Kitobni o'qish: «Gizemli Kütüphane»
GİRİŞ
Issız adaya düşse yanına almak isteyeceği kitap sorulduğunda G. K. Chesterton, Thomas’ın Pratik Gemi Yapımı Kılavuzu cevabını vermişti. Böylesine muzip bir cevap muhtemelen insanları gülümsetmişti ancak aynı zamanda Chesterton’ın bir daha asla ıssız ada geyiklerine dahil edilmemesine yol açtı. Chesterton’ın nüktesi bize basit ancak sıklıkla unutulan bir gerçeği hatırlatıyor: Kitap dediğimiz şey, sadece harika edebi eserler olmayabilir. Kitaplar her zaman “daima okumak istediğiniz ancak gerekli zamanı veya cesareti bulamadığınız romanlar”dan da ibaret değildir. Dönemine teknik açıdan fayda sağlamak için yazılmış bir kitabın söz konusu toplumun tarihine etkisi çok büyük olabilir.
Öklid’in iki bin yıldan uzun zaman önce yazılmış olan Elementler’ini ele alalım. Muhtemelen pek az kitap kurdu uzun bir iş günü sonrası yatağında Öklid okur, ancak Elementler’in önemi ölçülemeyecek kadar büyüktür (konusuna bakıldığında bu, biraz da ironiktir). Aynı şekilde pek az okur akşamları eline Dr. Johnson’ın Sözlük’ünü alıp sıcak su dolu bir küvete uzanmayı düşünür; ama Webster’ın Sözlük’ünden dünyanın en bilinen sözlüğü sayılabilecek Oxford İngilizce Sözlük’e kadar o zamandan beri yazılan tüm sözlükler Johnson’a borçludur. Bu türden kitaplar yazıldıkları dönemi yansıtmakla birlikte kültürel ve entelektüel gelişimi yönlendirmeye de yardımcı olmuştur. Elinizdeki kitabın konusu da bu eserlerdir.
Gizemli Kütüphane, kitaplara dair bir süredir merak ettiğim soruların cevaplarını bulmayı ve yeni şeyler keşfetmeyi amaçlıyor. Bu soruların bazılarını blog sayfam “İlginç Edebiyat: Edebiyatın İlginçlikleriyle Dolu Bir Kütüphane”de cevaplamaya çalıştım. Ancak birçoğuna, özellikle de edebi olmayan metinlere dair sorulara ilk kez bu kitapta yer verdim. Öklid’in bu kadar önemli ve çığır açan çalışmaları nelerdi? Bilimkurgu metinleri geleceği hiç doğru tahmin edebildi mi? İlk yemek kitabını kim yazdı? Victoria dönemi yazarları o kadar iffetli miydi ve romanlarında cinselliğe gerçekten utangaçlıkla mı yaklaşmışlardı?
Gizemli Kütüphane’de bunları ve benzer soruları cevaplamaya çalışacağım. Kitabın birbirine bağlı iki amacı var: tanınmış kitapların az bilinen yanlarını ve az bilinen, gizli kalmış kitapların dünyayla olan şaşırtıcı ilişkilerini açığa çıkarmak. Bu kitap bilinende bilinmeyen, bilinmeyendeyse tanıdık bir yan arıyor. Kısacası daktiloyla, kalemle veya dikte edilerek yazılan, çizilen ya da intihal edilen tüm iyi bilinen ve bilinmeyen eserler hakkındaki bazı gizli gerçekleri ortaya çıkarmayı amaçlıyor.
Kitap dünyasının derinlerine indiğimizde anlatılmayan birçok hikâyeyle karşılaşıyoruz. Klasik dönem Yunan şairi Homeros’u herkes bilir, peki ya Homeros hakkında parodiler yazanları? Edgar Allan Poe’nun kısa hikâyelerine hayranlık duyuyoruz; ancak pek az kimse kendisinin ömrü boyunca yalnızca bir kitabının, hem de şaşırtıcı bir kitabının iyi sattığını bilir. Hepimiz Shakespeare’in Hamlet adlı oyunu yazdığını biliriz, ancak Hamlet’i yazan ilk kişi o değildi.
Bu kitabın konusu gözden kaçan, kütüphane raflarının arkalarına düşen ve büyük ölçüde unutulan kitaplar. Ancak bazen sayfaları çevrilmekten yıpranan kitapları da ele alacağız: Dante’nin İlahi Komedya’sının az bilinen bir kitap olduğunu iddia edemem, ama kaç kişi bu kitabı okumuştur? Dolayısıyla ortaçağ edebiyatının en iyi saklanan sırları böylesine havalı eserlerde saklanmış olabilir.
Gizemli Kütüphane’nin amacı tüm zamanların en önemli doksan dokuz kitabı veya “herkesin okuması gereken doksan dokuz kitap” listeleri oluşturmak değil. Özellikle de söz edeceğim kitapların birçoğunun modern zamana ulaşmamasından dolayı bu mümkün değil. Hatta bir tanesi muhtemelen hiç var olmamıştı bile. (Bu eserlerin hepsi kitabın ilerleyen bölümlerinde açıklanacaktır.) Bu kitap, hem bilinen hem de adları unutulmuş eserlerle dolu hayali bir kütüphanenin etrafında yapılan kısa bir tren gezisi, ilginçliklerle dolu bir derlemedir. Bahsettiğim her eser, yazıldığı çağa dair bir şeyler anlatıyor ve sorduğum sorulara ilgi çeken cevaplar sunuyor.
Bu kitap antikçağdan günümüze tarihi ve kültürel açıdan önem taşıyan dönemleri ana hatlarıyla kapsayan dokuz bölümden oluşmaktadır: antikçağ, ortaçağ, Rönesans ve sonrası. On yedinci yüzyılın ortalarından sonra her şey, yeni keşfedilen Amerika kıtasında kitap basılmaya başlanmasıyla daha ilginç ve karmaşık bir hal aldı. Amerika’da edebiyatın gelişiminin tarihini ayrı olarak on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl bölümlerinde anlattım; aynısı kıtada yaşanan diğer gelişmeler için de geçerlidir. Yirminci yüzyıl Batı modernizmini konu alan son bölüme ise her ülkeyi dahil ettim.
Kütüphane turumuza başlamadan önce bir şey daha belirtmek istiyorum. Dokuz bölümdeki başlıkların her biri, bir öncekiyle bir şekilde ilişkilidir. Bazen iki kitap arasındaki bağlantı oldukça belirgin olurken, bazen bu bağlantının farkına varmak biraz zaman alacaktır. Ancak bu ilişki kesinlikle mevcuttur. Umarım bu bağlantıları ararken en az benim kadar keyif alırsınız.
Oliver Tearle
KLASİK DÖNEM
Klasik dönemin mirası günlük hayatımızın birçok alanına ulaşmıştır. Demokrasi, tiyatro, lirik şiir, olimpiyatlar, felsefe ve mimarinin önemli bir bölümünün kökleri Antik Yunan’a dayanmaktadır. Ancak klasik dönem atalarımızın kurduğu dünyanın izleri, hayatın her alanında az da olsa görülmektedir. Örneğin modern İngilizceyi ele alalım: Horace’ın şiirindeki “anı yaşa” anlamına gelen carpe diem deyimi ve Yaşlı Plinius’un “gerçek şarapta gizlidir” anlamındaki in vino veritas söyleyişi sıklıkla kullanılmaktadır. İngiltere’de çoğu kişi her gün Virgil’in şiiri Aeneid’den bir parçayı yanında taşımaktadır: Madeni sterlinlerin kenarlarına Virgil’in şiirinde geçen “bir süsleme ve muhafız” anlamındaki decus et tutamen mısrası işlenmiştir. Amerikalıların paralarında da Latince bir deyim yer almaktadır: “birçok şeyden meydana gelen tek şey” anlamındaki E pluribus unum. Bu söyleyiş de Virgil’e ait bir metne dayanmaktadır ve dahası bu metin, fesleğenli makarna sosu tarifidir.
Klasik dönemden bugüne ulaşamayan edebi ve felsefi eserleri, bilimsel ve matematiksel çalışmaları düşününce bu, çok daha etkileyicidir. Günümüze dek varlığını sürdürememiş klasik dönem eserlerinin bugün kültürümüzün bir parçası olduğunu düşünün. Sofokles’in yüzlerce oyunundan sadece yedi tanesi yerine hepsi korunabilseydi ne kadar da zengin bir kültüre sahip olurduk. Şu an hiç kimsenin üniversite edebiyat derslerinde Aristoteles’in komedi teorisi ve şiir kitabının ikinci kısmı üzerine çalışamamasının tek nedeni, kopyalarının günümüze ulaşamamış olmasıdır.
Hem elinizdeki kitabın ana konusu kitaplar olduğu için hem de kitap kavramının kendisi tam olarak antik dünyada ortaya çıktığı için antik dünyayla başlamak makul gözüküyor. Dünya üzerindeki en eski kitabın Etrüsklerin yaklaşık 2.500 yıl önce yazılmış ve sadece birkaç sayfadan oluşan Altın Kitap’ı olduğu söylenir. Kitabın 24 ayar altından altı adet sayfası mevcuttur ve sayfalar birbirine halkalarla tutturulup tek bir parça haline getirildiği için bu eseri “kitap” olarak sınıflandırabiliriz. Maalesef bu eser yirminci yüzyılın ortalarında keşfedildi ve yazıldığı Etrüsk dili hakkında çok az şey bildiğimiz için deşifre edilmesi biraz zor oldu demek hafif kalır. Bugün bile eserin konusu hakkında en ufak fikrimiz yok.
Neyse ki deşifre edip okuyabileceğimiz birçok şiir, kurgu, tiyatro oyunu, felsefi ve bilimsel eser mevcut. Bu yüzden Etrüsk yazmasının anlaşılmaz gariplikleri üzerine kafa patlatmaktansa bu eserlerin birkaçına göz atalım.
Homeros’un Destanları
Homeros’u iki epik şiiriyle tanıyoruz: Truva Savaşı hakkındaki İlyada ve Odisseas’ın evi İthaka’ya dönerken başından geçenleri konu alan Odysseia. MÖ sekizinci yüzyıl civarında yazılan İlyada, Batı edebiyatının ilk büyük eseridir. Truva ve birkaç Yunan şehir devleti arasında on yıl süren savaşı, özellikle son safhalarına vurgu yaparak anlatmaktadır. İlyada’da korku saçan Amazonlara (Homeros’un “erkeklerle eşit” anlamına gelen “antianeirai” adını verdiği kadın savaşçılar), Agamemnon ve Aşil gibi kahraman fatihlere değinilmiştir ki bunlar değindiği figürlerin sadece küçük bir kısmıdır.
Homeros’un kim olduğu gizemini korumaktadır. Ne zaman yaşadığını bilmiyoruz, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığını da. İlyada’nın kompozisyonundaki doğal titizlik de gizemini koruyor; şiir, muhtemelen sözlü kültürün bir parçası olarak ortaya çıktı ve çok sonralarda yazıya döküldü. Ancak üç bin yıl geçmesine rağmen Homeros’un efsanedeki kör ozan olup olmadığı bilinmiyor.
Victoria dönemi roman yazarı Samuel Butler, Homeros’un kadın olduğunu öne sürmüştür; başkalarıysa İlyada’nın pek çok kişinin ortak eseri olduğunu savunmuştur.
İlyada’da yer alan öyküler günlük hayatımızın birçok alanında yer etmiştir. Yunanların büyük bir tahta at içinde düşmanlarının şehrine kurnazlıkla girme öyküsü Truva atına (zararsız bir görüntünün altında kendini gizleyerek bilgisayara giren kötü yazılımlar) ilham vermiştir. İngilizcede kabadayılık etmek anlamına gelen hector fiili, Hektor adlı karakterden gelmektedir. Günümüzde de tek bir zayıflığı haricinde yenilmez görünen birinin zayıf noktasını vurgulamak istediğimizde “Aşil’in topuğu”ndan bahsederiz ki bu, Yunan kahramanın bedenindeki tek zayıf noktaya atıf yapan bir ifadedir. (Ancak ilginç bir biçimde Homeros bu hikâyeden bahsetmemiştir, bu da Aşil’in topuğu hikâyesinin daha sonralarda ortaya çıktığını göstermektedir. Öte yandan Aşil, İlyada’da tamamen yenilmez biri olarak betimlenmemiştir; bir seferinde dirseğine gelen mızrakla yaralanmıştır.)
Herkesin İlyada hakkında bildiği bir şey vardır: İlyada’da Truvalılar ve Yunanlar arasındaki savaş anlatılır. Ancak bu pek de doğru değildir. Richard Jenkyns’in Classical Literature (Klasik Edebiyat) adlı kitabında belirttiği gibi Yunanlar olarak bahsettiğimiz taraf, kendini “Yunan” olarak görmemekteydi. Yunan ismi onlara daha sonralarda Romalılar tarafından verilmiştir. Yunanlar olarak adlandırdığımız taraf kendini Helenler olarak adlandırmaktaydı, fakat İlyada’ya baktığımızda durum daha da farklıdır. Çünkü Homeros onlardan Yunanlar veya Helenler olarak değil; Akalar, Argoslular veya Danaolar olarak bahsetmiştir. Dahası, Truva Savaşı on yıl sürmüştür, oysa Homeros’un İlyada’sında savaşın yalnızca son birkaç haftası anlatılmaktadır. Hatta savaşla ilgili yirmi dört kitaplık bu eserin yirmi ikisinin yalnızca birkaç günü betimlediği söylenebilir.
Klasik dönemde Homeros, İlyada ve Odysseia’nın yanında birkaç eserin daha yazarı olarak anılmaktaydı. Bunların arasında, oldukça akılsız başkahramanının adını alan komedi şiiri Margites vardı. Margites deli, ukala, kendini beğenmiş ve hepsinden öte aptal bir karakterdir. O kadar aptaldır ki kendisini annesinin mi babasının mı doğurduğunu dahi bilmez. Şiirin büyük bölümü günümüze ulaşamasa da klasik dönemlerde oldukça popüler olduğunu biliyoruz. Philodemus adlı bir filozof yazılarında “Margites kadar deli” ifadesini kullanmıştır. Tilkinin pek çok şey bildiğini, diğer taraftan kirpininse tek bir şeyi bildiğini ama o şeyin en önemlisi olduğunu söyleyen deyişin kökeni de Margites’e dayanmaktadır ve o zamandan bu yana pek çok yazar ve düşünür tarafından kullanılmıştır.
Ancak Margites’in yazarı gerçekten Homeros muydu? Akademisyenler bu konuya şüpheyle yaklaşıyor. Aristoteles gibi büyük bir düşünür Poetika’da şiirin Homeros’a ait olduğundan söz etmiştir. Ama başkaları buna pek de kulak asmamıştır ve Margites’in başka bir Yunan yazar olan Pigres tarafından yazılmış olmasını daha olası bulmaktadır. Aristoteles’in Homeros’a ait olduğunu söylediği ancak o zamandan bu yana tarihçilerin yazarının kimliği konusunda ortak bir noktada buluşamadığı bir başka şiir “Kurbağaların ve Farelerin Savaşı” anlamına gelen Batrachomyomachia’dır. Şiir, yazarın İlyada’daki kahramanlarla alay ettiği, Yunanlar ve Truvalıların amfibiler ve kemirgenlerle yer değiştirdiği dev bir parodidir. En başından beri veya neredeyse o zamandan beri, Batı edebiyatçıları birbirleriyle alay etmektedir.
Batrachomyomachia’da anlatılana göre Kurbağa Kral, Fare Kral’ı tam gölün karşısına geçiriyormuş ki bir suyılanı fark etmişler. Kurbağa Kral içgüdüsel olarak kendini korumak için suyun altına dalarak Fare Kralı sırtından atmış. Zavallı Fare Kral boğulmuş, halkı (affedersiniz, fareleri demek istedim) Kurbağa Kral’ın davranışını kasten cinayet olarak yorumlayarak Kurbağa Kral’dan ve halkından (affedersiniz, yani kurbağalarından) intikam almaya yemin etmiş.
Elizabeth dönemi şairi George Chapman, Batrachomyomachia’yı İngilizceye çevirdi, ancak Keats “Chapman’ın Homeros’una İlk Bakışta” adlı sonesini kaleme alırken muhtelemen kurbağa ve fare şiiri aklında yoktu. Gene de alaycı destan, savaşın anlamsızlığını vurgulamakla birlikte Truva Savaşı’nın ihtişamını ve yaşanan kahramanlığı tümüyle gölgeleyerek Homeros’un İlyada’sındaki savaş tasvirine kafa tutmaktadır. Batrachomyomachia’daki savaş önemsiz bir çekişmeden fazlası değildir. İlk komedi şiirlerinden biri olmakla birlikte Batrachomyomachia, ilk savaş karşıtı şiir de olabilir.
Ezop Masalları
Pigres (veya gerçek yazarı her kimse), Batrachomyomachia’yı yazdığında edebiyatta hayvan kullanma geleneğinin çoktan oturmuş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hayvan hikâyeleri komik bir etki bırakmak için kullanılabilirken ahlaki eğitim için de kullanılabilir. Bunun en açık örneği Ezop Masalları’nda görülebilir. Hatta buradaki fablların biri, kurbağa fareyi gölün karşısına taşırken farenin boğulmasıyla başlar.
Platon’un Phaidon’una göre Sokrates, hapisteki vaktini Ezop Masalları üzerine şiirler yazarak geçirmiştir.
Hayvanları kullanarak fabl yazan ilk kişi Ezop değildi. Birkaç yüzyıl önce Hesiodos şahin ile bülbül hakkında, Arhilohos adlı bir şairse kartal ile tilki ve tilki ile maymun dahil birkaç farklı hayvan hakkında fabllar kaleme almıştır. Ancak fablı popüler bir tür haline getiren Ezop olmuştur. 1484 yılında William Caxton, Ezop Masalları’nı İngilizceye çevirerek “Tilki uzanamadığı üzüme koruk dermiş” ve “yalancı çobanı oynamak” gibi deyişlerin dile girmesini sağlamıştır. Fakat bazen iddia edildiği gibi “kuzu postuna bürünmüş kurt” bunlardan biri değildir. (Ezop Masalları’nın birinde kuzu postuna bürünen bir kurt olsa da deyim aslında İncil’den gelmektedir.) Bu masallardan gelen diğer deyimlerin bazıları yanlış yorumlanmıştır veya yaratıcılıkla yeni anlamlar kazanmıştır; örneğin fablların birinde aslanın bütün yemeği alıp arkadaşlarına hiç bırakmamasından gelen “aslan payı”. Artık Ezop’un fablındaki ironiyi unutarak “aslan payı”nı en büyük pay anlamında kullanıyoruz. Daha az bilinen fabllar arasındaysa “Fare ile İstiridye”, “İki Metresli Adam” ve “Etiyopya Beyazını Yıkamak” gibi örnekler mevcuttur.
Homeros’ta da olduğu gibi Ezop’un gerçekten yaşayıp yaşamadığına emin olamıyoruz. Gerçekten yaşamışsa muhtemelen MÖ yaklaşık altıncı yüzyılda, Homeros’tan birkaç yüzyıl sonra yaşadı. Tabii Homeros’un gerçekten yaşamış olduğunu varsayarsak. Ezop Masalları, sözlü geleneğin bir parçası olarak birçok kişi aracılığıyla zamanla birikerek oluşmuş bir eser olabilir. Yine de masalcı hakkında birçok efsane vardır. Bir yorumcu, Ezop’un MÖ 480 yılında Termopylae Muharebesi’nde savaştığını iddia etmiştir, ancak bundan neredeyse bir asır öncesinde öldüğü için muharebede faydalı olduğunu düşünmek zor.
Ezop adlı adamın (gerçekten var olduysa), siyahi ve engelli bir köle olduğu düşünülüyor. Ezop’un Afrika kökenli ve muhtemelen Etiyopyalı olduğu yeni bir düşünce değildir. “Etiyopya Beyazını Yıkamak” adlı fabl, deve ve fil gibi hayvanların varlığıyla bu teoriyi desteklemektedir. Ezop’un Etiyopya kökenli olduğu varsayımı sadece Etiyopyalı hakkındaki fabla değil ismine de dayanmaktadır: Maximos Planudes adlı bir âlime göre Ezop (veya Esop), “Etiop”tan gelmiştir. (Not: Muhtemelen gelmemiştir.)
İsminin kökeni bir yana, fabllara baktığımızda Ezop’un köle olması kesinlikle mantıklı geliyor. Yunan toplumunda bu kadar düşük sosyal statüde biri düşüncelerini paylaşamazdı. Okuma yazma bilecek kadar şanslıysa da içinde yaşadığı toplumu mecazla anlatmak zorunda kalırdı. Aristoteles ve Heredot da “köle” hipotezini savunmuştur, bu da edebiyat tarihçilerine Ezop’un Samos Adası’nda bir köle olduğunu düşündürüyor. İlk kez Plutarkhos tarafından anlatılan popüler bir hikâyeye göre hırsızlıktan suçlu bulunarak Delfi’de kayalıklardan atılması Ezop’un sonu olmuştur, ancak çoğu tarihçi bunun kurgu olduğunu düşünmektedir.
Fabllar ahlak kuralları üzerineyse Ezop Masalları’ndaki ahlaki öğütler nelerdir? Muhtemelen en ünlüsü Kaplumbağa ile Tavşan’daki “yavaş ve istikrarlı olan yarışı kazanır” öğüdüdür. Ancak fabl başka yorumlara da açıktır. Bu fabldan çıkarılacak ders, aşırı özgüvenin yeteneğin boşa gitmesine yol açabileceği de olabilir (tavşan yarışı kazanacağına emindir ve yarışın yarısında aptallık ederek kestirir) veya belki ikisinden de birazdır.
Midilli Adası Şairi
On dokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı civarında Mısır’da, Kahire’nin yaklaşık 160 km güneyindeki Oxyrhynchus’taki bir çöplükte yapılan kazı çalışmalarında bazı papirüs tomarları bulundu. Bu papirüslerin arasında birkaç farklı şeyin yanında Margites’ten ve lirik şair Sappho’nun kayıp şiirlerinden parçalar mevcuttu. Sappho’nun şiirlerinden parçalar günümüzde de bulunmaya devam ediyor: 2004 ve 2012 yıllarında iki parça daha bulundu.
Yunan yazar Herodot, Herodot Tarihi adlı eserinde Sappho’yla Ezop arasında, hayatı Külkedisi’nin ilk versiyonuna ilham veren Trakyalı fahişe Rhodopis aracılığıyla bağlantı kurmuştur. (Bu tür kadınlara Yunancada “hetaerae” denirdi: zengin erkeklerle ilişki kuran yüksek zümreden kadınlar.) Herodot’a göre (ki Herodot’un söyledikleri konusunda oldukça şüpheci davranmalıyız) Rhodopis ile Ezop arkadaşmış (tabiri caizse). Rhodopis, bir Mısır firavunu tarafından alıkonulduğunda Sappho’nun erkek kardeşi Charaxus “büyük bir miktar” karşılığında Sappho’yu serbest bıraktırmış. Yani Ezop’tan Sappho’ya geçmek için öncelikle gerçek Külkedisi’nin hayatına göz atmamız gerekiyor.
Şiirlerinden pek azı günümüze ulaşmış olsa da Sappho, ölümünden sonra çoğu lirik şairin ancak hayal edebileceği bir edebi üne sahip oldu. Hakkında merak duygusunu alevlendirecek kadar az şey bilmemize rağmen veya bu kadar az şey bildiğimizden ötürü Sappho, lirik şairlerin ikonu ve kadınlar arasındaki eşcinsel aşkın sembolü oldu. Birçok takma adından biri “Kadın Homeros”tur. Platon ona “Onuncu İlham Perisi” adını takmıştır. Victoria dönemi şairi Algemon Charles Swinburne, Sappho’nun Homeros’tan ve Shakespeare’den bile daha iyi ve hatta gelmiş geçmiş en iyi şair olduğunu düşünmüştür. Eserleri günümüze parçalar halinde ulaşmış biri için bu, hiç de fena değil.
Bir âlim, Sappho’nun sesli harf kullanımına hayranlık duyduğu için eserlerinin kopyalarını oluşturma zahmetine girmiştir.
Durum hep böyle değildi. Bir zamanlar Sappho’nun şiirlerinin çok sayıda kopyası elden ele dolaşmaktaydı. Ancak zamanla, birkaç kütüphane yangını ve şiirlerdeki “ahlaksız” cinselliği onaylamayan rahipler bunun önüne geçti. Sappho’nun şiirlerinden çok azı ortaçağa ulaşabildi. Antik dönemin en iyi kadın şairinin şiirleri, ilk kez 1904’te Kanadalı şair Bliss Carman tarafından İngilizceye Sappho: One Hundred Lyrics (Sappho: Yüz Lirik Şiir) adıyla çevrilerek yayımlandı. Fakat Carman satır aralarına eklemeler yapmıştı, yani mısraların hepsi Sappho’ya ait değildi. Kitap büyük bir başarıya imza atarak modern şiirin gidişatını belirledi. Özellikle imgeci Ezra Pound, Hilda Doolittle (kendisi de Sappho gibi kadınlar arasındaki aşka yabancı değildi) ve başka birçok şair Sappho’nun tarzından etkilendi.
Sappho’nun hayatı birçok spekülasyona konu olsa da hayatını şiirlerinden bile daha az biliyoruz. Bugün lezbiyen ilişkilerden söz ediyorsak bunun iki sebebi var: Sappho’nun şiirlerindeki kadınlar arası çekim ve şairin Yunanistan’daki Midilli (Lesbos) adasından gelmesi. “Lezbiyen” oldukça yeni bir terimdir, eşcinsel kadınları tanımlamak için ilk kez 1925 yılında Aldous Huxley (sonradan Cesur Yeni Dünya’yı kaleme almıştır) tarafından yazılan bir mektupta kullanılmıştır. Öncesinde de lezbiyenlikten Victoria dönemi müstehcen şairi Arthur Munby’nin günlüğünde bahsedilmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan önce “tribade” ve “tribadism” genel olarak kullanılan terimlerdi (Yunancadaki “sürtünmek” fiilinden türemişlerdir). Lezbiyenlik kavramının kullanılmasının yaygınlaşmasıyla Sappho’nun eserlerine ilginin artması arasında bir bağlantı olduğu gözüküyor. Sappho’nun eserlerinin keşfi yirminci yüzyıl şiirini tamamıyla etkilemekle birlikte kadınlar arasındaki homoseksüel ilişkilerden bahsetme şeklimizi de etkiledi.