Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İsfahan'a Doğru»

Shrift:

ÖN SÖZ

Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse Orta Çağ’da olduğu gibi benim yanımda menzilden menzile ve yavaş yavaş yürümeye razı olsun. Kim benimle beraber İsfahan’da gül mevsimini görmeye gelmek isterse hayvanların düştüğü fena yollarda beygirle seyahat tehlikelerini ve kervansaraylarda toprak hücrelerde üst üste ve sineklerle bitler arasında yatmak rahatsızlığını göze alsın…

Kim benimle beraber bu harabe ve esrarengiz eski şehri, kasvetli havasında, zaman ile bozulmamış bütün mineli mavi kubbe ve minareleriyle beyaz haşhaş tarlaları ve kırmızı gül bahçeleri ortasında görmek, benimle beraber bir eşsiz mayıs seması altında İsfahan’da bulunmak isterse yakıcı güneşte ve hadden çok yüksek mahallerin sert ve soğuk rüzgârları önünde dünyanın en yüksek ve en geniş yaylaları olan ve vaktiyle beşeriyetin beşiği iken bugün çöl hâlinde bulunan Asya’nın bu yaylalarında uzun uzadıya yürümeye ve harekete hazır bulunsun…

Eski sarayların harabeleri önünden geçeceğiz ki bunların kâffesi mermerden daha dayanıklı ve daha nazik kurşunî renkte bir cins çakmak taşından yapılmıştır. Orada vaktiyle dünyanın sahip ve hâkimleri ikamet ederlerdi. Methallerinde iki bin seneyi mütecaviz zamandan beri, insan çehreli ve bir hükümdar tacını hamil boğa şeklinde iki cesim heykel muhafızlık ediyor. Geçeceğiz, fakat etrafta yeşil arpa ve çiçekli otların sınırsız sükûtundan başka bir şey bulunmayacak.

Kim benimle beraber gül mevsimini görmeye İsfahan’a gelmek isterse karşısında Alp dağlarının en yüksek tepeleri kadar yüksek, renksiz tuhaf çiçeklerle ve kısa otlarla gizli olan bitmez tükenmez ovalar bulmaya hazırlansın ki orada ancak uzaktan uzağa harabe olmaya meyletmiş, ve en güzel firuzeden daha cazip mavi renkte kubbeli ufak camiyle koyu kumru renginde topraktan inşa edilmiş köyceğizler görünür.

Kim benimle beraber buralara gelmek isterse tenhalık, sıkıntı ve seraplar içinde geçecek bir çok günlere katlansın…

BİRİNCİ KISIM
YOLDA

Salı, 17 Nisan

Bağları çözülen göçebe eşyamız gurup vakti toprak üzerinde karmakarışık, ıslak ve acınacak bir hâlde duruyor. Karanlık gökte bulutlar altında kuvvetli rüzgâr esiyor. Biraz sonra Allah’a sığınarak gideceğimiz uzak kum ovaları ufukta aydınlık görünüyor… Çöl gökten daha az karanlık. Buşir limanından kiralamış olduğumuz büyük bir yelken kayığı bizi buraya Acemistan Körfezi’nin yakıcı sahili üzerinde tenhalıklar eşiğine attı. Burada hava, bizim iklimlerin adamları için güçlükle teneffüs edilebilecek derecede sıtmalı. Burası Şiraz’a ve İran’ın merkezine doğru gidecek kervanların teşekkül ettikleri mahaldir.

Hint’ten hareket edeli üç hafta olmuştu ki bindiğimiz vapur sahil boyunca ağır ve sıcak sular üzerinde sürüklenerek bizi yavaş yavaş getirmişti. Ve birkaç günden beri şark tarafında, kâh mavi kâh pembe renkte ve bizi gözetliyor gibi görünen azim bir set görmeye başladık ki bu akşam da yanımızda dikilmiş duruyor: Seyahatimizin gayesi olan ve Asya’nın geniş yaylaları üzerinde iki üç bin metre irtifada bulunan İran’ın pervazı…

Acem toprağında gördüğümüz ilk muamele sert oldu: Veba hastalığı olan Dombay’dan geldiğimiz cihetle Fransız uşağımla beraber bataklık bir adacık üzerinde yalnız başımıza altı gün karantinada beklemek iktiza etti.

Her akşam bir kayık bize açlıktan ölmeyecek kadar nevale getirirdi. Hamam gibi sıcak bir yerde, yanımızdaki Arabistan’dan kopan sıcak kum fırtınaları ortasında, ne olduğu bilinmez, anlaşılmaz bir şekilde boralar içinde, uzun uzadıya azap çektik. Gündüz güneşin ateşiyle sinekler ve haşarattan, gece otlar içinde saklanan binlerce muzır böceklerden rahatsız oluyorduk.

Nihayet Buşir limanına kabul edildik. Burası keder ve ölüm memleketi, lanetli bir gök altında harabeler yığını bir memleket. Hemen hazırlıklarımızı yaptık. Çadırlar satın aldık. Atlar, katırlar ve katırcılar kiraladık. Onlar bize yetişmek için bu sabah küçük bir koyu dolaşarak hareket ettiler. Biz öldürücü bir güneş altında yürümemek için deniz yoluyla doğru bir hat istikametinde geçtik.

İşte bu çölün girişinde köye benzer bir enkaz yığını karşısında bulunuyoruz. Orada paçavralar giyen halk duvarların kenarına oturmuş bizi seyrederek tütün içiyor…

Sahil kumluk olduğundan kayığımız yüz metre uzakta durmaya mecbur oldu. Yarı çıplak kayıkçılar bizi sular akan omuzlarında karaya götürdüler. Onlarla uzun uzadıya muhavere, bize muhafız süvariler vermek için emir alan mahallî hâkimi ile ve nihayet hayvanları hâlâ gelmemiş olan kervanbaşımla uzun müzakereler…

Her tarafta rüzgârla kımıldayan sonsuz geniş alan… Çöl ve deniz genişliği… Sığınacak bir yer yok. Eşyamız karmakarışık, gün bizim karışıklığımızı seyrederek batmak üzere…

Birkaç damla yağmur… Lakin buralarda buna ehemmiyet veren olmuyor; biliyorlar ki yağmur yağmayacak ve yağamaz… Tütün içmek için yıkık duvarlara oturmuş olan adamlar akşam namazını kılıyorlar. Ve korkunç gece etrafı kaplıyor.

Biz hâlâ hayvanlarımızı bekliyoruz. Karanlıkta ara sıra çıngırak seslerinin yaklaştığı işitiliyor. Bu, bize her defasında ümit veriyor. Lakin hayır, bunlar geçen yabancı kervanlardır, yirmişer, otuzar katır yanımızdan geçiyor; eşyalarımızı ve bizi çiğnememeleri için adamlarımız haykırıyor. Onlar derhâl karanlık içinde kayboluyor. (Biz burada İran’ın en büyük yollarından biri olan Buşir-İsfahan yolunun ağzında bulunuyoruz ve bu harap hâlde bulunan limancık pek işlek bir geçittir.)

Nihayet bizimkiler de kuvvetli çıngıraklarla gelebildiler.

Basık ve fırtınalı bir gök altında gittikçe karanlıklaşan bir gece…

Her şey yere karmakarışık atılmış… Hayvanlar sıçrıyor, çifte atıyorlar… Vakit geçiyor, biz yola çıkmalıydık. Uyku kâbuslarında bazen böyle halledilemeyecek müşkülat ve gittikçe artan zulmetler arasından çıkılamayan karışıklıklar olur. Hakikaten Buşir’de acele ile satın alınan ve bağlanamayan silahlar, yorganlar, çanak, çömlek gibi kum üzerinde bırakılmış birçok eşyanın gece karanlığında toplanıp bu çıngıraklı katırlara yükletilmesi ve onların bizim arkamızdan sıra ile muzlim çöl içine dalmaları gayrikabil gibi görünüyordu.

Bununla beraber işe başlanıyor, ara sıra namaz için fasıla veriliyor. Eşyayı muhtelif renkli büyük yün heybeler içine koymak, sicimlerini sıkmak, sonra iple bağlamak, ağırlığını tahmin etmek ve her hayvanın yükünü dengeli yapmak… Bütün bunlar, karanlık bora içinde iki ufak fenerin ışığıyla yapılıyordu.

Bir yıldız görünmüyor… Gökte en ufak ziyanın düşmesine müsait bir boşluk yok. Sağanaklar, iniltili bir gürültü ile kumları kasırga hâlinde kaldırıyor. Ve muttasıl göze görünmeyen taraftan çıngırak sesleri işitiliyor, geçen meçhul kervanlar… Akşam benim muhafızlarımı teşkil edeceklerdir. Yerdeki daima o iki ufak fener ki hafif ışıklarıyla çekirgeleri celp ediyor, bu yeni gelenleri belirsiz surette aydınlatıyor; ince suratlar üzerine siyah yüksek külahlar; uzun saçlar, uzun bıyıklar, belleri sarkık uzun libaslar ve kanat gibi sarkan cepkenler… Nihayet, göçebelerin dostu olan ay, ufkun hizasında bir yırtık içinde geniş ve kırmızı şekilde görünerek bu karanlık boşluğu aydınlattı, aynı zamanda ziyası yakındaki suların üzerinde al bir örtü gibi uzandı. Basra Körfezi’nin bir köşesine ve yarın tırmanmaya başlayacağımız bu büyük dağlar silsilesine ait alanı yandan gösterdi.

Faydalı aydınlığı çöl üzerine yayıldı ve artık kâbus ihtimallerine son vererek ve bizi parlak kumlar üzerinde siyahımsı şekillerle birbirimize göstererek ve hususiyle aynı bir kervanın adamları olan bizleri diğer kafilelerden veya orada burada tutunan yağmacılardan ayırarak bizi içinden çıkılmaz karışıklıklardan kurtardı…

Dokuz buçuk… Rüzgâr sakinleşiyor; bulutlar taraf taraf yırtılıyor, yıldızlar görünüyor. Eşyamızın hepsi bağlanmış ve yüklenmiştir. Üç askerim at üzerinde duruyor ve uzun tüfeklerini doğru tutuyorlar… Atlarımızı getiriyorlar, biz de biniyoruz… Çıngırakların birlikte çıkardıkları neşeli sesle kervanın yerinden kımıldadı ve nihayet karışık ufak kümeler şeklinde o sonsuz sahranın içinde muayyen bir istikamette ilerlemeye başladık.

Kurşun renkli, çorak sahra, kumlardan sonra hemen başlıyor, güneşte kurumuş izlerden kalbura dönmüş bir toprak, uzun vakitlerden beri çiğnene çiğnene daha açık kurşunî rengi almış döküntü ve serpintiler bize yol hizmetini görüyor. Bunlar önde sonsuzluk içinde kaybolacaklar.

Kervanım yürüyor! Altı saat yolumuz var. Sabahın üçüne veya dördüne doğru ilk konak yerine varacağız.

Bütün cesareti kıracak surette başlayan bu azimet asla muvaffak olamayacak gibi görünmüşken, işte kervanım, hiçbir şeyin tehdit etmediği sonsuz çöl içinde hem de oldukça seri, hafif ve sakin surette ilerliyor. Şimdiye kadar asla gece vakti çölde seyahat etmemiştim. Fas’ta, Suriye’de, Arabistan’da daima guruptan evvel çadırlar kurulurdu. Lakin burada güneş o kadar öldürücü ki ne insanlar ne de hayvanlar gündüz seyahate tahammül edebilirler. Bu yollar yalnız gece hayatını bilirler.

Ay, gökte yükseliyor, hâlâ dağılmayan bulutlar onu zaman zaman gizliyorlar. Meçhul muhafızlar, pek acemice çehreler; ben bu yeni çehreleri, esvapları, eyer ve silah takımlarını, ilk defa olarak görüyorum.

Çıngırak seslerinin düzenli ahengiyle çölde ilerliyoruz: Kalın ses veren büyük çıngıraklar, katırların karnında asılı… Ufak çıngıraklar boyunlarında çelenk teşkil ediyor; maiyetimdekilerden bazılarının da rüya görüyorlarmış gibi pek hafif surette şarkı söylediklerini işitiyorum.

Kervanıma yalnız ve aynı şey oldu… Yalnız ve hatta bütün ki bazen sıra ile uzanıyor, ay aydınlığı altında, kurşunî sonsuzluk içinde, itidal haricinde seyrekleşiyor, sonra kendiliğinden sıklaşıyor, yeniden kesif bir küme hâlinde toplanıyor, o vakit dizler birbirine dokunuyor. Bu insiyakı ayrılmazlık emniyet sağlıyor. Ve yavaş yavaş hayvanları istedikleri gibi yürümeleri için serbest bırakıyoruz.

Gök gittikçe açılıyor; havada o kadar ağır görünen o bulutlar, bu iklimlere mahsus süratle yağmura dönmeden buharlaşıyor.

Şimdi dolunay tam, gökyüzünde tek başına mağrurane parlıyor. Bütün sıcak havayı latif rüzgârla, şualarla dolduruyor. Gözün görebildiği bütün açıklık beyaz aydınlığa gark olmuş…

Bazen inatçı bir katırın gizlice uzaklaştığı ve bilinmeyen bir sebeple bize yanlış bir istikamete saptığı çok vaki oluyor. Lakin ne bir kaya ne de bir ot demeti bulunan bu aydınlık ve parlak uzaklıklar arasında onu, sırtında büyük bir kambur gibi görünen yük ile ve siyah şekliyle teşhis etmek pek kolaydır. Adamlarımızdan biri arkasından koşuyor, yakalayıp burada katırcıların hayvanları çağırmak için çıkardıkları tuhaf ve uzun bir sesle haykırarak getiriyor.

Ve yol çıngıraklarımızın hafif musikisi, tatlı yeknesaklığıyla bizi avutmaya devam ediyor; mütemadi sükûnet içinde bu mütemadi çalgı bizi uyuşturuyor. Katırların boynuna uzanarak hareketsiz yatmış adamların bazıları tamamen uyuyorlar. Bunlar gayriihtiyari iki elleriyle hayvanların boynuna sarılmış ve vücutlarını tamamen bırakmış olduklarından ve uzun çıplak bacakları yere sarktığından en ufak bir şey kendilerini yuvarlamaya kifayet ederdi. Diğerleri dik durarak, şarkı söylemekte sebat ediyorlar. Fakat bunlar da belki uyuyorlar.

Şimdi garip bir intizam ile çizilmiş pembe kum mıntıkaları var; kuru ve balçık toprak üzerinde bunlar renkli çizgiler bıraktığından çölün sahası dalgalı bir örtüye benziyor. Ve ufukta, önümüzde, lakin henüz daha uzakta, daima dik bir duvar şeklindeki o dağ silsilesi aşağıdaki boğucu kıtayı sınırlıyor; o Asya’nın büyük yaylalarının pervazı, hakiki Acemistan’ın, Şiraz ile İsfahan pervazıdır; yüksekte bu öldürücü çöllerin iki üç bin metre üstünde seyahatimizin gayesi bulunuyor, arzu edilen, fakat güçlükle varılan memleket ki zahmet ve meşakkatlerimiz orada bitecek.

Gece yarısı… Birdenbire hafif bir serinlik çıktı. Gündüzün fırın gibi sıcağından sonra bu pek lezzetli idi. Vücudumuzu hafifletti. Pembe ve kurşunî dalgalı sonsuzluk üzerinde hipnoz edilmiş gibi yürüyoruz…

Sabahın saat biri, ikisi… Denizde pek güzel havalarda nöbet geceleri nasıl her şey kolaylıkla geçer ve gemiyi hareketine devam etmeye bırakmak kifayet ederse burada vakitler hakkında fikir kaybediliyor.

Kâh dakikalar saat gibi uzun, kâh saatler dakikalar gibi kısa görünüyor.

Bundan başka sakin denizde olduğu gibi çölde de katedilmiş yolu gösterecek bir nişane yoktur.

Şüphesiz uyuyorum, çünkü bu rüyadan başka bir şey olamaz! Yanı başımda çarşafı ve iki örgülü saçıyla, ayın fevkalade güzel gösterdiği bir genç kız, ufak bir eşek üzerinde gidiyor ve yanımda durabilmek için ufak bacaklarını sessizce kımıldatıyor.

Lakin hayır, bu güzel yolcu hakikaten yanımda… Uyanığım! Öyleyse, ilk bir korku dakikasında, atımın uyuklamamdan istifade ederek yoldan çıkmış ve yabancı bir kervana katılmış olacağı fikri hatırıma geldi..

Bununla beraber, iki adım ötede, muhafız askerlerimden birinin uzun bıyıklarını tanıdım ve önümdeki süvari de benim kervanbaşımdır. İşte eyerinin üstünden dönüp bana en sakin tavrıyla tebessüm ediyor. Sağda, solda başka ufak eşekler üzerinde başka kadınlar bizim aramızda yollarına devam ediyorlar. Bunlar sadece Buşir limanından gelen kadın erkek bir takım Acemlermiş ki, daha ziyade emin olmak için bu gece bizimle beraber seyahat etmek istemişler.

Sabahın üçü… Aydınlık saha üzerinde, önümüzde siyah bir leke zahir oluyor ve büyüyor. Bunlar geniş alanın ağaçları, hurmaları ve yeşillikleridir; bu konak yeridir, oraya geliyoruz.

Bir köyün önündeyiz, uykudaki kulübelerin önünde gayriihtiyari bir hareketle ayağımı yere koydum; ayakta uyuyorum. İyi ve sağlam yorgunluktan o kadar sarsılmışım. Üzeri otla örtülmüş ve içerisi ay ışığıyla dolmuş sanki bir samanlıkta Acem uşaklarım benimle Fransız hizmetçim için aceleyle ufak sahra yataklarımızı kurdular ve kaba parmaklıklı, fakat sağlam kapıyı üzerimize kapadılar.

Bunu hayal meyal görüyorum, yatıyorum ve kendimden geçiyorum.

Çarşamba, 18 Nisan

Gün doğmadan evvel yanı başımda yavaş yavaş konuşan kadın erkek sesleriyle uyandım. Bunlar kapıyı açıp çıkmaya müsaade istemek için tercümanımla gizlice müşavere ediyorlar.

Köy, duvarlar ve kazıklarla âdeta gece hırsızlarına ve yabani hayvanlara karşı tahkim edilmiş gibi görünüyor. Hâlbuki biz tam girişte, yegâne girişte, kapının çatısı altında yatmıştık. Bizi istemeyerek uyandıran bu adamlar, çobanlar ve çoban kadınlarıdır. Sürülerini tarlalara götürmek saatidir. Çünkü şafak yakındır.

Müsaade verilip kapı açılınca hakiki bir keçi ve kara oğlak seli boşandı, dar yoldan geçerken bize sürünüyorlar, yataklarımız boyunca aramızdan akıyorlar. Ve mütemadiyen melemeleri ve toprakta binlerce ayaklarının hafif sesi işitiliyor; bunlar çöl kokuları olan ot ve ahır kokuyorlar. Bu çıkış çok uzun sürdü.

O kadar, o kadar çok ki nihayet kendi kendime sayıklıyor muyum, rüya mı görüyorum, diye sordum. Bunların hakikat olup olmadığını teftiş için kolumu uzatıyorum ve geçerken sırtlarına ve yuvarlak pöstekilerine dokunuyorum. Bundan sonra eşek ve yavrularının takımı geliyor. Onlar da bize dokunarak geçiyor; fakat ben bunu pek iyi fark edemiyorum. Çünkü tekrar uykunun gafletine dalıyorum.

İhtimal bir saat sonra, fakat bu sefer, şakaklarım yanıyor gibi bir hisle uyandım; ayın yerine göz kamaştırıcı güneş gelmişti; doğar doğmaz yakıyor, ellerimiz, yüzlerimiz şimdiden sineklerle simsiyah… Ve yataklarımızın etrafında esmer ve çıplak küçük çocuklar toplanmış, genç ve çok açık gözlerde şaşkın şaşkın bize bakıyorlar.

Hemen kalkmalı, ne olursa olsun gölgeli bir yer bulmalı.

Akşama kadar bir ev kiralıyorum. Bizim için acele boşaltıyorlar. Dövme topraktan yapılmış duvarları çöl rüzgârıyla toz hâline girerek yıkılıyor.

Kirişleri hurma dallarından, çatısı hurma yapraklarından ve bunların sazlarıyla örülmüş parmaklıklı kapı.

Çocuklar birçok defalar oraya bize bakmaya geliyorlar. Bunlar çok küçük, ancak beş altı yaşlarında vardırlar. Çırılçıplak ve bayılırcasına güzel… Bizi selamlıyorlar. Bir şeyler söylüyorlar ve gidiyorlar. Bunlar evin çocukları olacak ki biraz kendi evlerindeymiş gibi davranıyorlar. Tavuklar içeri girmekte ısrar ediyorlar. Nihayet onlara da ses çıkarmıyoruz. Öğle uykusu zamanında keçiler de gölgelenmek için içeri giriyorlar, onları da bırakıyoruz. Duvarda açılmış delikler pencere hizmetini görüyor, oradan ateş gibi bir hava esiyor. Bunlar bir taraftan göz alacak kadar parlayan çöle diğer taraftan biçilmeye başlanan buğdaylara ve gece zarfında orada gökte hissedilir derecede yükselmiş şeddi İran’a bakıyorlar. Uzun gece yürüyüşünden sonra öğlenin bu sükûneti ve cihanın tam ataleti içinde uyumak ne hoş olacaktı. Fakat fena sinekler orada sayılmayacak kadar çok… Biraz hareketsiz kalsanız onlar hücum ediyorlar, simsiyah oluyorsunuz, ne olursa olsun kımıldamak, yelpazeleri sallamak…

Kerpiçten ufak evlerin gölgesi uzamaya başladığı saatte kapımızın önüne oturmak için çıkıyoruz, bütün komşular da böyle yapıyorlar. Bu fakir çoban köyünde hayat tekrar başlıyor; erkekler oraklarını biliyorlar; hasırlar üzerine oturan kadınlar koyunlarının yününü örüyorlar; çok boyalı gözleri, ince simaları ve İran ırkının saf çizgileriyle bu çöl kızlarının hemen hepsi güzel…

Kan ter içinde bir at üzerinde güzel iri bir delikanlı geliyor, bizim evin çehrece ona benzeyen küçük çocukları ona koşuyor, soğuk su götürüyor ve onu öpüyorlar. Bu, onların kardeşi ve ailenin büyük oğludur. İşte beyaz saçlı bir ihtiyar da göründü, bana doğru ilerliyor. Herkes onun önünde hürmetle eğiliyor; onun oturması için mahallenin en güzel halısını yere sermeye can atıyorlar; kadınlar hürmeten yerden selamlarla çekiliyorlar ve onun yanındaki uzun tüfekli ve pos bıyıklı adamlar etrafı kuşatıyorlar. Bu ihtiyar bölgenin reisidir. Yarınki gece için ondan muhafız istemiştim. Akşamdan evvel bana üç süvari bulacağını söyledi.

Saat akşamın yedisi, gurubun bu parlak zamanında harekete karar vermiştim. Bir katır ve bir katırcı daha almaya beni mecbur eden kervanbaşımla uzun uzadıya ettiğimiz münakaşalara rağmen hareket için her şey hazırlanmış idi veya az bir şey lazımdı. Fakat vade-dilen süvariler henüz meydanda yok, onları arattırdım, gönderdiğim adamlar da gelmiyor. Dünkü gibi yola çıktığımız vakit gece olacak.

Yakında saat sekize gelecek. Üç süvari gelmezse gelmesin! Muhafızlardan vazgeçerim; atımı getirsinler, biz gidiyoruz! Lakin artık göze bir şey görünmeyen ve zaten benim adamlarımla dolmuş olan bu küçük köyün meydanı birdenbire meleyerek ağıllarına dönen sürülerin istilasına uğradı, binlerce koyun ve keçilerin neşeli ve zararsız hücumu bizi birbirimizden ayırıyor, şaşırtıyor. Kimi bacaklarımızın arasından, kimi katırların karnının altından geçiyor, her yere girip çıkıyorlar ve daima geliyorlar… Ve bu nihayet bulduğu, meydan boşaldığı ve hayvanlar yattığı vakit başka bir hadise çıkıyor: Atım nerede; onu tutan adam keçilerin hücumu esnasında elinden bırakmış, köyün kapısı açık olduğundan o da kaçmış; arkasında eyeri, boynunda yuları ile açık kumlara doğru dörtnala gidiyor… Bütün diğer hayvanlarımızı bırakarak on kişi peşinden koşuyor. Şimdi bunlar da karışmaya başlıyor. Biz hiç gidemeyeceğiz… Saat sekizi geçiyor. Sonunda kaçağı yakalamışlar, getiriyorlar. Pek hırçın ve sabırsız… Köyden çıktığımız vakit son gece uyuduğumuz kapının çatısının altından geçerken kirişlere çarpmamak için başımızı eğiyoruz.

Evvela etrafımızda büyük hurma ağaçları, her taraftan siyah yapraklarını yıldızlarla dolu göğün üzerine nakşediyor. Lakin bunlar çok geçmeden seyrekleşiyor; vasi ovalar bize yeniden boş muhitlerini gösteriyor. Bölgeden çıkmak üzere iken silahlı üç süvari zuhur etti ve beni selamladı; bunlar benim ümidimi kestiğim muhafızlarım; dünkülerin aynı şekillerde; güzel kıyafetler, yüksek külahlar ve uzun bıyıklar. Karmakarışık surette geçtiğimiz bir geçitten sonra kervanım, ucu bucağı olmayan bu genişlikte, gece hâliyle belirsiz çölün içinde az çok muntazam surette yeniden tamamen teşekkül ediyor.

Bu defaki çorak çöl dünkünden daha az misafirperver; toprak fena, artık emniyet telkin etmiyor; keskin ve göze görünmeyen taşlar hayvanlarımızı sendeletiyor. Yazık ki ayın doğmasına daha vakit var! Uzaktaki yıldızlar arasında yalnız Zühre yıldızı pek parlak ve gümüş gibi beyaz nur ile bizi biraz aydınlatıyor.

İki buçuk saat yürüdükten sonra diğer bir bölgeye geldik ki dünkünden daha çok büyük ve daha ağaçlı. İçerisine girmeden onun uzunluğunca ilerliyoruz. Bütün bu hurma ağaçlarının yakınında bize latif bir serinlik geliyor ve bu ağaçların altından derelerin aktığı işitiliyor.

Saat on bir… Nihayet öndeki dağın, bize her saat yaklaşan İran’ın o muazzam şeddinin arkasında bir aydınlık, kervanların dostu olan ayın doğmak üzere olduğunu haber veriyor. Pak ve güzel ay doğuyor ve dalgalarla nurlar saçarak bize görmediğimiz buharları gösteriyor. Evvelki günler gibi toz ve kum perdeleri değil, lakin hakiki ve kıymetli su buharları ki her şey kuraklık ve perişanlıktan nişan verirken bu ufak mümtaz mıntıkada güya insanların ve fidanların hayatını muhafazaya müvekkil. Onların pek sarih şekilleri var. Sanki karaya düşmüş bulutlardır ki el ile tutulabilir. Onların çevreleri gökte ayın yanında muallak duran havayı ipek çilelerinin uçuk sarı rengiyle münevver ve hurma ağaçlarının kökleri siyah demetler şeklinde dizilmiş bütün yapraklarıyla onun üstünde görünüyor. Artık buna geniş bir manzara denilemez, çünkü toprak kaybolmuştur; hayır, peri Morgane’in bahçelerinden biri ki göğün köşesinde yetişmiştir.

Bölgenin büyük köyü Boracun’a girmeyip, yanından geçiyoruz. Sedef renkli sislerle koyu hurma ağaçları arasında beyaz evleri görülüyor. O vakit bizimle beraber yolculuk etmeyi istemiş olan iki Acem yolcu burada duracaklarını haber verdiler ve müsaade alarak çekildiler. Ya benim üç süvari muhafızım ki o kadar güzel silahlarla kendilerini takdim etmişlerdi, neredeler; onları kim gördü? Kimse…

Onlar, farkına varılmasın diye ay doğmadan evvel kaçmışlar. İşte benim kervanım bu suretle tam lüzumu olan miktara indi: Kervanbaşım, dört katırcım, Buşir’de tutulan iki hizmetkârım, benim sadık Fransız hizmetçim ve ben… Boracun hâkimi için bir mektubum var, onda üç süvari muhafız talebine hakkım olduğu yazılı; lakin hâkim şimdi yatmış olmalıdır, çünkü saat on biri geçiyor ve bütün köy uyuyor gibi görünüyor; çölün ilk dönüm yerinde gene bizi terk edecek olan böyle kaçak adamları muhafız diye toplamak için ne kadar zaman kaybedeceğiz! Mademki dolunay tamamen bizi muhafaza ediyor biz de Allah’a güvenerek yalnızca yolumuza devam ederiz.

Arkamızda çöl arazi, onun yaldızlı bulutları ve esmer hurma dallarının hayalleri uzaklaşıyor. Yeniden çöl… Fakat gittikçe daha korkunç ve cesareti kaybettirecek derecede müthiş çukurlar, hendekler, uçurumlar; toprağı dalgalı görünen kamburlaşmış bir memleket; kırılmış ve yuvarlanan büyük taşlar memleketi ki orada ufak yollar yalnız iner çıkarlar, orada hayvanlarımız her adımda sendeliyor ve beyaz renkli olan bütün bu şey üzerine ayın tam beyaz ışığı düşüyor.

Bitti, derelerden ve yeşilliklerden gelen serinliğe benzer bir şey kalmadı; gece yarısı bile sakinleşmeyen yakıcı kuru sıcağa düşüyoruz.

Sinirlenen katırlarımız artık birbiri ardınca yürümüyorlar; bazıları kaçıyor, kayaların arkasında kayboluyor; diğerleri -ki arkada gecikmişlerdi- yalnız kalmaktan korkarak başa geçmek için koşmaya başlıyor ve geçerken yüklerde şiddetle bacaklarınıza çarpıp sizi yaralıyorlar.

Bununla beraber daima önümüzde duran müthiş Şeddi İran biz yaklaştıkça bütün teferruatıyla görünüyor, bize birbiri üzerinde birçok katlar arz ediyor, ilk katın temeline yakında erişeceğiz.

Burada düşüne düşüne sükûnetle yürümenin imkânı yoktur, hâlbuki düz ve yeknesakta çöllerin letafeti bundadır. Bu müthiş beyaz kayalar tufanında insan kendini kaybolmuş hissediyor, orada atını, katırlarını ve her şeyi gözetmek lazımdır, gözetmek ne olsa gözetmek… Hâlbuki dayanılmaz bir uyku gözlerinizi kapamaya başlıyor.

Birdenbire bir rehavet kollarınızı kaplar, ellerinizi yuları tutamayacak kadar gevşek yapar ve fikirlerinizi karıştırır, buna karşı mücadele etmek hakiki bir ızdırap olur. Her tedbire müracaat olunur, vaziyet değiştirmek, bacakları uzatmak veya hecinlerin üzerinde bedevilerin yaptıkları gibi eyer üstünde ayaklarını birbiri üzerine koymak tecrübe edilir. Yere inmek istenir, o vakit de bu acele yürüyüş esnasında sivri taşlar ayağınızı yaralar, at kaçar ve ancak birbirinizi görebildiğiniz o sonsuz büyük tenhalık içinde, o kaya yığınları arasında birbirinizden ayrı düşersiniz: Velhasıl her neye oturursa otursun at üzerinde kalmalı…

Tam gece yarısında Şeddi İran’ın yanındayız. Aşağıdan yukarıya ve bu kadar yakından bakılınca ne korkunç görünüyor. Siyaha çalan esmer renkte düz bir duvar, ay her deliğini, deşiğini, oyuklarını, mücessem ve hareketsiz heybetini ayrı ayrı meydana çıkarıyor. Bu sessiz ve ölü taş yığınlarından bize, ya gündüz onların güneşten aldıkları veya yanardağları besleyen yer altındaki büyük ateşten çektikleri daha ağır bir sıcak geliyor. Çünkü bunlar kükürt kokuyorlar.

Bir saat, iki saat, üç saat başımızın üstünde göğün yarısını dolduran bu cesim kayanın altında sürünüyoruz; o, beyaz taşlı ovaların önünde kırmızımtırak esmer rengiyle dikiliyor; çıkardığı kükürt ve kokmuş yumurta kokusu duvarın iri yarıkları ve arzın damarlarına kadar nüfuz ettikleri zannolunan açık deliklerinin önünden geçilirken tahammül edilmez dereceye geliyor. Bizim fakir kervanımızın ayak sesleri ve katırcılarımızın uzun uzadıya haykırışlarının kaybolduğu, söndüğü sonsuz bir sükûnet içinde bitişik durumda sürünüyoruz. Bu renksiz çölün hendeklerini, uçurumlarını geçiyoruz. Şurada burada birtakım siyah şekiller görünüyor ki ay bunların gölgelerini kayaların beyazlığı üzerine aksettiriyor; sanki insanlar ve hayvanlar bir araya toplanmış bizi gözetliyorlar. Hâlbuki bunlar çalılıktan ve yaklaşıldığı vakit, bükülmüş ve kıvrılmış ufak ağaçlardan başka bir şey değil. Her tarafta mangallar varmış gibi sıcak… İnsan nefes alamıyor ve susuzluk hissediyor.

Ara sıra cehennemi duvarın kayaları içinde sular aktığı işitiliyor. Hakikaten oradan seller fışkırıyor ki bunları geçmek için geçit yeri aramak lazım; lakin ayın ziyası altında beyazımsı görünen bu suda teneffüs edilemeyecek bir kükürt kokusu var. Bu dağlarda büyük ve zengin madenler olacak ki henüz bilinmiyor ve işletilmiyor.

Ekseriya özlenen yerin hurmalıkları görünüyor gibi tahayyül edilir ve nihayet uzanıp yatmak ve su içmek kabil olacağı sanılır. Lakin hayır; gene o mağmum çalılıktan başka bir şey değil. Artık kuvvet tükenir, yürürken uyunur, bir şey gözetmeye takat kalmamıştır. Hayvanların insiyakına ve tesadüfe nefis terk edilir…

Fakat hiç olmazsa bu sefer aldanmıyoruz. Bu sefer hakiki alana geldik. Bu koyu kütleler hurmalıklardan ve dört köşe ufak beyazlıklar köyün evlerinden başka bir şey olamaz ve henüz uzaktaki bu şeylerin gerçeğini teyit için işte bizim kokumuzu alan bekçi köpeklerin haykırmaları, işte sabahın üçünde büyük sükûnet içinde horozların bizi karşılayan berrak ötüşleri…

Biraz sonra güzel hurma ağaçlarının arasında köyün küçük yollarındayız. Nihayet önümüzde kervansarayın ağır kapısı açılıyor sanki nefis bir sığınakmış gibi karmakarışık içerisine dalıyoruz.

Perşembe, 19 Nisan

Uyanık mıyım, uyuyor muyum, iyi bilmiyorum… Bir zamandan beri tayin edemediğim tesir altında yanı başımda öten ve uçuşan kuşların arasında olduğumu hissediyorum. Bunlar bana o kadar yakın geçiyorlar ki tüylerinin rüzgârını duyuyorum. Vakıa alçak tavanın kirişleri arasındaki yuvaları yavrularıyla dolu olan bu kırlangıç kuşlarına elimi uzatsam hemen hemen dokunacağım.

Ne camları ne ne kapanacak kapakları olan pencerelerimden neşeli sesleriyle girip çıkıyorlar; güneş doğuyor ve şimdi hatırlıyorum ki, Daliki köyündeyim. Kervansarayın en itibarlı ufak odasını işgal ediyorum. Dün akşam beni bu ufak meskene harici bir merdivenle çıkardılar. İçi boş idi. Kireçle badanalanmış toprak duvarlardan başka bir şey yoktu. Orada Acem hizmetkârlarım Yusuf ile Yakup yataklarımızı kurmak, halılarımızı yaymakla uğraşıyorlardı. Ben de Fransız uşağımla beraber uykusuzluktan harap bir hâlde ve hararetle bir ibrik su içerek bekliyorduk.

Burada sıcak o müthiş körfez sahili kadar ağır değil. Ve parlak bir güzel hava var. Benim odam köyde zemin katında olmayan yegâne odadır ve etrafa oldukça nezareti vardır. Dört tane ufak penceresiyle dört taraftan rüzgâra açıktır. Sabahın keten mavisi renginde göğü altında yeşil ve taze hurma ağaçlarının ortasında bulunuyorum. Gökyüzüne beyaz pamuk gibi pek hafif bulutlar serpilmiş. Bir tarafta karanlık ve gayet geniş bir şey, esmer ve kırmızı bir şey o kadar yükseliyor ki onun nihayetini görmek için başı dışarıya çıkarmak ve havaya bakmak iktiza ediyor: İran’ın büyük dağ silsilesi ki orada pek yakında ve hemen yıkılacak gibi duruyor.

Diğer tarafta, uzakta görünen biraz çöl ile bütün hurma ağaçlarının birbirine benzeyen ince sakları arasında köy… Horozlar kırlangıçlarla beraber ötüyorlar. Kerpiçten yapılmış evlerin kubbeli kapıları vardır ki saf Arap resmindedir ve damları düz ve taraça şeklindedir. Üzerlerinde tarlalardaki gibi ot bitiyor. Yörenin genç kızları açık havada tuvaletlerini yapmak için örtünmeden evlerinin önüne çıkıyor, bir taş üzerine oturuyorlar ve siyah saçlarını taramaya başlıyorlar. Dokumacıların tezgâhlarının gürültüsü işitiliyor.

Yer çok işlek ve şimdi her gece yollarda yavaş yavaş yürüyen yük kervanlarının geleceği saat olduğundan işte her taraftan kervansaraya doğru acele ile gelen katırların çıngırakları, ince ve esmer kafaları üzerine pek arkaya doğru konmuş yüksek siyah Acem külahlarıyla kuvvetli ve neşeli katırcıların haykırmaları işitilmeye başlıyor.

Öğleüstü kervanbaşımla aramızda uzun münakaşa, Buşir’de iken haritaya bakarak bu akşamki konak menzilinde durmayıp yola devama karar vermiştim. O reddetmişti, hiddetlenmiş ve mukaveleyi imzalamadan gitmeye davranırken tehdidim üzerine kalmıştı. Bugün yolların hâli karşısında onun iptida ısrar ettiği gibi yalnız altı saat yürümeyi ve Konor-Takte köyünde gece kalmayı tercih ediyorum. Şimdi de o istemiyor.

Mamafih, sabrım tükenerek: “Bu böyle olacak, çünkü ben istiyorum, münakaşa bitti.” dediğim vakit birdenbire güzel çehresi yumuşadı. Gülümseyerek, “Mademki ben istiyorum diyorsun, ben de o hâlde öyle olsun, demekten başka bir şey söylemeyeceğim.” dedi.

O sırf sohbet etmek, vakit geçirmek için mübahase ediyordu, başka bir şey değil.

23 226,45 soʻm
Janrlar va teglar
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6865-71-6
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi