Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Memlekete Mektup»

Shrift:

MEMLEKETE MEKTUP

25 Şubat 1919, İstanbul


Sevgili Celil,

İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazma azmiyle kalkıyorum. Nihayet bugün kalemi elime aldım. Yattığım yer Meserret Oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir Kurun-ı Vusta elemhanesine benziyor. Penceremin altında Babıali Yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşı kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket Akşam’la Tercüman’ın çıktığı saat… Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn, yine matem… Hani bizim Hukuk’a devam ettiğimiz zamanın İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul artık yok! Sokaklar daralmış, insanlar küçülmüş, kadınlar sıskalaşmış. Çehreler solgun. Herkeste üst baş perişan. İnanılmaz bir zaruret bu halkı eziyor. Mahallelerde birçok ev aç! Buna mukabil haydutlar hâlâ kâşanelerde yaşıyorlar. Otomobillerde geziyorlar. Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar. Köprü âdeta beynelmilel bir meşher… Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor. En neşeli halk Rumlar… Laternalarıyla sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar, gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nara atıyorlar, ben nereye gideceğimi bilmiyorum. Üç gün evvel vatanımız Malatya’nın nüfusunu, resmî istatistikleri Hariciye Nezareti’ne götürdüm. Verecek adam bulamadım, bana “beceriksiz” diyeceksin. Ne dersen de… Aklım, fikrim, muhakemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husule getireceği bir “daüssıla” nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütmüyor. Kulaklarım parlak kırmızı horozlarımızın şen naralarını, şefkatli ineklerimizin, öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok. İstanbulluların zihniyeti bizden çok farklı. Biz son mağlubiyetle, düçar olmak ihtimaline maruz kaldığımız felaketleri, bir an aklımızdan çıkaramadık. Onların dünya umurunda değil. İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir edilerek iptidai bir aşiret şekline konulacakmış. Millî düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, galiplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onları güldürüyor. Nihayeti bulunmaz bir “sen, ben” davasına düşmüşler. Hepsinin elinde bir yağlı kara. Birbirlerini kirletip duruyorlar. Gazetelerde cihan havadisine dair tek bir satır yok. Hep dedikodu! Karaktersizliklerini bütün dünyaya ilan için mütemadiyen yeni yeni cemiyetler kuruyorlar. İkinci içtimalarına içlerinden üç tanesi gitmiyor. Meşrutiyet’i istihsal ettikleri için Anadolu’nun sırtı sıra on yıl liyakatlerine aldandığı İttihatçı güruhu da iki kısım olmuş. Biri kuvvet ellerinde iken halkı soyup soğana çeviren yeni zengin sınıfı! Öteki fırsatı kaçırıp umumi soyguna şahsi namus endişesiyle iştirak etmeyenler. Fakir arkadaşlarına yeni zengin İttihatçılar “enayiler” namını veriyorlar. Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını “Labori” takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyade büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş. Beni görür görmez boynuma sarıldı. Direkleri yıkılan sokakta eski çayhaneler hâlâ duruyor. Birine girdik. Zavallı evvela:

“Aman ne kadar genç kalmışsın…” dedi. Derdini açtı. Harp esnasında yazıhanesini, evini, barkını, eşyasını, hasılı nesi var, nesi yok, hepsini satmış, yemiş. Şimdi bir yeni zenginin yanında kâtipmiş! Efendisi için de malumat verdi. Adliyede bir odacıymış. Tam yerine çatmış. İlk elde elli altmış bin lira kazanmış. Labori yanık yanık anlattığı hikâyesini bitirdikten sonra, hani hürriyetin ilk seneleri Malatya’ya gelen cemiyet fedaileri gibi kaşlarını çattı. Elini göğsüne vurdu:

“Şu İtilafçılar ne vakit hükûmete geçecek ya Rabbi!” diye derin bir ah çekti.

Sordum:

“Sana ne faydaları dokunacak?”

“Hiç.” dedi, “Fakat bir ümidim var!”

“Ne?”

“İhtimal şu bizim ihvanın milyonlarını alırlar da…”

“Alırlar da sana mı verirler?”

“Hayır fakat…”

“Fakat?..”

“Anca beraber, kanca beraber… Onlar da bizim gibi meteliksiz kalırlar.”

İşte enayilerin zihniyeti! Henüz bir yeni zenginle konuşamadım. İşittiğime göre onlar şahsi servetlerinin selameti için İstanbul’un bütün bütün başka bir devlete verilmesini istiyorlarmış. Henüz gazetelerde aleyhlerinde kuvvetli bir galeyan yok. Harp zamanı, propagandası bizim vilayete kadar gelen millî ticaretten de bir şey anlamadım. Piyasayı gezdim. Diyebilirim ki hemen hemen bütün ticaret bağları Rumların, Yahudilerin elinde… Harp zamanı kazananlar lüks içinde paralarını yemekle meşgul. Bu iktisadi hercümerçten ziyade beni meyus eden manevi perişanlık! Edebiyat bir ölünün kalbi gibi durmuş, soğumuş… İlmin namı yok. Felsefe alay! Sanat şaka. Biliyorsun, biz tahsilimizi bitirirken ne kadar idealisttik. Daima bir gün Türkiye’nin istibdattan kurtulacağını, Meşrutiyet ilan edilir edilmez gizli membalar gibi bütün istidatlarımızın ortaya fışkıracağını, beş on sene içinde Avrupa’ya yetişebileceğimizi tahayyül ederdik. İstanbul’dan aldığımız nuru memleketimize neşretmek için bir gün durmadık. Doğduğumuz yere döndük. Çiftimize çubuğumuza yapıştık. İstanbul’a dair gazetelerde ne görürsek inanırdık. Yeni teşekkül eden her cemiyete Malatya’da bir şube açardık. Fakat samimi idik… Burada, bu cemiyet, dernek filan meseleleri vakit geçirmek için çıkarılıyor. Kimsenin muayyen bir fikri yok. Yalnız muayyen bir fikir var: İrtica… Bu mefkûreyi hakikaten azimkâr buldum. Labori’den ayrılır ayrılmaz, mektepte iken senin hiç sevmediğin bir arkadaşımıza daha rast geldim. Ebulfuruva! Hatırladın ya! Soğukluğundan dolayı kinaye olarak bu ismi takmıştık. Labori gibi sefil değil! Kılık kıyafet yerinde… Cübbesi daha dün terzi elinden çıkmış gibi… Köse sakalı daha ziyade seyrekleşmiş. Beni tanımamazlıktan geldi, fakat ben selam verdim, almamazlık edemedi. Memuriyetimi, İstanbul’a niçin geldiğimi sordu. Memur olmadığımı, buraya niçin geldiğimi kısaca söyledim.

“Hâlâ milliyetperverlik ha…” diye âdeta şaştı.

“Elbet!” dedim.

“Memleket bu yüzden mahvoldu.”

“Nasıl?” diye sordum.

“İslamlıkta milliyet olmadığı hâlde siz Türkler bu davaya kalktınız. Muharebeler filan hep sizin gibi milliyetperverlerin yüzünden çıktı.” dedi. Benim konuşurken ne kadar mutedil olduğumu bilirsin fakat bu sefer heyecana geldim. Ebulfuruva’ya güzel bir ders verdim. Arabistan’a, Suriye’ye istiklallerini vermek istemeyen dünyada hiçbir Türk milliyetperveri bulunamayacağını, gayri Türk havaliye kendi millî mevcudiyetlerini vermeyi arzu eden Türkçülerden kimsenin Mısır’ı zapt etmeye kalkmayacağını anlattım. Lakin Ebulfuruva laf anlar mı? Bu asrın milliyet hakikatini en anlamayan, milliyet hissinden en mahrum iki cahil şahsiyeti, Enver’le Cemal’i, Türkçü sanıyor. Mantığı kararmış Enver’in Anadolu’dan gasbederek bol bol Arap illerine saçtığı milyarların dehşetini biz Malatya’da bilmiyorduk. Ebulfuruva Şam’da bir kundura boyacısının bile avuçla altını olduğunu bilmiyor gibi davranıyor. Kendisiyle konuşa konuşa Beyazıt’a geldik.

“Biraz işim var. Kütüphaneye girelim.” dedi.

Beraber Umumi Kütüphane’ye girdik. Sıralar boştu. Ebulfuruva, birtakım kitaplar sordu. Yok cevabını aldı. Melamiliğe dair bir eser yazıyormuş. Eser, anlıyorsun ya… Daha on beş sene evvel yazmaya başlamıştı. Kütüphanenin nihayet köşesinde masaya oturduk. Yavaş yavaş konuşmaya başladık. Ben, artık bütün dünya, milliyet esasları üzerine yeni teşkilat yaparken bizim kanatsız kuş gibi, bedevi zihniyetiyle milliyetsiz kalamayacağımızı dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Ebulfuruva “Milliyet Hristiyanlara mahsustur.” diyordu. Nihayet:

“Bizim için yegâne selamet, Türklüğü filan inkâr edip milliyetsiz dindar olmaktır.” dedi.

“Her Müslüman millet bizim gibi milliyetini, ananatını, tarihini, İslamiyetten evvelki mazisini inkâr edecek mi?” diye sordum.

“Her koyun kendi bacağından asılır. Biz Arap’a, Acem’e karışmayız. Buradaki Türkler hiç milliyetlerinden bahsetmemeli! Selamet ancak bundadır!” cevabını verdi.

Bu fikirde inanılmaz bir taassupla ısrar ediyordu. Ben cihanın yeni inkılabından, demokrasiden, demokrasinin sırf milliyet demek olmasından uzun uzadıya bahsettim. Konuşurken dilinin altında bir bakla olduğunun farkına vardım. Çok geçmedi. Açıldı. Meğer onlar da bir cemiyet yapmışlar.

“Her cemiyet gibi ikinci celsede dağılırsınız!” diye güldüm.

“Hayır, azamız en ciddi adamlardır.”

“Kimler?”

Saydı. Hakikaten birbirlerini bulmuşlar. Bu asrın beş yüz sene gerisinde yaşayan zatlar… Cemiyetlerinin ismi “Tevhit ve Ahlak” imiş. Boğaziçi’nde gayet büyük bir mütefekkirin yalısında sık sık toplanıyorlarmış. Programları korkunç. Azayı masonluk gibi muayyen devrelerden geçiriyorlarmış. Maksatları… Söylemeye hacet var mı? Kurun-ı Vusta’ya dönmek! Türkiye’yi Tibet’e çevirmek… Avrupa medeniyetini kaldırıp atmak. Teokrasi esasları üzerine halis bir bedevi hâkimiyeti teşkil etmek! Buranın gençleri uyuyor. Fırka mübarezeleri içinde kara kuvvetin ne yaman bir azimle canlanmaya çalıştığını görmüyor. Türk Ocağı âdeta sigara içmeye mahsus bir kulüpmüş! Gittim. Gördüm. Fikrî hayata dair bir şey yok. Hani o gazetelerde ilanlarını gördüğümüz serbest dersler, konferanslar filan hep yalan! Henüz Darülfünun’a giremedim. İnşallah meyus olmam. Fakat orada da efkâra hâkim, okuryazar, eser sahibi bir âlim yok… Âlimlerin en çok yazanı nihayet yarım yamalak, tercüme vadisini atlayamamış! Bir tanecik âlimi olmamak! Bu milliyet asrında bir millet için ne feci mahrumiyet! Hani mektepte okuduğumuz mantık kitabında, “Mi’yar-ı Sedat”ta gördüğümüz tasnifi bile burada anlayan münevver yok. İhtisasa kimsenin aklı ermiyor. Şarlatanlık moda… Fikir hususunda fırıldak gibi dönmek, dün söylediğini bugün inkâr etmek, haysiyete muhalif addolunmuyor. Ah bizim zamanımızdaki İstanbul! Vakıa yine büyük bir şey yoktu fakat nihayetsiz, ezelî bir ümit vardı. Divanyolu’ndaki kıraathanelerde Abdülhamit’in hafiyelerine işittirmemek için gizli gizli neler fısıldardık! Gedikpaşa’da pansiyon olduğumuz evde Namık Kemal’in şiirlerini nasıl heyecanla okuduğumuzu hatırla. Şimdi o ilahi vect yok. İstanbul mefluç bir gölge hâlinde uzanmış! Uyuyor. Fakat baygın. Bu cesedi kımıldatacak ruh ölü… Biz Malatya’da İstanbul’u, payitahtımızı nasıl tahayyül ederdik. Sakın gelip de görmeye kalkma. Benim gibi buhran içinde kalırsın. Bir idealistin ilk vasfı meyus olmamaktır. Hâlbuki ben bu saat meyusum. Bir haftadır kendimi öldürmeyi düşünüyorum.

Yine işte aşağıya, Babıali Caddesi’ne baktım. Bir uçurum gibi! Şeytan diyor ki: “Kaldır, şuradan kendini at!” İrfan merkezi, hars ocağı niteliğini haiz böyle manevi bir anarşi içinde kalmış fert yaşamamalı! Sonra yine düşünüyorum. Biz Türkler tarihte ne kadar felaketler geçirmişiz. Devletimiz hükümdarsız, hükûmetsiz kalmış. Kardeşler birbirine düşman olmuşlar. Fakat nihayet, yine toplanmışız. Yine ölmemişiz. Saadetin de felaketin de geçici şeyler olduğunu hatırlamak insana biraz teselli veriyor.

Evet, Celilciğim, insan için mutlaka bir teselli var fakat ben bu teselliye rağmen yine burada duramayacağım. İlk fırsatta yola çıkıyorum. On beş sene evvel buradan aldığımız ümit, emel, ideal nuru artık sönmüş! Şimdi İstanbul taşranın nuruna muhtaç! Biz artık köşemizde, yüksek dağlarımızın arasında, köpüklü pınarlarımızın başındaki beyaz badanalı, toprak çatılı kulübelerimizde sevgili milletimizin samimiyetiyle çarpan kalplerimizi dinleyelim. Ruhlarımızdan çıkan ümit alevini bir fazilet meşale gibi İstanbul’a getirelim. İstanbul, milletinin kadrini, kıymetini, kuvvetini bilmiyor. Evet, nihayetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefaletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki “öldü, öldü” sanılır da yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin “dini bir, dili bir” kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar. İstanbullular “Wilson Umdeleri’ne akıl erdiremiyorlar. Milleti ırktan ayırt edemiyorlar. Hepsinin müfekkiresi “devlet mefhumu” içinde zebun! Hâlbuki siyasi hudutların ne ehemmiyeti olabilir. Bunları insanlar yapar. Milliyeti, milliyet denen birliği Allah yapmıştır. Hiçbir kuvvet onu parçalayamaz!

Ben işte bu imanı bozmamak için çabucak buradan kaçmak, uzaklaşmak istiyorum. Artık benden mektup bekleme. Kendimi bekle. Zannediyorum ki yirmi gün geçmeden sevgili vatanıma döneceğim. Fakat kalbimde ne derin bir yara ile… Tıpkı hafızasını kaybetmiş bir zavallı gibi!

….

BİT

Tarihî Kısa Hikâye
Baytar şairi Mehmet Akif Bey’e

Biz, bu son asrın muharrirleri en ehemmiyetsiz, en adi şeylere kıymet verir, elimize bir fırsat geçti mi “pire”yi “deve” yaparız! Bilmem hangi meşhur ruhiyat mütehassısı bu temayülümüzü hayatta ciddiyetin, edebiyatta zevkin iflasına atfediyor. Diyor ki: “Bunlar hep bozukluk alametleri! İnsanlık hasta! Muvazenesi kaybolmuş! Gözleri kör! Kulakları sağır! Hani eski eserlerin mevzularındaki büyüklük! Hani o eski asil heyecanlar, necip tezler ve ilh ve ilh…” Ben düne varıncaya kadar bu münasebetsiz iddiayı sahih sanıyor, kendimi tedavi etmeye çalışıyordum. Ne kadar mevzularım vardır ki kahramanı bir kurbağa yahut bir çekirge olduğu için yazmaktan vazgeçmişim! Fakat dün tarihî bir eser okudum. Bundan tam iki bin sene evvel yazılmış Latince bir şaheser… Evvela gözlerime inanamadım. “Acaba mizah mı?” diye şüphelendim. Hayır, ciddiydi. Kaili deli yahut kaçık olmak şöyle dursun, zekâsıyla, vukufuyla şöhret kazanmış gayet mümtaz bir şahsiyetti: Daniel Heinsius. Roma senatosuna “bit”in lehinde verdiği bir istirhamname âdeta bu asırda emsaline tesadüf mümkün olmayan bir belagat, bir mantık, bir muhakeme incisi! İşte evvel zamanda büyük adamların küçük şeylere nasıl büyük bir nazarla baktıklarını karilerime göstermek için, bugünkü eski okunmaz tarihlerin tozlu yaprakları arasında uyuyan bu ulvi istirhamnameyi harfi harfine tercüme ediyorum:

Senatoya;

Ey muhterem âyan!

Bit, herkesin tanıdığı bu meşhur hayvan, kendini doğuran insanın bu ehil misafiri, servetimize, evimize barkımıza, mukaddesatımıza iştirak eden bu sadık refik en derin bir hakarete maruz bırakılıyor, insafsızca ezilerek öldürülüyor. Ondan yalnız su, toprak sakınılmıyor, zavallı yaşayabileceği yegâne sahadan, insan vücudundan kovuluyor. Böyle bir hareketin sebebini araştıracak olursak birçok hususta haksız olan “efkâr-ı umumiye”den başka bir şey bulamayız. Bu içtihadınızı düzeltmek için en âlâ usul, bu yanlış anlaşılan hayvancığın evsafını size tanıtmaktır. Bit kendine ikametgâh olarak vücudun en yüksek, en asil kısmını, yani başı intihap eder. Orada doğar. Orada büyür. Orada servetini kurar. Derler ki: “İyi bir komşu kadar dünyada âlâ bir şey yoktur!” İmdi bitin de teklifsiz komşusu akıl, zekâ, fikir, hikmettir! Şuna dikkat ediniz: Hiçbir vakit bir eşeğin vücudunda bit bulamayacaksınız. Bilakis, bu fatanetle meşhun hayvancığı insanda, köpekte, bülbülde, hilkatin üç ali mahlukunda mebzuliyetle bulacaksınız. Bitin kıdemine bakacak olursak, ona cihanın iptidalarında bile rast geleceğiz. Taşı, ilk insan taşı ısıttığı zaman, o da zuhur etti. Düşmanları onun için, “Pislikten doğdu!” derler. Fakat dünyada her şey pislikten doğmuyor mu? Eğer terbiyesini tahlil etmeye kalkarsanız, ahlakının, adatının tatlılığına meftun kalacaksınız. Daima ailesiyle, ehlî işleriyle meşguldür. Gıda tedariki haricindeki zamanını tamamıyla istirahate, tefekküre hasreder. Vakıa onun gıda aramaya ihtiyacı yoktur, daima sofrası önünde kuruludur. Vücudunun uzviyeti kadar harikalı ne vardır? Hemen hemen atomlara karışmış gibidir. Yaşayış tarzı sakindir. Müsterihtir. Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur. Muntazam, yavaş adımlarla yürür. Kabul ettiği hükûmet tarzına bakınız: Bitlerde kanun yapan âdettir. Bunun için de ayaktakımının dûnunda değildirler. Hatta bu güruha bir faikiyetleri de vardır: Asla insanlar gibi birbirleriyle muharebe etmezler. Sadakatte insanları geçerler. İnsanın dostları felaketine iştirakten kaçarlar. Ortadan kaybolurlar. Bit, ezelî bir sadakatle olduğu yerde kalır. Zenginliğin karşısına gitmez. Zenginlik çekilirse o da bırakıp kaçmaz. O fakirin arkadaşıdır. Büyüklerin saraylarına uğramaz. Sefillerin içinde, en sefil olanların, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Hem ölümün geldiğini hissetmek mevhibesine de mazhardır. Ölüm yaklaştı mı o uzaklaşır. En büyük âlimler de tasdik ederler ki bu hayvancık, hastalıkların önüne geçmeye has bir amildir. Hakiki bitliler asla hasta olmazlar. Tabiatı iyidir. Sakindir. Ne sokar ne yaralar. Yalnız gıdıklar, hücum etmez. Hamlelerinde elemden ziyade haz vardır. Evet, bu gıdıklanma fikir için bir lezzettir. Ey muhterem âyan! Bu sizin için de bir lezzettir; bazen başınızı, bazen belinizi, bazen koltuğunuzun altlarını, hasılı misafirciğiniz nerenize dokunursa orasını tatlı tatlı kaşıdığınız zaman bir haz duymaz mısınız? Eflatun, “Haz mahrumiyetten doğar!’’ demiş. İmdi kaşınırken duyduğumuz bu hazzın sebebi kimdir? Bu minimini âciz hayvan değil mi? Şark’ta bazı mezhepler bu masum böceğin faikiyetini anlamışlar. Ona ellerinden geldiği kadar iyi bakarlar. Hürmette kusur göstermezler. Bundan başka, bitte insanı hayrete düşürecek bir mahsuldarlık var. Bir başın üzerinde yavruları çoğalmaya başladı mı, dostları hemen gelip onu ararlar, hatta altın pahasına satın alırlar. Bitleri öldürmek cezaya layık bir cinayettir! Bundan başka, bilirsiniz ki fânilerin en zekileri olan Yahudiler de Şarklıların bu telakkisine iştirak ederler. Hekimlerden menkuldür ki cumartesi günü bir biti öldüren makduh olur. Merhamet ediniz, ey muhterem âyan! Mukaddes ervah namına, ölmüş olanların gölgeleri namına merhamet ediniz. Canlı kalan bitlere merhamet! Onlar sizi seviyorlar, sizi takip ediyorlar, iyi, fena talihinize iştirake her vakit hazır, size canıgönülden bağlanıyorlar…

***

Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da akıl da zekâ da mazide, ezelî, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himaye-i hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edeb-i kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, sevk-i tabiimiz tekâmül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız, çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.

“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz? Şimdi Heinsius’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:

“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum.

Ah, evet, asri zihniyetimiz; ebedî, ulvi, umumi, ilahi siyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faydalara feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek mandaları, öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?

PERİLİ KÖŞK

Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye, “İşte bir boş köşk daha!” dedi.

Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi, göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüştü. Bahçesinin demir kapısında büyük bir “kiralıktır” levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:

“Geç efendim, geç!.. Orası size gelmez.”

“Niçin canım?”

“Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur.

Kim oturursa senesinde erkek çocuğu dünyaya gelir.”

“On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya…

Tam bize göre…”

Bekçi tekrar kati bir işaretle:

“Burada oturamazsınız efendim…” dedi.

Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçkaya yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çoluğa çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederdi. Asabi bir istical ile: “Niçin oturamayız?” diye sordu.

“Efendim, bu köşkte peri vardır.”

“Ne perisi?”

“Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.”

Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi. Gözle kulak, ona göre birer yalan kovuğuydu. Yalanlar hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el… Fakat lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, batıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü.

“Perinin bize zararı dokunmaz!” dedi.

Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet Bey’in yüzüne baktı.

“Her giren evvela böyle söyler ama bir ay oturamaz.”

“Senin nene lazım. Haydi burasını gezelim.”

“Anahtarı sahibindedir.”

“Sahibi kim?”

“Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan…”

“Haydi anahtarı alalım.”

“Peki ama…”

Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşı boyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.

İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvela peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlatlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün yeşil kapısını çaldılar.

***

Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet’te tazminat alarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeye başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı hâlde kendi perili köşküne hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor, “Allah’tan korkarım, neme lazım!” diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı.

Bekçi, Sermet Bey’in evi gezmek istediğini söyledi.

“Pekâlâ buyurun!” dedi. Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinden pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey’e:

“Bu anahtar köşkü de açar…” dedi. Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükûn vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır… Hepsi tamamdı.

“Kirası ne kadar?”

“Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.”

“Niçin?”

“Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri filan lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillah peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Mesela kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar da propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim ne de kiracı bulacağım.”

Sermet Bey sordu: “Köşkünüz ne kadar boş kaldı?”

“Vakıa şimdiye kadar hemen hiç… Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.”

“Ben ürkmem.”

“İnşallah.”

“Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır…”

“Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz…”

Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.

Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyazi Efendi’nin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiye çıkardı, bahşiş diye bir yirmi beşlik kâğıt verdi.

Bekçi: “Paranıza yazık oldu efendi.” dedi, “Üç sene değil, üç ay oturamazsınız.”

“Görürsün.”

“Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır ama hiçbirisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.”

***

Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeliydi. Fakat Avrupalıların “Gündüz cefa, gece sefa” düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.

Sermet Bey: “Gözünüze öyle görünmüştür!” dedi.

Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya’nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey, gözlerini ovuşturdu:

“Vay anasını!” dedi, “Telkinin kuvvetine bak!”

Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:

“Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun?” dedi.

“Görüyorum.”

“Ee, o hâlde telkin ne demek?”

“Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle, böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.”

“Bu mümkün değil.”

“Nasıl değil?”

Sermet Bey, Hokkabaz Kazanov’un nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. “Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür.” dedi, “Fakat elimizi bu gördüğümüz şeye süremeyiz. Sürdük mü hemen kaybolur.” Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey’den başka kimse uyuyamadı.

(…) Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey’e annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helal etmem!” demeye başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak… Bu Sermet Bey’in işine gelecek şey değildi ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyordu, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, “Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar.” diyorlardı. Sermet Bey’in, kontratın “Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir.” maddesini hatırlamasıyla daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma meselesinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikâyeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş… Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. El sürmek için kendisine yetişmek mümkün değildi. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı. “Seni hemen oracıkta çarpar!” diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen periye, ecinniye filan bir türlü inanamıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.

Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği hâlde yine Sermet Bey’in dizleri titremeye başladı. İçinden, Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor! dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayal hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena hâlde ürktü ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey’i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.

Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal mukabele imkânı olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti.

Sermet Bey: “Ben sana el âlemle alay etmesini gösteririm!” diyerek zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı: “Lamba getirin, suratını görelim.”

Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.

“İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?”

Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendi’yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı. Sermet Bey bir kahkaha attı.

Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.

Büyük hanım: “Niçin ümmet-i Muhammet’i korkutup deli ediyorsun a efendi?..” dedi.

Sermet Bey: “Onun sebebini ben bilirim!” cevabını verdi.

Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kâğıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kâğıdıyla hokka kalem gelince Sermet Bey:

“Haydi bakalım al eline kalemi!.. Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz. İmzayı bas!” dedi.

Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kalemi kaptı. Sermet Bey’in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:

“Kiracım Sermet Bey’den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen aldım.”

“Hah, şöyle!..”

17 065,07 s`om

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-625-99852-4-4
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi