Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kızıl Cebe»

Shrift:

“RISKUL”
ROMAN

Dönemin Kızıl Cebesi Turar Rıskulov’un aziz hatırasına

Yazar

I

Hapishane yönetimi “kandırdık” diye düşündü.

Aslan ile kaplanı aynı kafese kapayınca birbiriyle dalaşır, sonunda ikisi de bitkin düşer, yığılır kalır. Özellikle aynı hücrede Kazak’ın yanına bir Rus’u yerleştirmek, Prihodko beye göre aslan ve kaplanın hırlaşmasından öte çatışma ortamı olsa gerekti…

Vali Fon Taube’nin bazen şehrin ileri gelenlerine davet yemeği verme alışkanlığı vardı. O yemeklerin birinde Fon Taube’nin bir sözü Prihodko beyin aklında kalmıştı.

Fon Taube:

– Beyler, dünyanın en güzel hikâyesini biliyor musunuz? Sadece dokuz kelimeden oluşuyor, dedi.

Kimse bilememişti. Kitaplara düşkün olan vali kendisinin çok okuduğunu, çok şey bildiğini bir kez daha göstererek, saygınlığının artacağı hissiyle şöyle dedi:

– İki adam, bir kaplan. Bir adam, bir kaplan. Kaplan…

Beyler enselerini kaşıdı. Çoğunluğu anlamadı, şaşkındı. Vali kahkahayla güldü.

– Beyler, iki adam birbiriyle tartışınca sonuçta biri ölmez mi? Yalnız kalan adamı ise kaplan yer.

Aydınlar valinin bilgisine hayran kalmışçasına hayret içinde şangır-şungur eden kristal bardakların artan sesleri arasında, “Saygıdeğer Fon Taube’nin sağlığına!”, diyerek yerlerinden kalkıp şampanyalarını yudumladılar.

Prihodko’nun hesabına göre, Rıskul ile Bronnikov birbirini yemeli. İşte o zaman kaplan rolünü kendisi üstlenecek, geriye yalnız kendisi kalacaktı.

Birkaç gün geçti, fakat tutuklular arasında hırgür yaşanmadı. Bir seferinde sabırsız Prihodko beyin kendisi hücreyi ziyaret etti.

– Durumlar nasıl Bronnikov? dedi. Bronnikov bu sorunun maksadını anlamıştı.

– Durumumun nesini merak ediyorsunuz, Prihodko bey? Bin böcekle bir Kazak’ın dişleri arasına attınız beni. Dayanılır gibi değil.

Prihodko beyin keyiflendiğini fark etti. Hapishane müdürü dost canlısı görünmek istediği için:

– Ne isteğiniz var? diye sordu.

– Dileğim, mum verdirmeniz.

– Veremiyoruz, malum zararlı kitaplar okumanız söz konusu!

– Eğer “Kutsal kitap” zararlı kitapsa, kalsın diyerek, Bronnikov da tartışmadı. Sadece torbasından cildi dağılmış kitabı çıkararak, kapağını okşadı. Prihodko “gerçekten kutsal kitap mı?”, diyerek elini uzattı.

Hapishane müdürü kitabı açmıştı ki, açılan sayfa dördüncü bölümün ilk sayfasıydı: “Adem baba ve Havva ana evlendikten sonra, Havva ana Kabil adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi… Daha sonra Habil’i doğurdu”, yazan paragrafa gözü takıldı.

– Bu Yahudilerin din kitabıymış. Siz Rus olduğunuz için Ortodoks kilisesinin kutsal kitabı İncil’i okumanız gerekmez miydi? dedi, Prihodko, Bronnikov’a gönül koyar gibi.

– Prihodko bey, “İncil” dediğimiz, “Tevrat’ın” yenilenmiş bir nüshasıdır. Esasen aynıdır.

– Nasıl yani, Bronnikov anlamıyorum. Siz Ortodoks kilisesinin kutsadığı krala karşısınız. Bu haldeyken dini kitap okuyorsunuz, anlaşılmaz bir bilmece.

– Kim bilir, ben bu kitabı tekrar okursam, hatamı anlarım belki dedi, Bronnikov.

– Belki, belki de… dedi Prihodko, inanıp inanamayacağından emin değildi.

– Peki, size mum verdireceğim. Siz kitabın anlamını şu küçük çocuğa da anlatın.

Prihodko’nun uzun zamandır niyeti Turar’ın Hristiyan dinini kabul etmesini sağlamaktı. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için bunu bir fırsat olarak görüyor gibiydi.

* * *

Prihodko bey samimi bir dindardı. Onun taptığı iki güç vardı; birisi kanun, diğeri ise din. Kendi evinin başköşesinde iki resim asılıydı. Birisi İsa peygamber tasviri, ikincisi ise Çar II. Nikolay’ın portresi. Her Pazar günü katedrale onu at arabasıyla Turar götürürdü. Bey katedralde Tanrı’ya kulluğunu yerine getirdikten sonra tekrar çıkıncaya kadar seyis çocuk dışarıda beklemek zorundaydı. Yapması gereken de oydu. Beyi dedi ki:

– Turar nereye gidersen git, atlara kimse dokunmaz, ağaca bağlayıver. Hatta benimle gel, sana ilginç gelecek.

Çanlar çalmaya başladı. Kapının önünde hepsi siyah giyinmiş, yaşlı kadınlar, topal ve kör dilenciler birbiri ardına sıralanmış elleri açık sadaka dilenmekte. Prihodko bey onların açılan avuçlarına kuruşlar atardı. Dilencilerin bir kısmı ise ellerinde teneke kutu ile beklerdi. Atılan para şangırdayarak, kutunun içine düşerdi. Dilenciler beyin ardı sıra yürüyen Turar’dan da bir şeyler koparma çabasındaydı.

– Allah yaşını uzun eylesin, bey oğlu diye, fısıldıyorlardı. Turar verecek kuruşu olmadığı için çekinirdi.

– Allah seni kaza beladan korusun, bey çocuğu, diyerek, kimileri elini öpmeye kalktıkça Turar bu durum karşısında daha çok utanıyordu.

Dilenciler için adamın nesli değil, parasıydı önemlisi. “Bu esmer çocuğun burada ne işi var?”, demiyordu kimse. Prihodko gibi bir soylu ile geldiği için “boş değildir”, diye düşünüyorlardı.

– Allah bahtını açık etsin, yüksek mevkiler kısmet etsin, bey oğul!

Bir yandan kubbenin altındaki bakır çan çalıyor. Katedralin içinden yüreğini sökercesine koronun sesi yükseliyor. Katedral çevresini kuşatan koyu mavi renkli meşe ağaçlarına kadar her şey bu ayinin güçlü çığlığına tabi olmuş, tanrıya tapmak istercesine hüzünlü koro sesini içten içe tekrarlayan yaprakların fısıltısı duyulmaktaydı.

Katedralin merdivenlerini çıkarken Prihodko Bey şapkasını eline alıp, haç çıkarmaya başladı.

Erkeklerin hepsi şapkalarını elleriyle göğüslerine yaslayıp, başlarını iyice yere eğerek tüm içtenlikleriyle haç çıkarmaktaydı. Prihodko bey göz ucuyla Turar’ın tay derisinden dikilmiş yuvarlak şapkasına baktı. Kimsenin şapkası başında değildi, sadece kendinin şapka giydiğini fark eden Turar birden panikledi. Sağ eli kendiliğinden şapkasına uzandı. Bunu fark eden Prihodko onaylarcasına başını birkaç kez hafifçe salladıktan sonra yüzünü yumuşattı.

Turar, o haliyle bu yalvarıp yakaran, ibadet eden guruba ait olmadığını hissetmişti. Diğerleri fırtınanın yere yatırdığı su kamışı gibi bir eğilip bir kalkıyor, sıkılmadan haç çıkarırken kıpırdamadan hareketsiz duran sadece Turar’dı. Prihodko bey göz ucuyla onu tekrar tekrar süzmeye devam etti. Bunun “Sen de haç çıkar!” anlamında bir bakış olduğunu anlayan Turar’ın tüm bedeli ürperse de haç çıkarmaya eli gitmedi. Kolu kol değil, kurşun gibi ağırlaşan kolunu zorlasalar kalkacağı yok.

Minberde sakalı beline kadar uzanan papazın gür sesi sanki tanrının sesiymiş gibi güçlü bir şekilde duyuldu. Tam başköşede iki kolu iki yana gerilmiş, başı gövdesine sarkmış, acı çeken bir adamın resmi, ister istemez dikkat çekmekteydi. Resimdeki adam zayıf, iki ayağı aşağı sarkmış, kemikleri güçsüz ve bedeni bitik haldeydi. “Bu zavallıyı neden çarmıha böyle germişler?”. Bu soru Turar için bir bilmeceydi.

Katedralin içi ayrı bir dünya, gerçek değil, bir düş sanki. Etrafta mumlar yakılmış. Duvarlarda tasvirler kaz gibi dizilmiş. Papazın gür sesi ortalığı inletiyor, koro arada bir basıyor feryadı. Kemikleri sızlatan, yürekleri burkan bir etkiyle bu yalan dünyanın çilesinden, ebedi hayattan bir hayli uzakta gökyüzüne yükselmiş, cennet bozkırlarını hatırlatıyor gibiydi.

Prihodko’nun bakışları sadece sırtını yakan rüzgâr gibi kızgındı. Turar onun ne istediğini hissediyor, ama hareket edemiyordu. Başköşedeki çarmıha gerilmiş insan sureti de soğuk göründü. Başkalarını değil de onu suçluyormuş gibi hissettiriyordu. Turar kaçmak istiyordu. Tüm vücudunu soğuk ter kapladı. Göğsü sıkışıp, nefesi daraldı, kendiyle verdiği mücadeleden canı burnuna gelmişçesine acı çekti.

Katedraldekiler yaratıcıya ibadet ediyor, içlerinden dualar okuyordu. Onlar yalvarıp yakarırken, Turar etrafına bakınmakla yetindi. Her zaman, her yerde kendini gözetleyen Saymasaylılar’ın şimdi de katedralin bir köşesinden onu izlediğini düşündü. Onun katedralde haç çıkaranlar arasında olduğunu Saymasaylılar görseydi “Rıskul gardiyanın oğlu haç çıkaranlara katılmış, kilisede gördük”, diye tüm dünyaya ilan ederdi.

Böyle düşünmek dahi üzücüydü, daha çok endişelenen Turar kaçmak istedi. Prihodko’dan çekindi, gergin adamın bakışlarından korkuyordu. “Neden çarmıha germişler?”. Babası Rıskul’un başı da Saymasaylılar bağlayıp hep birlikte kamçıladığında aynen böyle öne düşmüştü. Turar’ın bir süredir resme dikkatlice baktığını gören Prihodko:

– İsa. Güçlü Tanrı, dedi.

“Tanrı’nın kendisi bu şekilde aşağılanıyorsa, başkalarının hali nice olur? ‘Deve rüzgâra kapılırsa, keçiyi gökyüzünde ara’ dedikleri bu olsa gerek”.

– Beyim, ben atlara baksam olmaz mı?! Birileri gidip huysuzları, ürkütmez mi? diye fısıldadı Turar.

Kızgın bakışlarıyla süzen Prihodko:

– Hadi git! dedi.

Turar insanların arasından hızlıca geçerken, siyah giyinmiş yaşlı bir kadın ters bakarak:

– Hay, Müslüman kâfir! diyerek tısladı.

Turar’ın gidişinden resmedilmiş Tanrı da, onun havarileri de, minberdeki papazlar ile katedrali dolduran dindarlar da hoşnut kalmamış gibiydi. Katedral çıkışında eşikten itibaren dış kapıya kadar dizilmiş dilenciler her zamanki gibi merhamet dileyen bakışlarla ellerini açmış, başları önde bekliyordu. Eşikten kapıya kadar olan bir adımlık mesafe Turar’a kıl köprünün üstü, cehennem ateşinin yanan alevi gibi hissettirdi. Cebinde nezaket gösterecek kadar kuru bir bakırı bile olmayan, hizmetçi çocuktan da hayır, sadaka umanlar oluyormuş. Tanrının kendi evinde hayra bu kadar muhtaç olacağı kimin aklına gelir?!

* * *

Aslanın sevgisini gösterişi bile kendince. Öyle ki, dünyaya getirdiği yavrusuna şefkat gösterirken bile asabi görünür. Birisinin şımartmasını kaldırıp, kaldıramayacağını kestiremezsin. Yelesi okşanınca cesaretlenerek heybetini gösterir.

Bronnikov’a Rıskul uzun süre ısınamamıştı. Ama şu Rus’u evladı sevdiği için, onun da buz tutan yüreği yavaş yavaş erimeye başladı.

Yakından tanıyıp, güveni artınca bir gün Rıskul Bronnikov’a:

– Hey, İskender, böyle yatıp duracak mıyız? Kaçsak ne dersin? dedi.

Bronnikov şüphelenmiş gibiydi. “Hapishane devlerinin tuzağı olmasın? Beni kışkırtacaksın sanırım?!”

– Nasıl yani? diye, o da ağzından sır almak istercesine, – Sen çok bilen bir baş belasısın ya! Bir yolunu bul.

– Başka bir yolu yok, diyen Bronnikov hücrenin içini gözleriyle süzdü. Yana yaslanmış, demirli pencereye gözlerini dikti.

– Mümkün değil. Çelik testere lazım. O da biz de yok, oradaki bilek kalınlığındaki demiri kıramazsın. Burası ise taş, dedikten sonra düz avucuyla soğuk duvarı okşadı.

Demir kapının göz büyüklüğündeki deliğini kapatan kapak açıldı, diğer taraftan bakan gardiyan tek gözünü onlara soğuk silah gibi dikti.

Gardiyanın tek gözü sönmüş gibi kayarak, kapak tekrar kapandı.

– Tazıya bak, dedi Rıskul.

– Anında hissetmiş gibi. Bizim konuştuklarımızı onlara yetiştiren şeytanı mı var, anlamadım… Peki, ikimiz yalandan kavga etsek ya. O zaman az önceki tazı koşup kapıyı açar. Sessizce ağzını kapatıp, şalvarını başına geçirerek, sonra da kapıdan çıkıp gitsek olmaz mı?

– Mümkün değil, dedi Bronnikov başını yana sallayarak.

– Onlar bu numarayı çoktan hesaplamıştır. Biri içerideyken, ikincisi dışarıdan izler.

– Sen bilmiyorsundur, ben bir kez bu hapishaneden kaçmıştım, dedi Rıskul, buruşmuş kel kafasını avucuyla okşayarak.

– Bu baş nelere şahit olmadı ki, o özgürlük var ya! Tam beş gün özgürdüm. Kaçaktım. Evimde bir gün dahi gecelemedim. Belliğimi bir kez çözmedim. Benekli taşlar döşeğim, kara taşlar yastığım oldu. Ona rağmen kuş tüyü gibiydi, hey be!…

– Bu hapishaneden mi? Ne zaman? dedi Bronnikov hayretler içinde.

– Tam da, bu hapishane. Fakat hücrem başkaydı. Duvarlar kerpiçti. Geçen yıl yazın sonlarıydı sanırım.

– Öyleyse neden yakalandınız?

– E, İskender kardeş o uzun hikâye.

– Hapishanede ikimizin sohbetten başka uğraşı mı var?

Rıskul eski kalpağını başına giydi. Eski kalpağını giymeden uzun sohbetini başlamadı. Daha sonra demir parmaklıklı yüksek pencereye baktı. Pencereden hiç bir şey görünmüyordu. Fakat parlak dünyanın hayali canlanan o pencere Rıskul’un kitabı gibiydi. İlk nasıl hapishaneye düşmüştü?

Rıskul demir parmaklı pencereden medet umarcasına içinden bir şeyler mırıldandıktan sonra sözüne başladı. Sankt Petersburglu Aleksandr Bronnikov hapishanede yattığı yerden Kazak bozkırlarını dağ, taş dolaşmaya çıktı.

II

Ahat ata çocuğun damarını bir an tutarak, sessizliğe gömüldü. Topuklarının üzerine çökerek başını duvara doğru yöneltip birden gözlerini yumdu. Yaşlanınca kaş da ağarırmış, sarkan meşin kaşları yumuk gözlerini kapatıyordu.

Küçük yer, ev sessiz, alaca karanlık. Tek pencerenin yamalı perdesini at sinek iterek, çıkacak bir delik bulamadan vızıldayarak rahatsızlık veriyordu. Normalde dikkat çekmezdi, böyle kritik bir anda mavi sineğin mücadeleli vızıltısı evdekilerin hoşuna gitmemişti.

Kargir evin1 köhne tavanını yalnızca yıpranmış ahşap bir kiriş tutuyordu. Onun da sırıtan bir çatlağı vardı. Ahşap kirişin iki yanına budanmamış iki çıta yerleştirilmişti. Evin iç tavanı ise sıvanmamıştı. Kargir evin ortasında yanan ateşin alevi ile dumanı evin tavanını iyiden iyiye parlak bir şekilde kurutmuştu. Tavandaki tek bacanın ağızından kurumlar sarkmaktaydı. Kirişi tutan yalnız desteğin her yerine çiviler çakılarak kayış, yular, kamçı, kıldan örme urgan, bir deste üzerlik otu asılmıştı. Rıskul’un ince eskimiş kaftanı ve eski keçeden kalpağı da oradaydı.

Eşikte taş duvara sırtını yaslamış, topuklarının üstünde oturan iriyarı adam keyifsiz şekilde mavi sineğin olduğu yöne bir an dikkat kesildi. Eğer sineğin yerindeki insan olsaydı, şu elmas kılıç gibi parlayan sinirli gözleriyle onu dehşete düşürür, korkuturdu. Ama sinek denilen mahlûka insanın bakışı etki etmez. At sineği vızıltısına devam ederek, kirli camda debelenip durdu.

İri yarı adam eşikten birden kalkarak, başındaki keçe kalpağıyla ‘penceredeki sineği çıkarayım’, düşüncesiyle yöneldiyse de, ihtiyar hekimin dikkatini dağıtmamak için tekrar yerine oturdu.

Çift yönlü örgüleri deve yününden eğirilmiş iple bağlanmış, kakülü salınan küçük kız ayran kabana doğru elini uzatıp, tam dolabın çengelini açmıştı ki, deminden beri yüzü dönük dizlerini tutarak oturan güzel gelin küçük kızın dolgun, çıplak baldırını cimcikledi. Kız çocuğu ağlasın mı, babasına mı şikâyet etsin bilemedi, ayrana uzanan elini geri çekip, yerine oturdu.

O evde ağaçtan yapılmış tek alçak döşekte yatmakta olan hasta çocuk kız kardeşi Tüymetay’ın halini görünce gülmek istedi. Ama gülmeye bile mecali yoktu. Kanı çekilmiş, moraran dudakları hafifçe kıpırdadı. Alçak döşekten sarkan zayıf bileğini çengel burunlu ihtiyar halk hekim tutmaya devam ediyordu. Bir zamanlar iriyarı ve güçlü kuvvetli olan çocuk artık güçsüz, bir deri, bir kemik kalmıştı. Esmer görünüşü artık bozarmıştı. Gözünün kenarlarında mor halkalar oluşmuştu. Önceleri tombul olan burnu artık sarkık, biçimsiz görünüyordu. Göz bebeklerinde hala parlak yaşam kıvılcımı vardı. Mor halkalı ecel ne kadar etrafını sarsa da, o yaşam kıvılcımını söndürememişti. İhtiyar kısık gözleriyle sarkık kaşının arasından bunu fark etmişti. İhtiyar hekim bir bakışıyla fark ettiği yaşam direncini çocuğun sadece atar damarından akan kanın durumuyla yorumlamıştı. Öyle ki bileğini tutmasının tek amacı ne diyeceğini merak ettiği için ağzından çıkancakları dinlemek üzere dikkat kesilen anne ve babanın hatırı, daha da ötesi tedavinin şeklini tayin etmesi için zaman kazanmak ve düşünmek içindi.

Yatak döşek yatan hasta çocuk kenarda oturan iri yarı gövdeli Rıskul’un “yar” deyince yalnız evladı Turar’dı. Yatağa düşeli yarım ayı geçmişti, ağızına su damlatarak onu kollayan anne babasının, yanından ayrılmadığına da yarım aydan fazla oldu. Önceleri onun rahatsızlığını hiç kimse dikkate almamıştı. Beti-benzinin atışını, birkaç gün oyun oynamak istemeyişini gören yetişkinler onu sıradan “soğuk algınlığı” olarak değerlendirdi.

Üvey anası İzbayşa:

– Güneş çarpmıştır, her zaman çocukluk edip, laf dinlemiyor, takkesini giymeyi bilmiyor, dedi.

– Evet, o takkesini “Takke” oyunu oynarken yırtmış, kız kardeşi Tüymetay. Babası Rıskul çocuğun başını okşamıştı. O an garibim fark etmişti: Çocuğun kafası saçlarına kadar yanıyordu. Büyük avuçlarıyla hissetmişti. Tecrübeli avuçları neler görmedi ki, kendi gerçek hislerini gösteriyordu. Baba avuçları işte!.. O avuçlar sakınıp büyüttüğü çocuk sözkonusu olunca hiç yanılırmıymış?

Rıskul önce kötüye yormak istemedi. “Güneş geçmişse, geçmiş” dedi. Ama Turar’ın yüzü solmuş gül gibi erimeye başlamıştı. Akşam üzeri dışarıya hacetini yapmaya giden çocuk eve geri döndüğünde, otağın eşiğinden atlar atlamaz yere yığıldı. Akşam yemeği hazırlamakla uğraşan İzbayşa’nın:

– Eyvah! diye bağırışı duyuldu. Koşarak çocuğun yanına gitti ve başını kaldırdı. Bağırarak dışarıda duran kocasını çağırdı. Normal zamanlarda ağabeyinin her hareketini izleyip çocuk aklıyla alay eden Tüymetay ise birden irkilip, perçemleri çözülerek, ağlamaklı oldu. Bağırtıyı duyunca yüreği titreyen baba eve girince birden içeriye dalıp, çocuğunun yüz ifadesinden korktu. Fakat soğukkanlılıkla duygularını hissettirmeden, Turar’ı yığıldığı yerden kucaklayarak, ağaç döşeğe yatırdı.

Yatış o yatış, bir daha kalkmadı. Rıskul üç dört geceyi aralıksız uykusuz geçirdi. Dudakları çatlayarak, ateşlenen çocuğun ağzına su damlattı. Bolıs2 köyünden imam Ekrem gelip, okuyup, üfledi. Ama hastalığı insan aklı almayacak gibi görünüyordu. Vedalaşırken Rıskul’a:

– E, bahadır, bir şey olmaz. Tifüsmüş. Allah korur bir şey olmaz, bir şey olmaz diyerek, yüzünün ifadesi değişerek, evden aceleyle çıktı.

Dünyanın zikzaklı, inişli çıkışlı yolunda alnına parmak kadar baht verilmeyen Rıskul’un bu fani dünyada tek varlığı çocukları Turar ve Tüymetay’dı. Yeryüzüne geldiğinden beri gördüğü tek nur parçaları. İkisi de gözünün nuru gibiydi. Onlardan önceki biçarelere bu faninin rızkı nasip olmamıştı.

Derken Turar dünyaya geldi. Zavallı baba tüm ümidini “Turar’a” ağlamıştı. Şimdi ise büyüyüp, aklı başına geldiğinde kuzgun ecel dönüp dolaşıp, tuzağını aciz cüssesine acımasızca bırakmıştı. Namaz kılmayan, oruç tutmayan Rıskul şaşkın ve çaresiz Allah’a sığındı. Peygamber ve çocukların piri Umay ananın ismini içinden defalarca zikretti. Baydibek Ata ve “Domalak” denilen Nurile Ana’nın ruhlarından yardım istedi. Eğer çocuk iyileşir, Allah güç verirse, doğduğu Tülkibas-Jualı’ya gidip, Karatav’un bağrını yurt edinmiş, Bala Bögen’deki Baydibek Ata ve Domalak Ana’nın kabirlerini ziyaret edip, baş eğerek, şükretmek için ant içti. Bir zamanlar uçmağa varan babası Jılkıaydar ve ağabeyi Berdikul’u hatırladı. “Onların kabrini ziyaret edip, Kuran okutmaz mıyım?” dedi. Hayatın sinsi zorbalığıyla boğuşurken onları hatırlayıp, Kuran okutamadığı için af diledi, “Turar senin neslindir, merhametini esirgeme”, diyerek babası Jılkıaydar ile dedesi Selik’in ruhlarına yalvardı.

Turar’ın yatak döşek olmasına İzbayşa’da çok üzülmüş, telaşlanmıştı. Hasta çocuğun üstüne titreyip, can-ı gönülden ilgileniyordu. Yataktan doğrulamayan, eklemleri iyice güçsüzleşen o iri yarı çocuğu besliyor ve okşayarak sakinleştiriyordu. Ne kadar üzerine titrese de, sonuçta üvey anneydi, Rıskul kadar yüreği yanamazdı. Boylu poslu o güçlü Rıskul birkaç gün içinde harap olmuş, bas bayağı tükenmişti. İzbayşa merhametli olsa da, samimi olamamıştı. “Tanrı’nın işi, alsa da kendi bilir, verse de kendi bilir! İnsanın ruhu Allah’ın emanetidir, ne zaman geri alacağı onun erkidir” diye içinden geçiriyordu. İnsanoğluydu, genç gelinin Turar’dan Rıskul’u kıskandığı da olurdu. Kocası ise kendi evladı uğruna canını vermek ister gibiydi. Verecek canı ayrı olsa da, “Turar” deyince, yeryüzündeki her şeyden vazgeçmeye hazırdı. Tüm dikkatini çocuğuna vermiş, kimi zaman eşinin yüzüne bile bakmaya üşeniyordu. Hatta Turar için İzbayşa’ya bir kez tokat atmışlığı bile vardı. Bu olaydan sonra erkek çocuğu İzbayşa’nın üvey anası olduğunu öğrenmişti. Kendi rahmetli olan öz anası Kalipa’yı hayal meyal hatırlıyordu. Fakat kız kardeşi Tüymetay öz anasını hiç görmemişti. Bu yüzden ‘yalnız doğan, akıl bitmemiş öksüz kuzu’ misali İzbayşa’nın kokusunu hemen kabullenmişti. Turar ise “Öksüz kuzu duygusuzdur, ümitsizce oturur” deyimindeki gibiydi. O, anadan öksüz olduğunun açıkça farkındaydı. Kalipa’nın ihtiyar babası Mamırbay ara sıra uğradığında onun kucağına sığınmasının sebebi de buydu. “Dedemin (anasının babası) köyüne gidiyorum” diye, babasına zahmet vermesi de boşuna değildi. Yavrusu bağlanmış dişi devenin hıçkırıp etrafında dolaşması gibi yaşlı Mamırbay da Besağaş’daki Rıskul’un evine sık gelirdi. Yirmi haneli Tav-Şilmembet3 köyü sakinleri kızının sağlığında bir kez bile gelmeyen Mamırbay’ın Kalipa Hakk’ın rahmetine kavuştuktan sonra kısa kollu mavi elbisesiyle tırıs tırıs gelişine her zaman şaşırırdı. Mamırbay’ın küçük Turar’ı gördükçe genç yaşta toprağa verdiği kızı Kalipa’yı görür gibi olduğunu, Turar’ın seksen yaşındaki dedesi Mamırbay’ın bağrına başını yasladığında anasının kokusunu aldığını Tav-Şilmembetliler bilmiyordu.

“Şu Janıs’ın kötü ihtiyarı ne oldu da, akraba düşkünü oldu?” diye boşu boşuna kendilerini tüketirdi.

Mamırbay “Babanın çocuğa yakınlığı kayınbiraderi kadar” diye düşünürdü.

Elbette yanılıyordu. Kayınbabasına kişiliği inatçı görünen Rıskul Turar’a kayınbiraderi kadar mesafeli değildi. Rıskul’a onsuz da hayat anlamsızdı.

“Babanın çocuğa yakınlığı kayınbiraderi kadardır” demişler. Bu sözü ise birileri diline dolamış, söyler durur. Bu söylem muhtemelen yüzlerce yıldır tekrarlana gelmiştir. Eğer öyleyse, tırnak kadar da olsa, gerçeklik payı olsa gerek. Hayatta sanki guguk kuşu gibi olanlar az mı? Orta yerde duran tezek yığınının altına yumurtasını bırakıp, yavrusunu sahiplenmeyen hileci benekli guguk kuşu, daha sonra yıkık evin duvarına tüneyerek, durmadan yakarırmış.

Rıskul’un tabiatı benekli guguk kuşundan farklı. Şimdi benekli, kayalık kenarında dağ keçisini gözüne kestiren avcı gibi hekimin kaşına, gözüne pür dikkat kesilmiş durumda. Çocuğun tüm kaderi artık Ahat’ın elindeymiş gibi onun ağzından çıkacak sözü uzun zamandır beklemekteydi. Bir ara gözü Turar’a kaydı, çocuk pür dikkat ona bakıyordu. Rıskul’un tüm bedeni titredi. O an Turar, kendisi ölecek olursa, babasının tüm insanlık bir araya gelse, arşa sığmayacak kadar büyük bir acı çekeceğini düşünerek, endişelendiğini söylemese de içten içe sezdi.

Baba ve evladı arasında bu ünsüz iletişim, sessiz sevgi, ipsiz bağlanmış kalpler aslında her şeyi anlatıyordu. Erken yaşta gözlerini derin düşünceler sarmış emanetini “Tanrı çok görmesin, aklımı başımdan alıp, sefilliğimi gözyaşı gibi akıtmasın” diye geçirdi içinden Rıskul.

Mamırbay Rıskul’un kabadayı ve saldırgan kişiliğinden hoşlanmıyordu. Yaşının gereği gibi davranmaması, yerinde durmayışı ve sıradanlığı hoşuna gitmiyordu. Bu kadar yoksul oluşunu, yere göğe sığmayan görünüşünü onun kurnazlığı olarak değerlendiriyordu. “Gücü karşına alma, güçlüyle didişme” der eskiler. İmkânın yoksa kendini yıpratmanın gereği yok. Ondan ziyade yavaş ilerleyip, ayağını sağlam basarak, orta halli, kiminden önde, kiminden arkada derken çoluk çocuğunu geçindir. Kabadayı isen bile güçlü değilsen her şey boşuna. Her şey bir yana Rıskul’un Kalipa’yı erken yaşta alıp kaçması ihtiyar Mamırbay’ın yaşlı gönlünde derin bir iz bırakmıştı. Yaşlı da olsa, Tülkibas-Jualı’dan göçüp gelen Şımır’ın4 bir akılsızının aşağılamasına kanmak değildi. Merhume Kalipa:

– Babama söyleyin. Kendi rızamla gidiyorum. Kavga ederek, kendini küçük düşürmesin diye, haber yollamıştı. Mamırbay ise kendi dirseğini dişleyemediği için (evladına engel olamadığı) darılmıştı…

At sineği bir müddet sessiz kalsa da, tekrar vızıldamaya başladı. Yamalı pencereyi bin yıl geçse de delip çıkamayacağı aşikâr. Ama cama çarpmaktan, vızıldamaktan da vazgeçmiyordu. Dışarıdaki o büyük dünyaya çıkma özlemiyle çırpınan bir mahlûkattı.

Ahat bir an seyrek kaşlarını oynattı, gözlerini açtı. Bakışları yumuşadı, onun her hareketini takip eden Rıskul’ın içi ferahladı. Hekim kendisi ağır işittiği için herkesi kendi gibi sağır sandığından mı bilinmez “Rıskul! Hey! Rıskul!” diye, yüksek sesle bağırdı. “Ecdat, yaradan esirgedi, çocuğun büyük bir tehlikeden kurtuldu. Ağır yakalanmış, şu tifüsü diyordum. Artık zarar veremez. Sağlıklı olacak. Bir müddet tahıllı aş yedirmeyin. Unu kavurarak, un çorbası içirin. Yine söylemek istediğim bulabilirsen loğusadaki kadınlar için özel pişirilen kara koyunun eti lazım. Sadece yağlı çorbasını içir. İnşallah yiğidin iyileşecek”

Ahat yerinden kalktı, bastonunun yardımıyla iki büklüm yürüyerek eşiğe yöneldi. Dışarı çıkarken arkasına döndü.

– Şu kara koyun etini ihmal etme, dedi.

Bir an kara koyun etinin telaşına düşen Rıskul yaşlı hekime teşekkür etmeyi bile unuttu.

Hekim tekrar ardına dönerek:

– Haa, bu arada, üzerlik otu yakarak tütsü yap, Güneş kızıllığını yitirdiğinde, çocuğunu dışarıya çıkar, yüzü kıbleye dönük şekilde hindibanın kaynamış suyunu yüzüne serpiştir, dedi.

* * *

Kurban edecek hayvanı yoktu. Öyle ki yalnız hasta bir oğlağı bile yoktu. Çöpe atacak yiyecek olmayınca hızlı koşan iti gelengi avına çıkmış, gün boyu dağ eteklerinde dolaşıp, çok sıkıldığı evden gitmişti. Dağ demişken…

Rıskul o an yaban koyunu vuracakmış gibi kendini aceleyle dışarı attı. Sadık dostu gibi Talğar Dağı bağrını açmış duruyordu. Evet, Talğar’a tırmanmayalı epey zaman geçmişti. Öyle ki en son geçen yıl Sankt-Petersburg’dan gelmiş eğitimli bir Rus’a refakat ettiği günden buyana tekrar Talğar’a çıkmamıştı.

Bu da öylesine geçmiş günlermiş. Rusların içerisinde özellikle rütbeliler arasında böylesine yetenekli ve iyisini görmemişti. Metrey, evet, adı Metrey’di. Talğar’ın yüksek zirvesine yol bularak çıkardığı için Rıskul’a çok gümüş para vermiş, Rıskul’un evi o dönem yokluk görmemişti.

O Rus dönerken:

– Eğer dara düşersen haberleş, demişti.

“Durumumu anlatan bir mektup yollasam mı?” diye düşündü Rıskul.

– Ama cehennemin dibinde bir kez gördüğü bir Rus’tan kara koyun için para isteyip, avuç açmak ne demek? Bunu yapana kadar tüfeğimi alıp, dağda ava çıkmak daha doğru olur sanırım. ‘Arayan kısmetini bulur’ derler. Geyiğin semirdiği dönemdeyiz…

Talğar’ın zirvesi bulutlu. İnsan ayağı basmamış dağın zirvesine Rıskul ve rehberlik ettiği Petersburglu Rus Metrey’in tırmandığı Talğar. Dünyanın zirvesine o zaman çıkmıştı. Dünyanın kibrine o an şahit olmuştu. “Uludağ’a tırmanan var mı, uların5 etinden tadan oldu mu?” diye sorduklarında:

– Var! O da Rıskul, diye cevap vermeleri yeterli.

Dar alının yazısına çare yok! Rıskul artık Saymasay’a gidip, önünü görmek istiyordu. Bolısa eli boş gitmek yakışık almaz. Rasgelirse dağdan bir yaban keçisi vurup, armağan etmekti dileği. Bolıs çok da heveslisi değil, yaban keçisinin etine onun eşleri bile aşermez. Sadece bolısın yirmi yaşlarındaki oğlunun ilgisini çekerdi. Yaban koyununun aşık kemiğini6 çok severdi. Bıyıkları terleyene kadar aşık atma oynamışlığı var. Eline yaban koyununun aşık kemiklerini alınca, gökyüzündeki güneşten içine sanki sigara dumanını çeker gibi burnunu havaya kaldırır, mest olurdu. Çocuğunun başka akranlarından cesur olması ve kendine özgüveni Saymasay’ın da hoşuna giderdi. Rıskul onun düşmanı dahi olsa, dağ keçisini onun elinden kabul ederlerdi. Avcı da buna güveniyordu.

Saymasay’ın Kaldıbek adındaki çocuğuna hamileyken baybişesi7 Bibisara ayı etine aş ermiş, ilçe karışmıştı. İşine yine Rıskul yaramıştı. İnsan ayağı basmamış yüksek zirvelerde ayıyı vurup, baybişenin derdine deva olsun diye getirmişti. O dönem bir çok yalaka kâhin “O Bolıs beyim, baybişeniz namı yürüyen yiğit bir evlat dünyaya getirecek” diye yalakalanmıştı.

Şafak vakti avcı yola revan oldu. Dağ yolunu hatırlayamayan Şolak Şabdar Rıskul’un tutumunu görünce Esik nehri kenarını takip eden eski yoldan gitmeye başladı. Daha önce 1903 yılının yine böyle yaz mevsiminde Rıskul tam bu yoldan Petersburg’dan gelen beye refakat etmişti. Ünlü coğrafyacı, büyük ilim adamı Dmitriyev özel olarak Çarlık Rusya’sının başkentinden gelerek, Trans-İli Ala Dağları silsilesinin en yüksek dağı Talğar’ın zirvesini araştırmak istediğinde, ona rehber ve yardımcı lazımdı. Öyle ki, Almatı çevresinden Talğar’ın kayalıklarına hiç kimse tırmanmamıştı.

“Şimdi kimi bulabiliriz?” diyen bölge yöneticileri kendileri araştırmaya başladı. Derken “Doğu Talğar Bölgesinde yaşayan Tav-Şilmembet boyundan Rıskul var” diye duyum aldılar. Yukarıdakilerden aldığı talimatla bolıs Saymasay Petersburg’dan gelen ünlü ilim adamına yol arkadaşı ve rehber olarak avcı Rıskul’u görevlendirdi.

İlim adamı o zaman dağlı Kazak’ın cesur kişiliğini görmüş ve tatmin olmuştu. Böylelikle Dmitriyev atına bindi. Fakat Rıskul’un atına binmek yerine güdük boynuzlu, kahverengi öküzle yürüdüğünü görünce, şaşırdı. Hikmeti daha sonra anlaşıldı ki, kayalıklardan, daracık geçitlerden geçerken o öküz argımakla8 bile değişilmezmiş. O zaman Rıskul Esik nehrinin ağızından başlayarak, ilim adamını İli Ala Dağının zümrüt kolyesi Esik Gölü’nün kenarına kadar çıkarmıştı. Orada Dmitriyev:

– Böylesine muhteşem bir yeri gördükten sonra Talğar’ın zirvesine tırmanamasak da, ben amacıma ulaştım! diye Rıskul’un sırtını sıvazlamıştı.

– Esik Gölü’nün etrafından dolaştıktan sonra ulu Talğar’ın kayalık tepeleri başladı, yol çetinleşti. Bitki örtüsünün rengi değişti, yüksek yaylak cennetindeki sıradan dağ gülleri ünlü ilim adamını sevinçle karşıladı. Dmitriyev atından dönerek indi, dağ gülleri arasından suda yüzüyormuşçasına geçip, dağ nanesini okşayarak, geyik otunu kokladıktan sonra:

– O, Edelweiss!9 diye bağırdı. Edelweiss, fedakâr, öfkeli kahramanların gülü olarak bilinir. Seni de görmek kısmetmiş!

Rıskul için tüm bu olanlar saçmalık göründü. “Allah’ın bitkisine de böyle şaşırılırmış. İlim adamı mısın, nesin, vakitlice gitmemiz gereken zirveye çıkacak mıyız?” diye sordu.

İlim adamı her bitkiyi kökünden çakısıyla keserek, titizlikle çantasına koyuyor, dizinin üstündeki küçük defterine birşeyler karalayarak zaman geçiriyordu.

– Bu Edelweiss. Kazakça adı nedir? diye, Rıskul’dan sordu.

– Hey, Allah’ım! Bildiğimiz “kar gülü” işte. Bazen “eñlik” de derler.

– Buna biz akonit10 diyoruz, peki siz Kazaklar ne dersiniz?

– O tohumu kuruyasıcanın adı “ukorğasın”. Hayvan yemez. Yanlışlıkla yerse de ölür.

Esik Gölü etekleri yemyeşildi. Kızıla ve yeşile doymuş çiçekler. Şakayıklar ile unutmabeniler, turnagagaları ile anemon çiçekleri, rengârenk güller, sarı yaylar (adonis) ile yıldızpatılar, düğün çiçekleri ile şerbetçi otları, dolana ve hanımelleri iç içe girmiş sayısız bitkilerin adlarını coğrafyacı üşenmeden en ince ayrıntısına kadar sorarak, kayda aldı.

Aynı gün onlar Talğar boğazının başka bir gerdanı olan Akköl kıyısına ulaşarak, orada geceledi.

Akköl; Esik göle kıyasla daha güvenli ve düz bir araziye sahipti. Kıyısında gösterişli dağ ladinleri yoktu. Suyu da yeşil zümrüt gibi değildi. Duru ve ince akıyordu. Kıyısı benekli taşlarla dolu. Hantal taşlar Talğar’ın bağrından bir zamanlar koparak yuvarlanmış belli ki. Esik Gölü ne kadar güzel olsa da, güzelliğini kaynağından beslendiği Akköl’e borçluydu. Esik Gölü yaz günlerini yaşayan bu akşam vaktinde aşağıdan, ayak tarafından yukarı doğru kararmaktaydı.

1.kargir ev. Taş tuğla veya betondan yapılmış temel üzerine kurulu olan yapı, saz ve balçıkla sıvanmış ev.
2.bolıs (болыс): Sovyetler döneminde büyük köylerin, yurtların yöneticisi, beyi.
3.Tav-Şilmembet. Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden gelerek, Almatı’nın dağlık bölgelerini yurt edinen Kazak boyu.
4.Şımır. Kazaklarda bir boy adı.
5.ular. Kafkas kekliği.
6.aşık kemiği. Koyun ve keçilerin arka bacaklarında bulunan dört yüzlü kemik.
7.baybişe. Çok eşli erkeğin ilk hanımı.
8.argımak. Asil ve hızlı koşan at.
9.edelweiss. Alplerde yetişen Alp yıldızı adlı çiçek.
10.akonit/ akonitin. Kurtboğan otu, Asya ve Avrupa’nın dağlık bölgelerinde birçok türleri olan, her birinin zehirliliği farklı ya da benzer alkaloidleri içeren otsu bir bitkidir.
13 746,92 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
01 avgust 2023
Hajm:
1 Sahifa 3 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6853-88-1
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap