Kitobni o'qish: «Kara Özek»
I. BÖLÜM
Körle gören, karanlıklarla aydınlık, serin gölge ile yakıcı sıcaklık asla bir değildir.
Kur’an-ı Kerim, Fatır Suresi, 20-21. ayetler
… Ne konuşacak çok şeyimiz var ne de derse gidip gelip, yurtta uzanıp yatmaktan başka yapacak işimiz. “Pamuktan yapılmış yumuşak döşek, bir taş parçası gibi böğrüme batıyor, uyuyamıyorum” diyen Abay’ın söylediği gibi bu günlerde gece yarısına bazen de şafak sökünceye kadar uyuyamıyorum.
Böyle durumlarda elime dombıramı1 alıp arkadaşlarımı rahatsız etmeyeyim diye yatakhanenin mutfağında sabahlıyorum.
Son zamanlarda okuldaki günlerimizi, ama en çok da büyüdüğümüz yatılı okulu özlüyorum. Sen de özlüyorsundur oralarda. Hüzünlenme, endişelenme, Hakan. Her şey iyi olmalı. Yaz başlayınca sömestrden sonra grev2 ile yine geleceğim. Kışın her şey çok aceleye geldi. Üstelik para da azdı. Ne bileyim ki? Tanımadığın yerin delik-deşiği, çukuru çok olur derler ya. Bu defa öyle olmayacak. Son zamanlarda hafta sonları gençlerle pazara çıkıyorum. Biraz para da biriktirdim.
Anlaşmalı iş3 bulunsa iyi olurdu.
Para demişken… Para değişeli gıda ve mülklerin de fiyatı sürekli farklılaşıyor. Günü gününü tutmuyor. Bugün pazara gidersen fiyatın dünden farklı olduğuna şahit olursun. Paradaki bu değişiklik başlı başına bir mesele oldu.
Elli, yüz somluk4 Sovyet banknotları şimdi beş para etmiyor. Bundan sizler de haberdarsınızdır. Haydi, biz neyse de… Zira bizde ne para var ne de servet. Ama şu halktaki karışıklığa ne dersiniz? “Dalgalar denizdeki her şeyi nasıl kıyıya vuruyorsa, sivil polislerin de sırları öyle gün yüzüne çıktı. Özellikle şehir yakınında yaşayan zengin Türkler ile Greklerin hayatı çok zorlaşmış,” diyor halk.
Zor ya, hayatı boyunca biriktirdiği tüm paralarını elli, yüz tengeye5 değiştirip, bankaya koymadan biriktirirken hükumettekiler birkaç gün içerisinde bu paraları geçersiz ilan etti.
Ben böyle zenginler olduğuna inanmıyordum. Meğerse gerçekmiş. Çünkü kişi başına sınırlı banknot değişimine izin vermediler mi? Yukarıda bahsettiğim zengin Türklerle Grekler şimdi bizim gibi üniversite öğrencilerine “elli somu kendi adına tengeye çevirirsen, bu paranın yarısını senindir” diye yalvarıyor!
Para değiştirmek için izin verilen şu üç gün içinde halkın nasıl bir karmaşa içerisinde olduğunu bir görsen! Çok ilgi çekici şeyler olmuş. Para değişeceği ilk gün bizim bazı kurnaz arkadaşlar konservatuvar durağından taa havaalanına kadar taksi tutmuşlar. Yirmi beş km mi ne gitmişler. Tam inecekken taksi sürücüsünün eline bir tomar elli som para tutuşturmuşlar.
Sürücü hiddetlenip bağırmış:
“– Gençler! Bu saatten sonra bu paraların hiçbir değeri yok!”
Gençler, paranın durumundan haberleri yokmuş gibi davranıp saf numarası yapmışlar:
“– Nasıl yani?”
“– Öyle işte! Bugünden itibaren “elli som, yüz som” geçmiyor, demiş sürücü sinirle. Duymadınız mı?”
“– Hayır, ağabey. Şaka yapıyorsunuz.”
“– Of! Gökten mi indiniz ne?”
“– Hayır, gökten inecek akrabamızı karşılamaya gidiyoruz.”
Çaresiz kalan taksi sürücüsü bağırıp gençleri arabadan kovmuş:
“– Haydi, defolun!”
Böylesi haller çok olmuş. Türk mü, Azeri mi ne, sivil polislerden biri evinde sakladığı tomar tomar elli, yüz somluk parasını değiştiremediği için sokağa bu paraları döküp, herkesin gözü önünde yakıvermiş!
Maliyeciler buna “şok terapisi” diyorlar. Egor Gaydar bulmuş bu terimi. Bu terapi yüzünden sel vurup sudan çıkmış balıklar gibi şaşkındık. Özellikle enflasyon denen belâ çok etkili oldu. Paralar iki – üç ay içerisinde sararmış yapraklara döndü. Tasarruf ederek, insanların çocukları için biriktirdiği tüm paralar kurumuş sabana döndü. Güpegündüz soyulup çulsuz kaldılar.
Ben devrimi yaşamadım ama “Para terapisi” ile de devrim yapılabileceğinden emin oldum.
Nereden nereye…
Neyse… En iyisi, sana rüyamı anlatayım. İkimiz nehir boyunda oturuyormuşuz. Bir anda gürül gürül akan nehre soyunmadan atladın ve gözden kayboldun. Aklım gitti, canım çıktı derken, nehrin öte yakasında göründün. Kıyıya doğru kulaç atarak yüzüyordun. İyiye yorumladım. Oradan sağ salim çıkmışsın. Jeltoksan “devrimciler aklanacaklar” diyor ya… Sen de döneceksin, Hakan6.
Geçen sene bizim delegelerimizden biri Moskova’da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Halk Vekilleri Kongresi’nde konuşma yapmış ya Dekabristler aklanmalı diye. Demek ki, sevinçli günler bizi bekliyor.
Başka ne yazayım… Sağlıcakla kal. Yazın mutlaka gelirim.
Sağ salim görüşelim.
Dostun Kurmaş.
28 Mart 1992
P.S. Görevli subay alır diye zarfa para koymaya korktum.
* * *
Önce hücrenin demir kapısının üstündeki küçücük pencereden bir gölge geçer gibi oldu. Sanki biri dışarıdan içeriyi gözetledi. Ardından o pencere açıldı. Kabadayı bir gardiyanın içeri fırlattığı bir paket “Prima7” sigarası havada döne döne uçup Haknazar’ın önüne düştü.
Haknazar o ufacık pencereye bir kez daha baktığında kimseyi göremedi. Muhafız da kapıyı paldır küldür kapattı.
Üç gün boyunca yemek borusu kaşınıp durmuştu. İştahı da yoktu. Tecrit hücresinde volta atıp duruyordu. Son zamanlarda hiç bu kadar sevinmemişti.
Sigara dumanını içine çekip üflerken “sigaranın da insana bu kadar güç kuvvet verdiğini kim bilebilirdi ki?” diye düşündü. Şakakları zonklatan baş ağrısı geçti. Göğsü de genişledi sanki. “Hücrede bu çok iyi geldi” diye düşündü. Dizlerini bükerek otururken tüm eklemleri gevşedi. Herhalde birkaç gün sigara içmediğinden olacak, başı döndü, tüm bedenini halsizlik sardı.
Hapishane yatağında yarı uyanık bir halde bir sağa bir sola dönüp duran Haknazar’ın çok sıkılan canı şimdi rahatlamış gibiydi. Ama bir iki saat sonra yine sıkıldı içi. Sanki bir şeyler eksikmiş gibi tekrar sigara içti. Kokusu zaten havasız olan hücreye iyice sindi.
Taş zeminde bağdaş kurarak otururken düşündü yine: “Hücre cezası alıp bodrumdaki bu daracık odada aylarca, yıllarca tek başına kalanların sinirleri çelik gibi sağlam, karakteri istediği kadar kuvvetli olsun, sonunda delirir. İnsanoğlunun yaradılışı zayıftır. İşkenceyle aşağılanmaya sabredecek kimse yok. Er ya da geç, bugün olmazsa elbet bir gün mutlaka kırılır. Eğilmez ama kırılır. İşte, altı yıl olmuş hapishanede ve kamplarda yatalı… Altı yıl. Eeeh, en güzel günler! Gençliğin en güzel yılları mahpuslukla yitti, gitti. Şimdi de hapishanedeyim. Zamanım hâlâ hapishanede geçiyor.”
Beş saat mi, on saat mi geçmişti hücrede? Benzi sararıp hüzünle otururken kaç saat geçtiğini söylemek zordu elbette. Ama epeyce bir zaman geçirmiş görünüyordu.
Bütün bunları aklından geçirirken hapishane koridorunda ayak sesleri işitildi. Demir kapı gürültüyle açıldı ve içerisi aydınlandı.
Haknazar onu görür görmez tanıdı.
Kapı kapanırken orta boylu sarı gençle tokalaştı. Gelen sordu:
“– Kızıllar nasıl bir suç taktı sana kardeşim?”
Kolyan adlı ziyaretçi “Buşlatını8” altına döşedi.
“– Suç dedikleri Allah katında suç değil!” dedi.
Sanki dayısının evine gelmiş gibi yerleşiyordu.
“– Burada görevli özel polis senin halini, tavrını beğenmezse, dışkında bile suç bulur, zindana atıverir. Bizim gibi serserilere bu lağımda gecelemek, özgürlük ile temiz havanın kıymetini bilmek için gerekli yoldur. Yiğide serüven de serüven, belâlı dönem de serüvenmiş dediğin budur”.
Haknazar Kolyan’ı Ağır Sanayi Bölgesi tarafında arada bir görünüyordu. Ama ilk kez yüz yüze görüşüp konuşuyordu.
Biraz sonra Kolyan botunu çıkarıp kalın tabanının altından bir şey aldı. Naylona sarılmış küçücük iki kesenin birinden çay, diğerinden uyuşturucu çıktı.
“– Akşam yemeğine yarım saat kaldı. Hücreye yemek taşıyan mahkûmdan su alır, kaynatırız. O arada da “çok demli çay içeriz,”9 diye konuştu buşlatına serilerek.
Sonra esmer ekmek yiyip koyu kara çayı zevkle içerken dedi ki:
“– Hadi ya? Sen hakikaten siyasi mahkûm musun? Gerçekten, siyasi mahkûm musun? 65.madde mi? Hımm. Demek “Jeltoksan Devrimcilerindensin.” (13) Bizim kederli emeğimiz boşa gitmez Sibirya cevherlerinin derinliklerinde. E he he.”
Haknazar yavaşça cevap verdi:
“-Bunun nesi komik?”
Kolyan sordu:
“– O gün ne oldu? Almatı’da o gün olup bitenleri başkalarından duyuyoruz. Ama canlı şahitten dinlemek çok daha başkadır.”
“– Bu soruları duya duya usandım artık,” diye konuştu Haknazar. Benim geldiğim madde ile gelenleri daha evvel görmeyen subaylar olmayacak şeyleri sorgulayarak beni iyice usandırdılar. Sen niye buradasın? Bu kaçıncı kez hapse girişin? En iyisi bundan bahsetsene.”
Sıkıntı ile cevap verdi Kolyan:
“– Sen de mi beni sorguya çekmeye başladın? Neyse… Söyleyeyim. Kendi iradesiyle çalan bir hırsızım ben.”
Ama ya geçmişini hatırladı ya da nereden başlayacağını bilemediğinden olsa gerekir, sustu. Uzun süren sessizlikten sonra konuşmaya başladı:
“– Yan kesiciyim ben. Cep hırsızlığını duymuş muydun? O benim işte. Dünyaya gözümü açtığımdan beri hırsızlıkla uğraşıyorum. İrtış nehrinin kıyısındaki büyük şehirde doğdum, büyüdüm. Kendimi bildim bileli babamı görmedim. Sonradan duydum. Ben dünyaya gelmeden evvel annemi bırakıp gitmiş. Ondan sonra zavallı annem kocaya gitti. O adama üç-dört çocuk doğurdu. Ne olsa onlar artık benim kardeşim. Ne yalan söyleyeyim, üvey babam beni öz çocuklarından farklı görmedi. Ama çok da candan olmadı. Aramız tuhaf bir şekilde soğuktu. Ben on iki yaşındayken annem vefat etti. Gençliğinden kalan bir hastalığı mı vardı acaba? Orasını çok da bilemiyorum. Bir- iki ay hastanede yattı. Eve geldikten sonra da öldü. Onun ölümü hiçbirimiz için kolay olmadı. Üvey babam tam bir boşluğa düştü. Erkek adam bu kadar çocuğa nasıl baksın ki? Bir akrabasını bize baş göz olsun diye eve getirdi. Artık o evde kalmak istemedim. Üvey babam da buna karşı çıkmayınca şehir dışındaki yetimhaneye yerleştim. Böylece yeni bir hayata atıldım.”
Sustu birkaç saniye. Sonra yine derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti:
“– Küçüklüğümden beri çok yaramazdım. Derslere de merakım yoktu. Yetimhaneye gelince daha da değiştim. Oradayken nehrin öte yakasında Zareçnıy mikro bölgesinin kenarında, otogar ile tren istasyonları civarında dolaşan Vasya-Beton isimli bir yan kesicisi vardı. Onunla içli dışlı olduk. Galiba benden hoşlanmıştı. Beni yanından hiç ayırmıyordu. Neyse, sonunda yetimhaneden kaçtım. Vas-ya ile birlikte yan kesiciliğe başladım. Önce el çabukluğuyla para çalıp yan kesicilik yaptım. Şimdi de çaktırmadan giysi kesip para çalan cep hırsızıyım. Tren istasyonu yolcu salonundaki yolcuların kat kat giysilerinin içinde bulunan küçük cüzdanlarından paralarını çaktırmadan alan, tekrar cüzdanını yerine koyan yan kesiciler vardı.”
Kolyan bunları anlatırken, Kazak masallarında dalda oturan iki saksağanın kuyruk tüylerini fark ettirmeden alıp birinin tüyünü diğeriyle değiştiren kıvrak yiğit Hak-nazar geldi aklına.
“– 16 yaşımda tutuklandım ve çocuk suçluların konduğu ıslahevine düştüm, diye devam etti konuşmasına. Oradayken çok şey öğrendik. Üç sene hücrede geçirdim. Özgürlüğe kavuşunca Novosibirsk’ye gidip ellerimi sıvadım, hemen cep hırsızlığına başladım. Bundan başka bir şey gelmezdi elimden. Evet, alnıma yazılan budur. Peşime düşen polisler beni yakalamaktan hiç usanmadı. 5-6 sene sonra Kranoyarsk’deyken polisler beni yine yakaladı. Şimdi hapisteyim. Bu, benim ikinci kez hapishaneye düşüşüm.”
Hayatını kısaca özetleyen Kolyan Haknazar’dan 1986’da Almatı şehrinde olan devrimin sebebini sordu:
“– Nasıl olduğunu anlatır mısın?”
Haknazar karanlık hücrede adeta sakız gibi uzayan zamanın hızlı geçmesine sebep olur diye düşündü ve anlatmaya ve o günleri tekrar yaşamaya başladı:
O seneki kış diğer yıllara göre erken gelmişti. Kışın ilk aylarından itibaren sadece Alatau Dağının zirvesini değil, tüm yamaçlarını, uçurumlarını, geçitleriyle çayırlarını tamamını kar kaplamıştı. Şehirdeki ağaçların dalları, çalılıklar, korular ayazdan donmuştu. Ama kar kalınlığı şehirde fazla değildi. Yollardakiler eriyordu.
O gün yine yatakhane arkadaşlarıyla derse gitmişti. Aklında hiçbir şey yoktu. Her zamanki gibi öğrenciler ikinciyle üçüncü ders arasında üniversite binasının önünde Satbayev Sokağının köşesinde temiz hava alıyorlardı. Köşe bayağı kalabalıktı.
Brejnev Meydanında birden çok büyük bir kalabalık toplanmış, bu kadar kalabalığı ilk kez orada görmüştü. Ama o gün bu durumu pek de önemsememişti.
Ertesi gün hem okul binasında hem de yatakhanede insanlar çoğalmıştı. Çoğu kendi öğretmenleri idi. Bazıları da kollarına kırmızı kumaş bağlayan hükumet yanlısı insanlardı. Herkesin söylediği sadece bir cümle vardı: “Teneffüste dışarıya çıkmayınız, alana gitmeyiniz. Orada isyancılar ve devrimciler toplanmış. Onlara karışmayınız. Yatakhaneden dışarı çıkmayınız.”
“Yasakları kırmak her zaman ilgi çekicidir.” O kadar endişelenecek neler oluyordu orada? İçini merak sarmıştı bir kere.
“Nereye gidiyorsun? Otur odanda! Eğer çıkıp gidersen görürsün gününü” gibi uyarılar yapan, başlarına dikilip bağıran yetkililer hazır ortalıkta yokken Haknazar ile üç-dört arkadaşı birinci kattaki kızlar odasının penceresinden atlayarak doğru meydana gitmişti.
Brejnev Meydanı çok ama çok kalabalıktı. Meydandan Furmanov Sokağına kadar büyük bir insan seli vardı. O sokakta ilerleyerek meydana yaklaştıklarında bir sürü aracın dizildiğini gördüler. Merkez Komitesi binasından Bereke Alışveriş Merkezine kadar yoğun bir asker kalabalığı onları bekliyordu. Polisler, itfaiyeciler, sınır muhafızları, askerler, hepsi bir aradaydı, tıpkı sinema filmleri gibi, tam bir ordu.
Kalabalık ordu tarafından sarıldığını ve ne kadar çırpınsalar da omuz omuza dikilen askerlerden kurtulamayacaklarını çok geç fark etti insanlar.
Hemen emir verilmiş olacak ki boyları kadar kalkanları ve coplarıyla askerler kalabalığı dövmeye başladı. Çığlık sesleri, inlemeler meydanı sardı.
Bu manzarayı gören Haknazar ile arkadaşlarının da dışarıdan merakla izlemeye gelenlerin de ağzı açık kaldı.
Bir anda bir gurup genç, asker saflarını yarıp çıkış yolu açıverdi. Kalabalık da peşlerine düştü. Tam o sırada deminden beri hiçbir şeye karışmayan sınır muhafızları çıkış yolunu açan gençleri tekmelemeye başladı.
Ortalık toz duman oldu. Özellikle kadınların çığlıklarından az kalsın kulak zarları patlayacaktı. Safı yaran gençlerin arasında bulunan bir kız can havliyle koşuyordu. Aşağıya doğru hızlandı. Alışveriş Merkezinin yanında bulunan Haknazar’ın olduğu gruba doğru yöneldi. Onların bulunduğu yere ulaşmaya iki adım kalmıştı ki peşinden paldır küldür gelen askerin biri kızın topuğuna vurarak onu yere serdi.
Ayağı takılıp, kafasını kaldırıma çarpan zavallı kızın başından kıpkırmızı kan akmaya, durmadan yere yayılmaya başladı. Kızın haline hiç aldırmayan asker onun saçlarına sarıldı, bir oğlağı kulaklarından çekiştirir gibi aşağıya doğru sürüklemeye başladı.
Tam o sırada ellerinde sapper kürekleri olan bir gurup asker kızın peşinden yetişen iki üç Kazak gencin karşılarına çıkıp onları yakaladı.
Kızın çığlığını işiten bir genç yetişti. Ama nereden çıktığı meçhul uzun boylu bir polis gelenin karnına sert bir tekme attı. “Allah!” diye çığlık atan genç kıvrılarak düştü. Uzun boylu polis için bu iyi bir fırsattı. Yerde kıvranan genci olanca gücüyle tekmelemeye başladı.
İşte o an Haknazar’ın artık sabrı tükendi. Koştu, kızı sürükleyen sivil memura yetişti, bağırdı:
“– Bırak kızı!”
Uzanıp sivil memurunun elinden tuttu. Şişman olan polis ellerini çekiverdi ve küfretti:
“-Defol buradan, domuz!”
Haknazar’ın gözü kararmıştı artık. Hızla sağa döndü, sivil polisinin çenesine vurdu. Adam bu darbeyi beklemiyordu. Çuval gibi yere düştü.
Yerde yatan kızın koltuklarından tutup kaldırdı Hak-nazar. Elik yavrusu gibi küçücük bir kızdı.
“– Yürüyebilecek misin?” diye sordu.
Kız yavaşça başını salladı. Tam “haydi, artık kaçalım”
sözleri ağzından çıkmıştı ki gözlerinin önünde çok kuvvetli bir ışık patladı, yüzüstü kapaklandı.
Kendisine geldiğinde tüm vücudu ağrıyordu. İki asker onu ayaklarından tutmuş yerde sürükleyerek götürüyordu.
Onu hiç mi hiç önemsemeden başıyla ayaklarından tuttular. Çuval fırlatır gibi üzeri brandayla örtülmüş kamyona atıverdiler. Morarıncaya kadar tekmelenmiş olan beli ağrıyordu. İstemeden inledi. Biraz sonra hareket eden kamyonun kasası kendisi gibi serilmiş yatan yaşıtlarıyla doluydu. Bazılarının kolları bağlıydı. Bazıları da yarı ölü halde, kanlar içindeydi. Galiba aralarında kızlar da vardı. Ellerine sopa alan birkaç asker onların üstüne oturmuşlardı.
Kamyon yola devam etti. Bir müddet sonra da bir yere gelip durdu.
Haknazar kamyonun kasasının açılmasıyla birlikte bir sürü askerle polisi gördü. Sanki polis karakolundaydı.
Çok geçmeden getirdiklerini tek tek çekip kamyondan indirmeye başladılar. Sonra iki saf halinde ve birbirine karşı duran askerin ortasından geçirdiler. Oradan yürütmelerinin sebebi şuydu: Kamyonun durduğu yerden Geçici Gözaltı Merkezine ait demir kafesli kapıya kadar olan mesafe yaklaşık yüz metreydi. İndirdiklerini o aralıktan koşarak geçmeye zorluyorlar, iki tarafta omuz omuza dizili askerler de önlerinden geçenleri coplarıyla acımasızca dövüyordu. Bu eziyet tam da Çar dönemindeki acımasız dayak cezasına benziyordu.
Alanda iyice dövülen gençler bu dayağa dayanamayacaklarını anlayınca hüngür hüngür ağladılar, yalvardılar. Bu hali gören ön saftaki askerler arkaya çekildi. Subaylar kızıp bağırarak, askerleri tekmelediler. Ama onlar ön safa geçmediler.
Başlarında bulunan aptal subaylar merhamet duygusundan yoksundular. Yanlarında bulunan iri Alman çoban köpeklerini gençlerin üzerine saldılar.
Köpeklerin saldırdığı ve ısırdığı gençler farkında olmadan elleriyle yüzlerini kapatarak, sırtlarını coplara uzatarak askerlerin arasından koşmaya başladılar. Kısa boylu bir genç koşarken düştü. Peşinden yetişen Alman çoban köpeği onun giysilerini parçalamaya, her yerini ısırmaya başladı.
Yerde çırpınan genç çığlıklar atarak yalvarıyordu:
“– Ağabeyler! alın şu köpeği üzerimden! Ağabeylerim benim!”
Ama o subaylar ve askerler bu çığlığa hiç önem vermediler.
“Evet, gençler, bu bir kanlı hareket oldu,” diyen saçları dik, yaşı otuzlarda olan esmer adamı ve yanındakilerin hepsini hapse attılar. Demir kapı “güm” diye kapatıldığında işkence edilenlerin hiçbiri kendisine gelememişti.
Gerçekten kendilerini toparlayamadılar. Bunların hepsi ama hepsi kaşla göz arasında oldu.
Bütün bu olanlar Haknazar’a kötü bir rüya gibi görünmüştü, bir kâbus gibi… Neredeyse kendi gözlerine inanmayacaktı. İnsanların hiç konuşturulmadan, köpekçe dövüldüğünü kim, nerede, nasıl görmüştü ki…
* * *
Biri inledi. Köşede, dizlerinin üstüne çökmüş olan gençti inleyen. Yanında oturan ona baktı. Sonra üzüntülü sesle sordu:
“-Sağ kolu burkulmuş. Gençler, ne yapmak lâzım?”
Başka biri çaresizce konuştu:
“– Kapıyı çalıp söyleyelim şu köpeklere. Acili çağırsınlar.”
Yanında oturan esmer genç:
“-Toparlanmamıza bile fırsat vermedi,”dedi.
Ardından oradakilerin arasından geçti. Demir kapıyı çaldı.
Dışarıdan kaba bir ses duyuldu:
“-Ne var? Ne istiyorsun?”
“-Adam ölmek üzere, doktor lâzım!”
Çok geçmeden soruşturma, teftiş başladı. İçeri giren asker yaralı gencin üzerini aradı. Yanında yazı yazmakta olan iri kafalı şişman subay da soruları peş peşe dizdi:
“-Soyadın?”
“– Şıgayev.”
“– Adın?”
“– Haknazar.”
“– Doğum tarihin?”
“– 1968.”
“– Nerede okuyorsun?”
“– Tarımsal Ekonomi Enstitüsünde.”
“– Fakülten?”
“– Ekonomi bölümü. 2.sınıf.”
“– Öyleyse, dedi subay, artık hazır ol. Sorumluluğu büyük bir işe girişeceğiz.”
Sonra gerildi birkaç saniye. Tekrar konuştu.
“– Meydana niye geldin? Amacın neydi? Birileri söyledi de öyle mi geldin?”
“– Kendim gittim.”
“– Kendin… Kendin ne, ne, ne? Dedenin başı mı kayıptı? Onu bulmak için mi vardın oraya?”
“– Şey… Askerler toplanınca merak ettim. Ne yaptıklarını bilmek istedim.”
“– Bak sen şunun sözlerine! Askerin ne yaptığını bilmek istemişmiş, miş… Hükumete karşı çıkan serserileri durdurmak için geldi o askerler. Pekiyi, sen bunu biliyor muydun? Hey! Sana soruyorum! Seni gidi mel’un seni!”
“– Hayır…”
“– Yanında kimler vardı? “
“– Kimse yoktu. Yalnız gittim.”
“– Meydanda otobüsün penceresini kırmışsın. Arabaları yakmışsın!”
“– Kim?”
“– Sen.”
“– Ben meydanda değildim ki! Sadece Furmanov Sokağından yukarıya doğru yürüyüp meydana yetiştiğim sırada askerler tutukladı, götürdü beni.”
Şişman subay kaşlarını çattı, büyük parmaklarının arasında sıktığı kalemini masanın üzerine fırlatıp bağırdı:
“– Ne? Sen! Sen kiminle şakalaşıyorsun! Meydanda arabaları devirip yaktığını, Sovyet Hükumetine karşı lâflar ettiğini biz bilmiyor muyuz sanıyorsun ha?”
Hemen bir kâğıdı uzattı:
“– Haydi, fazla kafayı karıştırmadan şu tutanağı doldur. Aklında olsun! Yaptıklarını itiraf edersen burada fazla tutmayız seni. Evine yollarız.”
“– Ben hiçbir şey yapmadım, neyi itiraf etmeliyim ki,” dedi Haknazar.
“– Sen hiçbir şey anlamak istemiyorsun galiba! Yoksa hapiste kalmak mı istiyorsun? Söyle! Yaptığını gören şahitleri bulup suçu sana kabul ettiririz. O zaman işler senin için çok daha zor olacaktır. Demedi deme!”
“– Meydana giderken yolda tutuklandım. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şeyi kırıp dökmedim.”
Ama neticede tutanağı doldurdu. Mavi gözlü subayın bir sürü hakaretini dinledikten sonra nezarethaneye döndü.
Hava da artık kararmaya başlamıştı.
Haknazar’ın kaldığı nezarethanede beş-altı gencin yanında o dik saçlı esmer genç de vardı. Dediğine göre, sabahleyin ellerinde afişler ve kâğıda basılı sloganlar olan bir gurup genci görüp meydana gitmişti.
Anlatmaya devam etti dik saçlı genç:
“-İlk soruşturma bittiğinde korkunç bir şeye dönüştü. İzindeydim. Üniversitedeki işime döneli iki-üç gün olmuştu. Almatı’nın kıyısındaki Öjet’te yaşıyorum. Dün akşam şehirde, ablamın evinde geceledim. Sonra sabahleyin Brejnev Meydanından geçiyordum. Seyfullin Sokağı tarafından bir gurup genç geliyordu. Ellerinde de afişler vardı. Baktım, afişlerde “her cumhuriyeti kendi yöneticisi yönetsin” diye yazılıydı. “Bu yaptıkları nedir?” diye yanlarına gidince “Aslanım, haydi, gidelim meydana. Kazak olduğunu bu zamanda göstermezsen başka ne zaman göstereceksin ki,” dedi iri yapılı bir Kazak. Gençlerin başkanı gibi görünüyordu. Benimle aynı hızla gelen biri ne olduğunu sordu. O genç dedi ki “Konayev aksakalı görevden almış. Ona yazık oldu. Biliyorsun, Ulyanovsk mıydı? Ne denirse işte, Rusya’dan Gennadiy Kolbin diye birini getirip tayin etmiş. Onun bizi yönetmesine meydandaki gençler karşı. Biz de karşıyız. Kazakistan oyuncak değil ki! Yirmi yıl halkı yöneten aksakalı yerinden alıp yerine alakasız birisi koyacaklar. Öyle değil mi? Şükürler olsun, kendi kendimizi yönetebiliriz haldeyiz. İlk Sekreterliğe bir Kazak bulunmadı da ne demek? Bu ne rezalet! Ne yani! Kazak olmazsa bile Kazakistan’da hizmet etmiş bir Rus da mı bulunmadı? Bu nasıl bir iştir? Açıklar mısın, lütfen?” Gerçekten, onun dediği doğru. Kendimiz yönetemezsek, ne diye cumhuriyetiz biz? He, gençler! İşte, kanım kaynayınca ben de meydana gittim. Çok bekledik. Birileri konuşma yaptı. Sizler de meydanda mıydınız? Orada değildim mi diyorsun? A! Sen orada mıydın? Gördün mü? Beyaz “bökebay10” takan uzun boylu gencin konuşmasını duydun mu?”
Kanı kaynayarak, yüreği sızlayarak konuşuyordu:
“– Gerçekten, işin doğrusunu söyler misin? Kazakça okullarla kreşlerin kapanması, işçi Kazak gençlerine ev verilmediği yalan mı? Zavallı Kazaklar piston fabrikasında, Ağır Makine Fabrikasında ayakkabılarından su sızdırarak on sene boyunca çalışıyor, neticede elde ettiği yatakhanenin bir odası. Çoluk çocuğuyla o küçücük odada yaşamak bir yana, yalnızca nefes almak için çırpınmaktadırlar. Rusya’dan gelen Rus, özellikle bu fabrikalardan birine yerleşirse, yaklaşık iki-üç sene içerisinde üç odalı daire alıp çıkacak hale geliyor. Bu haksızlık değil mi? Daha da kötü durumlara şahit olmaktayız. Mesela, bugün bu olayların tümü halkın içine sinmeden bomba gibi patladı.”
Esmer genç konuştukça ferahlıyordu. Gülerek konuşmasına devam etti:
“– Haa, bu arada tanışmadık. Gemidekilerin canları birdir derler. Tanışalım gençler!”
Adını da söyledi: Aldongar imiş. Ardından nezarethanetaki beş-altı Kazak’ı kendisine çekip sarıldı. Alnını ovdu sonra:
“– Gülüyoruz, gülmesine de sivil polislerinden bahsediyorum, dedi. Olmayacak yerden bir şeyler çıkararak, cüceyi deve yaptılar ya! Serserilik yasasına bağlayıp bizi hapse atmak istiyorlar. Niyetleri bu! Evet, bu gülecek bir şey değil. Birbirinize sadık kalınız gençler. Nasılsa dayağının tadını aldık. Artık korkutsalar da dövseler de hiçbir suçu üzerinize almayınız. Hiçbir zaman birbirinizi satmayınız. Ehh, kimsede sigara yok değil mi? Köpekler! Ne dilekçe var ne de delil. Bizi böyle boşu boşuna burada tutacaklar mı?”
Sonra dalgınlaştı bir an Aldongar. Konuştuğunda gülümsemesi geçmişti:
“– Her şeye rağmen o kişi boş biri değil. Hiç boş bir insan değil. Ya özel hizmet adamı ya da gençlerin gençliğinden, saflığından faydalanmak isteyen birisi. Her ne olursa olsun, halkı, ortalığı karıştırmak için gezen bir dolandırıcıdır. Benimle ilk karşılaşan adamdan bahsediyorum.”
Haknazar’a onun konuşması ve hırıltılı sesiyle hücredeki gençlerin tümüne güç veriyor gibi geldi.
Bir gün içinde hem dayağı hem de sorgulamayı yaşayıp çaresiz kalan gençlerdi onlar. Geçici Gözaltı Merkezi’nin rutubetli zemininde oturan, sadece yarınlarının nasıl olacağını düşünen ve geleceklerinden endişelenen bu gençlerin yanında yaşı büyük olan Aldongar’ın bulunması gerçekten çok iyi olmuştu.
* * *
Hepsinin ötesinde genç olmasına rağmen şakakları beyazlamış, kabağı kalın, iri yapılı esmer Kazak’ın nezarethanedeki diğer Kazak gençlerini dövmesi çok zoruna gitti. Dövmesi neyse de tacizi ve yaptığı haksızlık canına tak etti. O Kazak gençlere şöyle bağırıyordu:
“– Sen! Enayi! Pislik! Sovyet Hükumetine karşı çıkan sen! Sen kimsin ki? Kimsin ha? İşte sen ve senin gibiler hâlâ Rusların sizlere giydirdiklerini ve yedirdiklerini anlayamamaktasınız! Meydanda ne arıyordunuz? Hükumeti mi devirmek istediniz? Sakin insanları dövmek mi istediniz? Vandallık mı yapmak istediniz? Hey! Sana soruyorum, hey!”
Üzerinde resmi giysisi olmasa da rütbece yüksek subay olduğu belliydi. Rusçayı akıcı konuşuyordu. Soruşturma odasında geçen o kısa zamanda saldırganlığı iyice arttı. Neredeyse aklını kaybedecek hale geldi:
“– Neden gözlerin kızarmış? Uyuşturucu mu kullanıyorsun? Öyle mi? Uyuşturucu bağımlısı mısın sen?”
Yanındaki şişman subayın kulağına bir şeyler fısıldayıp hemen çıkıp gitti.
Mavi gözlü sorgulayıcı masayı tıklattı:
“– Şagayev, dedi kendi dilinde. Dünden beri bir şey görmedim, bir şey yapmadım diye inatlaşıyorsun. Ben sana dedim itiraf et diye. Suçu üzerine alsaydın daha kolay olurdu. Artık olacakların vebali senin üzerindedir.”
Önündeki dosyayı açıp içinden bir kâğıt aldı.
“– İşte sivil polisinin dilekçesi. Sen meydandayken onun kolunu kırmışsın. Sonra?”
Haknazar kulaklarına inanamadı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Elinde olmadan şaşkınlıkla bağırdı:
“– Ne? Nasıl, nasıl?”
“– Otur! Otur diyorum sana! Bak, şikâyetçi dilekçesinde şöyle yazmış: “Saat 12.30’da meydanın Furmanov Sokağı tarafındaydım. Kazak genci elimdeki copu zorla aldı. Ben “geri ver copumu,” dedim. Ama o beni yere yıktı. Sol kolumu kırdı. Ben o genci görürsem tanırım,” diyor.”
“– Onun elini kıranın kesin olarak ben olduğumu nereden anladınız?”
“– Evvelki gün Rusya İçişleri Bakanlığı’ndan özel olarak gelen görevli hepinizin fotoğrafını çekmedi mi? O resimlerden tanıdı.”
O an Haknazar çok büyük bir şaşkınlık daha yaşadı. Önce böyle bir suçlama karşısında ne diyeceğini bilemedi. Ardından şiddetle itiraz etti:
“– Yalan! Bu kadarı da fazla artık! İftira! Nerede o kişi? Lütfen yüzleştirin!”
“– Metin ol! Yüzleştiririz,” dedi subay.
Yavaşça yerinden kalktı, sakin sakin kapıyı açtı, birini çağırdı.
Alelacele içeri giren, sol kolu sargılı, orta boylu, sarışın genç Haknazar’a şöyle bir baktı. İleriye gidip oturdu.
Subay da yerine oturdu. Sigarasını yaktı. Sakin olmaya çalışarak sordu:
“– İşte! Evet, yoldaş Zvyagintsev, dikkatle bakın! Şu genci tanıyor musunuz? Neren gördünüz? Hatırlayınız.”
Sarışın genç adam Haknazar’a dik dik baksa da bir şey demedi.
Subay sesini sertleştirerek konuştu:
“– Meydanda gördünüz mü bu genci? Size soruyorum, Zvyagintsev!”
“– Evet, gördüm… Bu… Bu, kolumu kıran, copumu elinden zorla alan bu gençtir.”
Haknazar’ın nefesi daraldı. Farkında olmadan birkaç defa ayağa kalkıp oturdu. Çaresizce bağırdı:
“– İftira atıyor! Yalan!”
Yoğun bir ıstırap ve çok kötü bir aşağılanma hissediyordu. Asabı çok fena bozulmuştu. Diklenmeye, elindeki kelepçelerle çırpınmaya başladı.
O sırada subay da sorusunu pekiştirdi:
“– İyice bakınız. Tanıdıysanız “tanıdım, bu kişidir” diye şuraya yazınız!”
Haknazar dilinin damağının kuruduğunu hissetti.
“– Nasıl? Yoldaş Başkan…”
“Vatandaş Başkan!” Diye düzeltti subay.
“-Vatandaş Başkan! Ağabey, yalan söylüyor bu kişi! “
“– Siz inceler misiniz?”
Zvyagintsev’in yanına bağırarak koşuyordu ki iki çavuş yetişti hemen. Çırpınmasına aldırmadan onu sürükleyerek götürdüler.
“– Keşke bütün bunlar olmasaydı, dedi nezarethanedeyken. O kadar arsız olabilir mi, şu Zvyagintsev… Ya da… Gerçekten kolunu kıranın ben olduğumu mu sanıyor acaba? Yok, yok! Mümkün değil. Herkesin gözü önünde, gündüz vakti kolunu kıran kişinin yüzünü bana benzetmesi akla mantığa sığmayan bir şey!”
Şaşkınlıkla kendi kendine konuşmaya devam etti:
“– Ya da… Ya da… Polisin beni korkutmak amacıyla iftira attırmak için kiraladığı bir adam olabilir mi? Nasıl yani?”
Hücrede tek başınaydı, sabredemedi. Sinirlenerek beton duvarı tekmeledi. Böylesine korkunç bir iftiraya uğrayacağını yüz yıl düşünse aklına getiremezdi. Düştüğü hale inanamıyordu. Hırsla söylendi kendi kendine:
“– O subay! Söylediklerime hiç inanmadı! Bu adam nasıl bir insan?… Yazılana da söylenene de bakmayan, hatta konuşurken karşısındakini insan yerine koymayan, kibirli, acımasız biri. Böylesi bir rezaletin tam ortasına düşeceğimi kim bilebilirdi ki? Üstelik dersler ne âlemde acaba? Tam dört gün geçti. Okuldakiler için nerede olduğum belli değil. Ha, evet, okul demişken o gün yatakhaneden beraber çıkıp benimle meydana giden gençler vardı ya. Onlar bu durumu nasıl izah edecekler? Polisin kendilerini tekme tokat arabaya attıklarını mı anlatacaklar? Yok ya, onlardan öyle bir lâf çıkmaz. Belki onlar da tutuklanmıştır.”
Aklına gelen düşünce ile durdu birden. Şaşkınlıkla konuştu tekrar:
“– Belki de bir yerlerde benim gibi nezarettedirler. Hayır, götürselerdi, beni attıkları yük arabasıyla götürürlerdi. Görünüşe göre yakalanmadan kurtulmuş olabilirler. Bu ihtimal olabilir mi acaba? Demek bir tek zavallı ben tutuklandım, öyle mi? Nasıl tutuklandım, ilginç. Kendi yolunda gitmek varken, ne diye kızı kurtarmaya kalkarsın ki? Bu aptallığım benim sonum olacak galiba. Yeter artık! Tüketti beni bu geri zekâlılığım! Gerçekten tüketti! Allah korusun! Of! Bu belâdan nasıl kurtulurum ben?”