Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İlk Düşen Ak»

Shrift:

İLK DÜŞEN AK

“Güneşin altında yeni ne vardır?” Hiç! Bu sabah aynamın karşısında yine bu eski hükmü hatırladım. Geceden pek yorgundum. Geç yatmıştım, geç uyandım. Banyomu yaptım. Giyindim. Saçlarımı tararken şakağımın ta ucunda ansızın bir ak gördüm. Bir ak… Bu sanki gayet mühim bir faciaymış gibi beni saatlerce düşündürecekti. İlk defa görülen bir akın kederinden daha adi ne olabilir? Ben bu kederi belki yüz romanda okudum. Hayatın sonbaharında, kışın gelmek üzere bulunduğunu ihtar eden soğuk bir kırağı… Ölümü unutmuş kayıtsız bir genç birden: “Ah!” der. Yaşadığı neşe uykusundan uyanır. Hele bu zavallı bir kadın yahut bir kız olursa… Fakat işte ben bu elemi duymadım. Duymamak istedim. Ama yalnız düşündüm. Çünkü kendimi bildim bileli “taklit”ten nefret ederim. Küçükken Kanlıca’da viran bir köşkte otururduk. Komşumuzun gayet tuhaf bir maymunu vardı. Sabahtan akşama kadar onunla oynardım. Adı “ Yakut”tu. Kuyruğunun altı tüysüzdü. Hem masmaviydi. Ben ne yaparsam tekrarlardı; temenna, baş kaşımak, el çırpmak, bıyık bükmek, yumruk sıkmak… Daha bin türlü münasebetsiz şeyler de… Hatta bakışımı bile taklit ederdi. Gözlerimi açtım mı o da açar, süzdüm mü süzer, kapadım mı kapardı. Şimdi ne vakit kendimden başka birisini taklide kalksam bu maskara hayvan aklıma gelir, içimden “Maymunlaşmayalım!” derim.

Fırçayı bırakan ellerim bu akı kopardı. Bakmaya başladım. Sebepsiz bir hüzünle “hayat boşluğu, ümidin nihayetsizliği, neticenin hiçliği” hayalime rutubetli bir sis gibi çöktü. Dudaklarıma Rozmond’un mısraları geldi. Aynada kendimi Mopasan’ın hikâyesindeki kahramana benzettim.

“Hayır, hayır…” diye başımı salladım. Edebiyat oynamayalım! İşte bir tel ak saç! Pek tabii değil mi? Otuz yaşındayım…

Evet otuz yaşındayım. Pencereden giren sabah güneşi aynaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Başımı çevirdim. Yürüdüm. Geniş pencerenin kenarına dayandım. Aşağıları; Kandilli, Kabataş evlerinin damları, gümüş deniz, Üsküdar, Kuzguncuk, Çamlıca şen bir aydınlık içinde parlıyordu. Bu levhanın sağ nihayetinde Karacaahmet selvilikleri bile yeşil görünüyordu. Yavaş yavaş hayalimdeki sis dağıldı. Otuz yaşından sonra saça düşen ak kederlenmeye değer miydi? Hem bu keder hemen herkes tarafından duyulan klasik bir şeydi. Edebiyatta binlerce numunesi vardır. Başkalarının evvelden duyduğunu şimdi yeniden duymaya kalkmak hoşuma gitmedi. Fikrimin cereyanını değiştirmek için kendi kendime sordum:

“Acaba daha otuz sene yaşayacak mıyım?”

“Belki…”

“Belki de hayır.”

Geçen otuz senenin otuz saniyeden hiç farkı var mıydı? Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa… Hep gözümün önüne geldi. Beş sene evvel ölen zavallı anneciğim:

“Hele otuz yaşına gir… Ondan sonra ömür o kadar çabuk geçer ki insan can sıkıntısı duymaya vakit bulamaz!” derdi.

Vakıa şimdiye kadar canım az sıkılmadı değil. Talihim bana hep canımı sıkacak muvaffakiyetler nasip etti. Mesela mektepte en çok edebiyata çalışırken riyaziyattan birinci çıkıyordum. Sanayii Nefise mektebine, edebiyat fakültesine girmek; hür, mesut, başıboş bir sanatkâr olmak isterken –İşte gayriihtiyari gülüyorum– mühendishaneye tıkıldım. Mühendis oldum; hem de birinci çıkarak. Beni içine alan ilim “ezeli bir tekrar”dan başka bir şey değildi. Dünya değişse “mütearife”ler değişmezdi. Ayrı şekillerin yalnız işaret harfleri değiştirilebilirdi. Ama ben mektepte yine edebiyatı bırakmadım. Her sene hacmime müsavi romanlar okudum. İki benliğim vardı: Biri sanatkâr, şair; öteki mihanik, hissiz bir adam! Bu mihanik adam çok kuvvetliydi. Hiç ehemmiyet vermediği, hiç çalışmadığı derslerden birinci geldiği için hükûmet tarafından –tahsilini ikmal etmek üzere– Avrupa’ya gönderildi. Avrupa’da “şair” yaşadı. “Mihanik adam”, kitapların üstünden kalkıp hatta bir kubbe, bir monüman, bir kemer, bir tak göremedi. İstanbul’a gelince getirdiğim diplomaların parlaklığına şaşan hükûmet beni ilk hamlede kırk lira maaşlı bir memuriyete tayin etti. Dairemin kırtasî sükûtu içinde yine gizli gizli edebi eserler okurken “mühendis gibi” şöhretim büyüdü. Daha bir plan çizmediğim hâlde ismim geçerken gazeteler, “Meşhur mimar” diyorlar.

Vazifem –işte yine gülüyorum– her gün öğleden iki saat evvel içinde kendimden başka kimse bulunmayan geniş odaya gidip oturmak; masamın üzerine yığılan kâğıtları okumadan imzalamak… Yeni memurken bu kâğıtları okurdum. Gördüm ki münderecatları tamamiyle bir. Sonra bu zahmetten de vazgeçtim. Sayim, gayretim nazırın teveccühünü celp etti. Hem bana çok para kazandırmak, hem de ilmimden istifade etmek için Mühendis Mektebinden de bir ders verdiler. Haftada üç saat, ayda yirmi lira…

İçmem. Kumar oynamam. Eğlence sevmem. Kalabalıktan hazzetmem. En sevdiğim şey okumakla –ama edebi şeyler okumakla– düşünmektir. Altmış lira bana fazla geldi. Ceplerim doldu. Sevdiğim şaheserlerin lüks tabılarını getirttim. Ayaspaşa’nın en güzel apartmanındaki şu daireyi tuttum. Bakacak kimsem yok. İstanbul’da garibim. Ne uzak, ne yakın bir akrabam var.

Bedbaht değilim. Mesut da değilim. Geçen sene müthiş surette canım sıkılmaya başlamıştı. Zayıflamıştım. “Nevrasteni oluyorum.” şüphesi beni doktora sürükledi.

“Okumayınız, yakmayınız. Kendinizi ferah tutunuz, canınızı hiçbir şeye sıkmayınız. Erken yatınız. Geç kalkınız. Kırlarda, denizlerde geziniz, eğleniniz…”

“Fakat Doktor, ben ancak canımın sıkıntısını geçirmek için okurum.” dedim.

“Pekâlâ yazı da yazmayınız…”

“Yalnız imza atarım.” diye güldüm.

“Onun zararı yok!…”

“Ama yine canım sıkılıyor. Kendimi ferah tutamıyorum.”

“Niçin?”

“Bilmem. Sebebini sizden soruyorum işte…”

Şişman şen, şuh bir adamdı. Maroken kanepesinin koltuğuna vurdu.

“Pekâlâ ben size söyleyeyim.” dedi.

Beni uzun bir istintaka çekti.

Evli miyim, bekâr mıyım? Kaç yaşındayım? Memuriyetim ne? Maaşım ne kadar? Filan… Sordu. Kısa cevaplar verdim. Bir kahkaha attı.

“Senin hastalığını şimdi keşfettim.” dedi.

Yüzüme baktı. Bitmeyen gülüşünün içinde ilave etti:

“Sen bir ‘Sineküriyen’sin!”

“Sineküriyen mi?”

“Evet…”

Birden anlayamadım. Böyle bir hastalık hatırlamıyordum.

Sordum:

“Bu nasıl hastalık?”

“Saadet hastalığı!”

?

“Saadet… Yani işsizlik hastalığı!”

Yine anlayamadım.

“İşsizlik saadet midir?” diye güldüm.

“Eski lisanlarda işsizlikle saadeti bir kelime ifade eder. Fakat bu saadet de çok olunca, değişmeyince her his gibi mahiyeti bozulur. Keder, elem olur…”

Bir idadi talebesine ders verir gibi hazla elemi bana anlattı. Süren hazzın elem olacağını, değişmeyen eleme de insanın pek çabuk alışacağını izah etti. Onca işsizlik, yani “çalışmak mecburiyetinden aza-delik” bir saadetti. Lakin bu saadetin üzerine bazen bir ara kara bulutlar gelmeliydi. Fasılasız bir saadet şüphesiz bir felaketti.

“Eğer can sıkıntısından kurtulmak isterseniz bu rahat memuriyetinizden istifa ediniz.” dedi

“Sonra… Ne yapayım? Zengin değilim.” diye güldüm.

“İyi ya… Para kazanmak mecburiyeti bizi çalıştıracak. Boş duramayacaksınız.”

“Sonra?…”

“Şimdi ay nihayetinde masanızın üstüne cop bırakılan altmış lirayı, çalışırken kuruş kuruş muhtelif yerlerden toplayacaksınız. Sinirleriniz, beyniniz, aklınız, gözleriniz, elleriniz çalışacak. Koşacaksınız…”

“Fakat bu benim işime gelmez.”

“O hâlde ‘Sinekürün’ sürdükçe efemi olan rahatına katlanacaksınız.”

Gülümseyerek önüme baktım. Hakikaten; ben pek genç bir sineküriyen olmuştum. Bu şüphesiz bir talih eseri idi. Ama ihtiyarlığa uygun gelen şey gençliğe uygun gelmezdi; gençliğe uygun gelen şey de ihtiyarlığa… Mesela güzel kadın, çok uyku, nefis bol yemek filan gibi! İşte bu talih beni harap ediyordu. Ben bunları düşünürken geveze doktor, şeker hastalığını, nakristeni, daha bin türlü rahattan, işsizlikten gelen hastalıkları sayıp döküyordu.

“Bari jimnastik yapsam, Doktor Bey…”

Güldü:

“Jimnastik mi? O nihayet adalelerinizi yorar. Hâlbuki sizin yalnız adalatınız değil, ruhunuz, hissiniz, fikriniz… Hasılı bir kelimeyle söyleyeyim, mevcudiyetiniz çalışmaya muhtaç!”

“Yani manevi bir jimnastik…”

“Evet, evet.”

“Ne gibi?”

Bulamadı. Yüzüme baktı. Bakışında benim mevkimi kıskanan bir haset vardı. Bunu güneş gibi görüyorum.

“Mühendisim, demiştiniz değil mi?”

“Evet…”

“Mademki işiniz yok. Sanatınıza çalışınız.”

“Memur olduğum için dışarıda çalışamam.”

“Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil…”

“Ya nasıl?”

“Sanat için sanatınıza çalışınız.”

“Anlamıyorum, nasıl?”

“Siz Türk müsünüz?”

“Evet.”

“Milliyetperver misiniz?”

Birdenbire cevap veremedim. Böyle bir suale ömrümde ilk defa maruz kalıyordum. Vicdanımı yokladım. Daha bunun ne demek olduğunu bile bilmiyor. “Milliyetperverlik” ne demekti. Vakıa kulaktan şöyle bir cereyanın olduğunu duymuş, ama hiç ehemmiyet vermemiştim. Türkçe mecmuaları, gazeteleri okumak âdetim olmadığı için bir şeyden haberim yoktu. Sükûtum doktoru sıktı.

“Yoksa kozmopolit misiniz?”

“Hayır.”

“O hâlde işte hastalığınızın bir sebebi daha. Ne milliyetperverim diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani araftasınız. Hâlbuki ‘araf ’ insanlara mahsus değildir. Hayvanlar orada rahat eder. Ama insan için ya cennet lazımdır, ya cehennem!”

Bu tuhaf doktor bana idealin insana tıpkı kalp gibi, yürek gibi, ciğer gibi lazım olduğunu anlattı, insan “mefkûre”siz yaşayamazmış. Mefkûre iflas eder etmez, insan ya deli olur, yahut intihar edermiş. Mefkûre birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı, nevrasteni, isteri başlarmış.

“Hâlbuki sizde muayyen bir ideal yok.”

“Galiba.”

“O hâlde azizim çabuk bir ‘ideal’ edininiz yoksa…”

?

“Doktor sizi kurtaramaz.”

Hayatta o kadar ehemmiyetsiz hadiseler var ki bizde pek derin intibalar bırakır. Bir “hiç” yıllarca yürüdüğümüz yolu değiştirebilir. Bana ideal sahibi olmamı tavsiye eden doktorun bu paradoksal sözleri çok tesir etti. Yine marazi hassasiyetim neticesi olarak onun telkini altında kaldım. Evet geçen sene ne milliyetperverdim, ne de kozmopolit! Bana bir ideal lazımdı. Fakat ideal hazır esvap gibi bulunup alınamazdı. Edebiyatı çok seviyordum. Bir roman yazmayı düşündüm, hatta başladım yazmaya… Lakin tabından sonraki rezaleti aklıma getirdim. Meşhur, –amma niçin meşhur?– mühendis filan bey bir roman neşretmiş! Bu, tıpkı eski bir nafia nazırının nazırlığı esnasında bir “ilmihal” kitabı telif etmesine benzeyecekti! Gülünç olmamak için bu emelimden vazgeçtim. Milliyet cereyanının etrafında çıkan matbuatı okumaya koyuldum. İki ay sonra aldığım fikirleri yekûn ettim. Şu çıktı:

1- Dili, dini “bir ” olan insanlar bir millettendir. Türkler de bir millettir. Fakat şimdiye kadar “ümmet” teşkilatı ile yaşadıkları için kendi milliyetlerini, harslarını ihmal etmişler; Arap’a, Acem’e benzemeye çalışmışlar.

2- Millet hâline geçince asrileşmek lazım. O vakit de Frenk’i taklide kalkmışlar.

3- Hâlbuki Türkler de, öteki milletler gibi harsin her sahasında ayrı, hususi bir şahsiyet sahibidirler. Bu şahsiyeti bulunca terakki edebilirler.

Sonra etrafıma baktım. Edipler konuşulan tabii lisanla yazmaya, şairler millî edebiyatı, millî şiiri, millî vezni meydana koymaya; hukukçular millî hukuku; ahlakçılar millî ahlakı, terbiyeciler millî terbiyeyi bulmaya çalışıyorlar. Ben de millî sanatı aramaya başladım. Bursa’ya, Konya’ya seyahatler ettim. Getirdiğim kitaplar o kadar çoktu ki… Hatta yarısını okuyup bitiremedim. Ama, sıhhatim yerine geldi. Artık kendimi düşünemez, dinleyemez oldum. Daha tetebbülerimi ortaya atmadan sebepsiz şöhretim büyüdü. Türk sanatının esas hatlarını ararken şedit bir milliyetperver olmaya başladığımı seziyordum. Kemerlerde, pencerelerde, kubbelerde, mezarlarda, türbelerde, çeşmelerde, çinilerde aradığım hususiyeti her tarafta bulmaya çalışıyordum. Eskiden en beğendiğim şeyler, Türk olmadığı için, taklit olduğu için gözüme çirkin göründü. Yavaş yavaş dostlarımı kaybettim. Hepsi idealsizdi. Kumar, kulüp, kadın, zevk, gösteriş… Başka şey bilmiyorlardı.

Geçen hafta, ileride tamamlayacağım “Anadolu’da Eski Türk Sanatının İzleri” unvanlı kitabın taslağını bitirdim. Bu beni iyice yordu. Bir haftadır ne okuyorum, ne yazıyorum. Ama yine can sıkıntısı tehlikesi baş gösterdi. Yine kendimi dinlemeye başladım.

Bu sabah işte şakağımda bulduğum ilk ak tel bunun için azıcık daha beni kederlendirecekti.

***

Evvelden başkaları tarafından duyulan bir kederi ayniyle taklit etmemek için düşüncemi değiştirdim. Masama oturdum. Eserimin tebyizinden artan şu boş deftere bu satırları gelişigüzel yazdım. Şimdi kalem elimde düşünüyorum. İşte yine haberim olmadan bir mukallit oldum; ilk ak saçın intibalarını yazmaya kalktım.

İlk ak saç… Hissetmeyeyim. Düşüneyim haydi: Demek ihtiyarlığa doğru dönüyorum?

.....

“Ne yapmalıyım?”

“Hiç… Ne yapabilirim?”

“Fakat artık evlenmeliyim.”

“Evet evlenmeliyim.”

“Daha ne bekliyorum?”

Evet! “Daha ne bekliyorum?” Kendi kendimle konuşurken bu suale ne cevap vermeli? Şimdiye kadar bunu hiç düşünmedim mi? Hayır. Hâlâ kalbimde birçok heyecan var. Sanıyorum ki evlenirsem bitivereceğim. Fakat nasıl olsa bir gün evlenmeyecek miyim? “Herkes gibi…” Ah herkes gibi… Herkese benzememek insan için ne güç! Tabi ben de kendimden evvel gelenleri taklit edeceğim. Onlar gibi nişanlanacağım. Onlar gibi güvey gireceğim. Onlar gibi çocuklarım olacak. Onlar gibi aile sahibi bir baba olacağım. Onlar gibi ihtiyarlayacağım, onlar gibi, heyhat… Onlar gibi öleceğim.

Şu yazdığım sayfaya ziyası ateşten bir mustatil şeklinde akseden güneşin altında yeni ne var?

Hiç…

Evet ben de herkes gibi evleneceğim. Beş bin sene evvel yine bu güneşin altında tekrarlanan bir Finland meselini hatırlıyorum: “Hayat yalnızken pek kederlidir. İnsan çift oldu mu bu hayat daha latif olur. Üçleşince hayat pek tatlıdır.”

Ben, artık bu “yalnızlık”tan kurtulmalıyım.

DEVLETİN MENFAATİ UĞRUNA

Mukaddime

Sevgili karilerim, size yemin ederim ki1 bu hikâyeyi ben uydurmuyorum. Geçmiş zaman… Eski bir tarih kitabında mı okudum, yeni bir hikâye mecmuasında mı yoksa açık bir romanda mı? İyice hatırımda kalmamış! Hatırımda iyice kalan şey, yalnız vakanın esası “fert”in “cemiyet” uğrunda vaktiyle ne derecelere kadar fedakârlıkta bulunduğunu, bunun kadar nefis bir surette gösterecek tarihî bir misal yoktur sanıyorum! Bugün işte yeni yeni devletler, yeni yeni cemiyetler doğarken “faydalı olur” ümidiyle şu okuyacağınız satırları yazmaya kalktım.

Okuduktan sonra “Sanat, sanat içindir!” itikadıyla “hisseden kıssa” çıkarmasanız bile eğlenmiş olursunuz. Sevgili karilerim, eğlenmek de zaten bir nevi fayda değil mi?

Birinci Fasıl

Evvel zamanda Avrupa’nın, zannedersem her on kilometre murabbaına iki hükümdar isabet eden, bol müstebitli bir tarafında gayet ihtiyar bir kral vardı. Elmaslı tacının altından lüle lüle sarkan gür beyaz saçları, yürürken ayaklarına dolaşan beyaz sakalları içinde balmumundan yapılmış ilahî bir resim gibi daima sessiz yaşar, devleti adaletle, şefkatle, mürüvvette idare ederdi. Muharebeyi sevmediğinden memleketinin sulh perisi zamanında hiç seyahate çıkmamıştı! Tebaasının işi gücü yemek, içmek, oynamak, eğlenmekti! Yazın tarlalarda, bağlarda, bahçelerde insan, inek, eşek, köpek, kaz, tavuk, ördek sürüleri çifter çifter, hep bir arada sevişirler; kışın meyhanelerde, evlerde, kulübelerde çalgı sesleri, aşk naraları sabahlara kadar coşar, bir saniye durup dinmezdi.

Fakat bu kadar mesut bir memleketin teselli kabul etmez, ağır, acı bir kederi vardı. Bütün halk; ihtiyar genç, erkek kadın, çoluk çocuk herkes en coşkun cümbüşler esnasında birdenbire dururlar, sararırlar, ağlamaya, hıçkırmaya başlarlardı. Umumi gözyaşlarının sıcak bir çağlayanı andıran şırıltıları içinde daima bu feryat işitilirdi:

“Ah, niçin bizim bir veliahdımız yok!”

İkinci Fasıl

İhtiyar Kral sarayının bir ıhlamur ormanına bakan merasim salonundaki tunç ayaklı altın tahtında oturuyordu. Başmabeynci yerlere eğilerek başvekilin huzura kabul olunmasını istirham ettiğini söyledi. Devletin politikası o kadar yolunda idi ki… Kral başvekilini ancak senede bir iki defa bayramlarda, seyranlarda görürdü. Taaccüp etti.

“Gelsin bakalım!” dedi.

Bir dakika sonra içeriye, kendinden ihtiyar, kambur bir adam girdi. Bu, Avrupa’nın en büyük diplomatıydı. Asya hükümdarları bile ona nameler gönderiyorlar, reyinden istifade ediyorlardı. Tahtın önüne ilerledi. Diz çöktü. Hükümdarının beyaz sakalları içinden uzanan sarı elini öptü:

“Haşmetmeap!” dedi. “Sizi gayet mühim bir mesele için taciz ediyorum.”

“Ne gibi? Bir muharebe ihtimali mi?”

“Hayır.”

“Komşularımızla siyasetimiz mükemmel. Dâhilde asayiş, bereket, zenginlik yolunda. Başka mühim ne olabilir?”

“Gayet mühim bir mesele!”

“Nedir söyle bakalım!”

İhtiyar başvekilin çipil gözlerinden hüngür hüngür yaşlar boşanıyor, mini mini bir nehir gibi altın tahtın basamaklarından akıyordu.

“Haşmetmeap! Bugün doksan sekiz yaşına girdiniz. Ölüm gayet acele bir afettir. Bir gün vakitsiz olarak siz adil hükümdarımızı bizim elimizden alıverir. Veliahdımız yok! Allah göstermesin, sizin ruhunuz göklere uçarsa yerde kalacak zavallı tebaanızın hâli ne olacak. Memlekete komşularımız hücum edecek? Vatanı pay edecekler. Kaç asırdır hanedanınız sayesinde sükûn içinde, asayiş içinde yaşayan devletimiz mahvolacak. Gülmekten, oynamaktan, zevk sürmekten başka bir şey bilmeyen milletimiz vahşi kumandanların emirleri altına girecek. Muharebelere sürülecek. Sokaklarımız siyah esvaplı dullarla, öksüzlerle, evlatlarını kaybetmiş analarla dolacak…”

Başvekil hem ağlıyor, hem bülbül gibi nutkunu söylüyordu. O söyledikçe İhtiyar Kral kendi ölümünden sonra mesut devletinin nasıl parçalanacağını, sevgili tebaasının nasıl komşu devletlerin ordularına asker olacağını düşünüyordu.

Başvekilin nutkunu kesti, sordu:

“Bu felaketin önüne nasıl geçebiliriz?”

“Gayet kolay Haşmetmeap!”

“Nasıl?”

“Sevgili Kraliçemiz dünyaya hemen bir veliahtçık getirsinler.”

“Fakat nasıl? Artık…”

O asırda Avrupa’nın en büyük diplomatı olan başvekil yavaş yavaş doğruldu. Elleriyle kralın saçlarını dalga dalga ayırdı. Kulağını buldu. Ağzını yaklaştırdı. Söylediğini Allah’la Kraldan başka kimse duymadı.

“Fakat…”

“Fakatı makatı yok Haşmetmeap! Devletin âli menfaati uğruna!”

“Kraliçeyi bilirsin. Bir melaikedir. Ona bu teklifi nasıl edebilirim?”

“Evet Kraliçemiz bir melaikedir. Haşmetmeap! Melaikelerden daha saf, daha temiz, daha ulvidir. Fakat mukaddes devletimizin istikbali ancak buna bağlı. Devletin âli menfaati bugün böyle icap ediyor…”

İhtiyar Kral düşünüyor, büyük diplomat söylüyor, şark hükümdarlarının analarını, kardeşlerini, evlatlarını devletlerinin âli menfaati uğrunda koyun gibi bizzat boğazlamak fedakârlığına bile katlandıklarını anlatıyordu. Şimdi bir devletin, bir milletin hayatı, saadeti, bekası Kraliçenin fedakârlığına bağlı kalmıştı. Yoksa…

Kral:

“Pekâlâ! Bir kere kendisine açayım.” dedi. “Fakat… Hayır, mümkün değil… Kabul etmez. Hatta dünyanın bekası buna bağlı olsa yine kabul etmez. O bir melaikedir.”

“Evet melaikedir, Haşmetmeap! Melaike olduğu için kabul edecek, bir devleti, bir milleti mahvolmaktan kurtaracak!”

“Pekâlâ…”

Başvekil Kralın elini öptü. Dışarı çıkıyordu.

Kral tekrar sordu:

“Fakat kiminle?”

Diplomatın gözyaşları artık dinmişti. Pembe dantelli yenleriyle ıslak beyaz sakallarını silerek cevap verdi:

“Sarayınızda o kadar mabeynci, general, prens, kont kullarınız var. Kraliçe Efendimiz Hazretleri hangi kulunu arzu buyururlarsa…”

Üçüncü Fasıl

Kraliçe, duvarları, tavanı, döşemeleri altın kakma zambaklarla işlenmiş küçücük samimi yatak odasında, patlıcan rengi ipekten, kabarık bir divana uzanmış, kalçalarını ovduruyordu. Kapı vuruldu.

“Giriniz.”

Ovan kız fırladı. Kraliçe doğruldu. Yarım çıplaktı. Önüne kapadığı tül ropdöşambır, kopmuş iri melaike kanatlarına benziyordu. Çok sevdiği kocasının böyle hiç beklenilmeden gelmesine şaştı.

“Buyurun!” dedi.

Henüz on yedi buçuk yaşında pembe, beyaz, saf, masum bir civandı. Kral divanın kenarına oturdu. Hizmetçi kız dışarı çıktı.

“Sevgilim, böyle üşümüyor musun? Hava çok soğuk!”

“Hayır Haşmetmeap! Hatta yanıyorum! Tutuşuyorum!”

Bir iki dakika kadar şundan bundan, havadan sudan bahsettiler. Mini mini Kraliçe, kocasında bir fevkaladelik görüyordu. Eskiden hiç lakırdı söylemeyen bu ihtiyar şimdi şakıyordu. “Acaba memleketin doktorları yeni bir ilaç mı keşfettiler?” diye düşündü. Fakat nihayet laf, siyasete gelince zannında yanıldığını anladı. Kral hanedanının kutsiyetini, devletin tarihinde oynadığı rolü uzun uzun hikâye etti. Kendi ölürse kaç asırdır mesut yaşayan bu memleket, komşuların yağmasına uğrayacak, sevgili tebaası komşu ordulara asker membaı olacaktı. Söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.

“Memleketin, devletin bekası senin elinde.” dedi.

Kraliçe şaştı.

“Nasıl Haşmetmeap?”

“Hemen bir veliahtçık doğursan hanedanım zeval bulmayacak.”

“Fakat bu sizin…”

“Hayır senin elinde!”

“Fakat, şey…”

Kral kalktı. Kraliçenin gür kumral, dağınık saçlarını titrek elleriyle kaldırdı. Mini mini pembe kulağına öpecek gibi yaklaştı. Başvekilin kendi kulağına fısıldadıklarını yavaşça tekrarladı. Söylediğini Allah’la Kraliçeden başka kimse duymadı.

“Ah mümkün değil, mümkün değil…”

“Fakat…”

“Beni öldürünüz. Başka bir prenses alınız.”

“Fakat…”

“Hayır, mümkün değil, yapamam. Ölmek bence daha hayırlı…”

Masum Kraliçe kendi gözyaşlarıyla baştan aşağı banyo etti. O kadar şiddetli ağlıyordu ki… Islanan tül gömleği pembe vücuduna yapıştı, bir buhar gibi kayboldu. İhtiyar Kral ona teselli veriyor, devletin âli menfaati için fedakârlıkta bulunmanın ulviyetini anlata anlata bitiremiyordu. Nihayet gözlerindeki yaşlar bitince Kraliçe istenilen fedakârlığa razı oldu. Önünde diz çökmüş yalvaran kocasının elmaslı tacını okşadı.

“Kalkınız! Devlet uğruna her şey feda.” dedi.

Doğruldu. Koştu, tuvalet odasından bir silecek aldı. Gözyaşlarıyla yıkanan vücudunu kurularken:

“Fakat hizmetime kimi tayin edeceksiniz?” diye sordu.

“Saraydan, kimi istersen, meleğim…”

“Kimi?”

“Mesela Prens Habezızika’yı… Gayet ketumdur!”

“Ketumdur! Fakat hizmetinden bir netice çıkmaz.”

“Mabeynci Kont Şodaref ’i…”

“Onun da…”

“Marki dö Brad’ı…”

“Geçiniz, o da nafiledir Haşmetmeap!”

“Ey, Vikont dö Loryan…”

“Hayır, onun hizmeti de boşa gider.”

Kral mabeyn erkânından kırk tane kadar asilzade saydı. Kraliçe hep: “Nafile, hizmetinden bir netice çıkmaz!” diye reddediyordu.

Muhterem Kral:

“Fakat ne biliyorsun sevgilim!” dedi.

Kraliçe demin bütün vücudunu ıslatan masum gözyaşlarını kuruladığı mavi ipek silecekle yüzünü kapayarak:

“Heyhat! İki senedir, ben onların hepsini tecrübe ettim.” cevabını verdi.

! ! !

Kral, devletin âli menfaati uğrunda bir defa değil, kendi haberi yokken kırk defadan ziyade fedakârlığa katlanmış olan bu mukaddes vücuda, bu beyaz melaikeye bakakaldı. Evet, başvekilin mukaddes endişesini o işte daha evvel duymuş, hem hiç vakit geçirmemişti. Meftunluğundan, memnunluğundan tatlı bir heyecan içinde kaldı. Titriyordu.

“O hâlde sevgilim, hizmetine dışarıdan birisini vereceğiz.”

“Hayır, yine saraydan!”

Kral saray erkânından ismini saymadığı bir adam hatırlayamıyordu.

“Pekâlâ! Fakat kimi? Sen söyle!”

“Hassa bölüğündeki Çavuş Fernan’ı…”

“Ne?”

“Evet onu isterim.”

“Dev Fernan’ı ha?”

“Evet.”

“Fakat sevgilim o bu odaya sığmaz, boyu iki buçuk metredir. O bir yerlere sığmaz. O bir alamettir.”

“Olsun. Olsun!”

İhtiyar Kral yine:

“Pekâlâ!” dedi.

1.Vallahi, bittabi, tallahi…

Bepul matn qismi tugad.

23 023,19 s`om