri, Norveç’in 1397 yılında katıldığı Kalmar Birliği’yle sona eren eski bağımsızlık dönemini de kapsayan Norveç Halkının Tarihi (Det norske folks historie, 8 cilt. 1851–63), tarihçiler tarafından hâlâ kaynak olarak kullanılmaya devam ediyor. Munch’ün akademik çalışmalarının önemi, bu çalışmaların Norveç kültürünün modern rönesansına sağladığı etkide yatıyor. Munch, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında (tıpkı Wergeland’ın ondan önce, Bjørnson’un da ondan sonra gelmesi gibi) ülkenin en entelektüel kişisi olarak öne çıkıyordu. Norveç’te var olan ve devamlı güçlenen ulusal ruh, daha önceki nesillerin çıkarttığı kabiliyetli liderlere büyük ölçüde borçlu ki Munch de onlardan biriydi. Bir tarihçi olarak, antik İskandinav şiiri ve destanlarının bir editörü olarak, Norveçlilerin kutsal mitlerinin ve efsanelerinin bir kayıtçısı olarak Munch, geçmişin Norveç’i ile dönemin Norveç’i arasında tarihsel bir bağ kurma konusunda müthiş işler başardı. Onun zamanından sonra Norveçliler, Munch’ün ateşlemek için çok uğraştığı o ulusal bilincin verimli yönünü güçlendirmek ve derinleştirmek için başta tarih olmak üzere halk bilimi ve ilgili konularda çalışmalar yaptılar.
İlk kez 1840 yılında basılan Munch’ün İskandinav Mitolojisi kılavuzu aslında; Norveç, İsveç ve Danimarka tarihi üzerine hazırlanmış bir okul kitabına tamamlayıcı kitap olması amacıyla yazıldı. Hem öğrenciler için bir kitap olarak hem de genel bir kaynak çalışması olarak geçerliliğini korudu. Kitabın, bu çevirinin de temel alındığı üçüncü baskısı (1922), konunun güncel bir şekilde ele alınması için gelen talepler üzerine Oslo Üniversitesi’nden Profesör Magnus Olsen tarafından hazırlandı. Olsen, orijinal kitabı bütünüyle baştan yazmak yerine Munch’ün çalışmasını revize etmenin daha doğru olacağını düşündü, böylelikle sonradan hem sevilen hem de akademide kabul gören bir ciltte yer alan araştırmaların sonuçlarını da kapsama dahil edebilecekti. Profesör Olsen’ın revizyonuyla beraber Munch’ün çalışmasının değeri büyük ölçüde arttı.
İskandinav Mitolojisi, hem eski İskandinav edebiyatı meraklıları için hem de kuzey mitleri ve efsaneleri için güvenilir bir kaynak arayan genel okur için aynı ölçüde yararlı bir eser olacaktır.
Öncelikle düzenlediği versiyonun diğer dillere çevrilmesi için izin veren Profesör Magnus Olsen’a; değerli önerileri için de Amerikan-İskandinav Vakfı’nın yayın komitesi başkanı olmasının yanı sıra Columbia Üniversitesi’nde profesör olan William Witherle Lawrence’a teşekkürlerimi sunarım.
Giriş
Norveç dilinde yazılmış şiirlerden ve çok eski tarihlerde yaşamış yazarların kayıtlarından öğrendiğimiz haliyle atalarımızın mitolojisi, aslında bizlere hakiki pagan biçimiyle ulaşmadı. Mitolojinin günümüze kadar ulaşan biçimi, inananların eski tanrılara olan mutlak inançlarını kaybetmeye ve bu tanrılardan şüphe duymaya başladığı, kadim tanrıların kendilerine verebileceğinden daha asil ve daha iyi bir tesellinin işaretlerini yakalayabildikleri bir dönemden geliyor. Dahası mitolojiyi öğrendiğimiz bu kaynakları, Hıristiyanlığın Norveç’te ortaya çıkmaya ve yayılmaya başladığı dönemden yüz yılı aşkın bir süre önce İzlanda’ya giden Norveçli göçmenlerin oluşturduğu görülüyor. O zamanlarda bu mitolojinin ana çizgileri Cermen kabileleri olarak anılan halklar arasında çok yaygındı. Bir yanda Norveçliler, İsveçliler ve Danimarkalılar, öbür yanda Gotlar, Frenkler, Saksonlar, Suabiyalılar, Frizler, Anglosaksonlar ve diğer halklar bunlar arasında sayılabilir. Bununla birlikte durumun doğası itibarıyla, Cermen kabilelerinin yavaş yavaş dil, gelenek, yaşam tarzı açısından birbirlerinden ayrılmaya başlaması ve böylece gelişimlerinin farklılık göstermesi üzerine, mitoloji ve inancın da bu kabilelerin her birinde farklı bir niteliğe bürünmesi kaçınılmazdı. Hatta tarih öncesi dönemin başlarında, Cermen olmayan daha gelişmiş komşu halkların etkilerinin yanı sıra, Cermen kabileleri arasındaki karşılıklı ilişkiler de mitolojinin yapısını etkilemiş olmalıydı. Bu sebeple antik İskandinav inancı, Kuzey veya Cermen halklarının inancı ve mitolojisiyle paralel olmaktan çok uzak bir durumdadır. Bu meselenin kanıtı, pagan dönemi boyunca çeşitli Cermen kabilelerinde var olan dini şartlara dair öne sürülen beyanların üstünkörü karşılaştırılmasıyla bile keşfedilebilir. İsveçlilerin ve Danimarkalıların çok azı doğrudan gelenekle aktarılan pagan inançları da, paganizmin sona ermeye başladığı dönemde Norveç ve İzlanda’da süregelen inançtan birçok açıdan farklılık gösteriyor olmalıydı. Bu eserin takip edeceği yönteme göre Norveç–İzlanda mitleri en öne çıkan mitler olacak. Bizi özellikle alakadar eden mitler bunlardır, ayrıca bütünüyle mitolojiye benzer bir anlatı inşa etmek de yalnızca bu mitlerin kullanımıyla başarılabilir. Buna rağmen diğer Cermen halkları arasında yaşamaya devam eden dini geleneklere de yeri geldiğince başvuracağız.
Hıristiyanlık yayıldıkça Cermen kabileleri arasındaki pagan inancı gitgide etkisini yitirdi. Bu, önce İsa’nın doğumundan yaklaşık beş yüz yıl sonra Fransa’da, bundan bir ya da iki yüz yıl sonra İngiltere’de gerçekleşti. Nihayetinde 800 yılı civarında Şarlman aracılığıyla yeni inancı benimseyecek Saksonların bulunduğu Almanya, son pagan kabilelerine ev sahipliği yapıyordu. Paganizm, kuzeydeki yerini korumakta daha inatçıydı; İzlanda’daki etkinliğini on birinci yüzyılın başına dek bırakmadı, Norveç ve Danimarka’da ise buna ek olarak 30 yıl daha var olmayı sürdürdü, son olarak İsveç’te ise aşağı yukarı 1150 yılına kadar yerini korudu.
Daha güneye inildikçe eski inançlar öylesine kökünden kazınmıştı ki geriye çok az hatıra kalmıştı. Üstelik pagan inancı hakkında olağan (bile olsa) beyanlar veren erken dönem yazarlarının sayısı da çok azdı. Üstelik bu beyanlar bütünlükten ve doğruluktan uzak olan, önyargı ve küçümsemenin açık damgasını taşıyorlardı. Daha yakın güneyde, hatta Cermen kabilelerin bulunduğu topraklarda bile kuzeydekine kıyasla atadan kalma gelenekleri korumak için derin bir arzu ya da gereksinim mevcut değildi. Gerçi bu tür bir eğilim baskın gelse bile Katolik papazlar duruma el atıyordu. Dahası, geçmişe dair hatıratları kaydetmeye ilgi duyan yazarların neredeyse tümü din adamlarından oluşuyordu ve bu kişiler eski tanrılara gerekenden çok atıfta bulunmayı günah olarak görüyorlardı. Durum kuzey topraklarında daha farklıydı. Pagan inancı orada daha sağlam köklere sahipti, eski gelenekleri keşfetmeye ve atadan kalma kahramanlık öyküleri dinlemeye olan ilgi daha fazlaydı. Üstelik daha da önemlisi ruhban sınıfı burada güneyde olduğu kadar etkili bir nüfuza asla sahip olamadı. Bu koşulların oluşmasındaki başlıca sebep (en azından Norveç ve İzlanda’da), insanların hem yazmada hem konuşmada anadillerine sahip çıkması ve kilisenin dili olan Latincenin buralarda hiçbir zaman kök salamamasıydı. Güneydeki ruhban sınıfı gibi Latince yazmak, kuzeyli tarihçiler için yarar sağlamazdı, zira öylesi bir durumda ne yazdıklarını çok az kişi anlayabilirdi. Böylece tarih yazını, ruhban sınıfının değil, din adamı olmayan kişilerin meşgalesi durumuna geldi. Kaldı ki atalarımız, ozan şiirleri ve şarkılarına aşırı derecede düşkünlerdi. Ozanlar dizelerini anadillerinde yazıyordu, bir de temsil ve kişilerin çoğunu mitolojiden aldıklarından, mitlerin incelenmesi hem şairler hem de onların dizelerini dinleyen kişiler için elzemdi. Örneğin Hallfred, vaftiz edilmesi hakkında Kral Olaf Tryggvason’a verdiği beyanatta, söylediği şiirlerde ne kadim tanrılarla alay edeceğini ne de onların isimlerini anmaktan çekineceğini belirtmişti.
İşte bu şartlar itibarıyla eski mitolojinin bilgisi Norveç ve İzlanda’da hayatta kaldı. Uzun bir süre boyunca, paganların varlığını sürdürdüğü bir toprak parçası bulmak için komşu İsveç Krallığı’nı ziyaret etmek gerekmeyecekti. İzlanda’da şiir ve tarihe olan genel ilgi o kadar coşkuluydu ki Hıristiyanlık ortaçağda büyük ölçüde yayıldıktan sonra bile İskandinav mitolojisi hakkında çok kapsamlı ya da hiç olmazsa olağanüstü iki kaynak kitap ortaya çıkabildi: Snorri’nin yazdığı Edda ve Sæmund’un yazdığı Edda. 1220 civarında muhteşem Snorri Sturluson tarafından yazılan Edda, halk ozanları için hakiki bir rehberdi. Eserin ilk bölümü, tanrılar ve yaptıkları büyük işler hakkında birkaç ayrı öykünün yanı sıra, bu inancın sistemini bütünüyle içeren bir anlatıma sahipti. Tam olarak “büyük büyükanne” anlamına gelen “Edda” tabiri kitabın ayrılmaz bir parçası haline geldi, çünkü eserin içeriği aslında “büyük büyükannelerin döneminden” gelen kadim anlatılardan ve şarkılardan oluşuyordu. Sæmund’un yazdığı Edda ise eski zamanların tanrılarını ve kahramanlarını “göklere çıkaran” şiirlerin bir derlemesiydi. Bu derlemenin ne zaman ortaya çıktığı tam belli değil, kanıtlar eserin Snorri’nin yazdığı Edda’dan daha yakın bir zamanda ortaya çıktığını öne sürse de tekil şiirler çok daha eskiye dayanıyor ve yazıya aktarılmadan önce zaten halk geleneğinde uzun bir süre var olmuşlardı. Sæmund’un yazdığı Edda “Eski Edda”, Snorri’nin yazdığı Edda ise “Yeni Edda” olarak da biliniyor1. Bunlara ek olarak mitoloji hakkında daha fazla bilgiye, birçok erken dönem şiirinde ve günümüze kadar ulaşan tek tük efsane anlatılarında ulaşılabilir, ancak bu kaynaklar iki Edda eseriyle kıyaslandığında hiçbir önem teşkil etmiyor. Velhasıl antik mitolojiye dair tatmin edici bilgiye yalnızca Norveç–İzlanda kökenli kaynaklardan ulaşılabiliyor.
I. Tanrı Mitleri
Dünyanın Yaratılışı – Devler – Æsir – Erkekler ve Kadınlar – Cüceler – Vanir – Elfler
Atalarımız, uzayın sonsuzluğunu engin bir boşluk olarak düşündüler ve bu boşluğa Ginnunga-gap adını verdiler. Boşluğun bir tarafında buz donları ve sis, diğer tarafında ise alevler ve sıcak vardı. Donmuş bölge Sisli Yurt ya da Niflheim, kavurucu bölge ise Terk Edilmiş Yurt olarak ifade edilen Muspellsheim adıyla biliniyordu. Niflheim’deki buzlar, Muspellsheim’in sıcaklığı karşısında yavaş yavaş erimeye başlayınca Niflheim’den Ginnunga-gap’a soğuk zehir nehirleri (Élivágar) akmaya başladı. İşte o sırada Muspellsheim’deki hayat veren ışık demeti, ilk canlıları gün yüzüne çıkardı: Ymir veya Aurgelmir adıyla bilinen kocaman bir dev (jotunn) ve devi sütüyle besleyecek inek Audhumla. Ymir’den diğer devler peydah oldu. Böylece Ymir, kötü dev ırkının atası haline geldi. Benzer şekilde inek Audhumla da tuzlu buz yığınlarını yalayarak yeni canlıları ortaya çıkardı. Böylece Buri hayat buldu. Buri’nin oğlu Borr ve Dev Bolthorn’un kızı Bestla’nın üç oğlu oldu: Odin, Vili ve Ve. Borr’un bu üç oğlu, iyi ve zarif kişilerdi ve Æsir2 ırkının ataları oldular.
Ymir’in soyundan gelenler sayılamayacak kadar çoğalınca Borr’un oğulları Ymir’i öldürdü. Bir tekne yardımıyla kendisini ve eşini kurtaran Bergelmir hariç tüm devler, Ymir’in kanında boğuldu. Æsir, dev ırkının kökünü kazıma girişiminde başarısız olmuştu ve Bergelmir’in soyu büyüyerek kalabalıklaştı. Devler ya da Jotunlar; Thursar (pursar), Buz Thursarları (hrímpursar), Ettinler (risar), Dağ Ettinleri (bergrisar) ve Troller (troll) gibi isimlerle de anılıyordu. Her zaman kötü amaçların peşindeydiler. Borr’un oğulları, Ymir’in bedeninden toprağı, gökyüzünü ve denizi yarattılar. Bedeni toprağın, kemikleri dağların ve kayalıkların, saçları ağaçların ve çimenlerin, kafatası gökkubbenin, beyni ise bulutların biçimini aldı. Ymir’in bedenindeki larvalar, yeryüzünün altında veya kayaların içinde yaşayan küçük cücelere dönüştü. Cücelerin devlerle ilişkisi, Æsir ile olduğundan daha iyiydi.
Borr’un oğulları Odin, Vili ve Ve en başta Æsir’in tek üyeleriydi. Cansız bir doğayı şekillendirmekle yetinmeyip insanlar ve hayvanlar gibi duyarlı canlıları da yarattılar. İlk insan çifti olan Ask ve Embla, iki ayrı ağaçtan yaratıldı. Odin nefesi, Vili3 kavrayış yetisi olan ruhu, Ve (Lodur) ise beden ısısını ve ten rengini onlara bahşetti. Bu ikili, tüm insan ırkının atası oldu.
Borr’un oğulları, aynı zamanda gökcisimlerini de yarattılar. Bunun için Muspellsheim’den boşluğa saçılan kıvılcımları kullandılar. Güneş ve Ay iki ayrı yük arabasına yerleştirildi, bu arabaların her birini iki at çekiyordu. Güneş’i çeken atların adı Arvak ve Alsvin’di4. Güneş’in önünde yer alan kalkana Svalin5 deniyordu. Arabaların sürücüleri olarak Mundilfari’nin iki güzel çocuğu seçilmişti, bu çocukların isimleri de Güneş (Sol) ve Ay (Mani) idi. Mundilfari, çocuklarıyla öylesine gurur duyuyordu ki kızına Güneş’in, oğluna ise Ay’ın adını vermişti. Bunun üzerine Æsir, ceza olarak gökcisimlerini çeken arabaları sürme görevini Mundilfari’nin çocuklarına yükledi. Günlerden bir gün Ay, Byrgir Kuyusu’ndan ayrılan ve omuzlarında Simul diye bilinen bir sopa yardımıyla Soeg isimli kovayı taşıyan iki küçük çocuğu yeryüzünden çekip aldı. Çocukların adları Bil ve Hjuki, babalarının adıysa Vidfinn’di. Bil ve Hjuki, o günden beri Ay’ı takip ederler.
Devler ya da Buz Thursarları, Æsir’i rahatsız etmeye ve onların işlerini baltalamaya hiç ara vermeden devam ediyorlardı. Dev kurt adamların kalabalık neslinin annesi olan gudubet bir dev kadını, Ay ve Güneş’i takip eden ikiliyi parçalamaları için Skoll ve Hati adında iki dev kurt adamı doğurdu. Bu yüzden Güneş ve Ay, gökkubbenin bir ucundan diğer ucuna gittikleri yolculukta acele etmek zorunda kalacaklardı, gelgelelim nihayetinde bu yarışı kaybedeceklerdi. Acımasız ikili arasında en korkuncu Hati’ydi; Manigarm, yani Ay Tazısı olarak da biliniyordu. Devler insanlığa karşı o kadar düşmanca davranıyordu ki Æsir, Ymir’in kaşlarından dünyanın ortasını çevreleyen büyük bir kale inşa etmek zorunda kaldı. Bu kale ve içindeki her şey Midgard adını taşıyordu, buranın dışındaysa Jotunheim toprakları uzanıyordu. Æsir, evrenin merkezine kendi yuvaları olan Asgard’ı kurdular. Odin’in ulu tahtı Lidskjalf da orada bulunuyordu. Odin bu tahttan hem gökleri hem dünyayı, yani tüm evreni izleyebiliyor ve olanları görebiliyordu. Æsir ırkı da burada iyice dallanıp budaklandı, özellikle Odin’in bir dolu çocuğu oldu.
Æsir, cüceler, devler ve atalarımız dışında evrende Vanir ve elfler gibi başka doğaüstü canlılar da bulunuyordu. Vanaheim’de yaşayan Vanir ırkı, özellikle doğayla ilgili güçlere hâkimdi. Bir öyküye göre zamanında Æsir ve Vanir arasında bir düşmanlık baş gösterdi. Çatışma, rehine değişimi içeren bir barış antlaşmasıyla sona erdirildi. Æsir temsilci olarak Hoenir’i, Vanir ise Njord’u gönderdi; böylece Æsir arasındaki Vanir üyeleri çoğaldı. Frey ve Freyja da Vanir soyundan gelen diğer ilahlardandı. Genelde insanlıkla ilişkilendirilen elflerin ise bazıları iyi bazıları kötüydü. İyi elflere Işık Elfleri (ljós-alfar) adı veriliyordu, Güneş’ten bile daha parlaklardı ve Alfheim’de yaşıyorlardı. Kötü elflere ise Kara Elfler (svart-alfar, døkk-alfar) deniyordu, ziftten bile daha karanlıklardı ve toprağın altında yaşıyorlardı, bu yüzden zaman zaman cücelerle karıştırıldıkları oluyordu.
İda Düzlükleri – Valhalla – Yggdrasil
Æsir, Asgard’da devasa bir kale inşa etti. Kalenin tam ortasında İda Düzlükleri uzanıyordu. Burada iki muhteşem salon yükseliyordu: Odin ve diğer on iki büyük Æsir tanrısının ulu tahtlarının bulunduğu Gladsheim salonuyla, Frigg ve diğer tanrıçaların ulu tahtlarının bulunduğu Vingolf salonu. Odin’in tüm evreni izlediği Lidskjalf, gümüş bir çatıyla örtülü Valaskjalf salonunda bulunuyordu. Bununla beraber Asgard’ın en görkemli salonu, Æsir’in ziyafet salonu olan Valhalla’ydı. Odin burada yalnızca Æsir üyeleri için değil, aynı zamanda göçmüş kahramanlara (einherjar), yani ölümden sonra huzuruna çıkmış cesur savaşçılara da ziyafet veriyordu. Valhalla’da 640 portal bulunuyordu, bu büyülü kapılardan tek seferde 960 savaşçı geçebiliyordu.
Æsir tanrıları, yerle gök arasında Bifrost ya da Gökkuşağı olarak bilinen bir köprü inşa ettiler. Köprünün kırmızı ışığı aslında devamlı parlayan alevin ışığıydı ve devlerin köprüden geçişini engelliyordu. Bifrost, tüm köprüler arasında en müthiş ve en güçlü olandı, ancak nihayetinde her şeyin sonu geldiğinde o da parçalara ayrılıp yıkılacaktı.
Odin’in yanı sıra, evrende başlıca tanrılar olarak görülen on iki Æsir üyesi daha vardı. Kimin neye hükmedeceği aralarında belirlenmişti ve gerçekleşen olayları her gün birbirlerine danışırlardı. Odin, bu tanrıların da efendisiydi; tanrıların en ulu olanı, her şeyin koruyucusu oydu ve bu yüzden ona Herkesin Babası deniyordu. Tanrıların tahtlarının bulunduğu Gladsheim’de toplanırlardı. Evrenin hâkimi olduklarından tanrılara hükümdarlar (regin ya da rogn), güçlerin birleştiricileri ve bağlayıcıları (bond ya da hopt) veya kutsal olanlar(year) gibi unvanlar veriliyordu. Tanrıların ulu tahtlarına ayrıca yargı tahtları (rokstólar) ismi de veriliyordu. Æsir tanrıları beyaz, parlak, ışık saçan, yüce ve güçlü kişilerdi; savaş tanrıları (sigtívar) ya da cenk tanrıları (valtívar) olarak nam salmışlardı. İnsanları severlerdi, onları devlere, cücelere, Kara Elflere karşı koruyup adaleti ve dürüstlüğü gözetirlerdi.
Tanrılar, tüm Æsir üyelerinin katıldığı kutsal toplantılarını evrenin ağacı olan Dişbudak Yggdrasil’in gölgesi altında gerçekleştirirdi. Esas mabetleri orasıydı. Dişbudak Yggdrasil’in dalları tüm evrene uzanıyordu, üç kökü vardı: Bir tanesi Æsir yurdunda, diğeri buz devlerinin yurdunda, üçüncüsü ise Niflheim’in derinliklerinde bulunuyordu. Niflheim’deki kökün yanı başında tüyler ürperten bir kuyu vardı: Vergelmir. Burada Nidhogg adında korkunç bir yılan yaşıyordu. Nidhogg, bir dolu diğer yılanla birlikte Yggdrasil’in kökünü ısırıyor ve onu çürütmeye çalışıyordu. Buz devlerinin yurdunda bulunan kökün yanı başında da bir kuyu vardı. Bu kuyu, Bilge Mimir adıyla tanınan deve aitti. Kuyuda yüce bir bilgelik saklıydı ve Mimir her gün bu kuyudan su içerdi. Æsir’in yurdunda bulunan üçüncü kökün yanı başında da Urd’un Kuyusu denen bir kuyu vardı. Tanrılar, burada bir araya geliyorlardı. Dişbudak ağacının dalları birçok hayvana ev sahipliği yapıyordu; bilge bir kartal, bir şahin, dört geyik ve Ratatosk adındaki küçük bir sincap, devamlı bir aşağı bir yukarı inip çıkarak kötülükle dolu mesajları kartal ve Nidhogg arasında taşırlardı.
Odin
Yüce Tanrı Odin, Herkesin Babası unvanının yanında birçok farklı isme de sahipti. Ygg (Korkunç), Gangrad (Muzafferi Belirleyen), Herjan (Cenk Tanrısı), Har (Ulu), Jafnhar (Yüce), Thridi (Üçüncü)6, Nikar, Nikud, Bileyg (Kurnaz Gözlü), Baleyg (Alev Gözlü), Bolverk (Talihsizliğin Yaratıcısı), Sigfather (Savaş ve Zaferin Babası), Gaut ya da Geat (Yaratıcı), Roptatyr, Valfather (Katledilmişlerin Babası) gibi isimlerle de anılıyordu. Odin, tüm tanrılar arasında en bilge olanıydı. Bir mesele ortaya çıktığında herkes ona danışırdı. Dev Mimir’in kuyusundan bilgelik suyu içmişti. Bir gözünü Mimir’e rehin olarak verdiğinden tek gözlü, görece yaşlı bir adam olarak betimleniyordu. Aynı zamanda kalkan ve mızrak kuşanmış güçlü ve yapılı biri olarak da resmediliyordu. Odin, tanrılara ve kahramanlara ziyafet verdiği Valhalla ve Vingolf’ta yalnızca şarap içerdi, şarap onun için hem et hem de içecek vazifesi görüyordu. Kendi payına düşen etlerden yemediklerini Geri ve Freki7 isimli iki kurduna yedirirdi. Odin’in ayrıca Hugin ve Munin (Düşünce ve Hafıza) adında iki kuzgunu vardı, biri sağ biri sol omzuna tünerdi. Odin, bilgeliğinin büyük bir kısmını bu kuzgunlara borçluydu. Zira her gün evrenin uzak köşelerine uçarlar, gördükleri şeyleri Odin’e anlatmak için akşam yemeğinde geri dönerlerdi, bu yüzden Odin’e Kuzgunların Tanrısı da denirdi. Odin, Valaskjalf’taki ulu tahtı Lidskjalf’tan yaşanan tüm şeyleri görürdü. Sekiz bacaklı ve evrendeki en hızlı at olan Sleipnir ile istediği yere giderdi. Mızrağı Gungnir ile nişan aldığı her şeyi vururdu. Değerli yüzük Draupnir’i yanından ayırmazdı, bu yüzükten her dokuz gecede bir aynı güzellikte sekiz yüzük daha düşerdi.
Görünüşe göre Odin’e olan inancın bir kısmı, insan kurbanının tuhaf bir türünü içeriyor. Bu durum, büyük ölçüde bizim atalarımızın onu inatçı ve zalim bir tanrı olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bazı efsane anlatılarında geçtiğinde göre8 Odin’in ağaçta asılması, mızrakla yaralanması ve kendini kendine adaması gibi örnekler sonucunda Odin’e adamak için insanları asmak ve onları mızrakla yaralamak bir gelenek haline gelmişti. Bu sebeple ozanlar Odin’e “Asılmışların Tanrısı” ya da “Darağaçlarının Efendisi” de diyorlardı. Odin, kuzgunlarını asılmışların yanına gönderir ya da bizzat kendi bu darağaçlarına gider ve büyülü sözcüklerle asılmış kişiyi konuştururdu. On birinci yüzyılda yaşamış bir tarihçi olan Bremenli Adam, Uppsala’daki tapınağın yakınlarında kurban ağaçlıkları bulunduğunu ve buradaki kutsal ağaçların dallarında birçok insanın asıldığını söyler9. Hiç şüphesiz bu kayıt, Odin’e sunulan kurbanlarla ilişkili. Snorri, Odin için verilen bu kurbanların Ynglinga Saga ile çok yakından ilişkili olduğunu öne sürüyor. Çünkü oradaki öyküye göre Odin, ölümünden hemen önce bedenini bir mızrağın ucuyla işaretliyor ve böylece “kendini silah zoruyla ölen tüm kişilere adıyor”. Ayrıca “Njord hastalıktan ölüyor, ama ölmeden önce kendini Odin’e sunmak için mızrakla işaretlenmeyi kabul ediyor”. Buradan hareketle Odin’in yalnızca asılan insan kurbanları değil, aynı zamanda doğal ölümlerden kaçınıp bedenini mızrakla yaralamak gibi bir seromoniye girişenleri kabul etmesi de muhtemel görünüyor. Hatta savaşmak için ilerleyen bir ordu, savaşa girmeden önce düşmanlarının üzerine mızraklarını atarak ve “Odin hepinize sahip olacak,” diye bağırarak onları Odin’e adayabilirdi. Odin, bu tür fedakârlıklardan memnun olurdu, çünkü tanrıların ve insanların düşmanlarına karşı gerçekleşecek nihai savaşa girişmeden önce, yanına toplayabildiği kadar kahraman toplamak istiyordu. Bu, onun için çok önemliydi.
Æsir içinde birden fazla savaş tanrısı bulunuyordu, ama en önde gelenleri Odin’di. Bu yüzden savaşa “Odin’in Fırtınası” ya da “Ygg’ün Avı”, mızraklara ise “Odin’in Ateşi” deniyordu. Şu da var ki Odin, her yerde en yüce tanrı olarak görülmüyordu. Onun ismiyle ilişkilendirilen inanç, güneyden kuzeye görece geç bir dönemde gelmişti. Odin’le ilişkili yer adları, Odin’e tapılan çeşitli bölgelerin sınırlarını belirleme konusunda, birleştirici bir öğe olarak değerli bir yardım sağlıyor.
Odin’in eşlerinin adı Jord ve Frigg’di. Grid ve Rind adında iki dev cariyesi de vardı. Thor (Jord’dan), Balder (Frigg’den), Vidar (Grid’den), Vali’nin (Rind’den) yanı sıra Heimdal, Hod ve Bragi de onun evlatlarıydı. Bütün bu çocukları başlıca tanrılar arasında bulunuyordu. Diğer çocukları arasındaysa Tyr, Meili ve Balder’ın ölümü sonrasında tanrılar tarafından cehenneme gönderilen haberci Hermod vardı. Eski krallar ve prensler, Odin’in soyundan gelmekle övünürlerdi. Bu sebeple daha sonra Odin’le ilişkilendirilecek evlatlar arasına Danimarka krallarının atası Skjold, Haloigja ailesinin atası Sæming (Lade bölgesinin earl’leri), Volsungların atası Sigi ve dahası da eklendi.