Kitobni o'qish: «Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1»
* * *
© Куталмыш С. Л., адаптация текста, комментарии, упражнения, словарь, 2023
© ООО «Издательство АСТ», 2023
Ömer Seyfettin
(1884–1920)
Омер Сейфеддин родился 28 февраля 1884 года в городе Генене в семье майора Омера Шевки. В Стамбуле Омер Сейфеддин окончил юнкерское училище и получил звание прапорщика пехоты. Литературой он начал интересоваться еще во время учебы: в 1900 г. в журнале «Литературный журнал» (“Mecmûa-i Edebiyye”) было опубликовано его первое стихотворение «Застывшее чувство» (“Hiss-i Müncemid”), а позже в этом же журнале вышло еще пятнадцать его стихов, два из которых были белыми.
На втором курсе юнкерского училища Омер Сейфеддин опубликовал в газете «Утро» (“Sabah”) рассказ «Снисходительность старика» (“İhtiyarın Tenezzühü”).
Профессионально заниматься литературой Омер Сейфеддин начал только во время службы; в этот период его стихотворения и рассказы публиковались в различных журналах. Он служил с 1903 года по 1910 год, и тогда некоторое время преподавал в военном училище.
В 1910 году, выплатив сумму, которая была потрачена государством на его образование, Омер Сейфеддин по собственному желанию уволился со службы. Он переехал в Салоники, которые являлись одним из культурных центров Османской империи, и посвятил себя литературе, начав писать статьи для журнала «Молодые перья» (“Genç Kalemler”), который выпускал совместно с поэтом Али Джанибом и писателем Зией Гекальпом, и газеты «Дунай» (“Tuna”).
Во время Балканской войны (1912–1913) Омер Сейфеддин попал в плен к грекам, где провел почти год. Освободившись из плена, он вернулся в Стамбул и полностью сконцентрировался на литературе. Помимо своей основной деятельности – преподавания литературы в лицее Кабаташ, где работал вплоть до своей смерти 6 марта 1920 г., – Омер Сейфеддин состоял в Обществе турецкого языка, организованном при Стамбульском университете, писал и публиковал стихи и рассказы. Был похоронен на кладбище в районе Меджидиекей в Стамбуле.
Творчество Омера Сейфеддина ярко представляет литературу эпохи Танзимата. Его рассказы являются одними из первых в турецкой литературе, язык которых стремится к ясности, лаконичности и реалистичности. Зачастую произведения Омера Сейфеддина носят саркастический характер. Ранние произведения автора отличаются бескомпромистностью и настойчивостью, в то время как поздние рассказы характеризуются более тонким юмором. В этом сборнике представлены рассказы разных лет: от наиболее ранних (“Bomba”, 1911; “Beyaz Lâle”, 1912) до относительно поздних (“Pembe İncili Kaftan”, 1917; “Yüksek Ökçeler”, 1919), что дает возможность читателю получить более полное представление о творчестве Омера Сейфеддина.
Yüksek Ökçeler
Hatice Hanım varlıklı bir hanımdı. Merakı, temizlik ile namusluluktu. Göztepe’deki köşkünü hizmetçisi Eleni ve evlatlığı Gülter ile her sabah beraber temizlerdi. Aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirirdi. Zavallı oğlanı beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi1. Eleni de, Gülter de, son derece namusluydular. Evde kir, toz kalmazdı, paralar meydanda dururdu. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmazdı. Bütün gün odaları dolaşır, mutfağa inerdi.
Hatice Hanımın temizlik ve namus merakından başka bir de yüksek ökçeli ayakkabı merakı vardı. Boyu kısaydı ve evin içinde bile yüksek topuklu ayakkabı giyerdi.
Bu yüksek topuklarla merdivenlerden takır takır2 bir aşağı, bir yukarı koşardı. Nihayet başı dönmeye başladı3, doktoru çağırdı. Doktor:
– Bütün rahatsızlığınıza sebep bu topuklardır hanımefendi, dedi, onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.
Hatice Hanım terlik aldı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başı iyileşti. Vücudu rahat oldu ama ruhu derin bir azap duydu. Dokuz yıllık adamlarının iki gün içinde ahlakları bozulmuştu. Gördü ki Eleni kendi diş fırçasıyla ağzını yıkadı, Mehmet etsiz gününde bol et yedi.
– Ne oldu bunlara Ya Rabbim? Bunlara ne oldu böyle? diyordu.
Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Mutfağa gitti. Aşçı Mehmet ocağın yanında banka oturmuş, dizlerine Eleni’yi oturtmuş. Hatice Hanım bu rezaleti görmemek için hemen gözlerini kapattı. Fakat kulaklarının kapağı yoktu; seslerini duydu.
Mehmet Eleni’ye:
– Gece niçin gelmiyorsun? Sana helva yaptım, dedi.
Eleni:
– Yakalanacağız! Sonra hanım bizi kovacak, diye cevap verdi.
Kapalı gözlü Hatice Hanım merakla dinledi. Mehmet:
– Ah o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanım ne zaman yaklaşıyor, hiç anlayamıyoruz! Eskiden ne iyiydi! Yüksek topukların takırtısından evin en üst katında hanımı duyardık.
Hatice Hanım dayanamadı. Gözlerini açtı:
– Sizi hırsız namussuzlar! Defolun şimdi evimden! diye bağırdı.
Bu dokuz yıllık sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
Aşçı, işçi… hepsi hırsız, namussuz çıkıyorlardı. Tam iki yıl düzgün bir adamla karşılaşamadı. Baktı olmayacak! Yine yüksek topuklu ayakkabı giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, namussuzluklarını bir daha göremedi. Bir zaman sonra yine başı dönmeye başladı. Fakat tekrar terlik giymeyi düşünmüyordu4,
– Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya… diyordu.
(‘‘Zaman’’ gazetesi, 1919)
УПРАЖНЕНИЯ
1. Заполните пропуски нужным словом.
a. Eleni de, Gülter de, son derece ______________ydular.
b. Hatice Hanım evin içinde bile ________________ ayakkabı giyerdi.
c. Mehmet etsiz gününde ____________________ yedi.
d. Mehmet Eleni’ye, ‘‘Sana ____________________ yaptım’’, dedi.
e. Hatice Hanım tekrar ____________________ giymeyi düşünmüyordu.
2. Составьте фразы, расставив слова в верном порядке.
a. beyaz elbiseler / Hatice Hanım / mecbur ederdi / aşçısını / giymeye
b. çıkmazdı / köşkten / Hatice Hanım / hiçbir yere
c. Hatice Hanımın / vardı / merakı / yüksek ökçeli ayakkabı
d. rahatsızlığınızın / Bu topuklar / sebebi / sizin
e. Hatice Hanımın / bozuldu / dokuz yıldır / adamların / tanıdığı / ahlakları iki gün içinde
3. Составьте словосочетания, соединив существительное с глаголом.
a. köşk – 1. açmak
b. para – 2. temizlemek
c. aşçıyı – 3. dinlemek
d. gözleri – 4. tıraş ettirmek
e. merakla – 5. meydanda durmak
4. Ответьте на вопросы.
a. Hatice Hanımın köşkü nerede bulunurdu?
b. Hatice Hanıma göre aşçısı Mehmet ne zaman tıraş olmalıydı?
c. Hatice Hanım temizlik sever miydi?
d. Ahmet ile Eleni neden Hatice Hanımı duymadılar?
e. Doktor Hatice Hanıma ne dedi?
5. Определите, верны (doğru) фразы, или нет (yanlış).
a. Hatice Hanım yüksek topuklu ayakkabı sevmezdi.
b. Doktor Hatice Hanıma, ‘‘Terlik giy’’, dedi.
c. Hatice Hanım her gün et yerdi.
d. Aşçısı Mehmet beyaz elbiseler giymeyi severdi.
e. Mehmet Eleni’ye helva yaptı.
ОТВЕТЫ
1. a. Eleni de, Gülter de, son derece namusluydular.
b. Hatice Hanım evin içinde bile yüksek topuklu ayakkabı giyerdi.
c. Mehmet etsiz gününde bol sosis yedi.
d. Ahmet Eleni’ye, ‘‘Sana helva yaptım’’, dedi.
e. Hatice Hanım tekrar terlik giymeyi düşünmüyordu.
2. a. Hatice Hanım aşçısını beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi.
b. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmazdı.
c. Hatice Hanımın yüksek ökçeli ayakkabı merakı vardı.
d. Bu topuklar, sizin rahatsızlığınızın sebebi.
e. Hatice Hanımın dokuz yıldır tanıdığı adamların ahlakları iki gün içinde bozuldu.
3. a. 2. köşk temizlemek – чистить загородный дом;
b. 5. para meydanda durmak – лежать на открытом пространстве (о деньгах);
с. 4. aşçıyı tıraş ettirmek – заставлять бриться повара;
d. 1. gözleri açmak – открыть глаза;
e. 3. merakla dinlemek – слушать с интересом.
4. a. Hatice Hanımın köşkü Göztepe’de bulunurdu.
b. Hatice Hanıma göre aşçısı Mehmet her gün tıraş olmalıydı.
c. Evet, Hatice Hanım temizlik severdi.
d. Mehmet ile Eleni Hatice Hanımı duymadılar çünkü o terlik giyerdi.
e. Doktor Hatice Hanıma, ‘‘Terlik giyin, hiçbir şeyiniz kalmaz’’, dedi.
5. a. yanlış, çünkü Hatice Hanım yüksek topuklu ayakkabı severdi;
b. doğru;
c. yanlış, çünkü ara sıra Hatice Hanım etsiz günler yapardı.
d. yanlış, çünkü Hatice Hanım aşçısı Mehmet’i beyaz elbiseler giymeye mecbur ederdi.
e. doğru.
Pembe İncili Kaftan
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen5 mavi, mor bahar ışıklarında çinilerin yeşil rengi koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelerde oturan vezirler yorgundu. Onlar, önlerindeki6 halının renkli nakışlarına bakıyorlardı. Uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, mevcut olmayan7 noktalara dalıyordu.
– Cesur bir adam lazım, paşalar… dedi, biz elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye çalışacak8.
– Şüphesiz.
– Hiç şüphesiz.
– Mutlaka…
Vezirler Sadrazamın fikrine tamamıyla katılıyordu. Sadrazam bunu anladı ve fikrini daha açık söyledi:
– O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
– Evet!
– Hay, hay.
– Çok doğru…
Sadrazam, sakalından elini çekti ve dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Vezirlere ayrı ayrı baktı.
– Haydi öyleyse… Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegân’dan, Enderun’dan, Divan’dan benim aklıma böyle adam pek gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.
Sofu ve sakin padişahın koca devletinin sessiz ve küçük bir dimağı olan divan, düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi sene sonra her gururunun, her cinayetin cezasını bir anda gören Şah İsmail Safevi’ye9 gönderilecekti10! Şah İsmail, serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan babasıyla, büyük babası11 Cüneyd’in intikamını aldı, bundan dolayı delice bir gurura kapıldı. Kuduran Şah; akla gelmedik12 canavarlıkla sağına, soluna13 saldırıyordu.
Gençliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapla geçiren Padişah Bayezid-i Veli’nin14 karakteri son derece yumuşaktı. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sayarlardı. Bayezid’in sakin dindar vezirleri; Şah İsmail’in vahşetlerini hatırlamaya dayanamazlardı15. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek; doğu eyaletlerimizi ele geçirecekti. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadiriye hakimi Alaüddevle’den16 nikahla kızını istemişti. Alaüddevle, kızını vermedi. Şah İsmail, bu red hareketinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti, müdafaasız Zülkadiriye arazisine girdi; Diyarbakır, Harput kalelerini17 aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapamadı. Bu Şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı…
Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor18, birbiri ardına19 elçiler gönderiyordu. O zaman Trabzon valisi20 olan Şehzade Yavuz21, babası gibi sabredememiş; Tebriz hududunu geçmiş; Bayburt’a, Erzincan’a22 kadar her tarafı talan etmiş; hatta Şah’ın kardeşi İbrahim’i esir almıştı. Şah İsmail’in elçisi, şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu zalim, gaddar kişiye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendisini Osmanlı hakanıyla bir tutan23 bu serseri; karşısında devleti temsil edecek, münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki hareketsiz duran kırmızı tuğlu kavuk24, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
– Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memuriyeti kabul etmez.
– Kim!
– Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
– Burada mı oturuyor?
– Evet.
– Ne iş yapıyor?25
– Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Siz onu tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle sohbet etmez. İkbal istemez.
– Niye?
– Bilmem ama belki zararlı diye.
– Tuhaf…
– Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
– Bize elçi olmaz mı?
– Bilmem.
– Bir kere kendisini görsek…
– Bilmem, çağırınca26 ayağınıza gelir mi?
– Nasıl gelmez?
– Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şah’la geda onun için birdir.
– Devletini sevmez mi?
– Sever sanırım.
– O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
– Tecrübe buyurun efendim.
Sadrazam, o akşam mektubunu Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devletin, millete dair27 bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesini yazıyordu.
Sabah namazından sonra, Hint kumaşından ağır perdeli, küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken Sadrazam’a Muhsin Çelebi geldi diye haber verdiler.
– Getirin buraya… dedi.
İki dakika geçmeden28 odanın sedef kakmalı ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Fakat adam şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm29 duruyordu. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu.
– Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
– Şey…
– Buyurunuz efendim.
– Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden30, gayet tabii bir hareketle kendisine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam, hâlâ ellerinde tuttuğu kâğıtlara bakarak31 içinden: ‘‘Ne biçim adam?32 Acaba deli mi?’’ diyordu. Halbuki… hayır. Bu oğlan gayet akıllı bir insandı! Muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Ormanın arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye kötülük etmezdi. Zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı33. Devletinin büyüklüğünü bilirdi. Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde, daima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu bilirdi. İnsanlık, ona göre34 çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, Allah’ın bir halifesiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. Kuyruğunu sallaya sallaya35 efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama, insana… Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara heriflerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçmıştı. Yalnız muharebe zamanları, Gureba Bölüklerine36 kumandanlık için meydana çıkardı. Serbest ve tabii oturuşu, Sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
– Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?
– Ben mi?
– Evet.
– Ne münasebet?
– Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…
– Ben, şimdiye kadar devlet memuriyetine girmedim.
– Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:
– Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi, halbuki devletliler, mevkilerine hep boyun eğer, el etek hatta ayak öperler ve etraflarına daima hep bu çirkin hareketleri tekrarlayanları toplarlar. Mert, doğru, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen onu mahvetmeye çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa37 niçin hançerlendi, paşam?
Sadrazam, yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar ‘‘Acaba deli mi?’’ diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, ‘‘Şunun başını vurdursam…’’ dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının sesini işitti: ‘‘İşte, sen de yalakalık, riya, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!’’ Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı, beyaz yüzü, kalın boynu… biraz büyük, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname38 sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. ‘‘Tam bizim aradığımız adam işte…’’ dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkmazdı. Kavuğunu hafifçe salladı:
– Seni Tebriz’e elçi olarak göndereceğiz.
Muhsin Çelebi sordu:
– Aranızda o kadar çok nişancılar, katipler, hocalar var. Niçin onlardan seçmiyorsunuz?
– Sen, Şah İsmail denen alçağın kim olduğunu biliyor musun?
– Biliyorum.
– Devletini seviyor musun?
– Seviyorum.
Sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
– Pekâlâ öyleyse… dedi, bu alçak kaide kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret, devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o alçağa iade etsin… Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi, hiç düşünmedi:
– Kabul ettim efendim, fakat bir şartla… dedi.
– Ne gibi?…
– Madem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!
– Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, giyimi daha muhteşem, daha ağır olması lâzım… Bunlar için, mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
– Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli olan muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim, hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
– …Hatta sırtıma, Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
– Ne giyeceksin?
– Sırmakeş Toroğlu’ndaki39 kumaşı Hint’ten40, incileri Venedik’ten41 gelme Pembe İncili Kaftan’ı alacağım.
– Ne?… O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?
Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanı İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğlu’na gittikçe42 o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:
– Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehin olarak vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altını atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan43 sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam, bu hareketi mantıklı bulmadı:
– Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz44. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.
– Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı, altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben, çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi ile konuştukça, sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah bir hükümdarı cezalandırmak için gönderilecek tam bir adam bulmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri mallarını çok severdi. Bunlardan biri elçi olarak gönderilse, devleti değil alacağını düşünecekti ve her hareketi kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe de çağırmak istedi. Fakat olmadı; giderken onu ta sofaya kadar uğurladı.
…Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzenledi. Bunların hepsi hakikaten muhteşemdi. Yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftan’ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra yola çıktı. Muhsin Çelebi, bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, Pembe İncili Kaftan’ı yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı derin bir garaz duydu. Tahtının önündeki şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyordu.
…Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi45 yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, ‘‘Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba…’’ dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar; hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymetli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev, sivri kubbeyi çınlatan gür sesiyle:
– Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri46 onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarından itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz47. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…
Muhsin Çelebi nutkunu bağırıyordu; Şah ise kızarıyor, sararıyor, morarıyordu. Şah İsmail heyecandan mektubu açamadı, elinde tutuyor, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki muharipler, kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Vezirler, muharipler hükümdarlarının sabrına şaşıyordu. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail, donmuş; taş kesilmişti48. Gururu, bu Türk’ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi, dışarı çıktı. Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
– Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz!
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru döndü, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle:
– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda, büyük bir padişah elçisine oturtacak seccadeniz, şilteniz bile yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha sırtına koymaz… Bunu biliyor musunuz? dedi.
…Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:
– Evlatlarım! Bindiğiniz atları, takımları, üstünüzdeki elbiseleri, belinizdeki işlemeli hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
– Helâl olsun!
Cevabını alınca, onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı.
Sadrazamın konağına gitti. Mektubu, Şah’a verdiğinde, hiçbir hakarete uğramadığını Şah’ın müsaadesini istemeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun vazifesini yapabileceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp gideceği zaman:
Bepul matn qismi tugad.