Kitobni o'qish: «Nokta»
PAMUK İPLİĞİ
(Beyoğlu’nun dar, soğuk ve levanten bir salonu. Perdelerde, duvarlarda, levhalarda, koltuklarda, hasılı her şeyde görünmez ve tesmiye olunmaz bir ifrat gölgesi var. Madmazel Bagdeseryan sanki ayağa kalkacakmış gibi dimdik oturmuş. Karşısında Behzat Bey; gayet şık, gözünde bir monokl… Kollarını, fotoğraf makinesinin karşısında her meşhur ve masum sanatkârın aldığı mahut vaziyette, çaprazvari bağlamış, beyaz ve biraz büyücek elleri futbolla gittikçe büyür vehmettiği pazılarını yokluyor gibi… İkisinin de hâlinde öyle bir başkalık var ki… Salondaki o anlaşılmayan tesmiye olunamayan başkalıkla imtizaç ediyor! Bir sahnede, kendilerine bakan birçok gözün önündelermiş gibi dikkat ve teyakkuzla konuşuyorlar…)
Sürpik: Demek bu kadar gençken izdivacı düşünüyorsunuz, ha?
Behzat: Zannettiğiniz kadar genç değilim ki…
Sürpik: Kaç yaşındasınız?
Behzat: Otuza yakın.
Sürpik: Herhâlde izdivaç çağı değil…
Behzat: Niçin?
Sürpik: Otuza yakınım diyorsunuz. Yani yirmi ile otuz arasındasınız demek. Bu devir de yaşamak, hayatı anlamak devridir. Daha doğrusu hayatı kazanmak devri…
Behzat: Fakat ben zenginim…
Sürpik: Ve safsınız, erkekler yirmi ile otuz arasında hatıralarıyla daima mektep hayatını yaşarlar. Katiyen çocuklardır. Onlara itimat edilmez.
Behzat: (Gülerek) Fikrinizce izdivaç için mutlaka yarım asır yaşamak lazım!
Sürpik: Mübalağa etmeyiniz. O kadar değil. Otuz beşle kırk arası tam izdivaç mevsimi…
Behzat: Oh; la, la, la… O vakte kadar?
Sürpik: … Ne yapacağınızı artık tabii benden öğrenmek zahmet ve nezaketini ihtiyar etmezsiniz. Kırk yaşına gelince bir yorgunluk hisseder, nihayetsiz ve sebepsiz bir can sıkıntısı duyarsınız. Midenizde rahatsızlıklar başlar. Hafif bir romatizmadan, zayıflayan bacaklarınız için için sızlarken görünmez bir dudak kulağınıza: “Artık dinlenmek lazım. İzdivaç et.” der. Zaten eğlenceden, aşktan, kadından, zevkten, yürümekten, gezmekten, koşmaktan bıkmış bulunursunuz. O vakit…
Behzat: Ey o vakit?
Sürpik: O vakit küçücük bir hanımefendi, o kadar küçücük ki… Hani hemşirenizin unutamayacağınız derecede yakın bir mazide doğduğunu bildiğiniz yetişkin kızından daha küçük bir hanımefendi beyaz esvaplar içinde size takdim edilir. Artık siz zevç olursunuz.
Behzat: (Fazla ciddi) Hayır Matmazel, hayır siz beni katiyen anlamamışsınız. Ben genç evleneceğim. Dünyada en nefret ettiğim şey sefahattir! Edebiyatı ve hayali sevmem. Çok ciddiyim. Mütemadiyen çalışmak, mütemadiyen servetimi tezyit etmek, şöhret ve ihtiram kazanmak, rahat ve mesut yaşamak! İşte benim gayem!
Sürpik: İzdivaçla hiç münasebeti olmayan bir gaye…
Behzat: İzdivaç etmesini de istemem. Yani filozofların marazi fikirleriyle dimağları zehirlenen birtakım gençler gibi izdivacı itibari bir yalan değil, içtimai bir hakikat addederim.
Sürpik: Çok klasik bir fikir!
Behzat: Fakat doğru değil mi?
Sürpik: Doğru, fakat herkes sizin gibi düşünmez.
Behzat: Niçin? İzdivaç hakkında sizin fikriniz ne?
Sürpik: Herhâlde sizinki gibi değil, pek pek başka. Birkaç türlü…
Behzat: Nasıl, rica ederim?
Sürpik: Evvela kadıncasını söyleyeyim. Herhâlde birçok muhakeme, tereddütle vakit geçirerek birçoğu gibi yirmi beş yaşını beklememek. Sonra beni son derece arzu eden ve ketum olan bir adama hemen muvafakat göstermek.
Behzat: Ne basit! Lakin sizi arzu edeni ya siz sevmezseniz?
Sürpik: Ben mi! Benim kendimin ehemmiyeti yoktur. Yalnız o beni sevsin, arzu etsin.
Behzat: Ya ihtiyar olursa?
Sürpik: Ehemmiyeti yok.
Behzat: Çirkin olursa?
Sürpik: Yine ehemmiyeti yok, ketum olsun, kâfi.
Behzat: Genç, güzel, zengin ve zeki olursa?
Sürpik: Büyük ikramiye! Bunu reddedecek budala bulunamaz zannederim…
(Biraz sükût)
Behzat: (Mütereddit ve müteheyyiç) O hâlde?
Sürpik: …
Behzat: Evet size serbestçe söylemeliyim…
Sürpik: ???
Behzat: Siz benim son derece hoşuma gidiyorsunuz!
Sürpik: (Şaşkın ve mütehayyir) Teşekkür ederim…
Behzat: Ve sizi son derece arzu ediyorum. Sizinle izdivaç edecek olursam tamamıyla mesut olacağım.
Sürpik: Lakin bu mümkün mü?
Behzat: Niçin mümkün olmasın? Benim İslam olmam hiçbir mâni teşkil edemez. İslam erkekleri Hristiyan kızlarıyla izdivaç edebilirler. Hele biz, Türkler dinimizin bu müsaadesinden vaktiyle çok istifade etmişiz. Bazı hükümdarlarımızın zevceleri bile Hristiyan prensesleri imiş. Sonra, Avcı Sultan Mehmed’in zamanında, bundan iki buçuk asır evvel… Hayır, tam iki yüz kırk beş sene evvel Rum patriği buna mâni olmak istemiş. Nasıl mâni olsun? Sert davransa, kafa tutsa olmaz. Çünkü kendisine gelinceye kadar seleflerinden üçü idam edilmiş. Ve sonuncusunun ipte nasıl sallandığını gözüyle görmüş… Hileye, bütün âcizler gibi hileye müracaat etmeye karar verir. Bütün âcizler gibi muvaffak olur… Bir gün Şeyhülislam’a gider: “Domuz eti yiyen, şarap içen Hristiyan kadınlarıyla İslamlar izdivaç ediyorlar. Sonra doğan İslam çocuklarının böyle Hristiyan kadınlarının kucaklarında büyümesi İslamiyetin sanına ve usulüne muvafık mıdır? Değil midir?” diye bir sual sorar. Şeyhülislam pek müşkül bulduğu bu suali uzun uzadıya düşünür taşınır. Sadrazam ile müzakere filan eder. Nihayet İslamların ihtida etmeyen Hristiyan kızlarıyla izdivaç etmelerini katiyen men ve emrederler. Zaman geçtikçe bu emir de kuvvetini kaybeder. Bugün işte Avrupa görmüş birçok Türk vardır ki zevceleri Hristiyan’dır. Birçok zabit… Hariciye memurları… Hatta bir prens… Çünkü bu emir asla dinî değil, belki siyasi idi. O vaktin siyaseti, o vakitki hükûmetin hikmeti bunu icap ediyordu. Bugün kıymeti kalmadı.
Sürpik: (Mütebessim) Oh, azizim, şimdiye kadar asla tahayyül etmediğim bir şey varsa o da bir Türk’le, bir İslam’la izdivaç etmekti. Birdenbire izhar ettiğiniz bu beklenilmez arzu beni o kadar şaşırttı ki… Ve… O kadar hoşuma gitti ki… Ciddi bir cevap veremeyeceğim zannediyorum.
Behzat: Niçin?
Sürpik: Çünkü muhakeme etmedim.
Behzat: Ediniz.
Sürpik: Ne vakit?
Behzat: Şimdi.
Sürpik: Şimdi mi? Bu mümkün değil. Çünkü mütehayyirim ve hayret katiyen muhakemeye mânidir… Biliyorsunuz… Lakin durunuz, yeni usulü tatbik ve tecrübe edelim; yüksek sesle muhakeme edelim. Yalnız soracağım suallere doğru cevap veriniz.
Behzat: Pekâlâ.
Sürpik: İslamlığa dair İngilizce birçok eser okudum. Hepsi sizde izdivacın son derece serbest olduğunu yazıyordu. O kadar serbest, o kadar serbestmiş ki… Ne kadar?
Behzat: Mümkün olduğu kadar, tasavvur ve tahayyül olunduğu kadar…
Sürpik: Sizde hem poligami1 varmış, hem de poliandri…2
Behzat: Poliandri yok. Bu iftira… Yalnız poligami var. Fakat mecburi değil.
Sürpik: Bir erkek kaç kadın alabilir?
Behzat: Dört tane derler. Lakin serveti, sıhhati, ihtiyacı olursa istediği kadar…
Sürpik: Mesela on tane…
Behzat: Seksen tane, yüz tane…
Sürpik: Oh, korkunç…
Behzat: Fakat, tekrar ediyorum, bu mecburi değil. Birçok Türk, ama birçok zengin ve kuvvetli Türk vardır ki bütün hayatlarında bir kadınla iktifa etmişlerdir.
Sürpik: Ama bir kadın ile ölünceye kadar yaşamaları da mecburi değil?
Behzat: Evet değil…
Sürpik: İstedikleri vakit zevcelerinden ayrılabilirler.
Behzat: Ayrılabilirler.
Sürpik: Zevcelerini boşamadan tekrar diğer bir kadınla izdivaç edebilirler?
Behzat: Edebilirler.
Sürpik: Bıraktıkları zevcelerini yine canları isterse tekrar alabilirler?
Behzat: Alabilirler. Fakat bunda bazı şartlar var!
Sürpik: Ne gibi?
Behzat: Mesela “hülle” şartı…
Sürpik: “Hülle” ne?
Behzat: Pek iyi bilmiyorum. Galiba bir Türk üç defa zevcesini boşarsa tekrar alamaz. Şu şartla ki hiç olmazsa bir gece, zevcesi başka bir erkekle izdivaç edecek, sonra ondan boşanacak, tekrar eski zevcine varacak.
Sürpik: Oh, işte bir nevi poliandri…
Behzat: Fakat bu pek nadirdir! Şayet böyle bir şey olsa şeri hile yaparlar. Mesela mutlaka başka bir erkeğe varması icap eden kadını gayet ihtiyar bir adama nikâh ederler ve bu mecburi izdivaç tabiatıyla gayet Eflatuni kalır yahut… müta nikâh…3 Hasılı birçok hile… İyi bilmiyorum ama icabında bir horoza bile nikâh kıyarlarmış…
Sürpik: Latifeyi bırakın, azizim. Bu dehşetli serbesti! Gayet zayıf kayıtlarla! Âdeta civil mariage…4 Aşkta daima kaybeden, izdivaçta daima ilk ihtiyarlayan kadındır. Eğer erkek dehşetli bir rabıta ile birkaç sene sonra güzelliği solan kadına bağlanmazsa sadakat azabına tahammül edemez. Hemen onu terk eder. Ve yerine gayet genç ve taze bir kız alır.
Behzat: Ah, sevilen bir kadın hiç terk edilebilir mi?
Sürpik: Bakınız, işte “edebiyat” yapıyorsunuz. Sevmek! Sakın ezelî bir aşktan, ölümle nihayet bulan manevi, ruhi bir aşktan bahsetmek masumiyetini tecrübe etmeye kalkmayınız! Aşk… Bir hiç, bir ihtiras, geçici bir buhran… Öyle bir buhran ki neticesi mutlak nefret ve yorgunluktur! Ve izdivaçla aşkı kim karıştırırsa, bir görürse mutlaka meyus olur. İzdivaç: Kadın için, bir erkeğin fena kokularına, kabalıklarına, huşunetlerine tahammül etmekten; erkek için, solmuş ve yıkılmış bir kadının sırnaşıklıklarına, münasebetsizliklerine, asabiyetlerine aldırmamaktan ibarettir! İki vücudu bu mütekabil azaba mahkûm edecek bir bağ, bir zincir vardır ki o da izdivaçtır. Ailelerin, içtimai menfaatlerin, küfvî mutabakatların sigortası bu zincirdir. Hâlbuki o kadar zayıf ki… Bir… Bir pamuk ipliği… Hayır, hayır, ben asla sizinle, bir Türk’le izdivaç edemem. Bütün hayatımı, bütün istikbalimi kayıtsız, şartsız, bir erkeğin keyfine feda edemem…
Behzat: Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
Sürpik: Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz.
Behzat: Fakat…
Sürpik: Fakatı yok. Pamuk ipliği! Azizim. Mesela ben ha sizin metresiniz olmuşum; ha zevceniz… İkisi de bir…
Behzat: Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
Sürpik: Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz. Sonra… Mutlaka evvelki ihtiras, evvelki arzu sönecek. Ve beni terk edeceksiniz. Hayır, demeyiniz. Bu ezelî bir romandır ki hiçbir kelimesi değişmez. Sizin zevceniz olsam yine aynı roman… Birkaç sene sonra beni bırakacaksınız, diğer bir aşka koşacaksınız.
Behzat: Asla…
Sürpik: Çünkü bırakmamaya mecbur değilsiniz. Bırakmak hakkına maliksiniz. Bıktıktan sonra beni bırakmazsanız bu ancak marazi bir merhamet hissinden başka bir şey değildir! Ve bir hisse de hiçbir vakit bir hak, bir kanun, bir mecburiyet kadar itimat olunamaz. İşte muhakemenin neticesi: Ben mutlaka bir Hristiyan’a varacağım. Çünkü Hristiyanlarda izdivaç ağır, kavi, kırılmaz bir zincirdir! Beni ancak ölümle bağlayacak. Terk edilmek, bedbaht olmak korkusundan uzak yaşayacağım…
(Bu esnada, dimdik, sahte ve acemi bir aktör, doğru tavırlı genç bir uşak girer. Matmazel Bagdeseryan’a eğilir.)
Uşak: Mösyö Hamparsun Rupenyan!
Sürpik: Buyursun.
(Uşak çıkar.)
Behzat: Bu kim?
Sürpik: Tuhaf tesadüf! Yakında nişanlanacağımı ümit ettiğim bir adam. Kayserili gayet zengin bir yağ tüccarının yegâne oğlu… Durunuz, size takdim edeyim.
Behzat: (Bozularak, asabi) Hayır, hayır, istemem. Bana müsaade ediniz.
Sürpik: Lakin darılmış gibi hareket ediyorsunuz.
Behzat: Asla… Müsaadenizle…
Sürpik: Fakat yine geliniz, yüksek sesle muhakemeler yapalım. Yani açık düşünelim. Bugün nihayete kadar devam edip neticemi size de kabul ve tasdik ettiremediğim için çok müteessifim. Geliniz ha… Yakında…
Behzat: Yakında…
(Behzat eğilir, nazik bir reveransla Matmazel Bagdeseryan’ı selamlar. Tam çıkacağı vakit Hamparsun Rupenyan girmiş bulunur. İki erkek birbirlerini selamlarlar. Behzat asabi bir istical ile çıkar. Rupenyan ayakta duran Matmazel Bagdeseryan’ın elini sıkar.)
2
Rupenyan: Nasılsınız, azizem?
Sürpik: İyiyim! Oturunuz! İşte bir haftadır gelmiyorsunuz. Niçin?
Rupenyan: Memleketten birkaç hemşehrimiz gelmişti. Onları yerleştirmekle meşguldüm.
Sürpik: (Gülerek) Muazzez meşguliyet.
Rupenyan: Bana takdim etmediğiniz bu zat kimdi?
Sürpik: Şimdi çıkan bey mi? Bir genç Türk! Avrupa’da tahsil etmiş bir mühendis… Geçen kış tanışmıştık. Şimdi en samimi dostlarımızdan.
Rupenyan: Tanımıyorum. Ben hiç görmemişim.
Sürpik: Tanımazsınız. Takdim edemediğime teessüf ederim. Ah bilseniz onunla ne garip şeylerden bahsettik!
Rupenyan: Nelerden bahsettiniz?
Sürpik: İzdivaç ve nikâhtan bahsettik.
Rupenyan: Hakikaten garip!
Sürpik: Tekrar anladım ki Türklerin dini gayet mükemmel! Hele nikâhları o kadar tabii, tabiata o kadar muvafık ki… Âdeta medeniyetin, tekâmülün hayali bir gayesi…
Rupenyan: (Sırıtarak) Ya latife ediyorsunuz ya mübalağa…
Sürpik: Ne latife ediyorum, ne mübalağa! Onlarda nikâh ve izdivaç o kadar kayıtsız, o kadar serbest ki insan biraz daha tahlil ve tetkik etse “hiç yok” diye haykıracak.
Rupenyan: Nasıl?
Sürpik: Bir kere Türkler istedikleri kadar kadın alabiliyorlar.
Rupenyan: Bu poligami! Fakat iyi mi?
Sürpik: Fena mı? Tabiata, derece muvafık! Bütün mütefenninler, bütün âlimler, bütün filozoflar insanların taban poligam olduklarını iddia ve ispat ediyorlar. Hayattaki bütün hikâyelerin, romanların, tetkiklerin, tetebbuların bu hakikati tasdik ettiği görülüyor. Dünyada hiçbir erkek –hatta gayet namuslu olmak şartıyla– hiçbir erkek yoktur ki bütün ömründe yalnız bir kadınla iktifa etmiş bulunsun. Evet, hiçbir erkek: “Ben hayatımda zevcemden başka bir kadın tanımadım.” diyemez. Türklerin “Bir çiçekle bahar olmaz!” atasözleri tabiatın büyük bir hakikatini ihtiva ediyor. Hayattaki mütemadi tebeddül ve tahavvül için, tenasül meyli, tabiatın bu ezelî kanunu, erkeği birçok kadına karşı mütehassis eder. Erkek bu hissine mağluptur. Allah’tan gelen tabiatın ezelî ve mukavemet olunmaz kuvveti karşısında insanlardan gelen her şey; o kanunlar, itikatlar, vehimler, âdetler, itibari ve mevzu ananeler sökmez, sukut eder. İşte Türklerin dini tabiata karşı gelmemiş. Bu hakikati kabul ve ihtiva etmiş ve erkeği istediği kadar, muktedir olabildiği kadar kadın almakta serbest bırakmıştır!
Rupenyan: Lakin kadını hiç düşünmemiş.
Sürpik: Hayır, izdivaçtaki o; kadının da serbestide istifadesi, menfaati, hakkı var. Kadın da artık bıktığı erkekle yaşamak ıstırabından kurtuluyor, boşanıyor, tabii diğer bir erkeğe varıyor.
Rupenyan: İtiraf ediniz ki bunda sarih bir kabalık var! Evvela bir kadınla bir erkeğin ölünceye kadar birbirlerine merbut olmalarında siz ali bir mana, bir fazilet görmüyor musunuz?
Sürpik: Hayır, yalnız boş, tabiata muhalif, bütün vakalar ve hislerle tekzip edilen bir yalan görüyorum.
Rupenyan: Bu bir anarşist fikri!
Sürpik: Niçin anarşist fikri olsun? Bilmiyor musunuz, dimağları tekâmül ve tahavvül sıtmasıyla henüz o kadar hastalanmayan ilk insanların arasında tenasül fiili “promiscuite”5 şeklinde idi. Gittikçe değişti. İntizama girdi. Vasi ve mükemmel bir poligami hâlini kesbetti. Sonra bir gün Yahudiler muazzam tabiatın bu ezelî kanununa isyan ettiler. Dünyaya ilk defa olmak üzere monogaminin6 temel taşını vazettiler. Biz Hristiyanlar zaten onların içinden çıktığımızdan bu hatalarını kabul ettik. Daha başka bin türlü ayinler, kayıtlar, suni ve yalan birçok şey icat eyledik. İzdivaç namında bir zincir yaptık ki bugün onun dayanılmaz ağırlığı altında yalnız isyan ve riya yaşayabiliyor. Asla samimiyet yoktur. Sonra İslamlar bu zinciri kırdılar. Tabiatın hakkını iade ettiler. Bu zincirin yerine bir pamuk ipliği koydular. İsyan ve riyaya ihtiyaç yok. Sevmeyenler, evvela sevip de sonra bıkanlar istedikleri zaman ayrılabilirler. Evet Türklerin dini asla tabiata düşman olmamış, onunla muharebeye, mu-saraya kalkmamıştır! Millî lisanları, hatta dalaletleri bile dünyada ihmal olunan tabiata en yakın şeyler!
Rupenyan: Nasıl dalaletleri?
Sürpik: İngilizce bir eserde okudum. Aralarında galiba “Kızılbaş” namıyla dalalette kalmış gayet küçük bir fırka varmış ki “promiscuite” yi terviç edermiş… İşte tabiata doğru atılmış bir adım! Tabii ilimlerin, tekâmülün, terakkinin muzafferiyetiyle birkaç yüz, belli birkaç bin sene sonra erişilecek gaye! Size gayet serbestçe fikrimi söyleyeyim, istiyor musunuz? Ben asla bu izdivaç zincirini boynuma takmayacağım. Hür, yani mesut kalacağım.
Rupenyan: Demek izdivaçtan vazgeçiyorsunuz?
Sürpik: Hayır, zincirden, bizim Hristiyan izdivacından vazgeçiyorum. Yoksa genç ve ketum olan bir Türk’e rastlarsam hemen uzattığı eli kabul edeceğim. Annemin taassubuna, babamın mümanaatına asla ehemmiyet vermeyeceğim. Oh, pamuk ipliği… İstediğim vakit artık sevmediğimi, artık bıktığımı ona söyler ve ayrılırım. O da bana karşı öyle yapar. Yaşarsak mesut yaşarız. Yaşamazsak hemen ayrılırız. Azap çekmeyiz. Riya ve isyanlarla bütün hayatımızı feci bir mücadele içinde, zehirli itisaflar içinde geçirmeyiz.
Rupenyan: (Biraz öfkeli) Ben de size serbestane söyleyeyim: Fikriniz son derece bozulmuş. Perişan olmuş. Bedbaht olacaksınız. Türklerle sıkı münasebette bulunmak işte böyle felaketlere sebebiyet verir. Papazlarımızın bizi daima onlardan uzak durmaya sevk ettiklerinin hikmeti budur. Eminim ki bu fena fikirleri deminki Türk size ilka etti.
Sürpik: Asla… Ben İslamlığa dair İngilizce yazılan şeylerin çoğunu okudum. Siz de okursanız hakikati anlarsınız. Bütün mevzu ve itibari şeyler hakikatin, fennin, tabiatın karşısında sükût eder. Görmüyor ve hissetmiyor musunuz ki, Avrupa medeniyeti, gürültülü bir teşevvüş içinde, hiç farkında olmadan, İslamiyete doğru gidiyor. İspanya gibi nispeten vahşi memleketlerde civil marirage kanunları kabul olunuyor. Ne kadar hükûmet varsa parlament, meşveret usulünü kabul etmiş. Şimdi hepsi yavaş yavaş tekâmüle, cumhuriyete doğru yürüyor. İçtimai hareketlerin en azametlisi, en mehibi sosyalizm! Her tarafta libre penseur7 cemiyetleri! Yirmi asır evvelki gafletlerden uyanılıyor… İzdivaçta serbesti, meşveret usulü, demokrasi, cumhuriyet, kâfi müsavat, iştirake pek yakın ve umumi bir teavün şeklinde sosyalizm, hep İslamiyetin esasları… Tabii ilimlerin galebesi bütün yalanları yıkıyor, en kuvvetli inatlar ve zulmetler bile artık mukavemet edemiyor…
Rupenyan: Korkarım siz İslam olmuşsunuz?
Sürpik: Hayır, şeklin, zahirî tebeddülün hiç ehemmiyeti yoktur. Fakat emin olunuz ki bütün düşünenler, düşünebilenler hakikatte İslam’dır. İslamlık, benim okuyup anladığıma göre ancak; düşünmek, bir fikrin üzerinde sabit kalmamak, bir itikat ve zanna bağlanmamak, daima doğruyu, hakikati taharri etmekten ibarettir. Ve kim böyle yapıyorsa manen İslam’dır. Siz, azizim, siz hiç düşünmez, her şeyde hakikat denilen heyulayı takip ederek birçok yalanın ne kadar gülünç ve budalaca olduğunu muhakeme etmez misiniz?
Rupenyan: Neler söylüyorsunuz? Fikirleriniz pek pek berbat… Âdeta ürküyorum. Ben cizvitlerin mektebinde okudum. Müdürümüz gayet muhterem, gayet ali, gayet mübarek bir papazdı… Bize hakikatten bahsederken: “Çocuklarım, sakın başka bir hakikat aramayınız. Bütün hakikat Hazret-i Mesih ile gelmiş ve artık dünyada aranılacak ve bulunacak bir şey kalmamıştır!” derdi. Nutuklarında Latince “Güneşin altında yeni bir şey yoktur!” cümlesini daima tekrar eder ve şimdiden sonra da asla yeni bir şey olamayacağını ilave ederdi. Ben de, iftihar ederek söylüyorum, dindarım! Küfürden nefret ederim. Günah addolunabilecek şeyleri ne söyler, ne düşünürüm.
Sürpik: Ah, siz cizvitlerin mektebinde mi okudunuz? Size acırım öyleyse… Cizvitler kimlerdir? Bilmiyor musunuz? Hakikat fecrinin doğmaya başladığı ufuklardan, ilim ve fen, intizam ve terakki memleketinden kovulmuş aç ve siyah kargalardır ki daima zulmet ararlar. Üstüne kondukları vücutların beyinlerini, dimağlarını, tefekkür kabiliyetlerini kemirirler, yutarlar; onları müteharrik ve canlı bir leş kümesi hâline ifrağ ederler… O kadar müthiştirler ki…
(Bu esnada kapı açılır, Madam Bagdaseryan girer. Ak saçlı bir kadın)
Madam Bagdeseryan: Ah siz misiniz Mösyö Rupenyan?
Rupenyan: Sizi ziyarete gelmiştim efendim. Matmazelle konuşuyorduk.
Madam Bagdeseryan: (Gülerek) Neden bahsediyorsunuz?
Sürpik: Daima havadan, anneciğim, havanın güzelliğinden!
Madam Bagdeseryan: Hakikaten güzel hava… Âdeta yaz! Bu sabah kiliseden çıktıktan sonra bahçede yarım saat gezdim. Ah aklıma geldi, hele o yeni vaiz… Neler söyledi! Hepimizi ağlattı… Tanıyor musunuz Mösyö Rupenyan, bu genç papazı?
Rupenyan: Tanıyorum efendim, benim eski mektep arkadaşımdır. Evet muktedir olduğu kadar ali, dindar, mukaddes bir zattır; o kadar büyük bir zattır ki…
(Rupenyan saatlerce eski sınıf arkadaşını metheder, Matmazel Bagdeseryan da annesiyle beraber, hiç sesini çıkarmadan dinler!)
Bepul matn qismi tugad.