Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Ak Yol»

Shrift:

I

Ailemizin kaderi yazılmadan bitti. Ak Çiyliler’in “Eşimbek’in Evi” dedikleri, şimdilerde kimsesiz kalıveren bu ıssız ev, bizim evimizdi. Bir zamanlar biz de birlik ve beraberlik içinde yaşayan geniş bir aileydik.

Babamın askere gitmesinin üzerinden çok geçmeden annem de göğüs hastalığından vefat etti.

Zavallı annem! Zavallı babam! Onlar böyle olmasını hiç ister miydi? Yirmi yılı aşkın bir süre aynı çatı altında yaşadıktan sonra birbirlerinin kaderinden bihaber, böyle farklı yerlerde ölmeyi hiç isterler miydi?

Annemin vefatı bizi kanatsız bir kuş gibi bıraktı. O kocaman evde abim ve Acarkül yengemle bir başımıza kalıverdik.

Ben daha çok küçüktüm. Fazla şımartılarak büyütüldüğüm için annemden ayrılmak diğerlerine göre daha ağır gelmişti bana. Annemin yokluğuna alışamıyor, hasretiyle yanıp tutuşuyordum.

Bazı geceler uykuda geziniyor, gecenin bir vaktinde kalkıp, rüyamda gördüğüm annemi aramaya koyuluyordum. Nasıl kalkıp gittiğimden haberi olmayan ev ahalisi, uyandıkları vakit beni bulamayınca iz sürmeye başlıyor, bazen yolda, bazen de annemin mezarı başında bulup geri getiriyorlardı.

Bu durumdan herkesin haberi olmuştu. Bazı komşular acınacak hâlimi görüp, ağlamaklı olurlardı. Abimle yengem kolhozda çalıştıklarından bazı günlerde evde tek başıma kalırdım. Böyle günlerde gecenin yaklaşmasından ürperirdim.

Mukaş abim tahıl çuvallarının kayıkla iskeleye taşınmasına yardım ederdi. O gün eve geç gelecekti. Misafir odasında uyuyakalmışım. Rüyamda yine ağlıyormuşum.

Mukaş abim “hey, hey” diye uyandırdı. Sonra beni karşısına alıp, yetişkin insanlarla konuşuyormuş gibi uzun uzun anlattı:

– Böyle yapma, artık büyüdün, hiç kimse sonsuza dek yaşayamaz. Sevgili annemiz ebediyete uçup gitti. Ama hayat devam ediyor… Sen özlüyorsun biliyorum, peki, ben özlemiyor muyum sanıyorsun, dedi. Sonra saçlarımın kokusunu içine çekip, bağrına basarak uzun bir süre sessizce bekledi. Onun da gözleri dolmuştu. O da çok gençti. Gözlerinden akan yaş damlaları boynumdan aşağı süzüldü. Bir süre sonra kendine gelen abim, bir zamanlar yengemin işlediği beyaz ipek mendilini pantolonunun cebinden çıkarıp gözyaşlarını sildi. Yüzünü gözünü kuruladıktan sonra, söylediği hiçbir şeye ikna olmamış gibi gözüken beni kendine doğru çekti.

– Ölüme çare yok. Yarın bir gün ben de göçüp giderim. O zaman ne yapacaksın? Nelerle karşılaşacaksın? Yine sessizliğe bürünen abim alt dudaklarını ısırdı.

– Diğer çocuklara bir bak. Senin gibi bir köşede ağlamak yerine büyümüşler, anne babalarına yardım ediyorlar. Üzüntüye aldırmadan, sabretmeyi öğrenmen lazım.

O gece yengemle Mukaş abim, yandaki odada uzun uzun tartıştılar. Acarkül yengemin zaman zaman ağladığını hissediyordum. Yoksa bana mı öyle geliyordu, kim bilir. Acarkül yengem çok üzgün olduğu günlerde bile insanın içini ısıtacak kadar hoş bir kadındı.

Aslında yengem öyle göz kamaştıran bir güzellikte değildi. Yüzünde yağ sırçammış gibi duran siyah çiller vardı. İkiye bölüp ördüğü saçları vücuduyla tam bir uyum içerisindeydi. Orta boylu sayılırdı. Fakat yüzünde öylesine sıcak bir edâ vardı ki, o sıcaklığı anlatmaya kelimeler yetmezdi. Böyle bir hoşluk herkeste olmasa gerek.

Köydeki hiç kimse Acarkül yengemi güzel saymazdı. Ancak toplandıkları zaman söz sözü açar, mutlaka onun hakkında bir iki şey söylenirdi. Kadınların “gelin dediğin Acarkül gibi olur” diye örnek gösterdiklerini benim bile duymuşluğum vardı.

O son gece yengemle Mukaş abim kendilerine birer yıldız seçmişlerdi. Sabahleyin abimler her gün olduğu gibi tahıl çuvallarını iskeleye taşımaya gitmişler ama dönüşte geç kalmışlardı. Kendisinin uyumadığı yetmiyormuş gibi beni de rahat bırakmayan yengem o gece bambaşkaydı. “Hadi, abini karşılayalım” diye beni de yanına alıp, Mukaş abimlerin geleceği yüne doğru koşmuştuk. Sonra gelecekleri yola bakarak yıldızlar gökyüzünü dolduruncaya kadar göl kenarında beklemiştik. Ayın göldeki yakamozu eritilmiş altın halkalar gibi yansıyordu. Yıldızlar, elini uzatsan tutuverecekmişsin gibi yakın ve net görünüyordu.

Sahilde bizden başka hiç kimse yoktu. İşlerin kızıştığı böylesi günlerde gündüzleri bile kimsecikler olmuyordu. Bir tek iskeleye tahıl çuvallarını taşıyan kolhozun altı kürekli kocaman kayığı, oraları mesken ederdi. Yaz kış demeden suda bekletildiği için üşümüş gibi bir hâl alan kayık, sahile kalın bir iple bağlanır, dipsiz gözüken masmavi gölün üzerinde sallanır dururdu.

Kayık şimdi yolda… İskeleden bize doğru geliyor olsa gerek. Dalgaların huzur verici sesi geliyor kulaklarımıza. Yukarıya zıplayan küçük dalgalar gökyüzünden göle sıçrayan ayın nurunu kapıp, yine göle inermişçesine suyun içinde kayboluyorlar. Etraf hiç olmadığı kadar sessiz ve huzur verici.

Yengem ayakkabılarını çıkartıp, gölün kumlu sahilinde yürüyor, bu eşsiz zamanın tadını çıkartıyordu. Sonra koşmaya başladı, nefes nefese kalmıştı. Tarifsiz bir sevinç içindeydi. Sonra oyun başladı. Gecenin sessizliğini neşeli çığlıklarımız bölüyor, birbirimize su serpiyor, kaçıyor, kovalıyorduk. Göl yüzeyini mesken eden yıldızlar da bize tempo tutturmuşlarcasına koşmaya başladığımız zaman kaçıyor, durduğumuzda kendi yerlerine yerleşiyorlardı. Acarkül yengem işte… Benden de oynak ve neşeli. Bir süre sonra koşuşturmaktan yorulmuş olmalıyız ki, sırtımızı kuma verip uzanıverdik. Nefes nefese kalmıştık.

Sonra durup dururken:

– Şu yıldızı sana veriyim, alır mısın?– dedi yengem.

– Hangisini?

– Şuradaki işte. Parlayan mavi yıldız.

– Almam, dedim, – Neme lazım?

– Öyle deme. Bu nasıl söz?

Yıldızlar söylediklerimi duymuş da duydukları şey hoşlarına gitmeyeceği için bana bir kötülük yapacaklarmış gibi yengemi bir korku sardı. Bir süre düşündükten sonra – yemekten başka bir şey düşündüğün yok- dedi. Sonra ikiye bölerek ördüğü saçlarını göğsüne bırakıp, ellerini kafasının arkasına koyarak ayaklarını uzattı. Derin bir sessizlik çöktü. Yengem kendi kendine gülümsüyordu. İçini tarif edilemez bir sevinç kaplamıştı. Öylesine seviniyordu ki, hemen yanı başında oturan beni bile unutarak başka dünyalara dalmıştı. Düşünürken gözlerini açıp kapıyor, sürekli gülümsüyordu. En derin sırlarını birileriyle paylaşıyor gibiydi. Hele çıplak baldırları! O nasıl bir beyazlıktı! Ne güzel baldırları vardı! Yengem kendi hâlinde düşüncelerin en derininde yüzüyorken ben köpek yavrusu gibi iki ayağımın üzerinde oturuyor, bembeyaz baldırlarından gözlerimi alamıyordum.

Yengem bir şeyler duymuşçasına yerinden kalktı. Bir süre sonra kürek sesleri geldi kulağımıza. Gelenler küreklerini zor çekiyordu. Belli ki çok yorgunlardı. Konuştukları her şey suyun üzerinde dolaşarak, bize kadar ulaşıyordu. Sevinçten ayağa fırladım. İçim kıpır kıpır, kumlu sahilde koşmaya başladım. Kopkoyu bir karanlıktan gelen yalnız kayık, sonunda sahile ulaştı. Kayıktakilerin adım atacak hâli kalmamıştı. Ayağa zor kalkıp, kayığı bağladılar. Sonra birer küreklerini omuzlarına atarak köyün yolunu tuttular. Mukaş abim bizi görünce bütün yorgunluğunu unutmuştu:

– Beni mi beklediniz? –dedi.

Yengem abime gözükmemek için saklanıyor, arkamdan geliyordu. Ama sevgili eşinin sesini duyunca daha fazla dayanamadı, koşarak gelip abimin kucağına atladı.

– Niye bu kadar geciktiniz?– dedi çok beklettiği için abime küsmüşçesine. Ama sorusunun cevabını bile beklemeden abimin boynuna sarıldı. Eksiği tamamlanmış, bu saadet dışında hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi mutluydu. Tekrar tekrar abimin boynuna atlıyor, sarılıp öpüyor, sevdiğinin kokusunu içine çekiyordu. Bu haliyle tam bir yaramaz çocuğu andırıyordu. Abim ara sıra “yapma” der gibi oluyordu ama bu durumdan fazlasıyla mutluydu. Eğer yengem böyle yapmazsa o da sevdiceğine olan özlemini gideremeyecekmiş gibi oluyordu. O yüzden de bir türlü uslanmayan yengemi kendi hâlinde bırakıyor, sarılıp atlamalarına fazla aldırmıyordu. İki sevgili sarıla koklaşa birbirlerine olan özlemlerini giderdikten sonra abim cebinden şeker çıkardı. Eşitçe paylaştırıp ikimize uzattıktan sonra yumuşak kuma sırtını verip uzandı.

– Biraz dinlenelim.

Yengem babasına şikâyet edermişçesine: – kiçine balaya1 yıldız hediye ettim ama almadı- diye homurdandı.

Sanki gökyüzündeki her şey ona aitmiş gibi:

– Sana da bir tane veriyim mi? – dedi.

– Ver Aca2, ver… Ben alırım – dedi Mukaş abim.

– O zaman şuradakini al!

– Hangisini?

– Şuradaki işte, parlayan mavi yıldız.

– Aldım Aca!

– Şimdi de ben sana bir tane hediye edeyim. Senin de kendine ait bir yıldızın olsun Aca. – Mukaş abim parlayan mavi yıldızın yanındakini gösterdi sanırım.

– Tamam… Tamam… Aldım… Aldım! – Yıldızı avuçlarıyla yakalamışçasına heyecan bastı – o da benim olsun.

Acam’la ikimiz abimi karşılamak için buraya bundan önce de defalarca gelmiştik.

Tahıl çuvalları kayıkla taşınmaya başlayalı, neredeyse her gün gelmiştik. Her gelişimizde Acam yersiz telaşa kapılır, “niye bu kadar geciktiler, İnşallah sağ salim dönerler” diye dua ederdi. Ama bu gece başkaydı. O yersiz telaşlarından eser yoktu. Uzun zamandır beklenen an nihayet gelmişçesine neşeliydi. Bayram sevinci yaşıyordu yüreğinde.

Yoksa birbirlerine yıldız armağan ettikleri için mi bu kadar mutluydu, kim bilir. O gecenin benim üzerimdeki tesiri de bambaşkaydı.

O yıldızlı gecede koca kayığın tek kalan küreğini sürükleyerek döndük evimize.

II

O gecenin üzerinden çok geçmeden Mukaş abimle aynı yaşta olan delikanlılar kendilerince karar almış, yaşlarını büyüterek istihdam bürosuna dilekçe vermişler. İlçe merkezi on günlük iaşenizi alıp gelin dediği için; peynir, ekmeklerini yanlarına alıp, orada savaş için hazırlıklara başlamışlardı. Sonunda ellerine cepheye gönderilme kâğıtları tutuşturulmuştu. Artık savaşa gitme zamanı gelmişti.

Gençlerin cepheye gönderilmesinden bir gün önce Bayzak, savaşa gidecek olan oğlu Aytbay için kurban kesmiş, herkesi toplamıştı.

Akşamüzeri Aytbay’ın eşi Kanıypa bizim eve gelip;

– Hey çocuk, oyuna dalma da akşama yardım et, demişti.

Gittiğimde avluda insanlar diz çökmüş, oturuyordu. Bayzak sol eliyle keçinin boynundan tutuyor ve güneşin batmasını bekleyerek kıbleye doğru bakıyordu. Şapkasızdı, beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmıştı, sarı meşin pantolonunun bağlanmış kemeri saat sarkacı gibi sallanıyordu.

Güneşin kızıllığı Ak-Çiy’den uzaklaşıp, dağların arkasına saklanır saklanmaz sağ elini duaya kaldırdı.

– Hadi bakalım, yer, su, dağ, taş sizleri korusun! Yolunuz açık olsun çocuklar! Âmin!

Toplananlar yerlerinden kalkıp, bir ağızdan duaya katıldılar.

– Âmin, yolunuz açık olsun!

Bayzak, kurbanlık keçiden çekip çıkardığı akciğeri askere gidecek olan oğlunun başı üzerinde üç kere döndürdükten sonra damın üzerine attı.

Avludaki insanlar adak etinden yemek ve iyi dileklerde bulunmak üzere içeri girdiler.

Dışarıda semaverler kaynatılmaya başladı. Ateş yakılıp, ocağa kazan asıldı. Hava, tütsü kokusundan geçilmiyordu.

Yaşlılar misafir odasına, gençler girişteki odaya yerleştiler.

Bizim gibi çocuklarsa kendi hallerine bırakılmıştı. Bazılarımız şans eseri birer kâse boza içebiliyorduk. Ama genelde avluda takılıyor, “ak çölmök” oynuyorduk. Canımız isteyince de içeri girip, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk.

Amazbay, Bolcur, Musabaylar’ın başını çektiği ihtiyarlar, misafir odasında derin sohbete daldılar. Bana yan odada oturan gençlere boza dağıtma görevi verildi. Gençler iyice kıvamına gelmiş bozadan üç dört kâse devirince, hafiften sarhoş olmaya ve türkü söylemeye başladılar. Üzerine birer ikişer bardak da içki eklenince eğlenceyi görün; şakalar havada uçuşuyor, Bayzak’ın küçük evi gürültüden inliyordu. Genç kocalarının dizinin dibinde oturan gelinler hallerinden memnundu. Eşleri yanlarında olduğu için onlardan mutlusu yoktu. Ama yarın onların gideceğinden midir, kim bilir, kulağa hoş gelen ince sesleriyle şarkılar söylerken kimseye çaktırmadan ağlıyorlardı:

 
Eritilmiş altın gibiydin
Sözünün eriydin
Aylarca uzak gidersen
Yolunu gözleyip,
Azap çekecek gelin benim.
Eritilmiş gümüş gibiydin
Sohbetine doymazdım.
Günlerce uzak gidersen
Yolunu gözleyip,
Özlemini çekecek olan benim.
 

Oturanların arasında, savaş başlamadan önce askere alınan, daha sonra savaşa katılıp sol elinin dirsekten aşağısını, sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı hariç tüm parmaklarını kaybeden Satıbaldı da vardı. Satıbaldı burada oturanlardan yaşça büyüktü. Çenesinin kemikleri dışarı doğru çıkık, kumral, zayıf ama bir o kadar da güçlü birisiydi. Onu eskiden tanıyanlar “elleri sakat kalmadan önce kopuz tellerini ağlatırdı” derlerdi. Halk arasında Satıbaldı’nın Ezgisi olarak bilinen nefis bir ezgi dolaşır dururdu.

O ezgiyi ben de defalarca dinlemiştim. Satıbaldı’nın Ezgisi çalınmaya başlandığında kalabalık anında sessizliğe bürünür, gürültü patırtı diner, herkes o eşsiz ezginin gizemli sesine teslim olurdu. Müziğin etkisiyle düşüncelere dalıp giderlerdi.

Satıbaldı savaştan döndüğü günlerden birinde sarhoş olmuş. İçkinin tesirinden olsa gerek, keyfi yerindeymiş. Eve girince duvardaki kopuz gözüne çarpmış. Askere gideceği yıl erik ağacından yaptırdığı kopuzu “al, da çal” dercesine bütün güzelliğiyle duvarda asılı duruyormuş. Bir esinti oluşmuş gönlünde. Alıp çalmak için ellerini uzatmasıyla sakat kollarını hatırlaması bir olmuş. Dünyası yıkılmış o anda. Sakat eliyle kopuzunu kaldırıp yere çalmış. Ondan sonra kopuzu ne görmek ne de sesini duymak istemiş. O kocaman kişi, o gece hıçkıra hıçkıra ağlamış.

İşte bugün de kurbanın kesilip, türkülerin söylendiği Bayzak’ın evinin duvarında beyaz gövdeli göz alıcı bir kopuz asılı duruyor.

Satıbaldı’nın hikâyesinden haberdar olduğum için, bütün dikkatimi toplayıp onu izliyor “ne zaman Bayzak’ın kopuzunu alıp yere çalacak” diye pür dikkat bekliyordum. Ancak Satıbaldı kopuza dokunmadı. Fakat ara sıra duvarda asılı duran kopuza bakmaktan kendini alamıyordu. Sakatlığına mı içerledi, nedense, çok düşünceliydi o gün. Kalabalığın uyumunu bozmuyordu ama arada bir acı bir tebessüm beliriyordu yüzünde. Şapkasını gözüne kadar indirmiş, sessiz sedasız oturuyordu.

Öylece otururken ona da sarmerden3 sırası geldi. Sarhoş arkadaşlarının ağzını kim tutar?

– Satıbaldı, bu ne hâl? İnsan sağ salim döndüm diye sevinir. Sendeki hâle bak diyerek sıkıştırmaya başladılar.

Bir süre sonra gürültü dindi, herkes Satıbaldı’nın ağzına bakıp, ne diyeceğini beklemeye başladı.

Burada oturanlardan yaşça büyük olan, ancak yaşına saygı gösterip kocası Amazbay ile misafir odasında oturmayı değil, türkülerin söylendiği odada gençlerle eğlenmeyi tercih eden Ayday, ayıp denecek sözleri şaka yollu söylemekten çekinmezdi. Dünya yıkıldı desen umursamayan Ayday söze girdi:

– Hey kayın, haydi bir türkü söyle. Şimdi söylemeyeceksin de ne zaman söyleyeceksin?… Tiksindirici bir şekilde geğirdikten sonra konuşmasına devam etti: En fazla bir elini kaybetmişin. Diğerinin sadece parmakları yok. Ona mı içerliyorsun? Asıl önemli olan yerindeyse sorun yok. Takma kafana. Ha-haha-ha… Kendisi Satıbaldı’dan hayli bir büyük olmasına rağmen onunla aynı yaştaymış gibi davranıyordu.

Satıbaldı başını hafif öne eğmiş, Ayday’ı dinliyordu. Sessizce içindeki acısını kontrol ettikten sonra kafasını kaldırarak:

– Kardeşlerim dedi. Anında sessizlik çöktü. – Kardeşlerim, cephedeyken, “ölmeden son bir defa sevdiklerimizin yüzünü görsek, vatana dönsek” diye dua ederdik. O da oldu çok şükür. Az önce sağ salim döndüğüne sevinmelisin dediniz. Doğru söze ne denir. Ama ne yapalım, insanoğluyuz işte. Sağlıklı birilerini görünce sakat hâline üzülüyor insan. Bunu sizden saklayacak değilim. Daha görecek günüm varmış, şimdi aranızda oturuyorum. Kendimi böyle avutuyorum işte. Ancak beni asıl hüzünlendiren bu değil… Satıbaldı’nın sesi kısılıp, ağlayacak gibi oldu. Boğazında düğümlenen kelimeleri çiğnercesine azı dişlerini gıcırdattı. Bir süre kaşlarını çatıp, sessizce bekledi. Cephede gördüğü o korkunç olayları birer birer hatırlıyor gibiydi. Derin bir iç çektikten sonra:

– Lanet olsun bu savaşa! dedi. – Hadi ben neyse, biz yaşayacağımızı yaşadık… İnanır mısınız, şu anda kendimi hiç düşünmüyorum. Bu gözler cephede neler gördü, nelerle karşılaştı… Ama dediğim gibi kendime zerre kadar üzülmüyorum şu an… Yine boğazı düğümlendi. Birilerine sinirleniyor gibiydi. Kaşlarını çatıp evin girişinde eşlerinin yanında mutluluğun tadını çıkarmakta olan gelinlere ve içkinin tesiriyle eğlencenin dibine vuran dünyadan habersiz ama yarın savaşa gidecek olan Mukaş abimlere sırasıyla göz gezdirdi. Bundan sonrasını anlatmaya gerek yoktu. Satıbaldı’nın neyi kastettiği apaçık ortadaydı. Genç yaşta, hayatlarının en güzel yıllarını, belki de bedenlerinin bir parçasını, hatta hayatlarını feda edecek gençler için endişeleniyor, onların geleceğini düşünüyordu. Gençler de anlamıştı Satıbaldı’nın neye üzüldüğünü. Odada az önceki coşku kaybolup gitmiş, gözleri bulutlar kaplamıştı.

Satıbaldı, hemen sohbeti değiştirerek:

– Bugün türkü söylemeyeceğiz de ne zaman söyleyeceğiz? Ayday yengem doğru diyor. Satıbaldı’nın neler konuştuğunu doğru dürüst dinlemeyen Ayday hayatında ilk defa erkek görüyormuş gibi hayretle ona bakıyordu.

– Yengen kurban olsun sana- dedi.

Satıbaldı acı bir gülümsemeden sonra türküsüne başladı:

 
Şırıl şırıl sesi dinmez
Özledim Isık-Gölümü
Zirvede maral gezinen
Özledim yüksek dağları
Balığı bol bereketli
Ala-Dağ derya sularım
Yârim gibi yakındır
Gölde yüzen kuğuların
 

Satıbaldı, önüne konulan bir kâse köpüklü bozaya bakarak yumuşak sesiyle türkü söylemeye devam ediyordu.

 
Sabah akşam aklımda
Oyna eğlen asıl yâr.
 

Bir alkış kopuyor, özellikle yarı sarhoş Ayday “Kurban olurum sana, devam et, devam et” diye bağırıyordu. Satıbaldı uzun zamandır türkü söylememenin acısını çıkarıyor gibiydi. İçindeki bütün sıkıntıları boşaltırcasına büyük bir arzuyla ifa ediyordu türküsünü. Uzaklarda, düşmanlarla yüz yüze savaşanların duygularına tercüman oluyor, özlemlerini dile getiriyordu. Birlikte büyüdüğüm arkadaşlarım, vatan için kan döküyorsunuz… Ölüm kokan bu korkunç savaşı ağzı süt kokan toy çocuklar görmeseydi! Bakmaya doyamadığı pırıl pırıl eşlerinin yanında, gençliklerinin tadını çıkarsalardı olmaz mıydı?

Ama er yiğit halkın ötesinde düşmanın önünde derler.

 
Düşmanı yenip gelirsen,
Sevgili yârin karşılar.
 

Satıbaldı güzel dilekler içeren türküsünü yorumladıktan sonra “ır kâsesini”4 başkasına uzatıp, önündeki bozadan büyük bir yudum aldı.

O gün Bayzak’ın evine gelenler daha sonra unutamayacakları güzel bir akşam geçirdiler. Ak-Çiy’in cıvıl cıvıl yıldızları dağılmaya başladığında evlerine döndüler.

III

İki yıl sonra her şey çok değişmişti.

İlkbaharın gelmesiyle birlikte açlık baş gösterdi. Ak-Çiy istilâya uğramış gibi ıssız ve sedasız. Köydeki herkes gündüzleri tarlada çalışıyor. Sokaklar kimsesiz. Tek tük yaşlı ihtiyarlar ve bir kaç çocuk, hepsi o kadar.

Sokak köşelerinde kementlerle bağlı, derisine dulavrat otu yapışmış buzağılar, güneşte geviş getiriyor ve insanların can sıkıntısını arttırıcısına möölüyorlar. Tavuklar, tırnaklarının kesilmesine rağmen işlenmiş toprakları kazıyor. Boz basık evlerse suskun bir şekilde haber bekliyor. Beklenen haberin iyi mi yoksa kötü mü olduğu belirsiz. Yapraklarla örtünen dalların arasında yalnızlığı davet edercesine bir guguk kuşu ötüyor. Köyse usulca guguk kuşunun sesini dinliyor.

Cepheden ölüm haberi alan evlerden ağıt sesleri yükseliyor sabah akşam. Bu sesleri duyan Ak-Çiyliler uykusundan korkuyla uyanıyor. Herkes bir yana Camankara’nın oğlunun sesi bir yana. O altı yedi yaşlarına henüz basmış küçücük bir çocuk daha. Camankara’dan kalan tek oğlan. Evde annesiyle bir başlarına kalıverdi babası gidince. Annesi uzun zamandır yatalak hasta. Eşinin ölüm haberini alınca hastalığı daha da arttı.

Oğlan sabahleyin horozlarla birlikte uyanır. Yataktan kalkar kalkmaz avlunun tam ortasındaki direğe eğilerek, büyük bir istekle beklediği arzusunun gerçekleşmediğini anlatır ağıtında.

– Kurban olayım babacığım, eyvah!

– Babacığım seni kaybettim, eyvah!

Köy halkı onun sesiyle uyanır sabaha. İnekler ve keçilerden oluşan sürülerin sokakları doldurduğu, sürüsünü kaybeden keçilerin meelediği, yaramaz boğaların sokaklarda tozu toprağa katarak birbirleriyle tokuştuğu gürültülü sabahlarda bile Camankara’nın oğlunun sızlayan sesi her şeyi bastırarak yükselir semalara.

… babacığım eyvah

… kaybettim eyvah!

Oğlan, akşamları da ağlar yüksek sesle. Köy halkı tarladan döner. Hayvanlar sürülerinden ayrılıp avluya girdiklerinde çocuğun yanık sesi yine yükselir.

– Babacığım seni kaybettim, eyvah!

Keçiler sakallarını oynatıp geviş getirirken çocuğun yanık sesine kulak verirler. O arada keçilerin sağımı da yapılır.

Bu durum yavaş yavaş günlük hayatın bir parçası hâline geliyordu. Ocağına ateş düşmeyen hiç kimse kalmamıştı. Herkes içten içe kaygılanıyor, “belki bizim de kara gözlümüz solmuştur, kim bilir” diye endişeye kapılıyordu. Cepheden ölüm haberi gelen aileler birbirleriyle konuşmaktan çekinir olmuşlardı. Ölüm haberi gelmeyen eve bugün olmasa yarın geliyordu. Bu durum büyük küçük demeden herkesi korkutuyordu.

* * *

Biz çocuklar ilkbaharın ilk günlerinden itibaren öğleden sonralarımızı da boş geçirmez, okuldan çıkıp Ak-Çiy köyünün kenarındaki Kara-Oy tarlasına gider, at üzerinde tarlayı tırmıklar olmuştuk.

Sabahın ilk ışıklarından itibaren Kara Oy’a giden kadınlar, uzun kamçılarını sürükleye sürükleye, yalın ayak, hayvanlara koşulan sabanların peşine takılırlardı. Ara sıra ince, yorgun sesleriyle “karığı düz sür” diye bağırdıkları duyulurdu perişanlar kadınların. Tarlanın sonuna gelince yorgunluktan o kadar canı çıkmış, sinirleri o kadar gerginleşmiş olurdu ki “düz sürmedin” bahanesiyle bütün sinirini at üstündeki bizlerden çıkarır, ağzına geleni söyleyip, azarlarlardı. Bazen ata vuracakmış gibi kaldırdıkları kamçılarını sırtımıza indiriverirlerdi. O zaman boncuk boncuk yaşlar dökülürdü gözlerimizden.

Kargaların sabahtan akşama kadar ağızları durmaz, böcek yerlerdi. Akşam olup da karınları iyice doyduktan sonra dağlara uçup giderlerdi.

Tohum torbalarını boynuna asan dedeler, ağır adımlarla yürür, ellerini yorgunca kaldırarak tohum saçarlardı tarlanın her bir yerine.

Yukarıdan, dağ taraftan yalın bir rüzgâr esiyor, akşam güneşinin altın renkli ışıkları Kara-Oy’un yüzünü aydınlatıyordu adeta. Sivri kanatlı kırlangıçlar cıvıl cıvıl ötüyor, sürüler hâlinde ana caddenin bir o yanına bir bu yanına uçuşuyorlardı. Hayvanları bile yorgun düşüren ilkbaharın ağırlığı Kara-Oy’un üzerine çökmüş gibiydi.

Ahşap eyerin üzerinde, Köksandal’ın torbaları gibi sallanıyor, ağırlaşmış vücudumu zor tutuyordum. Kurumuş meşin pantolonumu çıkarıp atasım gelirdi böyle zamanlarda. Baldırlarım, ata koşulan tırmığın kemendine sürtündüğü için yara olmuş, dayanılmaz bir acı veriyordu. Attan inip kaçmak isterdim öyle anlarda. Ama çaresiz ve mecburdum. Aslında kendim etmiş kendim bulmuştum. Önceden Batmakan’ın atlarına binerdim. Onun atları çok iyiydi. Bütün çocuklar Batmakan’ın atlarına binmek için yarışırlardı. Ama Batmakan iyi bir binici diye beni seçmişti. Ağzımın ayarını bilseydim onunla çalışmaya devam ederdim. Burnundan konuşuyor ya. Bir gün bir şeyler mırıldanırken boş bulunup; “burnundan konuşuyorsun, ne dediğin anlaşılmıyor” deyiverdim. Çok kızan Batmakan kamçısını kaptığı gibi “küçücük boyuyla dediğine bak” diye tarla boyunca kovalayıp, dövmüştü. Tarladakiler zor kurtarmıştı beni onun ellerinden.

O olaydan sonra beni tırmığa vermişlerdi. Ve şimdi tarladaydım işte.

Muhtar sabancıları dolaştıktan sonra yanıma geldi.

– Boş yer bırakmadın değil mi Kalender?

– Yok, abi.

Satıbaldı eski meşin pantolonunun kemerini sıkıca kuşanmıştı. Yüzü çökmüş, dudakları çatlamış, yorgun düşmüştü. Eyerinin üzerine eğilip, hafifçe öksürerek sesini düzelttikten sonra:

– İşte böyle, hiç boş yer bırakmayın. Doğrusunu söylemek lazım, kolhoza yardım ellerinizi uzatıyorsunuz. Özellikle bu sene yaptığınız iş paha biçilemez. Yetişkinlere büyük güç verdiniz.

Satıbaldı benimle özel konuşmak istercesine hâl hatır soruyor, Kara-Oy tarlasında benimle birlikte dolaşıyordu.

– Mukaş’tan mektup var mı?

– Yok abi, bir yılı geçti, mektup gelmiyor.

– Biliyorum Kalender, biliyorum. Her yerde böyle. Belki dönecektir ha?

Bir az öne geçerek:

– Derslerin nasıl, diye sordu.

– İyi abi.

– Yengen seni azarlamıyor değil mi?

– Yok abi.

– Acarkül iyi gelin…

Satıbaldı akrabamız falan değil. Ama bizi koruyup, hâlimizi hatırımızı sormadan geçmiyor. Sırf bu yüzden ona çok minnettardım.

Satıbaldı abim, büyüklerle konuşuyormuş gibi bana danışıyordu.

– Kolhozun keçi sürüsünü sağmaya karar verdik. İnsanlar süt içmezlerse ilkbahar açlığını atlamazlar gibime geliyor.

– Bize de verilecek mi abi?

– Elbette vereceğiz. Elimizde olsa daha çok verirdik ama ne yapalım… Birey sayısına göre paylaştıracak olursak bir aileye 3-4 keçi denk geliyormuş. Tohumluk ekinlere dokunamayız. Yoksa sonbaharda ne yapacağız? Zaten ambar iyice boşaldı. Biraz daha dayanırsak patatesler yetiştir. Sonra arpamız olgunlaşır. Yulaf da yetişti mi gerisi kolay. Bütün bereketiyle sonbahar gelir. Satıbaldı’nın canı sıkkındı sanırım. Beynini kemiren düşünceleri bir bir dökmeye başladı.

– Hey Kalender’im, diye omuzlarını silkerek derin bir ah çekti. – Her şey düzelir, aç karınlar doyar, yırtıklar yamanır… Cephede kan dökülüyor, insanlar öldürülüyor. Ancak… Sen zaferin anlamını bilseydin… Sohbetin uzayacağını mı düşündü, bilmem konuşmasının devamını getirmedi.

– Neyse, siz bütün bunları nerden anlayacaksınız? Şimdilik derslerinize iyi çalışın, kolhoz işlerine yardım edin. Sonra anlarsınız her şeyi. Satıbaldı dağınık düşüncelerini toplayarak eyerine oturdu. Kafasında uçuşan düşüncelerin ağırlığıyla başını yere eğerek yola koyuldu. Yeleli Çabdar da sahibinin ne istediğini anlamış gibi yorgun adımlarla ağaçların arasındaki köye doğru yürüdü.

Muhtar tarladan uzaklaşır uzaklaşmaz, atları kadar kendileri de yorgun düşen kadınlar toprağın üzerine sırtüstü yatarak dinlenmeye koyuldular. Her birine birer yetişkin çocuk verilmişti. Kadınlar kâh türküler söylüyor, kâh birbirleriyle şakalaşıyor, çalışmaktan bitkin düşen bedenlerini dinlendiriyorlardı. Yorgunluk nedir bilmeyen çocuklarsa azıcık boş zaman bulduklarında sapanlarını sallayarak tarlada uçuşan kargaların peşinden koşuyorlardı. İlahi çocuklar, sırtüstü yatan kadınlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Kadınlara göre, solucan avlayan kargalar daha ilginç geliyordu.

Güneş battı. Kadınlar, terleyip kirlenmiş olan atların birine eyersiz binerek, diğerini yedeklerine alıp köye doğru yola koyuldular.

Dişleri toprağa batırılmış pulluklar, yarının telaşını beklemeye başladılar arazinin her bir yerinde. Tarla ter kokuyordu. Tohum saçılmış tarlanın üzerini bir kez daha tırmıkla geçmek istedim o gün. Diğer gençleri gönderip, tek başıma kaldım tırmıkçılardan. Benim dışımda birkaç mesafe yukarıda peltek Amazbay tohum saçıyordu. Nedense oyalanmış, diğerleriyle köye gitmemişti. Bu durumdan şüphelenip, çaktırmadan takip etmeye başladım.

Aşağıdaki gölün şırıl şırıl sesi Kara-Oy’un sessizliğini bozuyor, dağdan esen rüzgârla beraber karanlık da çöküyordu yavaş yavaş. Sonunda niyetimi anladı sanırım:

– Hey, Eşimbek’in oğlu…

– Efendim.

– Gel bakalım kuynaz, gel yanıma.

İşte bu dedim. Hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi yanına yaklaştım.

Keçisakallı Amazbay altmışına basmış olmasına rağmen arsız biriydi. Ucuna kadar katladığı şapkasını kafasına kondurur, ıvır zıvır işlerle uğraşır dururdu. Bir de olmadık yerlerde yemin etme huyu vardı onun. Mesela birisi çıkıp, “ineğin tarlama kaçmış, ekinleri mahvetmiş” diyecek olursa gözünün içine baka baka inkâr eder, “adâlet karşısında boynum kıldan incedir” diyerek belindeki kemeri çıkarıp, boynuna dolandırıverirdi. Cenaze ve düğünlerde yaşına hürmet edip başköşedeki ihtiyarlarla oturacağı yerde ocağın yanına gelir, kazanın dibine çökerdi. Et pişip, tabaklara konulurken oğlunu arkasına oturtur, “al Şayloobek” diye tabaktaki etlerden koparıp uzatırdı. Bu duruma yeterince alışık olan Şayloobek babasının verdiklerini bir atmaca hızıyla alır, pantolonun kirli ceplerine tıkıştırıverir, sonra da yemini yutmuş kuşlar gibi yutkunarak geri yerine otururdu. Peltek Almazbay, oğlu dışındaki çocuklardan nefret eder, yeri gelince azarlar, bazen dövdüğü bile olurdu. Özelikle beni hiç sevmezdi. “Allahın cezası” diye gördüğü yerde azarlayıp dururdu.

Amazbay her zamanki gibi “r”yi konuşamıyordu ama bu sefer âdet olduğu üzere bağırmıyor, tam tersine çekiniyordu:

– Öynek işçi mi olmak istiyoysun. Şimdileyde kolhoz hiç biy ödül veymiyo. Kalpağını uzat bakalım, azcık aypa veyeyim” dedi. Benim buradan hemen kaybolmamı, ağzımı kapatmamı istercesine değil de bana acımış gibi, “Eşimbek’i tanıyoydum” dedi. Ve ekledi “Eğey ağzından kaçıyıyısan dilini kopayıyım”.

Mukaş ağabeyimin gözüme kadar inen kocaman kalpağını çıkarıp, ileri uzattım.

Hadi çabuk ol, kadın gibi sallanma. Hadi anasını satıyım. Zamane çocuklayı adam değilsiniz. Eskiden biz, tuttuğumuzu kopayıydık. Amazbay homurdanarak kalpağı eline aldı. İçini dolduracakmış gibi kalpağın kenarlıklarını yukarı kaldırdı. Sonra da üzerini cepkeniyle örttüğü kara torbayı sallayarak dibindeki buğdaydan iki avuç koydu. Normal günlerde tahıllık buğday için çiftçilere yalvarır, tekrar tekrar giderek iki üç buğdayı zor koparırdık. Verdiklerinde bile “ne biçim çocuklarsınız, tohumlukları yiyecek misiniz” diye azarlar, zor durumda bırakırlardı. Hele Amazbay, işini iyi yapıyormuş gibi Kara-Oy’daki herkes duyacak kadar car car bağırırdı. Bu da yetmiyormuş gibi akşam köye döndüğünde “filanca buğday istedi, veymedim” diye sokak sokak dolaşır, herkese söyler, utandırırdı.

– Al bakalım dedi peltek Amazbay, iki avuç buğday değil de bir kalpak dolusu belâ verircesine. İnsansan değeyimi bil. Çok kuynazsınız zamane gençleyi. Bilmemiş, göymemiş gibi yapsan olmaz mıydı sanki?!

1.Kiçine Bala- Küçük çocuk
2.Aca-Acarkül isminin kısaltılmış hâli.
3.Sarmerden-erkek ve kızların sırayla birbiriyle şarkılı türkülü atışması
4.Ir chını (türkü kasesi) – Bir takım türkü söyleme zincirlemesidir. Düğün derneklerde bir kâseye kımız veya boza konulur. Birisi (genellikle düğün sahibi) bir türkü veya şarkı söyledikten sonra kâsedeki içecekten bir yudum alır ve başka birine uzatır. Kâseyi devralan kişi de şarkısını söyleyip, kâsedeki içecekten bir yudum aldıktan sonra başkasına uzatır. Bu durum genelde düğüne gelen herkes türküsünü söyleyinceye kadar devam eder.

Bepul matn qismi tugad.

5 246,16 s`om